Ehl-i Sünnetin kavramlaşması, oluşum süreci ve klasik dönemde ortaya çıkan siyasi ve itikadi akımlar...

-Giriş

Son dönemde piyasada ehl-i sünnet” kavramını daha sık duyuyoruz. Gün geçmiyor ki İslâm adına ortaya çıkan kişilerin ve grupların hurafe ve bid'atlare bulanmış çalışmaları, söylemleri gündeme gelmesin.

Allah adına çalıştıklarını iddia eden ama ümmetin vahdetine zarar veren bu inhirafçı (ana gruptan ayrılan) grupların maalesef kendilerine paravan yaptıkları kavram “ehli sünnet” tamlaması...

Bazıları da -bir zamanları kemalistlerlerin yaptığı gibi- gerekli gereksiz her yerde, Ehl-i Sünneti ileri sürüyorlar. Hormon takviyesi ile güçlendirildiği intibaı uyandıran bu anlayış; kendileri gibi düşünmeyenleri Ehl-i Sünnet dışı olmakla, sapıklıkla, bâtıla düşmekle veya modern ve oryantalistler gibi düşünmekle itham ediyorlar.

Öyleki bu anlayış; din adına Allah’ın Kur’an’la ve Peygamberle öğrettiği İslâmı değil, sanki insanların icat ettiği ideolojilerden bir ideoloji sunuyor. Bununla birlikte tarihte kalması gereken haricî kafa yapısıyla kendi şablonuna uymayan her yorumu, fikri, görüşü, istinbatı, ictihadı kesip biçiyor. Ve üstelik bunu Ehl-i Sünneti savunma adına yapıyor.

Sonuçta zaten sorunlarla boğuşan, fitne ve tefrika ateşinden kurtulmaya çalışan ümmetin arasına ayrılık tohumları saçılmakta, farklı görüşler arasındaki uçurum derinleştirilmekte, vahdete davet edilmesi gereken müslümanlar bilerek veya farkında olmadan adeta hasım veya düşman olmaya çağrılmakta.

İslâm kültürünün pek çok yanlış anlaşılan, yanlış yerlerde kullanılan kavramlarından biri de “ehli sünnet ve’l-cemaat” kavramıdır. Maalesef pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da ifrat ile tefrit arasında gidip geliyoruz. Bazıları Ehl-i Sünneti dinin kendisi sayarken, tam karşıt grup da onlara tepki olsun diye Ehl-i Sünneti sosyo-politik şartların ortaya çıkardığı tarihsel bir olay gibi değerlendiriyorlar. (Şenocak, İ. Vuslat 125. Ehl-i Sünnet Özel sayısı, s: 6)

Mezhepleri konu alan eserler incelendiğinde İslâm düşünce tarihinde “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” nitelemesinin ne zaman ortaya çıktığı, tam olarak ne olduğu ve kimleri kapsadığı hususunda bir konsensüsün olmadığı görülür.

“Ehl-i Sünnet” kavramında tarihsel süreç içinde meydana gelen semantik değişiklikler ve anlam kaymaları bir yana, daha ilk tedavüle çıktığı andan itibaren ona yüklenen manalar, kişiden kişiye, mezhepten mezhebe, hatta devirden devire farklılık arzetmektedir.

Aynı durum, Ehl-i Sünnet’i oluşturan Selefiye, Mâtüridiye ve Eş’ariye gibi zümrelerin, “Ehl-i Sünnet” anlayışlarında da mevcuttur. Hele hele, Ehl-i Sünnet dışında düşünülen mezheplerin ona yüklediği anlamlar ve onların “Ehl-i Sünnet”i tanımlama biçimleri daha da farklıdır. Nitekim günümüzde Müslümanlara ve kendilerini Ehl-i Sünnet’e nisbet edenlere “Ehl-i Sünnet”ten ne anlıyorsunuz?” diye sorulsa, verilecek her bir cevap, getirilebilecek her bir tanım birbirinden az-çok farklı olacaktır.” (Esen, Muammer. Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci, Ankara Okulu yay. 2009 tanıtım yazısından.)

İşte bir kaç örnek: 1989 yılında Ehli Sünnet araştırması yapan derginin editörü anlatıyor. Arkadaşı ile birlikte bir Temmuz sıcağında bir şehirde ziyaret etmeleri istenen bir saatçıya uğradılar. Saatçı arkadaş dış görünüşü açısından mütedeyyin birine benziyordu. Bakımlı bir sakalı, açık yeşil bir üstlüğü ve esans kokusu vardı. Hoş beşden sonra, oradakilerin meraklı bakışları altında sağ ayağının ayakkabısını özenle çıkardı ve oradakilerin gözlerine sokarcasına ayağını ileri uzatarak; “Biz ehl-i sünnetler çorap giyeriz” dedi.

Yanlarında biraz önce tanıştıkları o sıcakta sandeletle ve çorapsız gelen biri vardı. Galiba onu kasdederek çorapsız gezen bu müslümanı ehl-i sünnet olmamakla suçluyordu.

Yine aynı editör anlatıyor: Bir zamanlar dergi bile çıkarmış, yazılar yazmış birisi; ağzından  mı kaçırdı, yoksa her zaman öyle mi konuştuğu belli olmayan bir tarzda kendisinin de bulunduğu ve söze karışmadığı bir mecliste konuşmanın akışında gayet ciddi bir şekilde; “Ehl-i Sünnet demek, ehlileştirilmiş ve sünnet edilmiş adam demektir” deyiverdi.

Demek ki bazıları sünnet ehli olmayı böyle anlıyorlardı. (Ehl-i Sünnet Tetkikleri, Eksen Yay. İstanbul 1989, s: 9)

Öteden beri inhirafçı (yoldan çıkan) ve parelel din oluşturuyorlar diyebileceğimiz cemaatler kendilerini daha çok “ehl-i sünnet ve'l-cemaat” olarak lanse ediyorlar. Bunun en büyük nedeni ise maalesef Şiî-Sünnî şeklinde başlayan ayrışmanın art niyetli insanlara sağladığı geniş kullanım alanı.

Şia'ya göre Sünnî olmayan en makbul müslüman iken kendini sünnî mahallede konumlandıran bir kimseye göre de şiî olmayan veya Şia'ya karşı olan herkes en makbul müslüman…

Oysa Kur'an üstünlüğü, müslümanların arasındaki tarihteki siyasî ve itikadî çekişmelere, gruplaşmalara veya mezheplere mensup olmaya göre değil takvaya bağlamıştır. Buna göre sünnîliğe nisbette ölçü; Kur’an’a ve sahih sünnete uygun inanıp yaşamak ve takva ile hareket etmektir. (S. Mehmet Deniz http://www.dinihaberler.com/analiz/ehli-sunnet-tanimi-yikici-cemaatleri-ayirdetmede-yetersiz-bir-kavram-h99082.html)

Bugün bu konuda biraz aydınlatıcı ve ikna edici açıklama yapabilirsek, konuyu biraz açıp kendi bağlamında değerlendirebilirsek hayır işlemiş olacağız.

 

1-Kavram olarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat

Bu terkip kavramı anlamak için öncelikli olarak ‘ehl’, ‘sünnet’ ve ‘cemaat’ kelimelerinin  anlamlarına ve Kur’an’daki kullanımlarına ve ıstılah (terim), süreç içerisinde kazandığı anlamlarına bakmak gerekir.   

 

a-Sözlükte ehil

“Ehl” fiil olarak evlenmek, alışmak ve bir kimseyi bir işe layık görmek demektir.

“Ehl”  sözlükte; 1.Aile, yakın akrabalar, eş, zevce,

2.Bir bölgenin halkı , bir  yerde bulunan insan topluluğu,

3.Bir insanın etrafında ona inanan ve tabi olan insanlar taraftarlar.

4.Bir şeyi hak eden, layık olan, ehil olan.

5.Bir yere, düşünceye, bilgi evrenine ve kültürel koda ve davranış biçimine ait olma, aynı görüşü ve inancı paylaşma demektir.  

Kur’an’da ehil kelimesi yüzaltmış kadar âyette kullanılıyor.

Kişinin ehli, kendisiyle birlikte aynı meskende bir arada bulunanlardır.  Bunun da akrabalık açısından olması doğaldır. Kur’an’da bir kaç yerde geçmektedir.

Ev halkı;

“Elçilerimiz Lût’a geldiklerinde, Lût, onlar yüzünden tasalandı, onlar hakkında çaresizlik içine düştü. Elçiler ona, “Korkma, üzülme. Biz, seni ve aileni (ehli-ke) kurtaracağız. Ancak karın başka. O, geride kalıp helâk edilenlerden olacaktır.” (Ankebût 29/33. Bir benzeri: Hûd 11/81)

“Mûsâ, süreyi tamamlayıp ailesiyle (bi-ehlihi) yola çıkınca, Tûr tarafında bir ateş görmüş ve ailesine (li-ehlihi), “Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm, (oraya gidiyorum). Umarım oradan size bir haber ya da ısınmanız için ateşten bir kor getiririm”dedi.” (Kasas 28/29)

Görüldüğü gibi bu âyetlerde ehil kelimesi kişinin ailesini ve ifade etmektedir.  

Ehlin diğer anlamları:

Halk: Bir bölgede bulunan insanlar topluluğu.

“Hani İbrahim, “Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından (ehlehu) Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır” demişti...” (Bekara 2/126)

Liyakat:

Bir işe ehil, liyaketli olan. “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline (ehliha) vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor...” (Nisâ 4/58)

Sahip, efendi, veli:

“... Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost tutmamaları hâlinde, sahiplerinin (ehli-hinne) izniyle onlarla evlenin, mehirlerini de güzelce verin...” (Nisâ 4/25) (Varol, Bahaüddin. Ehl-i Beyt Gerçeği, s: 26-27)

Ehil bu şekilde kullanıldığı gibi daha çok tamlama (muzaf-muzafun ileyh) olarak, kullanıldığı isimle birlikte bir anlam kazanır.

Mesela;

“Ehlu’r-racul”; kişinin hanımı (zevcesi) manasındadır. (M. F. En-Naal, M. el-Fazı’l-Kur’aniyye, s: 117) Nitekim izdivaca (evlilik yapmaya) ehil kökünden gelen ‘teehhele veya ehhele/evlendi, ehil edindi’ fiili de kullanılır.

“Ehellekalluhu leke fi’l-cenneh/Allah seni cennette evlendirsin” duası; “Allah (cc) seni ve ehlini orada da bir araya getirsin” demektir. 

“Müteehhil” evli demektir. Osmanlı müelliflerinden Kutbüddin İznikî’nin, Mürşidü'l Müteehhilîn/Evliler için rehber’ adlı bir kitabı bulunmaktadır.

‘Ehlu’l-emr’; bir kimsenin bakımını üslenme, bir işe layık olma.

“Ehl-i mezheb”; her hangi bir dini benimseyen demektir.

Kur’an’da ehil kelimesiyle yapılmış şu kalıp ifadeler yer alır.

Ehl-i beyt; bir evde oturanlar, bir evin halkı,

Ehlu’l-kura (karye); köy halkı, köyde bulunanlar,

Ehlü’l-İslâm; İslâma tabi olan, müslüman.

Ehlü’n-nebi; peygamberlerinin ümmeti, hz. Peygamberin hanımları, çocukları ve damadı.

Ehl-i kitap; bir kitaba tabi olan (yahudiler ve hırıstiyanlar),

Ehlü’z-zikr; ilim ehli veya Kur’an’ı bilen, ehl-i kitabın âlimi.

Ehl-i takva; muttaki, takva sahibi,

Ehl-i incil; İncil’e ilahi kitap olarak inanan.

Ehl-i mağfirah; mağfireti, affı talep eden, buna hak kazanan.

Ehl-i Medyen; medyenliler.

Ehl-i Medine; Medineli, Medine’de oturaan, orada bulunan.

Yine ehilleştirilmiş yabani hayvanlara ‘ehil veya ehlȋ’ hayvan denilir.

Ehil sözcüğünün pek çok hadiste kişinin hanımı, ev halkı veya bir şeye ehil olma anlamında kullanıldığını görüyoruz. (Mu’cemu’l-Müfehres, 1/130-132)

“Ehl” kelimesi sünnet ve cemaat kavramlarıyla birlikte, Peygamber’in sünnetine ve İslâm topluluğuna tabi olan grup ve kişi olmak, Peygamberin ve sahabelerin ortaya koydukları geleneği sürdürmek manasını kazandırmıştır. Buna, dinin temel konularını açıklamada geleneği öne çıkarmak da denilebilir. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 31)

 

b-Sünnet

-Sünnet sözlükte; olumlu veya olumsuz takip edilen yol demektir. İslâmdan önce genelde kabul görmüş örfi uygulamalar manasında idi.  

Sünnet aynı zamanda âdet, gidiş, tabiat, kanun, yaratılış, hur, çığır, model, prensip, hüküm gibi anlamlara gelir.

Kur’an’da “senden önce gönderdiğimiz elçilerin kanunu da budur” (İsrâ 17/77) âyetinde kanun,

“öncekilerin başına gelen durum” (Hicr 15/13. Enfal 8/38. Kehf 18/55. Fâtır 35/43),

“Allah’ın adaleti” (Ahzab 33/62. Mü’min 40/85) manasında geçiyor.

Burada anahtar bir terim olarak sünnet herhangi bir amelin sonucunu gerektiren durum manasına geldiği gibi, sağlam bir geleneği ve stratejiyi izlemek anlamına geldiği görülür. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 31)

Hadislerde sünnet daha çok, yol ve çığır manalarında kullanılıyor.

“Her kim İslâm’da iyi bir sünnet (yol)/âdet) ortaya koyarsa, onun ve ondan sonra bununla amel edecek kimselerin sevabı o kimseye ait olur... Kim de kötü bir sünnet (yol) ortaya koyarsa, onun ve ondan sonra bununla amel edecek olanların günahı o kimseye ait olur.” (Müslim, 1/705)

 

-Terim olarak sünnet;

Ehl-i hadise göre; söz, fiil ve takrir olarak Peygamber’e (sav) ait söz ve haberlerin râviler tarafından tesbit edilip nakledilmesi demek olan hadistir.

Fıkıhçılara göre sünnet; edille-i şer’iyye diye bilinen sıralamada dinî değer olarak farz veya vacipten sonra gelen amel, ya da bu amelin dindeki bağlayıcılık değeri demektir.

Kelâmcılara göre sünnet; bid’atin karşılığıdır. Ehl-i Sünnetin gelişmesine ve ekolleşmesine bu tanımın yardımcı olduğunu akılda tutalım.

Usûlcülere göre sünnet; aynı zamanda İslâmın akide, amel-ibadet, ahlâk ve tasavuurunun dayandığı Kur’an’dan sonraki ana kaynak, Kur’an’ın pratiğe aktarılmış şeklidir. Buna göre sünnet bir anlamda Resûlüllah (sav)’ın takip ettiği yol ve hayatında prensip haline getirdiği fiil ve davranışlara verilen bir isimdir.

Sünnetin ahlâk manasında da kullanılmaktadır.

Kimilerine göre yukarıdaki klasik tanımlar Sünnet’i yeterince ifade edemiyor.

Sünnet; “Hz. Peygamber’in kendi döneminde İslâm toplumunu akide, tebliğ, eğitim, ahlâk, hukuk, siyaset, ekonomi gibi çeşitli alanlarda; kısacası bireysel , toplumsal ve evrensel olmak üzere hayatın her alanında, yönlendirip yönetmede Kur’an başta olmak üzere, esas aldığı ilke ve prensipler bütününün oluşturduğu zihniyet, ya da dünya görüşüdür.” (M. Hayri Kırbaşoğlu, İslâm Düşüncesinde Sünnet, s:104)

Sünnetin bir başka tarifi; “Rasûlüllah’ın Kur’an’ı esas alarak hayatın her alanında inanç, ibadet, eğitim, hukuk, siyaset ve ekonomi gibi konuları kapsayacak şekilde ortaya koyduğu bir model, bir dünya görüşüdür.” (Beşir İslâmoğlu, Hadis Dersleri, s: 17)

Sünneti şu şekilde de tarif etmek mümkün: “Hükümlerinin aslı Kur’an’da olan İslâmı’ın temel ilkelerinin, şâhitlik keyfiyeti için Rasûlüllah’ın örnekliğine başvurmanın zorunlu olduğu, zamanı aşkın, ümmeti bağlayan model uygulamalardır.” (Fevzi Zülâloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, s: 248)

Hadis kitaplarında Sünen başlığı altındaki hadisler genellikle iman konularında oluşu dikkat çekmektedir. Bunun sebebi ilk dönemlerde Sünnet kelimesi İslami ülkeler üzerine bir zihniyet oluşturma anlayışıdır denilebilir.

Burada İslâmı anlamada ve uygulama Peygamber modelini örnek almanın bağlayıcı oluşu da söz konusudur. Peygamber modelini örnek almak, hem Hakikatle bütünleşme, hem de sağlam bir bakış açısına sahip olmaktır.

Onu örnek almak aynı zamanda ona itat etmektir.

“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur.” (İbni Mâce, Mukaddime/3. Ahmed b. Hanbel, 2/93)

Bu itaat herkesi bağlayan ortak esaslara uymak ve temel esaslar üzerine oturtulmuş bir yapılanmaya bağlanmak anlamına gelir. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 34)

Hadîs; sözlükte yeni ve haber demektir.

Terim olarak hadis; Peygamber’e (sav) ait olduğu kabul edilen sözlere ve haberlere hadis denilir. Sünnetin rivâyet edilmesine de hadis denilir.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat nitelemesindeki “sünnet” yukarıdaki sünnetlerden hangisidir?

 

c-Cemaat

‘Cemaat’ kelimesinin aslı, toplamak, bir araya getirmek anlamındaki 'ce-ma-a’ fiilidir.

‘Cemaat’, sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir.

Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya toplanan insan topluluğuna verilen addır.

Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’; namazı bir imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur.

İslâm kültüründe ‘cemaat’; İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar, yani İslâm (Muhammed) ümmeti bu anlamda bir bütün halinde ‘cemaat’tırlar.

Cemaat, tefrikanın oluşumunu engellemek, birbirine benzeyen unsurların yakınlaşması sonucunda gerçekleşen bütünlük ve birlike demektir. Bu anlamda cemaat “ümmet” yerine de kullanılmaktadır.

