• Giriş

Şefâat kavramı diğer bazı kavramlar gibi İslâm tarihinde üzerinde en çok tartışılan kavramlardan biridir. Herkes bunu kendine göre, kendi meşrebine, mezhebine, tarikatına ve cemaatına göre anlamış, anlatmış, takipçilerine öğretmiş.

Bu kavram kimileri için bir kurtarıcı umut olmuş, kimileri için âhiret sigortası sayılmış, kimileri için de bazılarının kutsal sayılması aracına dönüştürülmüş, kimileri için tembellik sebebi, kimileri için de Peygamber’i (sav) sevmenin bir vesilesi olmuştur. Pek çokları buna güvenerek bu dünyada bir insan olarak yapması gereken ödevlerini ihmal etmiştir. 

Şefâati Kur’an açısından daha iyi anlayabilmek için özellike sözlükteki anlamlarına, ilgili alanlarda nasıl kullanıldığına, âlimlerin onu nasıl anladıklarına ve özellikle âyetlerin bağlamına bakmak gerekiyor. Biz bu yazıda şefâat tartışmalarına değil, şefâat kavramının içinde yer aldığı âyetleri üç gruba ayırarak nüzûl sırasına göre hangi manada kullanıldığını anlamaya çalışacağız.

 

  • Sözlükte şefâat ve türevleri

‘Şefâat’ın aslı “şe-fe’a” fiilidir. Bu da tek olan bir şeyi dengi veya benzeriyle çift hale getirmek, katmak, yanyana getirmek, birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak, işinin görülmesi için birinin aracılığını istemek, şuf’a hakkına sahip olmak demektir. (İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 8/101-102. el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, s: 386)

“şe-fe-a” iki şeyin birbirine yakınlığına delâlet eder.“Kâne ferden feşef’tuhu-O yalnızdı idi, ben ona eşlik ettim” şeklinde söylenir. (İbni Fâris, A. Mekâyisu’l-Lügah, s: 453-454. Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyan, 1/306)

Bunun “şefâten” şeklinde gelen masdarı; bir iltimascı ve aracı ile müracaat etmek, dilek dilemek, yardım etmek, “şef’an” şelindeki masdarı ise (adet) çift kılmak, ikili yapmak demektir.

“şe-fe-a” fiili; bir şeyin yanında olmayı, yani eş, bir benzeri ile desteği artırmayı, birine yardım için onun yanında olmayı anlatır. Şöyle denilebilir: “Falanca tek idi, ama onu bir başkası çiftledi, yani ona yakın oldu”. “le-yeşfea aleyye bi’l-adâvete-falanca düşmana karşı bana yardım etti, yardım için yanımda bulundu”. (İbni Fâris, A. Mekâyisu’l-Lügah, s: 453-454. Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 68)

“şe-fe-‘a” basar ile kullanıldığı zaman gözün çift görmesini anlatır. “Aynun şâfiatün”; bir kimseyi çift gören göz demektir.  Edilgen kalıp olarak “şüfiat li el-eşbah”, yani (bakışımın zayıflığından dolayı) bir kişi bana iki şahıs gibi göründü” denir. (Fîrûzabâdî, M. Y. el-Kâmûsu’l-Muhît, s:734)

“şeffea”; bir kimsenin şefâatini, ricasını kabul etmek demektir. “şeffea eş-şey’ün”; yani bir şey çift olmaya doğru değişti”, “şeffeanî fülânün”, yani falancadan benim için filan kişinin yanında şefâatçı (aracı, ricacı) olmasını istedim, o da benim için, bana yardımcı olarak şefâatçı (aracı, ricacı) oldu.” (el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, s: 386)

Tefa’ul kalıbından gelen “teşeffea” şefâat isteğini anlatır. “teşeffea lî fülânün-falanca benim şefaatimi, yardımcı olmak üzere aracı olmamı kabul etti” demektir.

İstif’al kalıbından “isteşfea” şefâat (aracı olmayı) istemek, yardım talep etmek anlamındadır.   

Fâil (özne) ismi olarak “eş-şefi’u” (çoğulu; şüfeâu); şefâat eden ve çift, teki çift yapan demektir. Buna göre ihtiyaç sahibi (şefâate muhtaç kimse) tek idi, şefâatçi onun yanında ikinci bir şahıs (ortak) olarak, onun çifti olmuş ve onu daha da kuvvetlendirmiş olur.

“müşeffa’”ise, şefâati (aracılığı) kabul edilen demektir.  (Sarkis, el-Müncid fi-Lügati ve’l-A’lam, s: 395)

“eş-Şâfi’” fâil (özne) kalıbıdır ve şefâat eden, peşpeşe gelen, yardım eden demektir.

“nâketü eş-şâfi’veya şef’u”; peşpeşe doğuran deve. Arka arkaya doğurup iki yavruyu beraber emzirmek zorunda kalan deve için “şefaet en-nâkatü” denir. Bir yavrusu olduğu halde diğeri onun peşinden gelip çift olduğu için. “eş-Şâfi’” kelimesi böyle olan keçiler için de kullanılır. (İbni Fâris, A. Mekâyisu’l-Lügah, s: 453-454)

“el-meşfu’”; bir benzerine eklenen veya katılan şey, deli (mecnun) demektir. (el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, s: 386. Fîrûzabâdî, M. Y. el-Kâmûsu’l-Muhît, s:734. İbni Fâris, A. Mekâyisu’l-Lügah, s: 453-454)

eş-şef’i (çoğulu: eşfau ve şifâu); adet yönünden eş (zevc), benzer demektir. Şöyle sorulur: “e şef’un hüve em vitrun-O tek midir, çift midir?” Bunun zıddı ‘vetr’dir ki, bir şeyin tek olmasını ifade eder. (Fîrûzabâdî, M. Y. el-Kâmûsu’l-Muhît, s:733)

“Vitr-i vacip”, tekli olarak kılınan vacip namaz demektir.