Belli bir inanç ve dünya görüşü etrafında biraraya gelenleri, vahdet olanları anlatan bu kavram Kur’an’da isim ve fiil olarak geçmektedir. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 34)

Hadislerde cemaat İslâm toplumu ile aynı anlamdadır. “Allah’ın eli cemaat üzerindedir.” (Tirmizî, Fiten/7)

“Cemaatten ayrılan cahiliyye ölümüyle ölür.” (Buhârî, Fiten/20)

“Yüce Allah ümmetimi dalâlet üzere birleştirmez, Allah’ın yardımı cemaatledir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe gider...” (Tirmizi, Fiten/7)  gibi hadislerde bunu görüyoruz.

Peygamber, fitne zamanı ne yapması gerekeni soran Huzeyfe’ye (ra); “Müslümanların cemaatine ve imamına tabi ol” buyurdu. (Buhârî, Fiten 11/34. Bir benzeri: Ebu Dâvud, no: 4244)

Peygamber burada müslümanlara İslâm esasları çerçevesinde toplanan ümmetin bir üyesi olmayı tavsiye ediyor. Ehl-i Sünnetin vahdet vurgusu da bu gibi hadislere dayanmaktadır.

İslâmî kimlik aynı zamanda İslâm cemaatı, ümmet kimliğidir.

Özetle cemaat; İslâmın temel esaslarına bağlı bir zihniyete, dünya görüşüne sahip olan topluluk, İslâm ünmmeti demektir.

http://www.huseyinece.com/en-son-yaz-lar-m/943-cemaat-nedir-neye-denir

 

d-Ehl-i sünnet ve’l-cemaat

Buna göre “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”; Peygamberin Kur’an’ın pratiği olan sünnetine bağlı, sahabeyi izleyen ümmetin bilinçli çoğunluğu demek olur.

Zarurat-ı diniyye üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda hevâyı  değil, Kitap ve Sünneti, yerine göre aklı kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk.

“Ehl-i Sünnet adından anlaşılacağı üzere, Peygamber (sav) ile sahabe topluluğunun dinin esasları, yani usûliddin ile ilgili olarak ortaya koydukları ve takip ettikleri yolu benimeseyen ve bu yola uyanlara verilen isimdir.” (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 111)

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâ'at, Peygamberimiz'in ve ileri gelen sahabilerin İslâm anlayış ve uygulamalarını temel ilke olarak benimseyen ve ümmet birliğini bozmayan, ümmetten ayrılan (inhiraf eden) fırkalara katılmayanları ve mutedil İslâm anlayışını” temsil etmektedir.” (Tarihte ve Günümüzde Ehl-i Sünnet Sempozyumu, s: 401)

http://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/ehl-i-sunnet-muslumanligi-2038009

Genel ve yaygın kanaat Ehl-i Sünnet’in itikâdî bir İslâm mezhebi olduğu şeklindedir. Oysa Ehl-i Sünnet hem tarihte, hem de günümüzde bir mezhebi, fırkayı, grubu değil İslâm ümmetinin ana gövdesini ifade eder. 

Ehl-i Sünnet teriminin Arapça “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâa” şeklindeki asıl orijinal kullanımının anlamı ‘Sünnet ve çoğunluk ehli’ dir.

Bu ifadedeki “Sünnet” kelimesi elbette Peygamberin sünnetidir. Peygamber’in Sünneti’nden maksat da sadece onun bireysel ve dini açıdan bağlayıcı olmayan davranışları değil, O’nun Kur’an’ın uygulaması olarak ortaya koyduğu pratikleri, yine O’nun rehberliğiyle Kur’an’ın fert ve toplum olarak sahabe tarafından yaşanmasıyla oluşan ve daha sonraki nesillerde de devam eden orijinal İslam geleneğidir.

“Cemâ’a” dan maksat ise başta ashab olmak üzere her nesildeki İslâm ümmetinin çoğunluğu ve ana gövdesi demektir. İşte Ehl-i sünnet  terimi bu sahih, otantik, bozulmamış İslâm geleneğine sahip çıkanlar anlamına gelmektedir.

Ehl-i Sünnet’e mensup olanlara Sünnî denilir. Bunlar İslâm tarihi boyunca ümmetin ana gövdesini ve çoğunluğunu (es-sevâdu’l-a’zam) teşkil etmiştir.  

http://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

Hatırlamak gerekir ki Ehl-i Sünnet’in orijinal İslâm geleneğini temsil etmesi sadece çoğunluk olmasından değil, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in rehberliğinde oluşan İslâm geleneğini benimsiyor oluşundandır. Yoksa ki çoğunluk olmak tek başına hakkın, hakikatin ve haklılığın ölçütü değildir. 

Ümmetin çoğunluğu daima bu geleneğe sahip çıkagelmiş olması sevinilecek bir şeydir. Bu  da, başta âlimler ve idareciler olmak üzere kanaat önderlerinin çoğunluğunun bu geleneğe sahip çıkması sayesinde mümkün olabilmiştir.

Dolayısıyla günümüzde ve gelecekte Ehl-i Sünnet’in hayatiyetini ve tarihteki işlevlerini devam ettirip ettiremeyeceğini, bundan sonra da öncelikle âlimler ve idareciler olmak üzere İslâm ümmetinin önderlerinin bu geleneğe sahip çıkıp çıkmayışları belirleyecektir.

https://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

Müslüman bilginler Peygamber’in yolu olan Sünnete bağlı ve cemaat olan sahabelere tabi olan, bid’at fırkalarına sapmamış herkesi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat diye anlandırdılar.

Bir ekol olarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat realitesinde iki önemli önermeye dayanır.

1.İslâmı, bir model olarak sunulan sahabe gibi anlamak,

2.İslâmî esaslara bağlı kalarak ümmetin birliğini sağlamak, ya da buna zararlı fikir ve davranışlardan kaçınmak. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 37)

“Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat İslâm ümmetinde bir bölünme değildir. İtikadî çizgisini siyasî ihtilaflara göre belirlemekten uzak durarak inanç ilkelerine tüm müslümanların ortak değeri olan Kur'an’dan ve Peygamber'den (sav) nakledildiği kesinlik kazanmış sahih Sünnetten deliller bulmaya özen gösteren ana bünyedir.” (Varol, A. Vuslat 125. Ehl-i Sünnet Özel sayısı, s: 125)

 

e-Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın kavramlaşması

Peki bu kavram tarihte ne zamandan beri kullanılmaya başlandı?

Yani ne zamandan beri kavram olarak ortaya çıktı?

Hadislerde sünnet ve cemaat farklı konularda geçtiğini biliyoruz. Ancak “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” kavramı hadislerde ve ilk dönem âlimlerinin gündeminde de yer almamaktadır. Bu iki kavramı kendi bağlamında anlamak daha isabetli görünüyor. Zira bunlar İslâmın ilk dönemlerinde henüz kavram anlamı kazanmamışlardı. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 37-38)

“İlk asırda başka mezhepler olmadığı gibi Ehl-i sünnet diye de bir mezheb yoktur; Peygamberimiz'in (s.a.) ve ashabının anlattığı, yaşadığı, örneklendirdiği İslâm vardır. İman sade ve sağlamdı, daha sonraki felsefî-kelâm tartışmalarından da eser yoktu.

Hâricîlerden başlayarak itikad konusunda, daha önce bulunmayan ve bilinmeyen aşırı görüşler ortaya çıktıkça “sahih İslâm”ın nitelikleri tarif edilmeye başlamış ve zaman içinde de bu tarif formülleri az çok değişmiştir.” http://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/ehl-i-sunnet-muslumanligi-2038009

Bazıların göre Ehl-i Sünnet kavramı peygamberle birlikte ortaya çıktı. Zira onun “fırkâ-i nâciye-kurtulan grup”den bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru üzerine kurtulanların “cemaat”, bir başkasında ise “kendisi ve ashabının benimsediği yolda” sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.

“Şüphesiz İsrailoğulları yetmişbir fırkaya bölündüler. Bunların yetmiş fırkası helâk oldu, birisi kurtuldu. Muhakkak benim ümmetim de yetmişiki fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmişbiri helâk olacak birisi de kurtulacak. Dediler ki, ‘Ey Allah’in Rasûlü! Bu kurtulacak olan fırka hangisidir?’ Rasulüllah (sav) buyurdu ki: ‘Cemaattir, cemaattir’” (İbni Mâce, Fiten/17. Tirmizî, İman/18. A. b. Hanbel, 3/145)

Buna göre “kurtulan”, zarûrât-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek sahabe ve sevâd-ı a’zamın yolu üzerinde olandır.  

Her ne kadar M. Watt, sünnî teriminin ilk defa 4.hicri yüzyılda kullanıldığını ileri sürse de (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 48) Ehl-i Sünnet’in oluşumunun başlangıcını Hicrî 2. yüzyılın başlarına kadar geri götürmek mümkündür.

Eş’arî ve Mâtürîdî, Ehl-i Sünnet’in kurucuları değil, Ehl-i Sünnet’in iki farklı damarının itikat  esaslarını kelâm metoduyla kendi çağlarının ihtiyaçlarına göre yeniden formüle eden ve sistemleştiren kişiler olarak nitelendirilmelidir.

Bu iki İmam’dan çok önce Ehl-i Sünnet’in en meşhur prensiplerinin savunuculuğunu yapan ve Ehl-i Bid’at’la mücadele eden âlimler vardı ve bu âlimler çok farklı meşreplere mensup olmalarına rağmen aynı prensipleri savunmuşlardı. İlk akla gelenler arasında başta Ehl-i Hadis olmak üzere, Hasan el-Basrî, Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel, Eyyub es-Sahtiyânî, İbn Küllâb, Kalanisî, Hâris el-Muhasibî, Süfyan es-Sevri gibi şahsiyetler sayılabilir.  https://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

Said b. Cübeyr’e isnat edilen “Benim için tam anlamıyla fâsık bir sünnî ile dostluk, ibadetlerine düşkün ama bid’atçı olan biriyle dostluktan daha iyidir” şeklindeki rivâyetten anlaşıldığına göre bu kelimenin 1. Hicrî yüzyılın sonlarında ortaya çoktığı söylenebilir.

Ehl-i Sünnet tabiri, Darimî’de geçen bir rivâyete bakılacak olursa ilk defa Hasan el-

Basrî tarafından kullanılmış. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 111. Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 48. İbni Kuteybe, Hadis Müdafaası (ter.) s: 115. Yavuz, Y. Şevki. TDV İslâm Ansiklopedis, 10/526)

Ahmed b. Hanbel “er-Red ala Zenâdıka ve’l-Cehmiyye” adlı eserinde Ehl-i Sünnet tabirine yer vermiştir.

Maamamih sünnet ve cemaat ehli zümrelerine işaret etmek üzere, erken devirden itibaren oldukça farklı isimler kullanılmıştır. Mesela; “Ehlu’s-Sunne ve’l-Cemâ’a”,

“Ehlu’s-Sunne ve’l-Cemâ’a ve’l-Âsar”,

“Ehlu’s-Sunne”, Ehlu’l-Hadis ve’s-Sunne”,

“Ehlu’s-Sunne ve Ashâbu’l-Hadis” ,

“Ehlu’s-Sunne ve’l-İstikâmet”. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 111)

Buradaki “cemaat” kavramı bir şemsiye kavram olarak düşünülmelidir.

Daha sonraki dönemde Ashabu’l-Hadis, hem “cemaat” kavramını hem de “ehl-i sünnet” kavramını tekeline almak suretiyle her iki kavramı da marjinelleştirdi. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 111)

Hz. Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne” kısa zamanda Haricî, Şia ve Mu’tezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca, büyük kopuşun ardından geride, ümmet yapısı içerisinde kalanı ifade etme ihtiyacı ortaya çıktı.

Sünnetin bid’atin, cemaatın da bölünmenin karşıtı olması, Ehl-i Sünnetin İslâmın rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak meşhur olmasına zemin hazırladı.

Bu bir anlamda bu bütünden ayrılan siyasî ve akıdevî kopuş ve oluşların hangi konularda sapma içinde olduklarını tesbit edilmesidir.

İlerleyen yıllarda fitne ve bid’at, akıdevî ve ictimaî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken; Sünnet Peygamber gibi inanıp yaşamayı, cemaat ise ayrılmadan içeride kalmayı ifade etti.

Sünnet ve cemaatin, bid’at ve fitneyle tam zıddıyet içerisinde olması tarih boyunca devam etti ve litaratüre “ehl-i Sünnet” ve “ehl-i bid’at” mezhepler olarak geçti. Bu anlamda “ehl-i sünnet” fırkalar mahşerine dönen İslâm coğrafyasında hangi esaslar dahilinde müslümanca var olunabileceğinin adresi olmuştur.” (Şenocak, İ. Vuslat 125. Ehl-i Sünnet Özel sayısı, s: 6)

Ehl-i Sünnet 3.hicrî asırdan itibaren bir ekol olarak ehl-i bid’ate karşı bir savunma olarak gelişmeye başladı. Bu adlandırma İslâmın büyük mirasını vurgulayan önemli bir kavramdır. Ancak burada önemli olan bu kelimenin kazandığı anlam değil; dinî bir kavram olarak hangi anlayış ve sebeple ortaya çıktığını tesbit etmektir.

 

2-Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat ekolünün gelişim süreci (şekillenmesi)

Müslümanlar neden kendilerini sünnî diye görmeye başladılar ve bu adı seçtiler? Zira  onlar kendilerinin Kur’an ve sünnete bağlı olduklarını, sahabenin yolunu izlediklerini iddia ediyorlardı.

Sünnî ekolün kendilerini ümmetin ilk dönemi ile aynîleştirmesi, ilk halife seçilenlerin iyilerden olduğunu kabul etmeleri, bunların İslâmî bilinç oluşturmada örnek gösterilmeleri tutarlı görülüyor. (Macit, Nâdim, Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 51)

“Adlandırma ne zaman ortaya çıkarsa çıksın Ehl-i Sünnet'in temel bakış açısı ve görüşlerinin ana çerçevesi, İslâmın ilk dönemi sayılan sahabe ve tabiinle beraber bir gelenek oluşturmaya başlamıştı. Daha çok Kur'an tefsiri, hadis rivâyeti ve fıkıhla meşgul olan ilk âlimler zaman zaman itikadî veya siyasî meselelerle ilgili sorulara cevaplar veriyor, çıkan ihtilaflarla ilgili görüşlerini açıklıyorlardı. 3./9. yüzyılda Mu'tezile hareketinin güçlenmesiyle ümmetin çoğunluğunu teşkil eden Ehl-i Sünnet yeni bir döneme girmeye, özellikle itikadî konulardaki argümanlarını netleştirmeye başladı. http://isamveri.org/pdfdrg/D149034/2006/2006_OZERVARLIMS.pdf

Peygamber zamanında dinde ihtilaf sorunu yoktu. Zira vahiy iniyordu ve Elçi sorulara cevap veriyordu.

Sahabelerin ilk döneminde de çok fazla ihtilaf söz konusu değildi. Zira Peygamberin talebeleri büyük sahabeler hayatta idi ve onlar sorulara/sorunlara Peygamberden öğrendikleri gibi cevap veriyorlardı. Ya da İslâm ümmeti onların temsil ettiği İslâm anlayışına bağlı idiler.

Ancak bu durum Tabiin döneminde, ihtilaflar ve siyasî rekabetler ortaya çıkınca değişti.

Dini açıdan Peygamber ve sahabeler dönemine saffet dönemi diyebiliriz.

Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra başlayan siyasi tartışmalar ve rekabet beraberinde akidevî ve amelî tartışmaları getirmiş, bu tartışmalar başka kültürlerin ithaliyle, zenginlik/refah ve dünyevileşme ile de daha alevlenmiştir. Buna bir de her yeni fikre ve oluşuma bid’at diye karşı çıkan tepkileri de ekleyiniz.

Müslümanlar Cemal, Sıffin ve Nehrevan savaştılar. Bu savaşlarda ölenler arasında sahabeler ve tabiiler, Kur’an’ın övdüğü Bedir ashabından, sahabelerin ileri gelenlerinden kimseler vardı. 

Bu durumda ölenin ve öldürenin durumu nedir?

İnsan kendisi için yazılmış bir kaderin mahkûmu mudur?

Yoksa fiillerinde temamen özgür müdür?

Büyük günah işleyenin Allah katındaki durumu nedir?

İdarecilerin zulmü karşısında nasıl bir tavır takınılacak? gibi sorular gündeme geldi. 

Ehl-i Sünnetin İslâm tarihinde ortaya çıkmış siyasî ihtilafların tamamen dışında kaldığını söylemek mümkün değildir. Bu ihtilaflarda karşı karşıya gelen taraflardan birinin bünyesi içinde yer almışlardır. Hatta çoğu zamanlarda her iki tarafın içinde yer almış, siyasî yönden birbirleriyle karşı karşıya gelmişlerdir.

Ehl-i Sünnetin fıkhî ve itikadî çizgisini anlamaya ve anlatmaya çalışan ilim erbabı bu tür siyasî taraftarlığı aynı zamanda itikadî ilkelerine ve yaklaşımlarına taşımayarak; itikadî ilkelerine mutlaka Kur'an ve Sünnetten delil aramaya özen göstermişlerdir.

Onlar Kur'an ve Sünnetten delillere dayanan inanç ilkelerine bağlı kalanları siyasette hata etseler bile İslâm dairesi içinde görmüş yani cemaatten saymışlardır.

İslâm Peygamberden öğrenildiği gibi kabul edilirken, ihtilafların ortaya çıkmasıyla nassları anlama ve yorumlama, yeni ortaya çıkan sorulara ve problemlere uygun cevaplar verme ihtiyacı belirdi.

Bu noktada nassa bağlı olan âlimler arasında iki ana anlayış belirdi.

Birincisi; özellikle hadisleri zahir manasıyla olduğu gibi kabul etmek, asla yorumlamamak, üzerlerinde fikir yürütmemek görüşünde olanlar. Ki bunlara “ehl-i hadis veya ehl-i eser” denildi. Onlar dinî metinleri (nassı) olduğu gibi zâhiri manasıyla alıyorlardı.” http://isamveri.org/pdfdrg/D149034/2006/2006_OZERVARLIMS.pdf

Bu yönden nassa bağlı kalma ve cemaati muhafaza etme prensibinden dolayı ana bünyeyi oluşturan bu kesim kendini Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olarak adlandırmıştır. (Varol, A. Vuslat 125. Ehl-i Sünnet Özel sayısı, s: 125)

İkincisi ise; nassları özellikle hadisleri akılla anlama ve yorumlamaya, bazı metodlar kullanarak nass’dan hüküm çıkarmaya çalışanlar. Bunlara da “ehl-i rey” dendi.

Öte yandan Ehlu’r-re’y  ve Ehlu’l-eser-hadis ayrışmasının her iki tarafı da Ehl-i Sünnet’in en önde gelen temsilcileri olarak  Ehl-i Bid’at’a karşı müşterek mücadele vermişlerdir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramının çerçevesini çizmek, neleri savunduğunu, nelere karşı olduğunu belirlemek oldukça zordur.

Belki en doğrusu bir Ehl-i Sünnet’ten değil, bir çok Ehl-i Sünnet’ten bahsetmektir. http://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

Ehl-i Hadîs’e mensup öncüler yazdıkları Kitâbu’l-Îmân ve Kitâbü’s-Sünne’ler ile itikâdî rivâyetleri bir araya toplamak suretiyle ve muhtelif fırkalara karşı yazdıkları reddiyelerle Ehl-i Sünnet inancını temellendirirken, Ehl-i Re’y’in baş temsilcisi Ebû Hanîfe “el-Fıkhu’l-Ekber” başta olmak üzere yazmış olduğu itikadî nitelikli risaleleri ve reddiyeleriyle çok erken bir dönemde Ehl-i Sünnet’in asırlar boyu savunulacak temel umdelerini çok kısa ve özlü bir şekilde formüle etmiştir.

İmam Eş’arî ve takipçileri Ehl-i Hadîs’in açtığı yolda, İmam Mâtürîdî ve takipçileri ise Ebû Hanîfe’nin açtığı yolda yürüyerek bu oluşumu günümüze kadar taşımışlardır.

Mâtürîdî kelâmcıları mezhebin kurucusunun Ebû Hanîfe olduğunu sıkça tekrarlarlar. Eş’arî ise Ahmed b. Hanbel’in yolundan gittiğini bizzat kendisi ifade etmiştir (el-İbâne, s: 17’den https://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

Mezhep tarihi araştırmacıları Ehl-i Sünnet’i iki ayırırlar: Ehl-i Sünnet-i Hâssa (Selefiyye), Ehl-i Sünnet-i Âmme (Halefiyye)

 

a-Ehl-i Sünnet-i Hâssa (selefiyye),

Ehl-i Sünneti Hâssa diye isimlendirilen Selefiyye; sahabe ve tabiûnu izleyen fâkihler ve hadiscilerin yolu” şeklinde tarif olunmaktadır.

Hicri 3. Asrın başlarında teşkkül eden bu zümrenin yolunun Kur’an ve Sünnet olduğu ifade edilmektedir.

Selefiyye Kur’an ve Sünnet’te belirtilen esaslara akıl ve rey’e ve te’vile başvurmaksızın olduğu gibi inandılar. Allah’ın sıfatları ve diğer itikadî konularda detaya girmediler. Nassları aynen kabul ederek müteşâbihleri ve zor meseleleri çözmek için aklın hakemliğine ve te’vile yanaşmadılar. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 131)

“Erken dönemde Ehl-i Sünnet anlayışı; “ehl-i hadis ve sıfatiyye” olarak görülmektedir.

O dönemin ileri gelen âlimlerinin çoğu Kaderiyyenin görüşlerini eleştirmiş, hatta bazıları  bu konuda eser bile  yazmıştır.

Seleften pek çokları Allah’ın ilim, kudret, hayat, irade, işitme, görme, kelâm, kerem, in’am, izzet ve azamet gibi ezelî sıfatlarını kabul ediyorlardı. Onlar Allah’ın sıfatları aarasında bir ayrım yapmıyor, Kur’an ve sünnette geçen sıfatları aynen alıyorlardı.

Mu’tezile sıfatları nefyedip, selef isbat edince selef alimlerine “Sıfatıyye”, Mu’teziliye de “Muattıla” denmiş. 

Eseriyye de denilen Selefiyye akide ile ilgili konularda âyet ve hadislerde bildirilenlerle yetinip “teşbih ve tecsime” düşmeyen, ama te’vil yoluna da gitmeyen topluluğun adı olmuştur.

Sıfatların te’vili hoş bulmayanlar arasında Malik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, Süfyan es-Sevri, Süfyan b. Uyeyne ve bunlara tabi olanlar vardır. (Macit, Nâdim, Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 48-49)

İbn Küllâb, Hâris el-Muhâsibî ve Kalânisî gibi âlimler aynı devirde yaşadılar. Bunlar çağdaşları olan Enes b. Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’den farklı olarak Kelâm ilmi ile uğraştılar ve selef akidesini kelâmî delillerle savundular. Bu âlimlerin yeni terminoloji ve yöntemle ilk teması temsil eden hazırlayıcı çalışmalarını müteakip merkezi coğrafyada Eş'ârilik ekolünün teşekkülüyle Sünnî düşünce kelâm diline ve metoduna dönüştü. http://isamveri.org/pdfdrg/D149034/2006/2006_OZERVARLIMS.pdf

Kelâm ilminden maksat kelâmî delillerle iman esaslarını savunmaktır.  Bu tanıma göre sünnî kelâmın ekol olma sürecine girişini “Sıfatıyye” diye adlandırılan ve bu fikrin öncüsü olan İbni Küllâb ile başladığı söylenebilir. (Macit, Nâdim, Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 50)

Ebu Hanife'nin çizgisini takip edenler ise bir kısmı Irak'ta Mu'tezile'ye yakın bir yöneliş gösterirken Maveraünnehir' de önce Hanefî kelâmı, sonra Maturîdilik adı altında Mu' tezile ile keskin bir mücadele veren diğer bir Ehl-i Sünnet kelâm ekolünün teşekkülüne zemin hazırladı. http://isamveri.org/pdfdrg/D149034/2006/2006_OZERVARLIMS.pdf

 

b-Ehl-i sünnet-i âmme (halefiyye)

Maturidiyye ve Eş’ariyye’nin temsil ettiği Sünnî bünye ve akideye mensup olanlara, Selefiyye karşılık olarak “Halefiyye veya Ehl-i Sünnet-i Âmme” denmeye başlandı.

Halefiyye, Selefiyyenin aksine müteşâbihler üzerinde düşünmenin, anlamaya çalışmanın ve onları muhkem âyetlerin ışığında tefsir etmenin Kur’an’ın mantığına uygun olduğunu ve taklidden kurtularak delilleriyle inanmanın dinin emri olduğunu kabul edenlerin mezhebidir. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 135-136)

Bazılarına göre Eş’arîlik ve Maturidîlik birer kelâmi mezhep olarak ortaya çıktıktan sonra Ehl-i Sünnet terkibi kullanılırken bununla Eş’arîlik ve Maturidîliğin kastedildiğini söylerler.

Sünnî ekol sünneti dinin kaynağı olarak kabul etmek ve ilk dört halifenin göreve geliş şeklini Dine aykırı saymamak noktasında kendini diğer akımlardan ayırır. Bu vurguyu 3. Hicri asırda yaşayan  pek çok âlim yapmıştır.

Bu ekolün bu noktalarda ittifak etmesi bunun geleneği esas aldığının göstergesidir. O gün ortaya çıkan sorunlara çözüm sunmaya çalışan bu ekol, sadece çoğunluğun temsil ettiği bir grup değil; görüşlerini kelâmî ve fıkhî olarak da temellendiren bir ekoldür. (Macit, Nâdim, Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 51-52)

Buna göre Halefiyye Ehl-i Sünnet itikatta Selefiyye, Maturidî ve Eş’arî görüşleri esas alan, amelî/fıkhî konularda da bugün yaşayan dört veya tabisi kalmayan diğer amelî mezhepleri içine alan ana gövdenin genel adı olmuştur.

Bu ana gövdeyi bir nehire benzetebiliriz. Bu nehir ilk çıktığı yerden denize kadar saf bir şekilde akmamış, yan derelerden buna sular karışmıştır. Bu karışan suların hepsi de arı duru değildir. Kimisi temiz, kimisi kirli, kimisi zehirli maddeler taşıyan sulardır. (Aynı şeyi Şiîlik geleneği için de söyleyebiliriz)

Bugün yapılması gereken şey, Peygamberden ve sahabeden yola çıkan bu ana gövdeye, nehire hangi kirli sular karışmıştır? Onu ayırdetmektir.

Bugün birisi çıkıp da şöyle diyebilir mi? Ey sünnîler, ey şiîler ve ötekiler, bu ana nehire yan derelerden karışan tortuları, kirleri, eklemeleri ayıklamaya var mısınız?

 

-Değerlendirme

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ekolü hem ifrat ve tefritten uzak, hem Kur’an’a ve sünnete uygun bir din anlayışına sahip olan, hem de İslâm ümmetinin tarihten beri çoğunluğunu, ana gövdesini temsil ettiğini iddia etmektedir.

Ancak “Ehl-i Sünnet, başlangıçta bir gelenek ve anlayışı paylaşan camiayı ifade eden şemsiye kavram iken, daha sonralan “ehl-i bid'at”a karşı hadis ve mezhep imamlarının içtihatlarına dayanan din anlayışını savunan bir tür fırka (fırka-i nâciye) haline dönüştürül­müştür. Bu durum Ehl-i Sünnet kavramında büyük bir anlam daralmasına neden olmuştur.

Günümüzde Ehl-i Sünnet denilince Şi'i karşıtı, sünnî denilince alevi karşıtı veya yetmiş üç fırkadan biri, hatta bazı kesimlerde belli bir mezhep, tarikat veya cemaat anlaşılır olmuştur. Buna modern dönemin mezhep karşıtı söylemi de eklenince ortaya Ehl-i Sünnet adına parlak bir tablo çıkmamaktadır.

Müslümanların yüzde daksanından fazlasının mensub olduğu hakim din anlayışını ifade etmek üzere Ehl-i Sünnet tabirini kullanmaya devam etmek mi yoksa yeni tabirler kullanmak mı gerektiği konusu önümüzde bir sorun olarak durmaktadır. (Çelebi, İlyas. Geleneksel Ehl-i Sünnet Anlayışının Günümüzde Yeniden Değerlendirilmesi, Tarihte ve Günümüzde Ehl-i Sünnet içinde, s: 399-423, Ensar Neş. İstanbul 2006)

“Ehl-i sünnet geçmişte olduğu gibi bugün de İslâm dünyasının kahir ekseriyetine atıfta bulunan genel bir isimlendirme olup bünyesinde sayısız farklı görüş ve yorum barındıran çok büyük bir gövdedir. Bu itibarla günümüzde Ehl-i Sünnet savunması yapanların yüzeysel olduklarını gözler önüne sermek için İslâm düşünce tarihinde Ehl-i sünnetin temsil alanına ve/veya İslâmın sünnî yorumunun kendi içinde nasıl dallanıp budaklandığına dair bir kaç örnek vermek gerekir.

“Allah’ın gökte olduğuna inanan Ehl-i hadis sünnîdir. Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğuna inanan Maturidî ve Eş’âri kelâmcıları da sünnîdir.

“Namazda Kur’an’ın Arapçası okunmalı” diyen Şafiî, Mâlikî, Hanbelî fâkihler sünnîdir. “Namazda Kur’an’ın Farsça veya dillerdeki tercümesi okunabilir” diyen Ebu Hanife ve Hanefî fâkihler de sünnîdir.

Vahdet-i vücut fikrini savunan Molla Fenârî sünnîdir. Bu fikri eleştiren Taftazânî de sünnîdir. “Kadından peygamber olmaz” diye Maturidiyye sünnîdir. “Kadından peygamber olur” diyen Eş’âriyye de sünnîdir.

“İnsanlar fıkıh konusunda Ebu Hanife’nin çoluk çocuğu mesabesindedir” diyen İmam Şafiî sünnîdir. “Ebu Hanife hz. Muhammed’in dinini değiştiren, hadise hezeyan diyen, küfründen dolayı iki kez tövbeye davet edilen bir fitnecidir” diyen İbni Hibban da sünnîdir.”  (Öztürk, M. Yeni Ehl-i Sünnetçilik, Karar,  07.06.2016) 

İmam İbni Teymiyye bu ümmetin şeyhu’l-islâmıdır diyenler sünnî olduğu gibi, “o şeyhu’l-islâm ise vay geldi bu ümmetin başına” diyen İmam Sübkî de sünnîdir.

“Ben sıkıştığım zaman kabir ehlinden yardım isterim” diyen sünnîler olduğu gibi ölüden, kabirden yardım istemenin şirk olduğunu söyleyenler de kendilerine sünnî derler.

Allah ile veya Peygamber ile bizzat görüştüğünü, onlardan mesaj/görev aldığını iddia eden ve buna inanan sünnîler var olduğu gibi, böyle diyenlerin şirke düştüklerini söyleyen sünnîler de var.

“Bu mesele bir tarafa, Ehl-i Sünnet bir kaç şımarığın sığ ve cahilce söylemlerine kurban edilmeyecek kadar önemli ve değerli bir ilmi-fikrî zenginliktir. Din (şer’i münezzel) insan ve tarihle buluştuğunda müevvelleşir. Başka bir ifade ile din ve dinî metnin (nassın) insan zihnine taalluk ettiği an itibariyle farklı şekillerde yorumlanması kaçınılmaz bir gerçektir.

Bu gerçekliğin tarihsel tecrübedeki karşılığı ise mezhep”tir. Sorun mezhepte değil, faşizan mezhepçilikte, yani belli bir dönemdeki beşerî din yorumunu mutlak hakikatle özdeşleştirilmesindedir.

Bizatihi din ile belli bir mezhebi yorum arasındaki özdeşlik kurmak ve tek hakikatçi dille konuşmak ya katıksız cahilliğin ya da “ben Sıffinsiz yapamam” demeye çalışan hastalıklı bir ruh halinin dışa durumu olsa gerektir.” (Öztürk, M. Yeni Ehl-i Sünnetçilik, Karar,  07.06.2016) 

(Daha Geniş blgi için: Yavuz, Y. Şevki. TDV İslâm Ansiklopedisi, 10/525-530. Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 169-215. Fığlalı, E. Ruhi. Günümüzde İslâm Mezhepleri, s: 111-149)
http://www.marife.org/sayilar.php?did=15

http://www.sonmezkutlu.net/?pnum=112&pt=Ehl-i+S%C3%BCnnet+%C3%9Czerine+Soru%C5%9Fturma+%28Marife%29

http://isamveri.org/pdfdrg/D149034/2006/2006_CELEBII.pdf

http://www.mezheplertarihi.com/?pnum=18&pt=Ehli+S%C3%BCnnet+bir+mezhep+midir

http://bilgeadamlar.net/main.php?p=yazi&id=135

http://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

 

İkinci oturum

 

1-Klasik dönemde Ehl-i Sünnet karşıtı oluşumlar

Sünniliğin karşına şiîliğin (veya aleviliğin), ehl-i sünnetin karşısımnna ehl-i şia konulmaası tarihsel olarak doğru olmadığı gibi, böyle bir nitelendirmede kötü niyet sezilmektedir.

Ehl-i Sünnetin zıddı “ehl-i bid’at” genellikle ana gövdeden ayrılanları (inhiraf edenleri) ifade etmek için kullanıldı.   

Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler" anlamına gelirken dinî literatürde, akaid sahasında; Hz. Peygamber'in ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i Sünnet'e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılır.

Galiyye, Bâtıniyyye gibi ehl-i bid‘at sayılan mezheplerin bir kısmı, görüşleri itibariyle İslâm dışı sayıldılar. Bir kısmının görüşleri Sünnete aykırı olsa da bu onları din dışında bırakmaz. Bunlar ehl-i kıbledirler ve İslâm ümmetine mensuptur denmiş. Hâriciye, Mu‘tezile, Şîa gibi.

Sözlükte gidilen yol, kişisel görüş, bir inanç, varılan kanaat veya doktrin manasına gelen mezheb; İslâm kültüründe kavram olarak; Din’in aslî ve fer’î’ hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin (müctehidlerin) ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem (kurum).

İslâm tarihinde ortaya çıkan siyasî, itikadî ve amelî gruplar, oluşumlar “fırka, makale veya mezhep” adıyla anılagelmiştir. 

Diğer dinlere ait inanç gruplarla temastan sonra ortaya çıkan “milel "din" mânasındaki milletin, “nihal” de iddia, görüş ve dinî zümre mâ­nasındaki “nihle”nin çoğuludur. Buna göre "el-milel ve'n-nihal" tabiri "dinler ve mez­hepler" anlamındadır.

Bunun yanında hevâ (tutarsız düşünce, çoğu­lu ehvâ) kelimesiyle oluşturulan “ehl-i ehvâ” terkibi dayanakları zayıf ve temelsiz olan grupları ifade etmiştir.

İster Ehl-i Sünnet ister ehl-i bid’at şeklinde isimlendirilsin; -yukarıda geçtiği gibi- fırkaların çıkışına başta siyasî olaylar, kabilecilik, nassları anlama ve yorumlamdaki farklılık, başka toplumların kültür ve inançlarından etkilenme, felsefenin İslâm alemine girişi, dünyevîleşmenin artması, Abdullah ibni Sebe’ gibilerinin yıkıcı ve fitne çıkarıcı faaliyetleri sebep olmuştur.

Aşağıda bir kaç tanesini tanıtmaya çalışacağımız Ehl-i Sünnet karşıtı fırkaların çıkışına bu sebeplerden bir veya bir kaç tanesi etki etmiştir.

Önceleri siyasî sebeplerden ayrı grup olan cemaatler zamanla bu taraftarlığın itikadî delillerini ileri sürdüler. Her fırka nass’ları kendi görüşlerini destekleyecek şekilde anladılar, te’vil ettiler. İşlerine yarayacak hadisleri, ya da kendi önemsedikleri kişilerden gelen hadisleri kullandılar. Hadis bulamadıkları yerde kendileri bol bol hadis uydurdular. 

Klasik dönem denilen hz. Ali döneminde başlayan siyasî ve itikadi fırkalaşmalar aslında Ehl-i Sünnet’e meydan okuma değil; tam tersine Ehl-i Sünnet, sahabelerin yolu olan ve ana gövde sayılan çoğunluğun İslâm görüşünden inhiraf eden paralele din oluşumlarına karşı saf İslâm anlayışını ve müslümanların vahdetini korumak üzere gelişen çabadır.

Bu açıdan pek çoklarına göre Ehl-i sünnet böyle mezheplerden bir mezhep, fırkalardan bir fırka değil, nassları, yani sahabenin din anlayışını en iyi anlayan, bunu geliştirerek sürdüren, İslâma uymayan görüş ve anlayışlarla mücadele eden yorumlardır, görüşlerdir, İslâmı anlama ve yaşamada bir orta yol, bir ekoldür.

İslâm tarihinde müslümanlar arasındaki ilk ciddi ihtilaf ve buna bağlı olarak ilk fırkalaşma hz. Ali’ye karşı çıkan, onunla savaşan haricîlerle başlamıştır.