“eş-Şef’i” Kur’an’da bir âyette geçiyor: “(Karanlığı yarıp çıkan) fecr’e, o on geceye, çift (şef’e) ve tek’e (vitr’e) ve sabaha yürüyen gece andolsun (ya da şâhit olsun).” (Fecr 89/1-3)

Buradaki “şef’i” ve “vitr”in hangi anlama geldiği konusunda farklı görüşler vardır. Kimilerine göre Allah (cc) ‘vetr’, O’nun yarattığı mahlûkat ise ‘şef’i’dir (çifttirler.)

a-Bir görüşe göre “şef’” kelimesi; mürekkep, bileşik olmalarından ve bir çok açıdan birbirine benzer olarak yaratılmalarından dolayı yaratılmışları anlatır. Nitekim bir âyette “Hem her şeyden iki çift (zevceyn) yarattık ki ibret alabilesiniz” (Zariyât 51/49)  deniyor.

“vetr” kelimesi ise “her yönden bir olma özelliği taşıdığından Allah’ı ifade eder. (Fîrûzabâdî, M. Y. el-Kâmûsu’l-Muhît, s:733. İbni Fâris, A. Mekâyisu’l-Lügah, s: 453-454)

 Bir başka âyette şöyle buyuruluyor:

Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizlice konuşmaz ki, dördüncüleri O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları O olmasın. Bundan daha az, yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir. Sonra onlara yaptıklarını Kıyâmet günü haber verecektir. Allah, her şeyi hakkıyla bilir.” (Mücâdile 58/7)

b-Bir görüşe göre, “şef’i”, sonrasında kendisini izleyen bir benzerinin olmasından dolayı kurbanın kesildiği günü ifade eder.

c-Bir başka görüşe göre “şef’i”; hz. Âdem’in çocuklarını, vitr ise herhangi bir babadan gelmemesinden dolayı o hz. Âdem’i anlatır. (el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, s: 386)

d-Kimilerine göre bunlar namazdır. Çünkü namazın bir kısmı tek rek’atli, bir kısmı çift rek’atlıdır.

e-Kimilerine göre “şef’i” yaratılmışların birbirine karşıt düşen özellikleridir. Kuvvetli ve zayıf, görme ve körlük, konuşma ve dilsizlik, ilim ve cahillik vb. gibi. ‘Vetr’ ise Allah’a ait sıfatlardır ki o sıfatların bir dengi veya benzeri yoktur.

Bu iki kelime hakkında başka görüşler de vardır.

Şuf’a: Bir fıkıh terimi olan “şuf’a” da “şe-fe-a” fiil kökünden gelir.

Sözlükte “ilâve etme ve birleştirme” anlamlarına gelen şüf‘a fıkıh terimi olarak; satılan bir akarı o akara komşuluk edenin öncelikli alabilmesi hakkı demektir. (Fîrûzabâdî, M. Y. el-Kâmûsu’l-Muhît, s:734. İbni Fâris, A. Mekâyisu’l-Lügah, s: 453-454)

Şuf’a şöyle de tanımlanır: “Şuf’a; satım veya bir hükme bağlanmış bir akidle alınmış menkul veya gayr-i menkul (taşınmaz) hükmündeki özel mülkiyete konu bir malı müşteriye mal olduğu bedelle alıp, mülkiyetini elde etme hakkını ifade eder.

Ya da bir kimsenin ortaklık hakkı bulunan satışa sunulmuş bir şeyi, rayic bedelinden istemesidir. Peygamber (sav) şöyle dedi: “İze vakaati’l-hudûde felâ şuf’aten-Sınırların belli olması durumunda şuf’a hakkı olmaz.” (el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, s: 386)

Genellikle şüf‘anın, bu hakkı kullanan kişinin malına ikinci bir malı eklemesi sebebiyle “çift” mânasındaki şef‘den geldiği söylenir.

Fâkihlere göre; Komşu ve ortak olan malını satmaya kalkışınca komşu veya diğer ortak onu satın almaya önceliklidir.

“Bu terimle ilgili etimolojik açıklamalar yapılırken şuf‘a hakkını kullanan kişinin malında artış meydana gelmesi, şuf‘ada yardımlaşmanın bulunması veya satıcının şuf‘a sahibine öncelik tanıması ile kelimenin kök anlamları arasında yer alan “artma, yardım isteme/yardım etme, gözetip ayrıcalık tanıma” (şefâat) anlamları arasında ilişki kurulur.

Kur’an’da “şuf’a kelimesi ve bu hakkın kullanımıyla ilgili ibareler yer almaz. Hadislerde gerek şuf‘a gerekse bu hakla alâkalı bir kaç kelime kullanılmış, temel hadis kitaplarında bu adı taşıyan bir bölüm açılmıştır. Şuf‘a ilk dönemlerden itibaren fıkıh eserlerinde incelenen bir konu olmuştur.” (Dönmez, İ. K. TDV İslâm Ansiklopedisi, 39/248-252)

 

  • Kur’an’da şefâat

Şefâat edene “şâfi’ (çoğulu; şâfi’în) veya ‘şefî’ (çoğulu; şüfeâu)”, şefaat edilene ‘meşfû’ (şefâat bekleyen, şefâat edilen) denildiğini hatırlayalım.