 

a-Hâriciyye

Bilindiği gibi başta hz. Aişe olmak üzere bazı sahabeler ve onlara uyan diğerleri hz. Ali’den bir an önce hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Bir ordu şeklinde örgütlenerek Basra’ya doğru yürüdüler. Hz. Ali elçileri aracılığı ile onları Medine’ye veya evlerine dönmeye ikna etse de, gece kimin tarafından yapıldığı belli olmayan bir baskın sonrası savaş gündeme geldi. Hz. Aişe bir deve üstünde savaş meydanından bulunduğu için bu savaşa “Cemal Savaşı” dendi (Hicrî 36)

Hz. Ali’nin “durun durun, Osman’ın katillerine lanet olsun” feryadı gürültüye gitti. Sonuçta onun taraftarları galip geldi. Her iki taraftan onbinden fazla kişi öldü. Ölenler arasında sahabenin ileri gelenlerinden Zübeyr b. Avvam ile Talha b. Ubeydullah da vardı.

Hz. Ali daha sonra kendisine biat ve itaat etmeyen Şam valisi Muaviye sorunu halletmek üzere Şam’a doğru yürüyüşe geçti. Bunu haber alan Muaviye de hazırlık yapıp Sıffın’e geldi. Görüşmeler sonuç vermeyince iki ordu savaşa tutuştu. Muaviye ordusu tam yenilecekken askerler mızraklarının ucuna taktıkları Kur’an sahifeleriyle “Kur’an’a dayalı bir çözüm olsun” dediler. Bu yaygara etkili oldu. Hz. Ali taraftarlarından bir grup bu söze aldandı ve hz. Ali’nin hakeme razı olmasını istediler. (Hicrî 36 sonları)

Sıffin, varolan siyasî anlaşmazlığa günümüze kadar sürecek olan fikrî anlaşmazlığı da eklemiş oldu.

Hz. Ali safında savaşanlardan bir grup daha önce Kur’an’ın hakemliğine onu zorladıkları halde, olayın ummadıkları yöne gitmesi üzerine “tahkime-hakeme baş vurmaya” karşı çıktılar. Böyle bir olayı kişilerin görüşüne göre çözmenin Kur’an’a aykırı olduğu ileri sürdüler. “Eğer mü’minlerlerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa..” (Hucurât 49/9) âyetini delil aldılar ve “el-hükmü lillah” (Mü’min 40/12), el-hükmü illa lillah (En’am 6/57. Yûsuf 12/40, 67) âyetlerini sloganlaştırdılar.

Onlara göre Muaviye zorba, hz. Ali de onunla savaşı durdurduğu için suçludur. Dolaysıyla her ikisiyle de savaşmak vaciptir dediler. 

Öncüleri Abdullah b. Kevvâ, Abdullah b. Vehd er-Rasibi ve Hurkos b. Züheyr başkanlığında Harûra’da toplandılar. Hz. Ali onların fitnesini önlemek üzere üzerlerine yürüdü Nehravan denilen yerde onları mağlup etti. Kaçabilenlar farklı yerlere dağıldılar ama pes etmediler. Zaman zaman kıyam edip kan döktüler, fitne çıkardılar.

Kendilerine karşı isyan ettikleri yöneticilerle fırkanın muhalifleri Havâric ismini “insanlardan, dinden, haktan veya Hz. Ali’den uzaklaşan ve yönetime karşı ayaklanarak cemaatten çıkanlar” anlamında kullanmışlardır. 

Kendileri ise Havâric ismini, “kâfirlerin arasından çıkarak Allah’a ve peygamberine hicret edenler” (Nisâ 4/100),

“kâfirlerle her türlü bağı koparanlar” anlamında kullandılar. (Fığlalı, E. Ruhi. TDV İslâm Ansiklopedisi, 16/169)

Bunlar daha çok badiyeden gelen, sonradan müslüman olmuş, İslâmı henüz öğrenmemiş, kabile anlayışı ile hareket eden, İslâmı kendilerine göre  anlayan kimselerdi.

Haricilerin görüşleri hilâfet ve tekfir etrafında odaklaşır. Onlara göre imam tayin ve vasiyet yoluyla değil, ümmetin tercihi seçilir. Bazı konularda farklı düşünmelerine rağmen hepsi; Hz. Osman, hz. Ali, Cemel savaşına katılanlar, “tahkime” razı olan herkese kâfir demişler.

Onların bir kısmına göre büyük  günah işleyen (mertekibu’l-kebâir) İslâmdan çıkar, tevbe etmezse katli vaciptir.

Nass’ın lafızlarını zâhirî manasıyla anlayan, kendilerinden olmayanları tekfir eden, hatta öldüren, büyük günah işleyeni küfre düşmekle itham eden bu fırka bir kaç gruba ayrılmasına, mahalli ve marjinal kalmasına rağmen İslâm âlemini uzun müddet meşgul etti. (Daha geniş bilgi için: Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 66-80. Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 42-43. Demircan, Adnan. Hâricîlik Mezhebi Doğuşu Bağlamında Din Siyaset İlişkisi, s: 13-113 ve Haricilerin Siyasi Faaliyetleri, Beyan yay. İstanbul 1996. Fığlalı, E. Ruhi. TDV İslâm Ansiklopedisi, 16/169-175. Sâlih, Subhi. İslâm Kurumları (ter.), s: 83. Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 202-203. Şeybe, Abdulkadir. Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, s: 149. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 20, 24, 74. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/106)

Hâricîlik her ne kadar tarihte kalsa da bazı fikirleri günümüzde bazı gruplar (cemaatler) ve kişiler tarafından sürdürülüyor. Özellikle tekfir anlayışı, nassların zahirine aşırı bağlılık, kendi cemaatlerinden olmayanları dışlama, iyi müslüman, ya da müslüman saymama anlayışı hâlâ yaşamaktadır.  

Mısır’da bir ara parlayıp sönen el-Tekfir ve’l-Hicra cemaati, Taliban veya DEAŞ açık örneklerdir. (Daha geniş bilgi için: Çağdaş Hâricilik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmed, M. Celi, Beyan yay.)

Makale: İslâm'a Karşı İslâm: Çağdaş Hâricîlik : Hüküm Dergisi: 10. Sayı | Ekim 2013

http://www.burhandergisi.com/butun-yazarlar/98-yusuf-karagoezolu/ Hariciliğin Modern Bir Görüntüsü Olarak Tekfircilik

Şiddeti Anlamada Engel Bir Söylem: Ortodoks Yöntem ve Hâricîlik Ruhu, Hilmi DEMİR, Dini Araştırmalar, Ocak-Nisan 2003, C. 5, s. 15, ss. 65-88

Fığlalı, E. Ruhi. Hâricîliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler, AÜİFD, cilt: XX , s. 247.

Akbulut, Ahmed. Hâricîliğin Siyasî Görüşlerinin İtikadileşmesi", AÜİFD, cilt: 31, s. 338-339

 

b-Şia

Şîa kelimesi Arapçada “şe-ye-a” kökünden fırka, bölük, taraftar, yardımcı, bir kimseye uyan ve yardımcı olan manalarına gelen bir kavramdır. Kur'ân’da bir kaç yerde geçmektedir. (bk. En'am 6/65, 159. Hıcr 15/10. Meryem 19/69. Kasas 28/4, 15. Rûm 30/32 Sebe 34/54. Kamer 54/-51. Saffât 37/83)

Terim olarak Şia; Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu nass ve tayin ile meşru halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ve bu çerçevede oluşan dinî anlayışın, fırkaların ortak adı.

Şîa diğer fırkalar gibi, İslâm'da ana bünye diyebileceğimiz cemaatten ayrılarak, yine İslâm içinde ortaya çıkan bir zümreleşme hareketidir.

Şia bir fırka olarak ortaya çıkışına kadar bu kelime “taraftar” manasında kullanılıyordu. Hilâfet/imâmet konusunda ve o günkü siyasî çekişmelerde hz. Ali’yi destekleyen, onunla birlikte hareket eden kitleye “Şi'atu Ali, yani Ali taraftarları”, Muaviye ile birlikte hareket edenlere de “Şi'atu Muaviye” deniyordu. Ancak bu bölünmede itikadî yönden bir ayrışma söz konusu değildir. Her iki tarafta da Sahabelerden insanlar vardı.  

Olayların başlangıcında, Muaviye ve taraftarları hz. Osman’ın (ra) katillerinden hesap sorulmasını istemiş, ancak daha sonra bu dava bir yönetim kavgasına dönüşmüştü.

Hz. Ali (r.a.) da onların isyanlarını bastırma çabasına rağmen kendilerinden söz ederken yine "kardeşlerimiz" ifadesini kullanır ve sergiledikleri tavırlarında yanlış yaptıklarına dikkat çekerdi. (Varol, A. Vuslat 125. Ehl-i Sünnet Özel sayısı, s: 125)

Şîa'nın bir fırka olarak tam olarak ne zaman doğduğu konusu oldukça ihtilaflıdır.

Hz. Osman’ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicrî 2. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî, amelî görüşleri olan bir mezhep haline gelmeye başlamıştır.

Her ne kadar sahabe arasında hilafetin hz. Ali’nin hakkı olduğunu düşünenler olsa da onların bu durumu bir fırka veya mezhep olarak adlandırılamaz.

Yine Abdullah b. Sebe’nin imâmetin hz. Ali’nin hakkı olduğu, onun peygamberden yüce, hatta tanrısal özelliklere sahip olduğu, ölmediği ama göğe yükseldiği gibi iddiaları fazla taraftar bulmamış ve bir fırka oluşmamıştı.

Kimilerine göre ise hz. Ali Şiîliğinin (taraftarlığının) bir itikadî şiîliğe (mezhebe) dönüşmesi hz. Hüseyin’in (ra) 10 Muharrem 61/10 Ekim 681 tarihinde Kerbelâ'da şehit edilmesinden sonradır. 

Kerbelâ faciasından bir süre sonra Şîa kelimesi bir terim olarak Emevilere karşı Hz. Hüseyin'in intikamını almak, Hz. Ali ve soyunun haklarını aramak, onun nesline yardım etmek için bir araya gelenleri ve onlara taraftar olanları ifâde etmeye başlamıştır.

Özellikle 65/684 yıllarında ortaya çıkan ve Hz. Hüseyin'in intikamını almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde yardımsız bıraktıkları için ızdırap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin oluşturduğu Tevvâbûn hareketi, Şîa'nın bir terim haline gelişinin ve İslâm içinde bir kitleleşme hareketinin başlamasının ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir.

“Bu harekete kadar müslümanlar ne sünnî ne de şiî, sadece müslüman idiler. Fikrî ayrılık kişilerin hangisinin daha haklı olduğu etrafında oluyordu. Hatta daha sonraları İsmailliyye ve İmamiyle fırkalarının temel inanışı olan vasiyet ve imâmet fikirleri, hz. Hüseyin’in vefatından sonra bile henüz doğmuş ve gelişmiş değildi.” (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 267)

“Hz. Ali  döneminde başlayan, Emevî  ve  Abbâsî dönemlerinde  de  devam eden iktidar mücadeleleri, başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapanan ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit ederek geçmişte kalan siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler üreten ve bunları itikadî esaslar haline de getirerek ve  kendi  fıkıh  doktrinini de kendi içinde geliştirerek siyasî, itikadî ve fıkhî açılımları bulunan bir mezhep haline getiren Şîa, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i  Sünnet  âlimlerince eleştirilmiştir.

Fakat Allah’a, âhirete, Hz.  Muhammed’in peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslâmî ahkâm konusunda müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir.” http://www.islamveihsan.com/sia-siilik-nedir-sia-sii-kimdir.html

Kitap, sünnet, icma ve aklı, şer'i deliller olarak kabul eden bu fırka, ibâdet ve muameleler konusunda mut'a nikâhı hariç Ehl-i Sünnet fıkhından çok farklı değildir. (Öz, Mustafa. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 6/42-44)

Şianın oluşumunda İslâm’dan önceki kabile çekişmelerini, Emevîlerin ve Abbasîlerin Ehl-i beyt üzerinde baskılarını, zulümlerini, kıyam edenlerin öldürmelerini de hesaba katmak gerekir. Bunların hem bu aile, hem de halk (onları sevenler) üzerinde uyandırığı infial, nefret, Ehli Beyt’e sevgiyi, ilgiyi, desteği artıyordu. Bu da onların konumlarından faydalanmak isteyenlerin işine yarıyordu.

Ehl-i Beyt ve konumları hakkında uydurulan sayısız efsaneye bütün bunlar etki etmiştir.

Ehl-i Beyt’e taraftar olduğunu söyleyen kitleler, ya da onlar adına ortaya çıkanlar bir isim altında vahdet olamadıkları için devamlı ihtilaf halinde idiler. Tarihte diğer inhiraf eden gruplar gibi sayısız gruba, fırkaya ayrıldılar.

Mezhep tarihi araştırmacıları “Gulat-i Şia ve Şia-ı muhlisûn” diye iki ana Şia grubundan bahsederler. Gulat Şia’nın ehl-i bid’at olmak bir tarafa İslâm dairesinden çıktıkları kabul edilir. Şia âlimleri bile onları kendilerinden, hatta kıble ehli olarak da saymazlar. (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 47)

Şia-i muhlisûn sayılan fırkaların en büyükleri ise: Zeydiyye, İmâmiyye: İsmailiyye ve İsnâ aşeriyye.  

Gulat-ı şia sayılan fırkaların en meşhurları: Sebeiyye, Gurâbiyye, Keysâniyye’dir.

(Daha Geniş bilgi için: Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 508-526. Şeybe, Abdulkadir. Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, s: 211)

-Sebeiyye;

Abdullah b. Sebe taraftralarıdır. Bu adam aslen Hireli bir yahudi idi. Müslüman olduktan sonra öncelikle hz. Osman’ın icraatları aleyhine ve hz. Ali lehine propanda yapmya başladı.  Onun Peygamberin vekili, Hz. Muhammed nasıl peygamberlerin hayırlısı ise Alinin de vekillerin en hayırlısı olduğunu, Peygamberin tekrar dünya hayatına döneceğini ileri sürdü. Hatta hz. Alinin ilâh olduğunu bile iddia etmeye başladı. Hz. Ali şehit edilince bunu fikirlerini yaymak için bir fırsata dönüştürdü. Onunla ilgi acıklı hikayeler uydurup yaydı. “Öldürülen o değil ona bir benzeyendi. Yahudiler ve hırıstiyanlar İsa’nın, Hâricîler de Ali’nin öldürüldüğü konusunda yalancıdırlar. Ali Göğe yükseldi, gök gürültüsü onun sesi, şimşekler onun tebessümüdür” dedi. O ve onun yolundan giden bazıları da ilâh Ali’ye ondan da diğer imamlara hulül etmiştir diye iddia ettiler. (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 46)

 

-Gurâbiyye;

Bu grup Hz. Aliye ilah demediler ama Peygamberden üstün gördüler. Onlara göre Peygamberlik Ali’nin hakkı idi Ama Cebrail hata edererk vahyi Hz. Muhammed’e verdi. “Karganın kargaya benzediği gibi Ali de Muhammed’e benzer” dedikleri için bu ismi aldılar. (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 47)

 

-Keysaniyye;

Tevvâbûn hareketinin Emevîler karşısında başarı kazanamaması sonucunda, kurtulanlarla birlikte, Ehl-i Beyt'in intikamını almak için ortaya çıkan ve Hz. Ali'nin Havle binti'l-Hanefiyye'den doğan oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunan Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Sakafî (67/687) gibi kimseler de Hz. Ali'nin neslinin adını kullanarak toplumun içinde itibar kazanmaya ve çıkar sağlamaya  çalışmışlardır.

Bu kişinin çıkışı o zaman İslâm âleminde yankı bulduğu gibi, ne yazık ki ileri sürdüğü mehdilik, gaib imam, ric'at ve bedâ gibi görüşleri İmâmiyye şiası tarafında kısmen değiştirilerek benimsenmiş ve işlenmiştir.

Bunlara Keysâniyye veya Muhtariyye denilmiş.

Keysanîler imamların ilâh olmadıklarını ama kutsal kişiler olduğunu, onlara mutlak itaat, ilimlerine güvenilmesi gerektiği savundular. İmamı ilâhî sembol saydıkları için onu masum bilirler.

Onlar da Sebeiyye gibi imamın (Muhammed b. El-Hanefiyye’nin) bir gün döneceğine inanırlar. Onlardan bazıları da imamın ölmediğine Radva dağında bal ve su ile yaşadığına inanırlar. Onlar “beda’” prensibini kabul ederler. Allah’ın bilgisinin değişmesiyle dilediği şeyi değiştirir. Bir şeyi önce emreder sonra yasaklar. (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 49-50. Şeybe, Abdulkadir. Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, s: 213. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 38. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/145)

 

Şia-i muhlisûn fırkalarından günümüze ulaşan üç tanesinin klasik dönemdeki durumlarından kısaca bahsetmek istiyorum:

 

-Zeydiyye:

Muhtarın veya el-Hanefiyyenin taraftarları Hz. Hüseyin hayatta kalan tek oğlu Ali’nin (Zeyne’l-abidin, öl. 94) etrafında toplanmak isteseler de o Medine’ye döndü, siyasetten uzak kaldı, ilim ve zühd ile meşgul oldu.

Onun oğlu Zeyd b. Ali ise Medine’de ilim ve ders ile meşgul iken Kûfe’ye gitti. Kardeşi Muhammed el-Bakır’ın muhalefetine rağmen kendisine biat eden Emevî muhalifi yaklaşık onbeş bin kişi ile Irak valisine karşı ayaklandı. Hişam b. Abdulmelik’in casusları onun taraftarlarını şüpheye düşürecek dedikodular yaydılar. Bir kısmı; “Biz senin Ebu Bekir ve Ömer hakkındaki görüşünü dinledikten sonra sana yardım edeceğiz” dediler. O da; “Bu ikisi hakkında iyilikten başka bir şey söyleyemem. Babamın da onlar hakkında iyilikten başka bir şey işitmedim. Benim davam zalim Emevî yönetimi iledir” dedi. Bunun üzerine büyük bir grup onu terketti. O da az bir taraftarı ile ölünceye kadar Emevîlerin Irak ordusu ile savaştı. (h.122)  

Onun davasını sürdüren oğlu Yahya ise 125 tarihinde Horasan’da öldürüldü.

Ancak taraftarları ve Zeyd’i imam kabul edenler onların görüşlerini geliştirerek sürdürdüler. Bunlara İmam Zeyd’e nisbeten Zeydiyye denildi. Uzun bir süre dağınık yaşayan Zeydiler Abbasîlerin zayıflamasından faydalanarak Taberistan’da ve Yemen’de çok uzun sürmeyen iki ayrı devlet kurdular. Yemendeki Zeydiler varlıklarını günümüze kadar devam ettirdiler.

Zeyd b. Ali âlim, fakih, fıkıhta kitabı olan, başta Ebu Hanife olmak üzere bir çok âlimin kendisiyle görüştüğü, ders aldığı bir kimse idi. Hatta Ebu Hanife kıyamında ona maddi destekte bulundu, haklı olduğunu savundu ama kıyamda bizzat ona katılmadı.

Zeydiyye mezhebi en mutedil şia fırkası sayılır. Amelî konularda Ehl-i Sünnet-i Âmme’ye özellikle Hanefîlere, itikadî konularda Mu’tezile’ye oldukça yakındır. Tevhid, adalet, va’d ve va’id konusunda Mu’tezile gibi düşünürler. Allah’ın varlığını aklî delillerle isbat ederler, Ancak Allah’ın sıfatlarını kabul ederler, tecsimi reddederler.

Onlar, Peygamber (sav) kişiliği belli bir imamı tayin etmedi dediler. İmamın bir soya hasredilmesi doğru değildir. Peygamber imamın özelliklerini belirtti ama buna en layık Ali’dir. İmam takva ve ilim sahibi olmalı, kendisi ortaya çıkıp imamlığını ilan etmeli. Buna karşın ilk üç halifenin seçimi meşrudur ve geçerlidir. Buna rağmen imâmet Zeydiye’de de usûlud-din’dendir.

Bu görüşleriyle Zeydiyye gaib imam ve beklenen mehdi inancını reddetmiş oluyordu. Hilâfetin/imamlığın Hüseyinoğulları’na ait olduğunu ve devlet başkanının (imamların) mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler.

İmamı Zeyd’i bu görüşlerinden dolayı terkedenler olsa da o âlimler tarafından takdirle karşılandı.

Onlara göre büyük günah işleyen tevbe etmezse ebedi cehennemliktir. Emr-i bil’l-ma’ruf ve nehy’i ani’l-münkere önem verirler. (Ebu Zehrâ, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 50-54. Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 270-278. Kummî/Nevbahtî, Şiî Fırkalar, s: 94-95.Doğan, İsa. Zeydiyye Mezhebi, Şiilik Sempozyumu içerisinde, s: 557-588. Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 577-583. Şeybe, Abdulkadir. Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, s: 238. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 22, . Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/, 153)

 

-İmâmiyye

İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa’nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur.

Nasslara veya zarurat-ı diniyyeye ters düşmeyecek derecede itikadı bozulmamış gruplar dahil olduğu gibi, itikatlarının bozulduğu düşünülen, amelî konularda da İslâmın dışına çıkan görüş sahipleri de dahildir.

Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillenir. Şia adıyla şekillenen ve günümüze kadar gelen bu ekol, özellikle imâmet açısından Ehl-i Sünnetten ayrılır. İmâmiye ismi altında ifade edilen bu fırkaların ortak noktası; -Zeydiyyenin tersine- Hz. Ali’nin hilâfete Peygamber tarafından bizzat tayin edilmiş olmasıdır. O da Peygamberden aldığı vasiyyet ise kendinden sonrakini, o imam da kendisinden sonrakini tayin etmiştir. Bunlara “Vasiyler-Evsiyâ” denir.

Onlara göre dinde imam tayini en önemli işdir. Peygamber ümmetin bu işini ihmal etmedi. Kendisine uyulacak birini tayin etmesi Paygamber üzerine bir görev idi. Bu iddialarını bazı hadislere dayandırırlar. Peygamber zamanında olan nass dedikleri bazı olayları da bu fikri destekler şekilde yorumlarlar.  Hz. Ali nass yoluyla halife tayin edildiği gibi ondan sonra gelen imam da Fatıma soyundandır ve onun tarafından tayin edilmiştir. (Ebu Zehrâ, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 50-54)

İmâmiyye hz. Ali, Hasan ve Hüseyin’in imamlığı konusunda ittifak ederler. Ondan sonra ise aralarında derin görüş ayrılıkları vardır.

Şîa'nın imamet konusunda böyle düşüncesine rağmen aralarında en çok ihtilaf edilen konunun yine imâmet olduğu söylenebilir. İmamların ölümünden sonra o imâmın oğulları arasında cereyan eden mücâdelelerde imam olan kişinin güçlü ve itibarlı olması sebebiyle mi yoksa Allah'ın onu imam tayin ettiğinden dolayı mı imam olduğu konusu daima tartışılabilir. Yukarıda “imamet” konusu ile ilgili esaslar genellikle günümüzde en güçlü olan İmâmiyye yahut İsnâaşeriyye tarafından benimsenen hususlardır. (Öz, Mustafa. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/207-209) (Daha geniş bilgi için: Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 240-251. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/170, 199

Bunların en ileri gelenleri. İsmailiyye ve İsnâaşere’dir.

 

-İsnâaşeriyye imâmiyyesi;

Şia fırkaları içinde en büyük bu gruptur. Tarihte bunların içinden de daha başka gruplar çıkmıştır. 

İsnâaşeriyye, akâid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık’ın görüşlerini esas aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar.

Bazılarına göre bu grup 260 (873) yılından sonra bir mezhep olarak teessüs etmiştir. Bu bakımdan Zeydiyye ve İsmiliyye'den daha geç oluşmuş bir fırkadır. 12. imamın 260 (873)-328 (940) yılına kadar süren gaybet devresinde Ebu Amr Osman b. Said, Ebu Cafer Muhammed, Hüseyin b. Ruh ve Ali b. Muhammed gibi sefirler aracılığıyla imamla irtibat kurulduğu için bu devreye küçük gaybet devresi denilir. 238 (940) yılında son sefirin ölümü ile birlikte imamla irtibat kesildiği için günümüze kadar olan devre büyük gaybet devresi olarak adlandırılmaktadır.

İmamiyye Şîası büyük gaybetin başlamasından (238-940) itibaren Safevîlerin resmi mezhebi olduğu 10. (16) asra kadar İslâm dünyasında güçlü bir varlık göstermemiştir. Ancak Safevîlerin kurulmasıyla İmâmiyye (907-1501) kendisini himaye eden bir devlete sahip olmuştur. 

Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder. (Hz. Hüseyin’den sonra, oğlu Ali b. Hüseyin, onun oğlu Muhammed Bakır, onun oğlu Cafer es-Sadık, onun oğlu Musa Kazım,  onun oğlu Ali er-Rıza, onun oğlu Muhammed el-Cevad, onun oğlu Ali el-Hadi, onun oğlu Hasen el-Askeri, onun oğlu Muhammed. Ki bu küçük yaşta kaybolmuştur.)

Akâid konularında yer yer Mu‘tezile mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir.

Sadece Ehl-i beyt’e mensup râvilerin hadis rivâyetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşrû görmez ve devlet başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber’in açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup, dinî hüküm koyma yetkisi verilen imamların, imam olmadan önce ve sonra günahtan, hatadan ve unutmadan uzak, tertemiz (masum) olduklarına inanırlar.

Küçük yaşta gaib olan on ikinci imamın (Muhammed’in) kurtarıcı (mehdî) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali’ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta‘n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir.   http://www.islamveihsan.com/sia-siilik-nedir-sia-sii-kimdir.html

Oniki imam Peygamberin vasiyyeti ile mukaddes bir otoritedirler. Söyledikleri her şey dini tamamladığı için şeriattendir, Peygamberin hadisleri değerindedir. Peygamber şeriatın sırlarını “Vasiy’ler” bildirmiştir.

Onların imamlıklarını isbat için peygamberler gibi olağanüstü olaylar göstermeleri caizdir.

İmamların ilmi kesbî veya ictihadî değil, bilfiil sabit, ledünni ilimdir. İmamlar Din’i açıklama görevini tamamlamak için bu ilmi peygamberden aldılar. Şeriatın korunması için buna ihtiyaç vardır. Yani onlar dini korurlar. Zira imam Allah’ın kıyâmate kadar devam edecek hüccetidir. (Ebu Zehrâ, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 57. Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 296-312. Sâlih, Subhi. İslâm Kurumları (ter.), s: 63-81. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 53. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/163, 171)

Ancak bütün bu iddiaların isbata muhtaç oldukları açıktır.  

Fıkhî görüşleri Ehl-i Sünnete yakındır. Fıkıh konularındaki görüş farklılıkları, dört mezhebin aralarındaki görüş ayrılıklarından fazla değildir. İctihad kapısı açıktır. Müctehid ölünce onun ictihadı ile artık amel edilmez. Yaşayan müctehide tabi olunur.

 

-İsmailiyye İmâmiyyesi:

İsmail b. Ca'fer es-Sâdık'ı imam tanımakla İsmailiyye, nasların bâtınî manası bulunduğunu iddia ettikleri için Batıniyye adını alan bu fırka imamet konusunda gerek ilk devrede gerekse Fâtımîler devrinde, Nizariler ve sonrasında farklı özellikler göstermiştir.

İmâmiyye 6. İmam kabul ettiği Cafer-i Sadık’ın (öl.148) ölümünden sonra “Ehl-i Beyt” taraftarları arasında ihtilaf çıktı. İmamlığa onun oğlu İsmâil’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmâiliyye fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etti.

Cafer-i Sadık önce oğlu İsmail’in imam olarak tayin etti. Ama daha sonradan bazı sebeplerden bu görevi ondan alarak kardeşi Musa Kâzım’a verdi.

İsmaililere göre o her ne kadar babasından önce ölse  de imamlığa babası Caferi es-Sadık tarafından tayin edilmiştir. Kendisinden varid olan nass değişmez, imamet kardeşten kardeşe geçmez, sadece İsmail’in evlatlarına geçer. Bu fırkanın kurulup gelişmesinde Cafer-i Sadık’ın yanında yetişen Meymun b. Kaddah ve oğlu Abdullah b. Meymun’un etkisi olduğu söyleniyor. 

İmamlık ondan sonra İsmail’in oğlu Muhammed Maktum’a geçti. Bu gizli imamların ilkidir.

Bu fırka ortaya çıkmasından birbuçuk asır kadar faaliyetlerini daha çok taşrada gizli sürdürdü. Bundan dolayı onların dönemi hakkında fazla bir bilgi yoktur. İsmailîler siyasetin baskısından korkup saklandıkları için bu dönemde fırka “dâî” adını verdikleri temsilciler aracılığı yapıldı. Ancak imamet de badan oğula kesintisiz bir şekilde devam etti.

Yemen’e gönderilen dâîler önce zühd ve takva ehli görünerek çevrelerine adam toplandılar. Güçlenince de Yemen’in büyük bölümünü ele geçirerek ilk İsmailî devleti kurdular.

Onbirinci imam sayılan Ubeydullah el-Mehdi daha önce dâîlerin faaliyet gösterdikleri Kuzey Afrika’ya gitti. Hicri 297de mehdi olduğunu ilan etti ve kısa sürede Kuzey Afrikada, Mehdiyye şehir başkent olarak siyasi hakimiyet kurdu. Onun bu başarısı hicri 4. Asrın başında Fatımî devletinin kurulmasına yol açtı. Onun yerine geçen el-Muiz 358de Kahireyi ele geçirerek 567 yılına kadar devam edecek olan Fatımî hanedanını başlatmış oldu.

360 Hicrî yıl Kahirede Ezher üniversitesini kurarak dâîler yetiştirdiler.

Onsekizinci imam Mustansır’ın zamanında (427-487) İsmailîler Doğu İsmailîler-Nizariyye ve Batı İsmailîler-Musta’liye diye iki ana gruba bölündü.

Nizarîlere mensup Hasan Sabbah Kahire’de İsmailî fikirleri öğrendikten sonra 483-1090 yılında Kazvin kuzay batısında Elburz dağlarındaki Alamutu zaptederek oraya yerleşti. Bunlar da önderlerine imam adı verdiler. Yalnız bu döneme ait aydınlatıcı sağlam bilgiler olmadığı gibi, haşhaşiler, fedâiler, sahte cennet gibi bir sürü efsane de üretilmiş.

Hulagu Han Hicri 654-1256 yılında Alamut’u ele geçirerek bunların hakimiyetine son verdi. İsmailî kaynaklar Alamut sonrası da kesintisiz bir imametten bahsederler. İran’a ve Hindistana dağılan İsmailîler 19. yüzyıldan sonra imam yerine Ağa Han ünvanıyla faaliyetlerini sürdürüyorlar. (http://www.islamveihsan.com/sia-siilik-nedir-sia-sii-kimdir.html. Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 60-62. Öz, Mustafa. İsmailiyye Mezhebi, Şiilik Sempozyumu içerisinde, s: 605-638. Öztürk, Mustafa. Tefsirde Batınîlik, s: 69-81)

İmamı bilme ve ona bağlanma dinin aslı olduğu, dünya ve Âhiret saadetine ancak bu şekilde ulaşılacağı, genel olarak İsmailiyye'nin prensipleri arasında bulunmaktadır.” (Öz, Mustafa. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/200)

İsmailiyye’nin görüşleri batınî tevillerden oluşur. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden aldıkları bazı fikirlerle örtülü, kendilerine ait tevillerle batınîliğin  temsilcisi oldular. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 279-289)

Bundan dolayı onlara Batıniyye de denir. Çünkü hem uzun zaman kendilerini gizlemişler, hem de şeriatın bir zâhiri bir de batını vardır demişler. Zâhiri insanlar, batını ise ise ancak imamlar bilebilir. İmamlar batının da batını bilirler.

Buradan hareketle âyetleri Kur’an bağlamından uzak tevil ettiler, lafızları garip şekilde açıkladılar. Bu garip te’villere ve imamda olduğu sırları batın imine dönüştürdüler. Ilımlı İsmaililere göre İlahi feyiz Allah’ın imamlara lutfettiği marifetin parçasıdır. Bununla Allah imamların insanların üstüne çıkarır.

Onlara göre imam açık ve bilinen birisi olması gerekmez. Gizli de olsa imama itaat vaciptir. Bazıları yaşayan imam mehdi derler, bazıları muntazar mehdi beklerler. Bu mehdi çıkıp kötülüklere son vermedikçe kıyâmet kopmaz diye inanırlar. İmam kimseye karşı sorumlu değildir. Bilakis herkes onun hayr işledişğine inanmak zorundadır. İmamlar, onlara verilen ilim onları günahtan korur anlamında masumdurlar.” (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 60-62)

Musta’li İsmailîlerin Allah ve peygamber görüşleri Ehl-i Sünnte’e yakındır. Cuma namazı klılmazlar, beş vakit namazı üç vakitte kılarlar. Cemaathâneye özel elbise ile girerler. Zekât dâîlere verilir. Ramazan orucunu kabul ederler, Hacca giderler. Cihad nefse karşı verilen mücadeledir. Mut’a nikâhını kabul etmezler.

Nizarî İsmailileri, imanın şartlarına zamanın imanı bilmeyi, onun emirlerine boyun eğmeyi, Allah’ın emirlerini yerine getirmeyi eklerler. İman velâyelet mümkün olur. İman ve islâm velâyetin yardımcı unsurlarıdır. Bunlarda batınî te’vil zaruri olduğu için İslâmın esaslarını batınî tevillerle başka türlü anlaşılmaktadır.

Allah âlemi yaratan ve Rabbidir. Allah’ı tanıma zamanının imamını tanımadır. İmam insana benzese de onun ilâhi tabiatı vardır ama bilinemez. Onun sözü Allah’ın sözü gibidir. Ramazan bin aydan hayırlı olduğu gibi zamanın imamı bin nebiden daha büyüktür. Bu nübüvvet nûrunun velâyet nûrundan çıktığını gösterir.

Nebinin görevi vahyi açıklamak, imamın görevi de tenzilin batınî te’vilini yapmaktır.

İmamı tanımayana sünnîlerin helâl saydığı şeyler bile haramdır. İmamı tanıyan için ise şarap içme vs. gibi sünnilerin haram kıldığı şeyler bile helâldir.

Değişik beldelerede yaşayan Nizarîlerin bu kanaatleri az çok farklılık gösterir. Tehlike gördükleri yerde takıyye yaparlar, bulundukları ortama uyarlar.

Sünnîlerle veya yakınlarında yaşayanlar sünnilerden, hindularla yaşayanlarda hindu adetlerinden etkilenmişlerdir. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 283-288)

(Daha geniş bilgi için: Uludağ, Süleyman. İslamda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 348-351. Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 41-63. Çalışkan, İbrahim. Ca’feri Mezhebine İbadetler, Şiilik Sempozyumu içinde, s: 481-513. Kesin, Halife. Şia İnanç Esaslar, Beyan Yay. İstanbul 2000. Kummî/Nevbahtî, Şiî Fırkalar (ter.), Ankara Okulu, Ankara 2004. Sâlih, Subni. İslâm Kurumları, Fecr Yay. Ankara 1999. Fığlalı, E. Ruhi. Şiîliğin Doğuşu ve Gelişmesi, Şiîlik Sempozyumu içerisinde, s: 33-43. İlhan, Avni. Şia’da Usûli’d-Din, Şiilik Sempozyumu içerisinde, s: 410-428. Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 253-261. Şeybe, Abdulkadir. Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, s: 259. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 62. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/144, 170, 199)  http://www.diyanetdrammen.com/itikadi-islam-mezhepleri/

 

c-Kaderiyye

Sözlükte kaderiyye “kadere mensup olan, kader taraftarı” mânasındaki kaderîden gelmekle birlikte ilk dönemlerden itibaren bu anlamın aksine, sorumluluk doğuran fiillerle ilgili ilâhî kaderi reddedenleri ifade etmek üzere kullanılmıştır.

“İlk bakışta mantık dışı görünen bu adlandırma, akım üyelerinin Allah'ın belirlediği kader yerine insanın belirlediği bir kadere inanmaları ve fiilleri Allah'a değil insana isnad etmelerinden dolayı yapılmıştır. (Özalp, Ahmed. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/263)

Başlangıçta kendi içinde bağdaşık olmayan esnek nitelikteki bu zümrelere kaderiyye ya da ehlü’l-kader ismi kötüleme amacıyla muhalifleri tarafından verilmiştir. Bu adlandırmada, bazı hadis kaynaklarında yer alan ve kadercileri Mecûsîler’e benzeten rivayetler (Müsned, II, 86, V, 407; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16) önemli rol oynamış olmalıdır.
Kaderiyye, kader meselesine yaklaşımı bakımından paralel durumda bulunup daha sonra taraftarlarının kendisine katıldığı Mu‘tezile ile ilişkili olmakla birlikte en azından başlangıçta ondan ayrı bir fırkadır.

Bazıları Kaderiyye’nin Mu’tezilenin diğer adı olduğunu ileri sürerler. Ancak mu’tezile alimleri buna karşı çıktılar.