Kur’an’da “şe-fe-a” ve türevleri otuzbir yerde geçmektedir. Bunlardan fiil halinde beş defa (Bekara 2/255. Nisâ 4/85 (iki defa), A’raf 7/53. Enbiyâ 21/28),

şâfi’nin çoğulu “şafi’în” olarak iki âyette (Şuarâ 26/100. Müdessir 74/48),

şefi’ olarak beş âyette (En’am 6/51, 70. Yûnus 10/3. Secde 32/4. Mü’min 40/18)

şefi’in çoğulu olan “şüfeâu” olarak  beş âyette (A’raf 7/53. Rûm 30/13. Zümer 39/43. En’am 6/94. Yûnus 10/18),

şefâat olarak onüç yerde (Bekara 2/48, 254. Nisâ 4/85 (iki defa). Meryem 19/87. Tâhâ 20/109. Sebe’ 34/23. Zümer 39/44. Zuhruf 43/86. Müdessir 75/48. Yâsîn 36/23. Necm 53/26),

şef’ olarak da bir âyette (Fecr 89/3) yer almaktadır.

Görüldüğü gibi şefâatten bahseden âyetlerin büyük bir bölümü Mekkî sûrelerde, yedi tanesi ise Bekara ve Nisâ gibi iki Medenî sûrede geçmektedir. Nisâ’da dört defa sözlük anlamıyla (dünyevi şefaat) manasında kullanılıyor. Bu durum bize şefâat olayının Mekke’deki tebliğ konularıyla; bir anlamda iman, akide ve tasavvurla ilgili, müşriklerin yanlış şefâat anlayışlarını düzeltmek, şefâatin sadece Allah’a has olduğunu vurgulamak üzere geldiğini söyleyebiliriz.

Kur’an’da şefâat bir âyette sözlük manasıyla kullanılıyor:

“Kim güzel bir (işte) aracılık (şefâat) ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık (şefâat) ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Nisâ 4/85)

Yani her kim bir başkasına katılır, ona yardım ederse, onu kuvvetlendirir, onu desteklerse yararında veya zararında ona ortak olur. Şöyle denmiştir: Buradaki şefâat kelimesi “insanın bir başkası için onun uyacağı, örnek alacağı bir hayır yolu, ya da bir şer yolu açıp böylece sanki onun bir ‘şâfi’ veya şefi’” durumuna gelmesi anlamındadır. (el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, s: 386)

Bu da Peygamber’in (sav) şu sözlerine benzer:

İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günâhı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günâhından da ona pay ayırılır. Fakat onların günâhından da hiçbir şey noksanlaşmaz.” (Müslim, Zekât/69. İlim/15. Ayrıca bk. Nesâî, Zekât/64 no: 3249. Tirmizî, İlim/16. İbni Mâce, İman/14 no: 203, 206, 207. Ahmed b. Hanbel, 2/504, 4/360, 361)

“Haksız olarak öldürülen her kişinin kanından bir pay, Âdem’in ilk oğluna ayrılır. Çünkü o, insan öldürme çığırını ilk başlatan kişidir.” (Buhârî, Cenâiz/33, Enbiyâ/1, Diyât/2, İ’tisâm/15. Müslim, Kasâme/27. Ayrıca bk. Tirmizî, İlm/4. Nesâî, Tahrim/1. İbn Mâce, Diyât/1)

“Bir iyiliğe öncülük eden kimseye o iyiliği yapanın ecri gibi sevap vardır.” (Müslim, İmâre/133. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb/115. Tirmizî, İlim/14)

Burada ‘şefâat’ olarak ifade edilen aracı olmayı, Peygamberimiz, ‘kim güzel bir sünnet (adet, tavır) başlatırsa’ diye ortaya koymuştu. 

Âyetteki ‘şefâat’ hayır olsun, şer olsun, insanların bir yola girmesini sağlamak, onların o yola yönelmesine aracı olmaktır. ‘Hasene olan şefâat’, insanların iyiliği,onların faydası için çalışmak, onlardan zararı uzaklaştırmaya gayret göstermek, kötülükleri önlemeye çalışmaktır.

Bu âyetten hareket ederek dünyalık şefaatı ikiye ayırmak mümkün: Birincisi; “şefâat-ı hasene: İman edip Allah'ın ve kullarının haklarına riayetle beraber, mü'minlerin iyiliği için uğraşmak, onları kötülüklerden ve zararlardan korumaya çalışmaktır. İkincisi; şefaat-ı seyyie: Mü'minlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmaktır. Hangi hususta olursa olsun, bir insan, menfaat sağlayıp zarara uğramasını engelleme yolunda sırf Allah rızası için şefâatta bulunana dünyada ve âhirette bundan nasib ve ecir vardır. Kötülüğe ve zararlara sebeb olanın da bu şefâat-ı seyyienin vebal ve günâhından nasibi vardır.” (Bağçeci, M. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 6/18)

Hadislerde dünya ve âhiret işleri hakkında şefâat sık sık geçmektedir.  Peygamber (sav) dünyevî işlerde şefâatte bulunmayı tavsiye ve teşvik ederdi. (Canan, İ. Kütüb-ü Sitte Tercümesi ve Şerhi, 14/401) “Dünyada bir kimsenin meşrû işine yardımcı olmak” anlamındaki şefâate izin verildiğinden  söz ediliyor. (Buhârî, İstikraz/9, 18) Ancak had cezası doğuran suçların cezasının kaldırılması yolunda şefâatte bulunulamayacağı bildirilmiştir. (Buhârî, Hudûd/2, Enbiyâ/54, Meğâzî/53).