Cemel ve Sıffin savaşında müslümanların birbirinin kanını akıtmaları ve diğer kelâm sorunları gibi kader konusunu da gündeme getirmiş. Kader konusunu gündeme getiren ilk kişinin Ma‘bed el-Cühenî olduğu belirtilir. Onun fikirlerini daha da ileri götürüp sistemleştiren de Geylan ed-Dimeşki’dir.

Ma’bed’e göre Allah tarafından önceden tayin edilmiş bir kader yoktur, insanın fiil ve tavırlarında tamamen serbesttir.

Emevî idarecilerinin, halkın karşı çıktığı bazı uygulamalarını kadere yükleyerek kendilerini aklamaya çalışmaları siyasî muhalefet çevrelerinde tepki doğurmuş, bu tepkilerden biri olarak Ma‘bed, zulüm niteliği taşıyan davranışların kaderle değil insan iradesiyle gerçekleştiğini söylemiştir. (Üzüm, İlyas. TDV İslâm Ansiklopedisi, 24/65)  

Rivayete göre Ma‘bed, Hasan-ı Basrî’nin meclisine gitmiş, yöneticilerin müslümanların kanını döktüklerini, mallarını aldıklarını, sonra da olayların Allah’ın kaderi çerçevesinde cereyan ettiğini söylediklerini bildirmiş, Hasan-ı Basrî bu görüşü reddederek, “Allah’ın düşmanları yalan söyledi” demiştir.  

“Kaderî düşüncelere yön veren etken, ilmî olmaktan çok siyasî niteliklidir. Emevîlerin yönetimlerini meşrulaştırmak amacıyla “cebr” düşüncesinden yararlanmaya, çalışmalarına karşılık, bu yönetime muhalif kişiler onların anladıkları anlamda bir kadere, dolayısıyla onların yönetimine karşı çıkıyorlardı.” (Özalp, Ahmed. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/263)

“Kaynaklarda, sorumluluk doğuran fiillerle ilgili olarak ilâhî kaderi inkâr edip insan iradesini öne çıkaran ikinci önemli kişi olarak Geylân ed-Dımaşkī’den söz edilir. Onun mevcut yönetime karşı tepkisini de içine alan kaderci görüşleri etkili olunca Halife Hişâm b. Abdülmelik tarafından idam edildi.” (Üzüm, İlyas. TDV İslâm Ansiklopedisi, 24/65)

Onun idamından veya Abbasilerin iktidara gelmelerinden sonra Kaderiyye bağımsız bir akım olarak varlığını sürdüremedi, ancak kadere ilişkin düşünceleri kısmen değiştirilerek Mu’tezile tarafından savunuldu.  

Kaderiyye’nin görüşlerinin yer aldığı kaynaklar günümüze ulaşmamış. Onlardan bahseden kaynakların verdiği bilgiye göre; insan iradesine vurgu yapana âyetlerle desteklenen görüşleri, Mu’tezilenin “adl” prensibi ile güçlendirildi. Onlara göre zulümler Allah’a havale edilemez, bu O’nun adaletine uygun düşmez.

Her fırkada olduğu gibi bunlarda da fikir birliği yoktur. Kaynaklar bir sürü kaderiyye grubundan bahsediyor.  

“Bu akım içinde yer alan kişilerin kader ve buna bağlı olarak insanın özgürlük ve iradesi, Allah'ın iradesinin insanın fiilleri üzerindeki etkisi gibi konularda birleştikleri söylenebilir. Buna göre insan özgür ve irade sahibi bir varlıktır. Bu nedenle eylemlerinden sorumludur. Ne Allah'ın irade etmesi ve yaratması anlamında, ne de bilmesi ve takdir etmesi anlamında bir kader vardır.

İnsan eylemini bilgisiyle kendisi seçer, sonra iradesi ile seçtiği eyleme yönelir ve yapabilme gücüyle yaratır. Allah bu eylemi önceden belirlemez., iradesinin bu eylemle bir ilgisi, gücünün de ortaya çıkısında bir etkisi yoktur. Allah insanın eylemlerini ancak ortaya çıktıktan sonra bilebilir. (Özalp, Ahmed. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/263)

Kaderiyye’nin Emevîlerin, kendi konumlarının ve uygulamalarını Allah’ın takdiri olduğu görüşüne karşı ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz.

Başta ashabın ileri gelenleri olmak üzere Selef yöntemini benimseyenler Kaderiyye’nin karşısında yer almıştır. (Daha geniş bilgi için: (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 119-127. Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 276-278)

“Bir mezheb durumuna gelmesini sağlayacak bir sistematiğe sahip olmayan Kaderiyye akımının görüşleri farklı kişilerce temsil edildi ve giderek Mu’tezile okulunun temel tezleri arasına girerek varlığını sürdürdü.”  (Özalp, Ahmed. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/263. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 18)

 

d-Cebriyye;

Sözlükte “bozuk olan bir şeyi ıslah edip düzeltmek, birine zor kullanarak iş yaptırmak” gibi anlamlara gelen cebr kelimesinden gelir. Zorlayıcı bir gücün hâkimiyeti fikrini benimseyenler için kullanılmış.

Kelâmcıların kabul ettiği ortak bir tarifi bulunmamakla birlikte genellikle “insanların kendilerine has bir iradeye sahip olmadığını, zihnî ve amelî bütün fiillerinin ilâhî gücün zorlayıcı tesiriyle meydana geldiğini savunanlar” diye tanımlanmış.

Mu‘tezile’ye göre kadere inanan ve kullara ait fiillerin Allah’ın yaratmasıyla oluştuğunu savunan bütün Sünnî ekoller Cebriyye’ye dahildir.

Ehl-i sünnet kelâmcılarının çoğunluğuna göre ise insanlara ait fiillerin, kendilerinin hiçbir etkisi olmaksızın yalnız ilâhî irade ve kudretin tesiriyle gerçekleştiğini ve insanların gerçek anlamda herhangi bir fiil sahibi olmadıklarını iddia edenlere Cebriyye denilir. (İrfan Abdülhamid, TDV İslâm Ansiklopedisi, 7/206)

Kader konusunda ilk defa konuşan Ma’bed Emevîlerin zulüm ve haksızlıklarına karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve nihayet kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır.

Her zaman olduğu gibi ifrat tefriti doğurur. Onun kaderi nefyetmesine karşı, bir reaksiyon olarak Cehm b. Safvan (öl. 128/745) da cebr inancını savundu.

“Ona göre insan fiillerinde mecburdur, iradesi ve kudreti yoktur. Yaptığından başkasını yapmaya asla gücü olmaz. Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir. Yaprağın yönünü kendisi değil, rüzgâr belirler. Onun için insanın yaptığı işleri Allah takdir etmiştir. Allah geleceği bildiğinden, meydana gelecek olayları da tamamen ve önceden kendi iradesine göre tespit etmiştir. Allah, cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır. Yukarıya fırlatılan bir taş nasıl düşmeğe mahkûmsa, insan da yaptığını yapmağa mahkûmdur. Kul ibadeti de günahı da, elinde olmaksızın işler.” (Şimşek, M. Said. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/279. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 114)

Bu görüşleri Cehm b. Safvân ileri sürdüğünden onlara Cehmiyye de denilir.

Onlardan orta yolu tutan bir grup (Cebriye-i mutavassıta) kulda bir kudretin olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kudretin insanın fiilleri üzerinde bir etkisinin bulunmadığını söylerler. (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, 1/85’den Şimşek, M. Said. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, )

Cebriyye'nin görüşleri şöyle özetlenebilir: 1.İnsan bir şey yapmaya kadir değildir; Allah tarafından yazılmış ve yaratılmış fiilleri yapmaya mecburdur. İnsanın iradesi de hürriyeti de yoktur.

2.Allah, yaratıkların vasıflandığı sıfatlarla vasıflanmaz. (Bu sebeple Allah'ın sıfatlarını reddederler.)

3.Allah'ın ilmi ve kelâmı hâdistir.

4.Sevap ve cezanın vukûu zorunludur.

5.Cennet ve Cehennemin'in sonu vardır.

6.İman, Allah'ı bilmektir.

7.Allah görülmez. (İrfan Abdülhamid, TDV İslâm Ansiklopedisi, 7/207. Şimşek, M. Said. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 373-377. Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 106-112)

İşin garibi kaderi reddeden Ma’bed de, cebriye fikrini savunan Cehm b. Safvan da Emevîlerin muhalifi idiler.

Bu fırka olarak uzun müddet devam etmeyip tarihe karışmıştır ama bazı görüşleri müslümanlar arasında yaşamaya devam ediyor.

“Cebir ve irade (ihtiyar)” tartışmaları üç farklı sebebe bağlanıyor.

Birincisi: Siyasî ve Sosyal Sebepler. İlk iki neslin halifelik görüşleri. Özellikle  Emevî idarecilerinin, Hz. Ali taraftarlarına karşı siyasî otoritelerini hâkim kılmak ve yanlış icraatlarından dolayı kendilerini mâzur göstermek, bu uygulamaları herkese kabul ettirmek gayesiyle ilâhî irade ve takdirin değişmezliği fikrini desteklemeleri.

İkincisi: Dinî-Fikrî Sebepler. İnsanların hür bir iradeye sahip olduğunu ifade eden nasslar yanında cebir görüşünü temellendirecek müteşâbih nassların da mevcudiyeti, ilâhî sıfatlarla ilgili yorumların başlaması ve nihayet tasavvufî düşüncenin (özellikle vahdet-i vücut ve fenafiillah inancı) telkin ettiği tevhid anlayışı, cebir görüşünü tartışma alanına çeken dinî-fikrî sebeplerin en önemlsi sayılmış.

Üçüncüsü: Kültürel Sebepler. Bu tartışmalar müslümanlar arasına biraz da yabancı kültürlerle karşılaştıktan sonra girmiştir. (İrfan Abdülhamid, TDV İslâm Ansiklopedisi, 7/207. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/72. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 211)

 

e-Mürcie 

Mürcie kelimesi "tehir etmek, ümit vermek"anlamlarına gelen "irca" kökünden türetilmiş bir isimdir.

“Günah imana zarar vermez” tezini savunarak, büyük günah işleyene ümit veren ve onun hakkındaki son kararı Allah'a havale etme görüşüne sahip olanlar.

Mürtekib-i kebire (büyük günah işleyen) meselesinin tartışıldığı bir ortamda ortaya çıkmıştır.

Mürcie çok yönlü veya siyasî bir fırka değildir. Sadece amel-iman, büyük günahlar, va’d ve vaid gibi konularda görüş belirten bir gruptur.

Bu grup, İslâm dünyasında çok acı hatıralar bırakan bu tartışmalara şu hadîsi göz önünde bulundurarak katılmamışlardır: "İlerde bir sürü fitne kopacaktır, Bu fitneler esnasında oturan yürüyenden, yürüyen de koşandan daha hayırlıdır..." (Müslim, Fiten/12 (3)

Ameli imandan bir cüz saymadıkları ve “ameli imanden sonraya atan” anlamında, ya da fitne ve fesada yol açar endişesiyle, Hz. Ali ve muhalifleri hakkında hüküm belirtmekten çekinerek bir kenara çekilen ve son kararı Allah'a havale eden bu gruba, bu tutumlarından dolayı “Mürcie” denmiştir.

Bu görüşü savunanlara göre, başlangıçta siyasî alanda bir tarafsızlığın ifadesi olan Mürcie, daha sonra akâid sahasındaki bir tarafsızlığın da adı oldu. (Aydınlı, Yaşar k: Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/365)

Mürcie görüşleri amel-iman münasebeti konusunda ileri sürülen görüşler ifratın tabii sonucudur. Ameli imandan bir parça sayan Hâricîler ve –biraz yumuşatarak- Mu’tezile mürtekib-i kebâir’i müslüman saymıyorlardı. Mürcienin onların bu görüşüne karşı doğduğu söylenebilir.

Onlara göre amel imandan bir cüz değildir. İyi (sâlih) amelin kâfire fayda vermeyeceği gibi, günahın da mü'minin imanına zarar vermez. Cehennemde kafir olanlardan başkası ebediyyen kalmaz.

İman, Allah’ı bilmek (ma’rifetullah) demektir ve kalpte bulunur. Kalpde bulunan iman O’nu sevmek ve emirlerine boyun eğmek şeklindedir. Haramı işleyenin veya farzları yerine getirmeyenin bu hali fısktır.

Allah’va’dinden dönmez ama vaidinden, tehdidinden dönebilir. Va’dden dönmek kusurdur. Ceza vermek konusunda Allah dilediği gibi tasarruf eder.

İman artmaz da eksilmez de, ziyadelik ve noksanlık kabul etmez. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 386-390)

Mürtekib-i kebîrenin durumunu Allah'a havale etmek (irca etmek) en doğru yoldur.  

Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre başlangıçta müsbet bir yaklaşımın ifadesi olarak ortaya çıkan irca görüşü, zamanla ehl-i bid’at sayılmıştır. Bunlar mürtekib-i kebîre hakkında benimsemiş oldukları mu'tedil kanaatle yetinmeyip, imanla beraber günahın hiçbir bir zarar vermeyeceğini kabule gitmişlerdir.

Bu prensipten hareket eden Mürcie, imanı sadece ikrar, tasdik, sevgi ve bilgiden ibaret sayarak kuru bir iman anlayışına sahip olmuştur. Mürcie'nin aşırı kollarından olan Ubeydiyye bağlılarına göre, şirkin dışında kalan bütün günahlar kesinlikle affedilir. Tevhid üzere ölen kimseye işlemiş olduğu günah ve kötülükler zarar vermez. (Aydınlı, Yaşar k: Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/365)

 http://atelim.com/t-c-diyanet-isleri-baskanligi-egitim-hizmetleri-genel-mudurlug.html?part=17

Bu görüşü savunanlardan bazıları ibadetleri küçümsemiş, bu anlayışı günahlarına bir vesile, bozgunculuklarına bir sebep ve kolaylık vasıtası saymışlardır.

Büyük günah işleyenin nihaî kaderi hakkındaki hükmü Allah'a havale etme şeklindeki irca görüşü, temelde Ehl-i Sünnetin anlayışına yakın bir görüştür. Ehl-i Sünnet alimlerinin önemli bir kısmına göre de, büyük günah işleyen kimse hakkındaki son karar Âhirette belli olacaktır. Allah onu isterse affeder, isterse cezalandırır. Eğer bir mü'min büyük günah işlerse bu davranışıyla imandan çıkmış sayılmaz. O sadece günahkâr bir mü'min olur. Onun cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olduğu meselesi Allah'ın iradesine kalmıştır. Allah onu isterse affeder isterse cezalandırır. İşte, Ehl-i Sünnetin ircası budur.  (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 1129-133.  Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/365. Kutlu, Sönmez. TDV İslâm Ansiklopedisi, 32/41-45. http://atelim.com/t-c-diyanet-isleri-baskanligi-egitim-hizmetleri-genel-mudurlug.html?part=17

Başka frkalardan/mezheblerden oldukları halde Mürcienin görüşlerine sahip fırkalar, âlimler çoktur. Ebu Hanife onlara yakın görüşlerinden dolayı mürcie damgası yemiştir.  Mu’tezile kader konusunda kendileri gibi düşünmeyen herkese “mürcie” derdi.

Bazıları onları Sünnet mürciesi” ve bid’at mürcisei diye ikiye ayırdılar. Birincisi; amelsizliği büyük kusur ve günah sayar, günah sebebiyle mü’minlerin de cehenneme gideceğini, ameli imandan bir cüz görmediği için mü’minin cehennemde cezasını çektikten sonra çıkacağını, Allah’ın dilerse onları affedebileceğini, du da O’nun lutfu keremidir dediler.

Bid’at mürciesi ise küfürle beraber itaat, imanla beraber günah zarar vermez diye iddia ettiler. Mürtekib-i kebâirin imanı tamdır. Günahkâr cehenneme girmez, günahkarın hasenatı mebruru, seyyiatı mağfurdur derler. (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 133. Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 389. Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/365. Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 361-367)

Mürcie, geniş bir müsamaha getirmiştir. Bundan dolayı yöneticilerle başları derde girmemiş. Tersine yöneticilerin hoşuna gitmiş. Hatta onlara “el-İrcau’l-dinu’l-mulûk-meliklerin dini” denmiş. Onlara göre esas önemli olan Allah’ın affını, lütuf ve kereminin, fazl ve ihasınını düşünmek, gazap ve azabını fazla akla getirmemekir. Allah’tan ümitvar olmak kadar korkmak. Müslüna için önemli olan “beynel-havf ve’r-recâ” yaşamasıdır. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 390. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/138, 143. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 25, 202)

 

f-Mu’tezile 

İslâm'da itikadî konuları aklın ışığında izah edip temellendirmeye çalışan ilk büyük kelâm ekolünün adı.

Sözlükte; "uzaklaşmak, ayrılmak, bırakıp bir tarafa çekilmek" gibi anlamlara gelen "i'tizal" fiilinin özne ismidir (ism-i faildir). “Ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler» anlamına gelir.

Mu'tezile'ye bu ismin hangi sebeple verildiği konusunda çeşitli görüşler vardır.

Bu konuda en yaygın kanaat Hasan el-Basrî (öl. 110/728) ile Vâsıl b. Ata (öl. 131/748) arasında geçen şu olaya dayanmaktadır. Hasan el-Basrî'nin, Basra camiinde ders verdiği bir sırada bir adam gelir ve büyük günah işleyenin bazıları tarafından kâfir olarak vasıflandırıldığını, günahın imana zarar vermeyeceğini iddia eden bazıları tarafından ise tekfir edilmeyip mü'min sayıldığını söyler ve Hasan el-Basr’nin görüşünü sorar. Adama öğrencisi Vâsıl b. Ata cevap verir. Büyük günah işleyen kimsenin ne mü'min ne de kâfir olacağını, bilakis bu ikisi arasında bir yerde, yani fasıklık noktasında bulunacağını söyler.”

Sonra Vâsıl b. Ata, Hasan el-Basrî'nin ilim meclisinden ayrılır (bir rivayete göre de hocası tarafından dersten uzaklaştırılır) ve arkadaşı Amr b. Ubeyd (öl. 144/761) ile birlikte caminin başka bir köşesine çekilerek kendisi yeni bir ilim meclisi oluşturup görüşlerini anlatmaya başlar. Bunun üzerine Hasan el-Basrî, "Vâsıl bizden ayrıldı (Kad i'tezele anna Vâsıl)" der. Böylece Vâsıl'ın önderliğini yaptığı bu gruba mu'tezile adı verilir.

Ancak bazı kaynaklarda bu ayrılma olayında Vasıl b. Ata’dan hiç söz edilmez. Hasan Basrî’nin meclisinden ayrılanın Amr b. Ubeyd olduğu nakledilir.