Ebu Musa (ra) anlatıyor. Rasûlüllah (sav) bir ihtiyacının giderilmesini isteyen bir kimse gelince yanındakilere yönelir ve “Şefâat edin, ecir kazanın. Allah da, Rasûlünün diliyle dilediğine hükmetsin” derdi. (Buhârî, Edeb/37, Salat/88. Mezâlim/5. Müslim, Birr/145 no: 2627. Ebu Dâvud, Edeb/126 no: 5131. Tirmizî, İlim/14 no: 2674. Nesâî, Zekât/65) Ebu Dâvud’un rivâyetinde; “Sevaba ermeniz için bana şefâatçi olun. Allah, Peygamberinin diliyle dilediği hükmü verecektir” şeklindedir.

Şârihler (hadisleri açıklayanlar) bunu şöyle izah ederler: “Bir ihtiyaç sahibi bana ihtiyacını arzedince, siz o ihtiyacın görülmesi içn muhtaç olan lehine benim yanımda şefâatçi olun, işini görmem için bana istekte bulunun. Zira siz şefâatçi olursanız, ben sizin şefâatinizi kabul etsem de etmesem de siz ecrinizi alırsınız.”

Sıkıntının giderilmesi ve zayıfa yardım için büyüğe şefâatçi olmak caizdir. Çünkü her muhtaç bu maksatla yukarıdakine ulaşamaz. Yukarıdaki muhtacın durumundan haberdar olsa yardımcı olabilir. Şu halde ona muhtacın durumu şefâat edilerek açıklanmalı.” (Canan, İ. Kütüb-ü Sitte (ter.), 10/154, 155)

‘Seyyie olan şefâat’ ise, insanların kötü yollara gitmesi için çalışmak, onların kötülüğü ve sapıtması için çaba harcamak, onların zararı için gayret etmektir. İnsanların kötü yollara sapması için sebep hazırlamak, yardımcı olmaktır. Şüphesiz ki bu şekilde, iyi veya kötü olarak ‘şefâat’ etmek, insanlara yardımcı olmak karşılıksız değildir, herkes yaptığının karşılığını alır.

Buradaki “yeşfeu” fiili; çığır açmak manasına geldiği gibi, bir davaya yardımcı olmak manasına da gelebilir. Zira kişi yardımıyla o davanın, ya da hayırlı çığırın yanında olur, onu adete çift hale getirir.   (http://www.haberturk.com/yazarlar/prof-dr-bayraktar-bayrakli/801107-iyi-cigir-acana-sevap-vardir)

 

  • Terim olarak şefâat

Şefâat, kendisinin bir yardımcısı olarak ve onun yerine ricacı, talepte bulunan biri olarak bir başkasına katılma. Suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getirilmesi için birine aracılık etmek demektir. (el-İsfahânî,  R. el-Müfredât,  s: 386. İbni Manzur, Lisânü’l-Arab,  8/101-102)

Bir başka deyişle, bir kimsenin yardım etmek veya yardım dilemek gayesiyle, bir başka kişiye nisbet edilmesi, onunla birlikte anılmasıdır. Birinin önüne düşüp işini görmek, bağışlanması için af dilemektir. Daha çok yüksek makamdan aşağı makama doğru bir kullanılışı ifade eder. Kıyâmet günü olacağına inanılan şefâat de buradan gelir.

‘Şefâat’ bir yönüyle de yardımdır. Bir kimseye faydalı olmak, ona iyiliğin gelmesine aracı olmak, bir kötülüğün ondan uzaklaşmasına yardımcı olmaktır. Böyle bir şefâat çeşitli şekillerde olabilir. Nitekim Peygamberlerin tebliği, insanları hakka davetlerii bir şefâat olduğu gibi,  ümmetleri için dua edip, affedilmelerini istemeleri de bir şefâattir. (Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 623)

Şefaat; bir başkasına aracılık etmek, araya girmektir.

Aracının, yardım isteyenin isteğini (hacetini) üst makama iletmesidir.

Birisinin, başkasını kendi mevkiine ve aracılığına katması, birinin işini görmek, cezadan kurtarmak veya makam kazandırmak için yetkilini yanında aracı olmaktır.

Saygın birinin, kendinden alt kademedeki bir başkası hesabına rica ve talepte bulunması sonucunda, kendisine katılmasını sağlamaktır.

Bir faydanın sağlanması, ya da bir şerrin giderilmesi için yetkili bir makama, ihtiyaç sahibinin dışında birisinin tavasut (aracılık) etmesidir. (Durmuş; M. Kur’an’a Göre Şefâat, s: 4)

Bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya manevî bir imkan elde etmesi için yetkilisi yanında aracılık yapmasıdır. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/56)

Dinî bir terim olarak şefâat; kıyamet gününde (mahşerde) peygamberlerin, meleklerin veya kendilerine izin verilen sâlih kulların mü’minlerin bağışlanması için Allah katında niyazda bulunması, aracı olması demektir.

Ya da günahkâr bir mü’minin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için Allah’ın yanında makamı yüksek birinin O’na dua etmesi, dilekte bulunması anlamına gelir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, âhirette şefâatin mümkün olduğunu, peygamberlerin ve Allah katında itibarı yüksek kimselerin günahkârlar için şefâat edebileceklerini, yalnız Allah izin vermedikçe kimsenin kimseye şefâat edemeyeceğini savunurlar. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/56)

Şu tanımda şefâatin tavassut etmek olduğuna daha açık bir vurgu var: “Günahkâr mü’minin affedilmesi, günâhı olmayanların ise derecelerinin yükseltilmesi için izin verilen kimselerin Allah nezdinde aracılık yapması” demektir. (Topaloğlu, B. - Çelebi, İ. Kelâm Terimleri Sözlüğü, s: 287)

Şefâat, cennette bir çeşit derece atlatma ve üst derecedekilerle birlikte oluş anlamına gelmektedir. Tamamen Allah’ın kontrolünde ve meleklerin bildirimiyle gerçekleşecek olan bu işlemde, herhangi bir kayırma veya başkalarına haksızlık söz konusu değildir.” (Okuyan, M. Kur’an-ı Kerim’den Mesajlar, 2/105)

“Mutlak anlamda şefâat yalnızca Allah’a aittir (Zümer 39/44) ve Allah (cc) bunu razı olduğu kimseler aracılığıyla, affetmek istediği kimseler için kullanır.” Bu şöyle bir benzetme ile anlatılabilir: Hak edene ödül veren yüce makam, onu hak edene takdim işini dilediği kimseye verebilir. Ödülü takdim eden aracıdır, ama bunu yapıyor diye ödülün sahibi olmaz. “Şefâat çifte (şef’i) katlanmış bir ödül tevdiidir.” Ödülün sahibi Allah’tır, ödülü takdim etmesi istenen de, ödül verilen de böylece onurlandırılmış olur. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1195)

“Bilindiği gibi şefâat, saygıya layık birinin kendinden aşağı birisi hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek ona katılması demektir. Bu da bir bilinmezi bildirmek, bir isteği ortaya konusunda bir beraberliği kapsar. Bunu da kendini ve değerini bilen, şefâat olunan kimseye şefâat istenenden daha ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin olunan kimseler yapabilir.

Fakat Allah’ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah’tan daha çok birlikte bulunmaya ve O’na bilgiçlik taslamaya, ilerisini gerisini temamen idrak etmeden, önünü ardını hesap etmeden ilahi huzurda kendine bir mertebe verip de şefâate kalkışmak, gerek şefâat eden, gerek şefâat olunan açısından tehlikelidir.” (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 2/155) 

 

  • Nüzûl sırası bağlamında Kur’an’da şefâat âyetleri:

Kur’an, şefâat olayının daha çok âhiretteki durumunu anlatmaktadır.

Kur’an şefâat kavramını tek istisnâ dışında bütünüyle müşriklerin, âhiretin, hesabın, mizanın söz konusu edildiği yerlerde kullanıyor. O tek istisna da mü’minler muhatap alınıyor.  (Bekara 2/254)

Bunlar gösteriyor ki, şefâat, mü’minlerin değil, müşriklerin problemidir. Kur’an’ın bu kavramı ele alması özellikle müşriklerin şefâat inancını reddetmek, mü’minleri bu yanlış inanç konusunda uyarmak ve korumak içindir.

“İlgili âyetlerde Kıyâmet günü şefâatten mahrum olanların ana vasfı olarak inkâr veya şirk, yine inkâr anlamında zulüm (Mü’min 40/18), âhireti inkâr; buna sürükleyen davranışlar arasında namaz kılmama, fakiri doyurmama, bâtıla dalanlarla beraber olup aynı davranışı sergileme (el-Müddessir 74/41-48) gibi hususlar zikredilir.” (Yavuz, Y. Ş. TDV İslâm Ansiklopedisi, 38/413)

İçinde “şefâat” kelimesi geçen âyetleri üç kısma ayırmak mümkün:

a-Âhirette şefâatin hiç bir şekilde olmadığını anlatan âyetler,

b-Şefâate izin verdiği söylenen âyetler,

c-Şefâatin yalnızca Allah’a ait olduğunu vurgulayan âyetler.

Bazı âyetler âhirette hiç bir şekilde şefâatın, aracın, yardımcının, kayırıcının olmadığını kesin bir dille söylerken bazı âyetlerde şefâatle birlikte “izin” kelimesi de kullanılıyor. Orada hiç kimsenin şefâat edemeyeceği söylendikten sonra “illâ-istisna edatıyla “ancak şunlar müstesna” deniliyor.

Âyetler arasında çelişki var gibi gözüküyor. Ancak Kur’an’da çelişki söz konusu olamaz. Vahyin son kitabı bu tutarsızlıktan münezzehtir. (Nisa 4/82)

Fakat âyetlerin farklı lafızları, bu lafızların Kur’an bütünlüğü içerisinde anlaşılmaması şefâat konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Bu âyetlerden ve sağlam kaynaklarda geçen hadislerden hareketle pek çok yorumcu, âlim, müslüman düşünür âhirette şefâatin olabileceğini söylerler. Diğer âyetleri esas alanlar ise âhirette hiç bir şekilde şefâat olmayacağı, şefâatçi zannedilenlerin orada kimseye yardım edemeyecekleri görüşünü savunurlar.