Esasen Mu’zilenin ortaya çıkışına zemin en temel fakötürün Emivîlerin salatanat rejimi olduğu söyelenebilir. Mu’tezilenin ortaya çıkışı ile Emevî saltanatı aynı yıllara denk gelmektedir.

Mu’tezile, cebr düşüncesini halka empoze etmek suretiyle ğayr-i meşru icraatlarını Allah’ın irade ve takdirine bağlamayı ilke edinen, insana ait fiillerin Allah’ın takdiri ile gerçekleştiğini, dolaysıyla yöneticilere ait her icraatın aslında Allah’ın değişmez takdirinin tezahürü olduğunu dikte eden Emevi sultanlarına karşı insan özgürlüğünü savunmak üzere siyasi muhalefet zeminde meydana gelmiştir. (Öztürk, Mustafa. Kur’an’ın Mu’tezili Yorumu, s: 10)

Bazılarına göre bu isim onlara muhalifleri tarafından verilmiştir. Çünkü onlar, "Ehl-i sünnetten ve ilk büyüklerin yolunu terketmişler, dinin büyük günah işleyen kişi (mürtekib-i kebîre) hakkındaki görüşünden ayrılmışlardı.

Onlara fiillerde iradeyi insana verip, insanı fiillerinin yaratıcısı kabul ettikleri için Kaderiyye; Ru'yetullah, Allah'ın sıfatları ve halku’l-Kur'an gibi meselelerde Cehm b. Safvan'ın görüşlerine katıldıkları için el-Cehmiyye; Allah'ın bazı sıfatlarını kabul etmedikleri için de Muattıla adı verilmiş.

Fakat onlar bu isimleri kabul etmeyip, kendilerini “Ehlu’l-Adl ve't-Tevhîd” olarak isimlendirmişlerdi. (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, İstanbul 1981, s. 170; Kemal Işık, a.g.e., s. 56’den Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/300)

Bu isimlerin onlara muhalifleri tarafından yakıştırıldığı açıktır.

İslâmın ilk dönemlerindeki siyasî ve dinî ihtilaf ve çekişmelerin Mu’tezile mezhebinin doğuşuna da zemin hazıladığını görüyoruz.

Hararetle tartışılan konulardan birisi de mürtekib-i kebîre'nin durumu idi. Haricîler, mürtekib-i kebîre'nin kâfir olduğunu iddia ederken, Mürciîler, mü'min olduğunu iddia ediyorlardı. Vâsıl b. Ata ve taraftarları ise, meseleye "el-menzile beyne'l-menzileteyn (iki yer arasında bir yer)" prensibiyle yeni bir çözüm şekli teklif ettiler. 

Bir başka sebep müslümanların hakimiyetine geçen ülke insanlarla ortaya çıkan yeni problemler. Bu ülke insanlarıdan müslüman olan vardı, olmayan vardı. Müslüman olanlar da eski inanç ve kültürleri bıçak gibi kesip atmıyorlardı.

Müslüman âlimler köklü kültürlere sahip diğer din mensupları ile başedebilmek için cedel yöntemleri geliştirdiler. Bunu ilk yapan mu’tezili alimler oldu. Bu anlamda mu’tezili âlimler kelam ilmin gelişmesine yardımcı oldular denebilir.

Mu'tezilî düşüncenin temel esprisi; İslâm akaidini aklî tefekkür zeminine oturtmak ve akılla çatıştığı anda nassı aklın istekleri doğrultusunda te’vil etmektir. Naklî düşüncenin yanında, zaman içerisinde aklî düşüncenin de teşekkül etmesi; aklı rehber kılan bir zümrenin ortaya çıkması tabii bir durumdur. (Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/300)

Akılcı bir mezhep olan Mu`tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. 

Ortaya çıkışlarından bir asır sonra tercüme faaliyetleriyle müslümanların kültür dünyasına kazandırılan eserler giderek güçlendiler.

Abbâsîler döneminde gelişip yaygınlık kazandı. Abbasî halifelerinin Mu'tezile'ye karşı tutumları genelde müspet olmuştur. Harun er-Reşîd döneminde (170-193/786-808) saraya kadar nüfuz etmiş olan Mu'tezilî düşünce, altın çağını el-Me'mun (öl. 218/833), el-Mu'tasım ve özellikle el-Vâsık'ın hilafetleri esnasında yaşamıştır.

Bu halifeler döneminde Mu'tezilî görüş devletin resmi mezhebi durumuna gelmiş, Mu'tezile âlimleri de devlet adamları yanında en muteber kişiler olarak saygı ve itibar gördüler.

Mu'tezile'nin devlet otoritesi ve resmi mezhebi haline geldiği, yaklaşık 198-232/813-846 yılllarını kapsayan bu dönem, Ehli sünnet âlimleri ve müslüman halk açısından ve ızdırabın hüküm sürdüğü bir dönem olmuştur.

Mu'tezile doktrinini devletin resmi görüşü olarak benimseyen, yöneticilerin bununla yetinmeyip devlet zoruyla halkı da başta Kur’an’ın mahluk olduğu iddiası olmak üzere bu görüşleri kabullenmeye zorladılar.

Bir tür Engizisyon anlamına gelen "mihne" el-Me'mun'dan, el-Mu'tasım ve el-Vâsık dönemlerinde devam etti. Başta Ahmed b. Hanbel (öl. 241/855) olmak üzere, resmi düşünceye karşı çıkan pek çok İslâm âlimi, bu tutumlarından dolayı mahkûm edilip işkenceye maruz kaldılar.

Başlangıçta hür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkan Mu'tezile, bu halifeler döneminde tam aksi bir pozisyonda bulunmuştur. Mu'tezile'nin parlak dönemi ve dolayısıyla "mihne" hadisesi, el-Vâsık'ın ölüp yerine el-Mütevekkil (247/861)'in geçmesiyle son buldu.

Mu`tezile bundan sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Mezhepler tarihi araştırmacıları Mu'tezile'nin çöküşünü hazırlayan sebepler arasında, "mihne" olayını, Mu'tezile'nin akla ifrat derecede önem vermesini ve bu arada el-Eş'arî ile el-Matüridî'nin öncülüğünde Ehl-i Sünnet ilm-i kelâmının gelişmesini gösterirler.  (Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/301)

Mu`tezile’nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir. Bunlar da;

1.Tevhid: Allah’ın zât ve sıfatları yönüyle bir, eşi ve benzerinin kabul edilmesi (tevhid). Onlara göre Allah’ın en önemli sıfatı Vahdaniyet ve Kıdemdir. Diğer sıfatları da kabul ederler ama bu sıfatlat Allah’ın zatından ayrı değilidr.  

2.Adl: Mu'tezile'ye göre, insan tamamen hür bir iradeye sahiptir ve fiillerinin yegâne sorumlusu odur. Yapmış olduğu iyilik de kötülük de kendisine aittir. Bu nedenle yapmış olduğu iyi amellere karşı mükâfaat, kötü amellere karşı da ceza görecektir. Eğer kulun fiillerinde Allah'ın bir müdahalesi olsaydı, o zaman kul yapmış olduğu fiillerden mesul olmazdı.  

3.Vaad ve vaid: İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunluluğu. Güzel amellerin mükâfatla kötü amellerin de ceza ile karışık görmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle Allah, adâletinin bir gereği olarak, iyi amellerde bulunan kullarını cennetle mükafatlandıracağını (el-va'd); kötü amellerde bulunan kullarını ise Cehennemle cezalandıracağını (el-va'îd) bildirmiştir. Mü'min, mutlaka Cennete; büyük günah işleyipte tevbe etmeden ölen kimse ise mutlaka Cehenneme gidecektir. Allah'ın adaletinin gereği budur. Mutezile, bu görüşü ile şefaati reddetmiştir.

4.el-Menziletü beyne'l-Menzileteyn (İki yer arasında bir yer): Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında, yani fasıklık noktasında bulunacağını ifade eder. Bu görüş, büyük günah işleyeni kâfir sayan Hâricîlerle, mü'min sayan Mürcie mezhepleri arasında orta bir görüşü temsil etmektedir.

5.İyiliği emretmek kötülükten nehyetmek (el-emru bi'l-ma'ruf ve'nnehyu ani'l-münker): Mutezile, toplumda hak ve adaletin sağlanması ve ahlâkî yapının sağlıklı olabilmesi için, her müslümanın iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamasını gerekli görmektedir. (Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/301-302)

http://www.diyanetdrammen.com/itikadi-islam-mezhepleri/

İslâm'da akâid esaslarını aklın ışığı altında ele alıp değerlendiren, meselelere aklın ölçüleri doğrultusunda çözüm getirmeye çalışan ilk düşünürler, Mu'tezile ve onların selefleri olan Kaderiyye ve Cehmiyye'dir. Mu'tezile âlimleri, akaid meselelerinin çözümünde, daha önceki İslâm âlimlerinin yaptığı gibi, sadece nakille yetinmeyip akla da önem vermiş, hattâ naklin yeterince açık olmadığı ve önceki İslâm âlimlerinin susmayı tercih ettiği konularda tek otorite olarak aklı kabul edip te'vil yoluna gitmiştir. Selefiyye tarafından şiddetle eleştirilen bu yeni yaklaşım tarzının adı Kelâmî metottur.

Mu'tezilîler, benimsemiş olduklar Kelâm metodu ile, akideleri kendilerine has bir üslupla değerlendirip, Ehl-i sünnet öğretisinin dışında farklı kanaatlere ulaştılar. Bu nedenle, bazıları Mu'tezileyi ehl-i bid'at fırkaları arasında sayarlar. (Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/301)

Kelâm ilminin gelişmesini sağlayan Mu`tezile fırkası meşhur edebiyaçı ve kelâmcılar yetiştirdi. Mesela edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143)

(Daha geniş bilgi için: Sâlih, Subhi. İslâm Kurumları (ter.), s: 95-107) (Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, . Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 136-164. Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 356-367. Çelebi, İlyas. TDV İslâm Ansiklopedisi, 31/391-401. Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 323-327. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 24, 114. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/38)

f-Müşebbihe-mücessime 

Sözlükte “benzetmek” anlamındaki teşbîh kökünden türeyen müşebbihe kelimesi “benzetenler” demektir. Terim olarak Allah’ı yaratıklara veya yaratıkları Allah’a benzeten yahut bu sonuçları doğurduğu ileri sürülen inançları benimseyenleri ifade eder.

Bunlara mücessime ve Haşeviyye de denildi. Tecsim; Allah’ın cisim olduğunu veya cisimlerin sahip olduğu özelliklere Allah’ın da sahip olduğu fikri. Haşeviyye; Haşiv; yan, kenar demektir. Bunlar “Allah cisimdir” dedikleri için kendilerine Haşeviye denilmiş. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadi Mezhepler, s: 378-379)

Bu fırkanın ortaya çıkış sebepleri hakkında şunlar söylenmiş:

1.Teşbih inancı islam dışı inançlardan ve kültürlerden müslümanların arasına yayılmıştır. İslâmdan önce cahiliyye arapları, yahudiler, başka kavimler tanrıları insan şeklinde, kendileri gibi düşünürlerdi. Ya da tanrıları yaratıkların özellikleri ile vasıflandırırlardı.

2.Teşbih inancı taraftarları Cehmiyye (Cehm b. Safvan (öl. 128/746)), Kaderiyye ve Mu‘tezile’nin (Muattıla’nın) tenzih düşüncesinde aşırı giderek ilâhî sıfatları reddetmeleri, Allah’ın olumsuz sıfatlarla bilenebileceğini öne sürmeleri üzerine, onlara reaksiyon olarak ortaya çıktı. Buna selefiyyenin sahih-zayıf olmasına bakmaksızın bazı rivayetleri delil almasının, nassları daha çok zahiri manaları ile yorumlamaları etkili olmuştur. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 379-380)

3.Aşırı Şiîler’le bazı sûfî gruplarının liderlerini ifrat derecesinde yüceltmeleri ve bunlara ulûhiyyet nitelikleri nisbet etmeleri teşbih inancının yayılmasını hızlandırmıştır. (Yavuz, Y. Şevki. TDV İslâm Ansiklopedisi, 32/156-157)   

Müşebbihe’nin, ulûhiyyete dair naslardan mânası açık bulunanları öne çıkarıp kapalı olanları bunların ışığı altında anlamak yerine aksi bir yöntemle mânası kapalı bulunan naslara lafzî anlam veren ve bu anlayışı uydurma rivayetlerle destekleyen Haşeviyye kanalıyla ortaya çıktığını söylemek mümkündür.

Müşebbihe'nin bir çok fırkaları vardır. En meşhurları ise, Hişâmiyye fırkasıdır. Müşebbihe denildiğinde ilk akla gelen bu fırkadır.

Sünnî yazarların çoğuna göre teşbih inancı ilk defa Şîa içinde ortaya çıkmış ve Beyân b. Sem‘ân, Hişâm b. Hakem, Hişâm b. Sâlim el-Cevâlîkī gibi Şiî kelâmcıları tarafından ileri sürülmüştür.

Bunların imamet hakkındaki görüşleri diğer şia fırkaları gibidir. Birinci Hişâm, Peygamber’in “Kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır”, “Senin benim yanımda durumun, Hârun'un Mûsâ'nın yanındaki durumu gibidir. Ne var ki benden sonra peygamber yoktur”, “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır” gibi sözleriyle Hz. Ali'yi kendisinden sonra halife tayin ettiğini iddia etmiştir. Ayrıca Hz. Ali'nin masum olduğunu, yanılma ve bilgisizlikten, gafletten tamamen uzak bulunduğunu ileri sürmüştür. (Şimşek, M. Sait. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, )

Saf Müşebbihe Allah'ın zat ya da sıfatlarını yaratıkların zat ve sıfatlarına benzetip bunların aynı niteliklere sahip olduğunu söyleyen fırka olmakla birlikte;  bazı fırkalar diğerlerini Müşebbihe olmakla şuçlamışlardır. Meselâ, Mutezile, Ehl-i Sünnet mensuplarını âhirette Allah'ın görüleceğini söylemeleri ve Allah'ın sıfatlarını kabul etmeleri sebebiyle Müşebbihe olmakla suçlamışlardır. (Yavuz, Y. Şevki. TDV İslâm Ansiklopedisi, 32/156-158)   

Onlara göre Allah'ın görüleceğini söylemek, aynı zamanda Allah'ın cisim olduğunu, belli bir mekânda ve belli bir yönde olduğunu söylemekle eş anlamlıdır ve bu sebeple de Allah'ın görüleceğini söyleyenler hem Müşebbihe ve hem de Mücessimedirler.

Yine Mutezile'nin etkisinde kalan ban Kelâm ehli ile onlara tabi olanlar, Allah'ın yukarıda olduğunu; arşının üzerinde istivâ ettiğini kabul eden ve nüzûlünün olduğunu söyleyenleri “teşbih” ile itham etmişlerdir.

Bu nedenle teşbih ile itham edilen kişilerin gerçekten Müşebbihe olup olmadıklarını iyi araştırmak gerekir. (Şimşek, M. Sait. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, )

İnanç konularının hepsine dair orijinal fikirleri bulunmayan ve müstakil bir mezheb sayılmayan Müşebbihe, Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkınada değişik fırkalara mensup âlimlerin “teşbih-tecsim” görüşleridir.

Onlara nisbet edilen görüşler şöyle özetlenebilir:

1.Allah’ın zâtını yaratıklara benzetmek. Buna göre Allah insan şeklinde olup sınırlı bir varlıktır; baş, yüz, göz, ağız, el, ayak ve bedeni vardır. Hareket eder, aşağı iner, yukarı çıkar, gider gelir, sâlih müslümanlarla dünyada görüşür ve kucaklaşır.

2.Allah'ın sıfatlarını yaratıkların sıfat ve fiillerine benzetmek. Mutezile'nin Basra ekolden bazılarıdır. Buna göre Allah’ın iradesi insanın iradesi gibi hâdistir, kelâm sıfatı da zâtı dışında herhangi bir nesnede yarattığı harf ve seslerden ibarettir.  

3.Yaratıkları Allah’a benzetip insanda ulûhiyyet niteliklerinden birinin yahut tamamının bulunduğuna veya Allah’ın ya da bir niteliğinin yahut zâtının (cüzü) insana hulûl ettiğine ve böylece O’nda bedene dönüştüğüne inanmak. Bunlar Gulat-ı şîadan, sufilerden veya batınîlerdendir. Bunlardan Abdullah b. Sebe' Hz. Ali'yi ilâh olarak vasıflandırmıştır. (Şimşek, M. Sait. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 382-383)

Allah’ın zâtı ve sıfatlarına ilişkin nasların anlaşılması etrafında olluşmuş Müşebbihe’nin asıl hüviyetini belirlemekte teşbih kriterleri büyük önem taşır. Bu kriterler dikkate alındığı takdirde asıl Müşebbihe’yi birinci görüşü benimseyen grupların teşkil ettiğini söylemek gerekir.  (Yavuz, Y. Şevki. TDV İslâm Ansiklopedisi, 32/58)   

Yüce Allah, kendisine benzer hiç bir şeyin olamayacağını Kur'ân'da ifade etmektedir. “O'na benzer hiç bir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şûrâ 42/11) Allah'ın zatı yaratıklarına benzemediği gibi, sıfatları da yaratıklarına benzemez. (Şimşek, M. Sait. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 384.  Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 333-334. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 225)

h-Batıniyye

Asıl üzerinde durulması gereken akım/anlayışlardan biri de batiniyyedir.  

Kur'an ve hadislerdeki her zâhirin, açık hükmün bir de bâtını, iç yüzü, herkesin anlayamayacağı gizli tarafı olduğunu ve Kur'an ile hadislerin ancak tevil (yorumlama) ile anlaşılabileceğini iddia eden fırkalara toptan verilen isim. (Öztürk, Mustafa. Tefsirde Batınilik ve Batınî Te’vil Geleneği, s: 28-45)

“Terim olarak “her zâhirin bir bâtını ve her nassın bir te’vili bulunduğunu, bunu da sadece Tanrı tarafından belirlenmiş veya O’nunla ilişki kurmuş mâsum bir imamın bilebileceğini iddia eden gruplar” diye tarif edilebilir ki mûtedil sûfîlerden aşırı Şiî fırkalara ve mülhidlere varıncaya kadar birçok zümreyi içine alır.

Bâtıniyye teriminin hicrî IV. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktığını söylemek mümkündür.