Bazı âyetlerde Kıyâmet günü Allah’tan başka hiçbir dost ve şefaatçinin bulunmayacağı belirtilmekte, o gün şefâatin ancak Allah’ın izni ve rızasıyla gerçekleşeceği beyan edilmektedir. Genellikle olumsuz anlatımlarla başlayan âyetlerin bir kısmında istisnâlar yapılmak suretiyle Allah’ın izni ve rızasına bağlı olarak hakkı (tevhidi) benimseyenlere şefâatte bulunulacağı kaydedilmektedir. (Yavuz, Y. Ş. TDV İslâm Ansiklopedisi, 38/414)

 

Şimdi bunları nüzûl sırasına göre gözden geçirelim.

a-Şefâatin hiç bir şekilde olmadığını anlatan âyetler:

1-“Nihayet ölüm bize gelip çattı.” Artık şefâatçilerin şefâati onlara fayda vermez. Böyle iken onlara ne oluyor da, öğütten yüz çeviriyorlar?” (Müdessir 74/47-49)

Şefâat nüzul sırasına göre ilk defa bu âyette yer alıyor. Burada hem çoğul olarak şâfi’ (şefâat ediciler-şâfi’în), hem de şefâat kelimesi birlikte kullanılıyor.

Âyetin bağlamı:

Müdessir Sûresi konuları açısından Kur’an’ın fihristi gibidir. Kısa olmasına rağmen Tevhide ait bir çok kavramı içine alıyor. Tevhid inancı, ölümden sonra diriliş, Kıyâmet hayatıyla ilgili sahneler, insanın zayıflığı ve Rabbe muhtaç olması, herkesin yaptıklarından sorumlu olması, cennetin ve cehennemin insanların yaptıklarının karşılığı oluşu bu sûrede yer alır. Sûre 32. âyetten sonra sözü Kıyâmete getiriyor. Herkes kendi amelinin rehinidir. O gün cehennemlikler kendilerini buraya sürükleyen hatalarını itiraf ederler. O gün inkârcılara şefâatçi oldukları zannedilen hiç bir kimse şefâat edemez, onlara bir yarar sağlamaz. (Derveze, İ. et-Tefsîru’l-Hadis (Çev.), 1/108) Kur’an, daha bu dünyada iken müşriklerin önüne bu acıklı tabloyu seriyor ve onları uyarıyor. (Kutub, S. fi-Zılali’l-Kur’an, 6/3762)

Yani  kıyâmet gününde onlara şefâat edecek hiç kimse bulunmayacaktır. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 3/1209) Abdullah b. Mes’ud’dan gelen bir rivâyete göre böyleleri cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır. (Kurtubî, M. b. A.  el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3199) Mü’minlere şefâat edileceğini kabul eden Mukâtil b. Süleyman’a göre inkârcılara Hesap Gününde peygamberlerin ve meleklerin şefâati ulaşmayacak. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/419)

Âyet, kişiye imanı ve sâlih amelinin fayda verceği gerçeğine kâfirlerin dikkatini çekiyor, onları sapıklıktan vazgeçmeye ve şefâatçilerin şefâatine güvenmemeye davet ediyor. Kur’an’a göre cahiliye araplarının şefâat inancı şirkten başka bir şey değildi. Onlar aslında Allah’ın en büyük ilâh olduğunu kabul ediyorlardı. (Mü’minûn 23/84-89. Zuhruf 43/9. Ankebût 29/65) Bununla birlikte onlar, dünyada kendilerine şefâat eder zannıyla putlara, bir kısmı da put şeklinde sembolize ettikleri meleklere ibadet ve dua ediyorlardı. (Yûnus 10/18. Zümer 39/3) Âyette bu şefâat inancı  kötüleniyor, böyle inananların hüsrana uğrayacağı söyleniyor. (Derveze, İ. et-Tefsîru’l-Hadis (Çev.), 1/108-109) 

İnsanı doğru yoldan uzaklaştıran sebeplerden birisi de yanlış tasavvurdur. Müşrikler yanlış bir şefâat inancıyla olmayacak yerlerden medet umuyorlar, yardım bekliyorlar. Kur’an ise bu benzeri âyetlerde şefâat olayını şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıklıyor.

Bazıları bu âyetten günahkâr mü’minlere âhirette şefâat edileceği yorumu yapmaktadırlar. (Mesela; Taberî, İbni Cerir. Camiu’l-Beyan, 12/320. İbn Atiyye, el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1921. İbnu’l-Cevzî şöyle diyor: “Bu âyet şefâatin iman edene fayda sağlayacağının delilidir.” (Zâdu’l-Mesîr, s: 1491. Şevkânî ise şefâatin sâlih kimselere fayda vereceği görüşündedir. (Fethu’l-Kadîr, s: 1822) Zamahşerî şöyle diyor: “Kâfirler için melekler, peygamberler ve diğer bütün şefâat ediciler şefâat etseler bile, şefâatleri onlara fayda vermez. Çünkü şefâat Allah’ın razı olduğu kimseler için vardır.” (Zamahşerî, Ö. b. M. el-Keşşaf, 4/414) 

Görüldüğü gibi âyet bağlamından koparılmakta, zorlama bir yorum ile şefâate delil yapılmaktadır. Halbuki bu âyet Allah'ın; hiç bir yaratılmışı başka hiç bir yaratılmışa şefâatçi kılmadığının delilidir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 108)

 

2-“O’nu bırakıp da başka ilâhlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefâati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.” (Yâsîn 36/23)

Şefâat âyetleri içinde ilk defa bu âyette bir mü’minin ağzından putçuluk ve yanlış şefâat inancı eleştiriliyor.

Âyetin bağlamı:

Mekkî sûrelerden olan Yâsîn 13. âyetten itibaren bir beldeye gönderilen elçileri ve onların davetlerini söz konusu ediyor. Allah (cc) bir belde halkına iki elçi gönderdi. Ancak belde ahalisi onlara inanmadı, davetlerini kabul etmedi. Allah bunları üç başka elçi ile destekledi. Halk onları da yalanlamaya devam etti, hatta onları uğursuzlukla suçladı, taşlamakla tehdit etti. Derken beldenin uzaklarından inanmış bir adam geldi ve kendilerinden hiç bir ücret istemeyen elçilere tabi olmalarını tavsiye etti, davetin kalan kısmını tamamladı. Arkasından da kendisinden örnek vererek; “Beni yaratana neden ibadet etmeyeyim? Eğer O’ndan başka tanrılara ibadet edersem sapılığa düşerim...” dedi.

Konumuz olan âyet işte bu mü’minin sözü.  Demek istiyor ki “Bana şefâat edecek tanrılar mevcut değil. Onların var olduğu zannedilen şefâati, aracılığı, iltiması benden bir zararı asla gideremez.” (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/84. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.) 6/408) . Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (Çev.), 4/578)

Kur’an bu mü’minin sözüyle Allah’ın dışında herhangi bir tanrı edinmenin veya Âlemlerin Rabbi Allah’ın kudretini takdir edememenin felâket olduğunu vurguluyor. Allah’ı takdir edemeyenler elbette kendileri için başka şefâat ediciler veya yardımcılar ararlar. Halbuki bu uydurma tanrılar kimseye şefâat edemezler, bu dünyada bir sıkıntıdan, âhirette azaptan kurtaramazlar. Âyet, insanları kurtaracak olan hayali şefaatçiler değil Allah olduğu, onlara güvenmenin ne kadar aldatıcı olduğunu, bu yanlış kanaatin Allah’ın gücünü hafife almak manasına gelmek olduğunu tekrar hatırlatıyor. (Okuyan, M. Kur’an-ı Kerim’den Mesajlar, 1/89)

Bu âyet ve diğerleri iman edip sâlih amel işlemeden, takva sahibi olmadan, makamlarının yüksek olduğu zannedilenlerin şefâatlerinin fayda vermeyeceğini söylüyorlar. (Derveze, İ. et-Tefsîru’l-Hadis (Çev.), 1/110)

Allah’tan gelebilecek bir hayra kimse engel olamaz, O’ndan gelebilecek zararı kimse defedemez. Bu konuda kimse aracı olamaz. Olmasına de gerek yoktur. Sonuçta Allah herşeyi bilen, gören, her şeyin hükmünü veren ve her şeye gücü yetendir. İbadet edenin niyetini bilir, dua edenin duasını işitir.

 

3-“Onlar ise ancak, (“Görelim bakalım!” diyerek) Kur’an’ın bildirdiği sonucu (te’vilini) bekliyorlar. Onun bildirdiği sonuç gelip çattığı gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: “Gerçekten Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişler. Şimdi bizim için şefâatçılar (şüfeâu) var mı ki bize şefâat etseler (yeşfeu) veya (dünyaya) döndürülsek de yaptıklarımızdan başkasını yapsak?” Gerçekten onlar kendilerine yazık etmişlerdir. (İlâh diye) uydurdukları (putlar) da onları yüzüstü bırakarak uzaklaşıp kaybolmuşlardır.” (A’raf 7/53)

Allah’ın davetine uymayıp, Kitap’tan yüz çevirenler o gün ‘bize şefâat edecek bir şefâatçı yok mudur?’ diye yalvaracaklar, yahut da dünyaya geri dönmeyi arzu edecekler.

 Burada hem şefâatin fiil hali (yeşfue), hem de şefi’in çoğulu şüfeâu (şefatçılar) kullanılıyor. İnkârcılar Kıyâmette soru şeklinde “burada bizim için şefaatçılar var mı, ya da dönmemiz mümkün mü?” diyecekler. Soru bir anlamda onların bu isteğini olumsuzluyor. Bu şu demek değildir: “Bize şefaat edebilecek şefaatçılar var mı, (yoksa) dönmemiz mümkün mü?” Bu isteğin gerçekleşmeyeceği anlamında. (Zamahşerî, O. B. M. el-Keşşâf, 2/105)

Âyetin bağlamı:

A’raf da Mekkî sûrelerdendir. 40. ve 54. âyetlerde âhiret hayatından bahsediliyor, cennetliklerin ve cehennemliklerin durumunu karşılıklı olarak ele alınıyor. İnkârcıların dünyadaki sayılarının çokluğu ve böbürlenmeleri âhirette hiç bir işe yaramaz. Artık hesap görülmüş, cennetlikler yerine, cehennemi hak edenler oraya girmişlerdir. Cehennemlikler cennetliklerden su isterler, onlar ise cennet nimetlerinin kâfirlere haram olduğunu söylerler. Onlar dünyada iken insanları Allah yolundan engelliyorlar, hak yolu eğri büğrü gösteriyorlardı. Oyun ve eğlenceyi din haline getirip, dünya hayatını sonsuz zannediyorlardı. Hesap Günü ile karşılaşmayı kabul etmiyor, bu konuyu anlatan elçilere inanmıyorladı, hatta onlara düşman oluyorlardı. Hem inkârcılar, hem iman edenler Kıyâmette Allah’ın va’dini gerçek olarak bulurlar. Mü’minlere  inkârcıların huzurunda “girin cennete” denilir.  Bu durumda kâfirler suçlarını itiraf ederler. O an kendileri için bir şefâat edecek şefaatçi olmasını, ya da  tekrar dünayaya dönmeyi isterler.