Mezhepler tarihi araştırmacıları Bâtıniyye’nin bir mezhep olarak ortaya çıkışını ve kuruluşunu hicrî III. (IX.) yüzyılın ikinci yarısından başlatırlarsa da aslında bu hareketin başlangıcı ile doğuşunu hazırlayan siyasî ve fikrî sebepler II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar uzanır.” (İlhan, Avni. TDV İslâm Ansiklopedisi, 5/191)

Bunlar kendilerinin Şiâ'ya mensup olduklarını iddia ederlerse de, İslâm bilginleri tarafından İslâm dışı kabul edilmiştir.

Bâtıniyye, genellikle aşırı görüşleriyle ortaya çıkan çeşitli mezhebi oluşumlar için kullanılan müşterek bir lakap olmakla birlikte, bunun dar anlamdaki, yani mezhepler termiminolojindeki reel karşılığı İsmailiyye fırkasıdır. Seb’ıyye, Ta’limiyye, Karmatiyye, Sabbahiyye, Haşîşiyye, hatta İbahiye ve Melâhide birer müstakil fırka olmaktan çok, İsmailiyye veya onun belli bir koluna muhtelif lakaplardır. (Öztürk, Mustafa. Tefsirde Batınilik ve Batıni Te’vil Geleneği, s: 45)

Bunlara nassların zâhiri manalarını hükümsüz sayarak batınî manalarına uydukları için “Bâtıniyye”,

hakikatlerin sadece masum imamın öğretmesi ve telkiniyle öğrenileceğine inandıkları için, “Ta'lîmiyye”;

haram olan şeylerden kaçınmadıkları ve farzları yerine getirmedikleri için “İbâhiyye”;

Cafer-i Sadık'ın oğlu İsmail'i babasından sonra imam tanıdıkları için “İsmâiliyye”;

kurucularından Hamdan Karâmıt'a uydukları için “Karâmita”,

uyuşturucu olarak haşhaş kullandıkları için "Haşşâşûn" da denilmiştir. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 337)

Bâtınîliğin isimlerinden biri de “Seb'iyye”dir. Seb'iyye, yedili sistemin benimseyenler demektir. Onlara göre, Âdem, Nûh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Muhammed Mehdi yedi nâtık (konuşan) dır. Bunların ikisi arasında yedi imam bulunur. Bunlar ilk peygamberlerin şeriatını tamamlarlar. Madde alemini yedi gezegen idare eder. (Pusmaz, Durak. Şâmil İslâm Ansiklopedisi,)

“Mezhep tarihi araştırmacıları batiliğin tarihini İsmailiyye fırkasının doğuşuna kadar götürürler. İsmailiği kurduğu ve sistemleştirdiği kabul edilen Meymun b. Deysan ve oğlu Abdullah b. Meymun aynı zamanda batıni anlayışı başlatan diye de kabul edilir. Bu anlayış daha sonraları Hamdan Karamat, Babel el-Hurrem ve Hasan Sabbah tarafından daha da ileriye veya aşırılığa götürüldü. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 337)

“İslâm düşünce tarihinde Bâtıniyye, nassları zâhir-bâtın ayırımına tâbi tutarak te’viller yapan, İslâm’ın temel hükümlerini (zarûrât-i dîniyye) bütün müslümanların anlayışından farklı olarak yorumlayıp din anlayışlarını inkâr veya ibâha sınırına kadar götüren itikadî fırkalar yanında, son derece gizli bir şekilde teşkilâtlanmış örgütler vasıtasıyla merkezî idareye karşı girişilmiş isyan faaliyetlerinin başını çeken çeşitli siyasî gruplar için de kullanılmış ortak bir lakaptır.

Âyet ve hadisleri sûfî temayüle göre tefsir eden mutasavvıflara da bazan aynı lakap verilmiştir.

Kaynaklar söz konusu fırka ve zümrelere bu lakabın verilmesini, naslara zâhirî mânalarıyla ilgisi bulunmayan bâtınî anlamlar yüklemeleri, gizli (mestûr) bir imamın peşinden gitmeleri, inkâr ettikleri halde inanmış görünüp asıl gaye ve hedeflerini gizlemeleri, faaliyetlerini gizlice yürütmeleri, âlemin sırlarına vâkıf olduklarını iddia etmeleri gibi çeşitli sebeplere bağlamışlardır.” (İlhan, Avni. TDV İslâm Ansiklopedisi, 5/191)

Batıliler, âyet ve hadîslerdeki zâhir (ilk bakışta anlaşılan) manaların kabuk teşkil ettiğini; asıl maksadın, bunların özü olan bâtınî manaların olduğunu söylerler. Onlara göre zâhirî manaları halk tabakası anlar: Bâtınî manaları ise ancak kendilerince kabul edilen masum imamlar bilir. (Pusmaz, Durak. Şâmil İslâm Ansiklopedisi,

Ehl-i sünnet ve Mu‘tezile âlimlerine göre Bâtıniyye’nin menşei Mecûsîlik, Sâbiîlik, Yahudilik gibi eski din ve kültürlerdir. Bâtınîlik fikirleri eski Yunan, İran ve Hind düşüncesinden kaynaklanmış, en azından bunların tesirinde kalmıştır.

Görüşleri: 1.Bilgi problemi. Akıl ve duyular yeterli ve güvenilen birer bilgi kaynağı oluşturmadığından her asırda insanlara gerçek bilgileri öğretecek mâsum bir imam gereklidir; gerçek bilginin kaynağı odur.

2.Ulûhiyyet. Allah, “kadîm küllî akl”ı icat edendir. Akıl “sâbık” (ilk varlık), nefis ise “tâlî”dir (ikinci varlık). Tanrı’ya herhangi bir sıfat nisbet etmek mümkün değildir. Tanrı imamların bedenine hulûl eder ve kâinatı onlar vasıtasıyla yönetir.

3.Nübüvvet ve imâmet. Küllî akıl ile küllî nefis ulvî âlemin iki sınırını teşkil ettiği gibi nebî ve imam da süflî âlemin iki boyutunu oluşturur. Nebî “nâtık” (konuşan), imam ise “sâmit”tir (susan). Nebî küllî akıldan taşan mânaları kutsî gücü sayesinde alarak zâhirî bir kelâma dönüştürür ve insanlara bildirir. İmam ise yaptığı bâtınî te’villerle bu lafızların gerçek mânasını ortaya koyar. Sanıldığı gibi nebî melek vasıtasıyla kendisine vahiy gelen ve mûcizeler gösteren biri değildir.

4.Âhiret. Âlem hem ezelî hem de ebedî olup onun nizamı hiçbir zaman değişmeye mâruz kalmayacaktır. Kıyametin kopması, zamanın imamının ortaya çıkıp yeni bir şeriat getirmesi demektir. Ölen insanın bedeni toprağa karışıp aslına döner, ruhu ise durumuna göre ya devamlı şekilde başka bir bedene girerek cismanî âlemde kalır veya iyi ruhlarla beraber olur. Bir görüşe göre cennet dünyada mutlu olarak yaşamayı, cehennem ise sıkıntı ve ıstırap dolu bir hayat sürmeyi ifade eder.

5.İbâha. Nasların zâhirlerinden çıkarılan bütün dinî yükümlülükler, bâtınî mânalarına vâkıf olmayan halk için söz konusudur. Bâtınî mânaları öğrenenlerden bütün dinî yükümlülükler kalkar. Bundan dolayı Bâtıniyye’ye girenlerin namaz kılması, oruç tutması, hacca gitmesi ve zekât vermesi gerekli değildir.

Bunlara göre taharet; âdet ve örften geçmek, zâhire uyanlardan kendisini korumak,

abdest; zâhir ehlinin bilgisizliğini bâtınî te’villerle gidermek, imamı tanımaya (ma’rifete) dönüş

namaz; imama ve yardımcılarına itaat ve dua etmek;

zekât; kabiliyetli olanları ilme teşvik etmek, mezhep mensuplarına ilim dağıtmak;

oruç; zâhir ehlinden ilmi saklamak, imamın sırlarını korumak;

hac; ilmi talep etmek, imama gidiş ve dönüştür.

gusül; ahdi yenilemektir.

Kıble; hüccet sayılan imama dönmektir.

Servetin beşte biri İmama veya dâîlere verilir. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 345. İlhan, Avni. TDV İslâm Ansiklopedisi, 5/193. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/201. Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Firak, s: 22, 281)

6.Takıyye. Naslarda semboller halinde saklı bulunan bâtınî mânaları herkesin anlaması mümkün değildir. Bir sır niteliği taşıyan bu mânaları Bâtıniyye’ye intisap etmeyen ve dolayısıyla ehliyet kazanmamış bulunan kimselerden saklamak gerekir. Bunun için de takıyye uygulamak vazgeçilmez bir prensiptir.

Batınîliğin önümüze serdiği sistem özetle:

1-Hakikatin bilgisi gizemlidir, gizlidir; onu Herkese açıklanmaz, herkes on u anlayamaz. Onu sadece imamlar bilir. Batınîlerde hakikat bu fırkanın, imamın, cemaatin malıdır. Hakikate mensubiyet iddia etmezler, hakikatin kendileri olduğunu iddia ederler.

2-Batinilik bir tür elitisttir, seçkincidir. Bir nevi manevi kast sistemini geliştirmişlerdir. Avam, havas, havassu’l-havas gibi.

3-Örgütlüdür, şifreci, gizli, intisap edenlere, el alanlara verilir. Ancak oraya bağlanıp hizmet edenlere, uygun görülene, görüldüğü kadar verilir.

4-Aracıya dayalıdır. Mürşid, imam, şeyh, üstad, hoca, önder olmadan hakikatin bilgisine ulaşılamaz. Kur’an’a göre ise Allah ile kul arasında aracı olmaz.

5-Gözü kapalı itaatçidir. Hür irade ve seçime karşıdır. Zira akıl, düşünme, tefekkür, fıkhetme devre dışı kalırsa insanları gütmek, kullanmak, peşine takmak, kendisine indiği iddia edilen fikirleri benimsetmek kolya olur.

Günümüzde kendilerini batınıyye diye adlandıran bir grup yok ama, onların fikirlerini ve metodları yaşatanlar var.

(Daha geniş bilgi için: Öztürk, Mustafa. Tefsirde Batınîlik ve Batınî Te’vil Geleneği, Denge Yay. İstanbul 2011. İlhan, Avni. TDV İslâm Ansiklopedisi, 5/191-194. Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), Ankara Okulu, Ankara 2011. Şeybe, Abdulkadir. Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, s: 140)

http://web.deu.edu.tr/ilyas/yayinlarim/batinilik.htm

https://www.makaleler.com/btin-ve-btiniyye-nedir

 

-Değerlendirme

*İslâm tarihindeki yukarıdaki oluşumdan biraz haberdar olmak faydalıdır. Ancak bu ümmetin tarihindeki siyasî, itikadî, felsefî, batınî, mezhebî kavgaları, çekişmeleri günümüze taşımanın bir faydası yoktur.

*Bu çekişmeleri ya da o günün şartlarında ileri sürülen, kendi yerinde belki bir anlam ifade eden görüşleri aramıza, gündemimize taşımak problemleri çözmediği gibi tafrikayı daha da artırır.

*Mezheb, fırka, cemaat, tarikat asabiyeti, tassubu, fanatikliği de doğru değildir.

“Taassup: “İlmî, dinî ve aklî olmayan âmillerin tesiri altında bir görüş, kanaat veya tarafa sımsıkı bağlanmak, gerektiği halde ayrılmamak” demektir.” (Karaman, H. Mezhepçilik ve tarikatçılık, Yeni Şafak 02.11.2017)

Mezhep asabiyyeti olur mu? Elbette olur. İslâm tarihinde oldu. Hem de bu asabiyye ne anlaşmazlıklara, haksızlıklara, kavgalara ve hatta savaşlara yol açtı, saymakla bitmez.

Halbuki Allahın Rasûlü bunu yasaklamıştı. “Asabiyyeye davet eden bizden değildir...” (Müslim, İmâret/57. Ebu Dâvud, Edeb/113. İbni Mâce, Fiten/7)

*Bazı müslümanlar için özellikle ameli (fıkhi) konularda mezhebli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak taassuptur, tefrikanın kendisidir. Mezhepli olmak bir nüfus kağıdına benzer. Kimlik bilgilerini gösteren resmi belge gibidir. Nereli olduğunu gösterir. Ancak kişinin Allah ile olan ilişkisinin bu kimlik belgesi değil, iman ve samimiyet, kişinin kendi Allah tasavvuru belirler.

*Bizim Ehl-i Sünnet diye bir dinimiz değil, İslâm diye bir dinimiz var.

Kendilerine ehl-i sünnet ismi verilen âlimlerin ve kitlenin İslâm anlayışı, Kur’an’ın ve Sünnetin ruhuna, sahabenin yoluna en uygun ve mutedil olduğu için bu anlayışı benimsiyoruz.

*Ehli Sünnet bir mezhep, bir fırka, bir cemaat değildir. Onu da fırkalardan bir fırka/mezheb sayarsak; hem ana ve ümmetin büyük bir kısmını kapsayan gövdeyi bir fırka seviyesine düşürürüz, hem başkalarını dışlamış ve ötelekileştirmiş, hem insan ürünü bir kazanıma kutsallık atfetmiş, hem de –Allah korusun- insanlara ait görüşleri itikad/iman haline getirmiş oluruz.

*Akâdimizin adı İslâm akâididir. Bu bakımdan “Ehl-i Sünnet Akâidi”, “Maturidî Akaidi”, “Eş’ârî Akâidi, Pezdevî Akâidi, Nesefî Akâidi, Şiâ Akâidi, Mu’tezilî Akâdi gibi isimlerdirmeler bana göre isabetli değildir. Adı geçenlere göre İslâm Akâidi demek daha doğru olsa gerek. Maturidi'ye göre İslam Akaidi gibi. 

*Mezhep demek yorum ve ictihad demektir ve bunlar, kaynakları ilâhî de olsa beşerî bir faaliyettir; isabetli de olur, hatalı da olur. (Karaman, H. Mezhepçilik ve tarikatçılık, Yeni Şafak 02.11.2017)

Hiç biri Hakikatin veya İslamın kendisi değilidr. Beşer ürünü olan şeyler yanlış da olabilir, doğru da olabilir. Alınabilir de rededilebilir de.

Akıllı ve şuurlu bir müslüman bütün bunlardan Kur’an ve Sünnete en uygun olanı almaya çalışır.

*Akâid konularında görüş, yorum anlamında mezheb olsa da, kurumsal anlamda “akâidte mezheb” nitelemesi de isabetli görünmüyor. Maturidî Mezhebi, Eş’arî mezhebi gibi. Zira insanların görüşleri, fikirleri, yorumları, yani mezhepleri inanç konusu olmaz, belki inanç konularını anlamaya yardımcı ve destek olabilir.

*Amelî/fıkhî mezheplerden birini de ameli konularda kolaylık olsun, ibadetlerimizi belli bir disiplin içinde yapalım, İslâmı daha iyi fıkhedelim diye takip ederiz veya esas alırız. Biliriz ki fıkhî mezhepler de din değil, dinde kolaylıktır. Birisine “hangi mezheptensin” sorulması abestir. Şayet sorulursa; “ben ameli konularda Hanefî fıkhını takip ediyorum, ya da Şafiî fıkhını takip ediyorum” demek daha güzel.

*Bir müslüman dinî kimliği mezhep üzerinden tanımlıyorsa, bu asabiyyedir, mezhebi din haline getirmedir, dinde tefrikadır.

*Bir kimse kendi mezhebini, meşrebini, fırkasını, hizbini hak, diğerlerini bâtıl görüyorsa, mezhebinin din anlayışını tek açıklama biçimi kabul edip, diğerlerine yanlış diyorsa; ortada ciddi bir cehalet ve vahdet açısından ciddi bir tehlike var demektir.

*Bu ümmet mezhebini, meşrebini, fırkasını, tarikatını, partisini din haline getirenlerden çok zarar gördü.

*Herkes kendi içinde bulunduğu, bağlandığı, faaliyet yaptığı yapıyı “fırka-i nâciye” saymak takıntısından kurtulmalı.

*Ehl-i Sünnet İslâm'ına (sahih Müslümanlığa) yönelen tehlike marjinal mezheplerden ziyade bütün dünyayı etkisi altına alan kapalı veya açık dinsizlik ve eksiltilmiş dinin, ya da parelel din anlayışının yaygınlaşmasıdır. Sekülerleşme de insan hayatında dini eksiltmenin bir çeşididir. Bu tehlikeye karşı mektep, medrese, tarikat, cemaat ayırmadan hep birlikte ve detaylarda kaybolmadan, nasslara uygun farklı yorumları dışlamadan, selef döneminin temel ilkelerinden sapmayarak, tamamını ehl-i kıble çerçevesinde değerlendirerek mücadele etmemiz gerekiyor. http://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/ehl-i-sunnet-muslumanligi-2038009

*İhtilaflar hep olumsuz olarak algılanır. Oysa ki bir inanç veya ideoloji kendi içinde köke bağlı olarak farklılaşmaz, hem de diğer ve medeniyetlerle ilişki kurmazsa kendi üstünlüğünü ortaya koyamaz ve bir medeniyet oluşturamaz. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 32)

Bu bakımdan İslâm tarihindeki ihtilaflar olumsuz, acı ve felaket olarak sanılsa da İslâm kültür ve medeniyetinin gelişmesine, Ehl-i Sünnet ekolünün, anlayışının gelişip kuvvetlenmesine yol açmıştır.

 

Sonuç olarak;

İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat sadece bir isim, sıfat veya ekol değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, hem inanç hem de amelî konularda Kitap ve Sünnete, sahabelerin yoluna uygun olarak İslâm'ın hayata uygulamasıdır. Diğer bid’at ve bâtıl oluşumlara göre itikadî ve amelî/fıkhî konularda orta yoldur. Ümmet-i Muhammed'in ana özelliği, itidaldir. Kur’an İslâm ümmetin itidalini şöyle haber veriyor: “Böylece biz, sizi ümmeten vastaen-orta (dengeli) bir ümmet yaptık...” (Bekara 2/143).

Tekrar etmek gerekir ki sünnîlik gökten inmiş bir kimlik değildir. Tarih boyunca Müslümanların dinî ve toplumsal tecrübeleri sonucu oluşmuş ve şimdi ucu açık bir sistemdir.

Bir mezhebi İslâm’la özdeşleştirmek de, onu dinin dışına atmak da yanlıştır. İnsan ürünü olan şeylere derhal hak, hakikat, İslamın ta kendisi, küfür-ilhad-sapıklık damgası vurmak yerine, merhamet ve anlayış göstermek, insaflı ve objektif olmak gerekir. http://www.karar.com/gorusler/mehmet-evkuran-yazdi-ehl-i-sunnet-vel-cemiyet-607513

 

Hüseyin K. Ece

12.12.2017

Zaandam