Âyetin konusu diğer âyetler gibi açık: Müşrikler ilâhi şefâate eremeyecekler. Onları bu kötü sondan kimse kurtaramayacak. Onlar o gün çok güvendikleri ve muhtaç oldukları şefâatçileri arayacaklar ama bulamayacaklar. Şefâatçi bulamayınca da, hiç olmazsa dünyaya geri dönüp iman edip sâlih amel işlemek isteyecekler. Taptıkları tanrılar da onları yalnız bırakacaklar.  (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 133)

Bu âyet müşriklerin âhiretteki halini anlattığı bir haberdir. Onlar Allah’ın gadabıyla karşılaştıklarında, ya da kendileri için azabın kesinleştiğini görünce; “bizim için samimi arkadaşlar ve dostlar var mı ki burada bize Allah’ın nezdinde şefâat etsinler. Bizi dünyada yaptıklarımız sebebiyle düştüğümüz bu durumdam kurtarsınlar. Ya da razı olunan ve ayıplanmayacağımız amelleri işlemek üzere bizim için dünyaya tekrar dönüş mümkün mü” diyecekler. Bu söz Hesap gününde miskinlerin (hayıflanma) sözüdür. Zira onlar dünyada iken birilerinin kendileri şefâat edeceğine, ihtiyaçlarını gidereceğine, yani kurtaracağına kesinlikle inanıyorlardı. Ancak ne yazık ki bu istek içerisinde dostluğun ve şefâatin olmadığı bir günde, bir zamanda yapılıyor. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 5/513)

Kur’an böylece bütün inkârcılara, bu kadar kesin ve ayrıntılı bilgi veren kitaba inanıp gereğini yapmak yerine; illa onun vadettiği azabın gerçekleşmesi için âhireti beklememelerini tembih ediyor. Ancak o vaadlerin gerçekleşeceği kıyâmette iş işten geçecek, gerçeği görüp “keşke” diyecekler, şefâatçi arayacaklar. Ancak onlar gerçekten kendilerine yazık etmiş, uydurdukları sözde kurtarıcılardan eser kalmamıştır.” (Heyet, Hayat Yolu, 2/420. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.) 4/45)

 

4-Bazıları kendilerine ‘şefâatçı’ olsunlar diye putları, Allah’ın dışındakileri ilâh edinirler.

“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır (şüfeâuna)” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yûnus 10/18)

Âyetin bağlamı:

Yûnus 15. ve 16. âyetler, Mekke müşriklerinin hz. Peygamber’e “Kur’an yerine başka bir kitap getir, ya da onu değiştir” dediklerini, Peygamberin de onlara “onu kendiliğinden değiştiremeyeceğini, “ben ancak bana vahyedileni uyarım” dediğini anlatıyor. Sonra “Allah’ dileseydi onu size okumazdım.” Üstelik kendisinin yıllarca aralarında kaldığını hatırlatıyor. 17. âyet ise; “kendi uydurduğu yalanları Allah’a yakıştırandan, O’ndan gelenleri yalanlayandan daha zalim kim olabilir?” diyor. Arkasından da putlara kulluk edip de onlara “bunlar bizim şefâatçilerimiz” diyenlerin iflah olamayacaklarını haber veriyor. 

Âyet bu ifade ile, yine bu sûrenin 3. âyetinde söz konusu edilen şefâate tekrar dönüyor. 

Allah (cc) kendisine bir şey öğretme kalkışan müşrikleri kınıyor. Eğer tanrılıkta Allah’a ortak olacak ve O’nun yanında şefâat görevi yapacak varlıklar olsaydı bunları herkesten önce Allah bilirdi, kullarına da O bildirirdi. “Putlar bizim Allah katında şefâatçimiz” demek, aslı astarı olmayan bir yalan ve Allah’a iftiradır. Âyet bunu müşriklerin yüzüne alaylı bir şekilde  vuruyor: “Güyâ putlar Allah katında kendilerine şefâat edecekmiş de bundan Allah'ın haberi yokmuş. Hâşa, süme hâşa! Allah onların koştuğu ortaklardan münezzehtir.” (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 4/463)

Hiç faydaları veya zararları olmayan, hatta kendilerine tapınıldığını, Allah’a ortak koşulduğunu bile bilmeyen bu varlıklar, müşriklerin zannettiği gibi nasıl şefâatçı olacaklar, nasıl kendilerine yardımcı olacaklar?

“... De ki: Onları (ortak koştuklarınızı) (keyfinize) göre isimlendirin; yani siz yeryüzünde bilmediği bir şeyi O’na haber mi veriyorsunuz?...” (Ra’d 13/33)  âyetinde putların durumu bir kez daha açıklanıyor. Zımnen deniyor ki: Siz (ey müşrikler), onları “şefâatçı, Allah’a yaklaştıran vesileler vs.” diye isimlendirin durun. Bu onların kendilerine yüklenen bu işleri yapamayacağı gerçeğini asla değiştirmez.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/465)

 

5- Şu âyet özellikle Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranan müttaki mü’minlere hitap ediyor:

“De ki: “Ben size “Allah’ın hazineleri benim elindedir demiyorum, ğaybı da bilmem. Size ben meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahyedilene uyarım (uyuyorum). De ki: Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?

Rablerinin huzuruna götürülüp toplanacaklarından sakınanları onunla (Kur’an’la) uyar ki, onların O’ndan başka ne bir velileri (hamileri) ne de şefâatçiları (şefî’leri) yoktur. Umulur ki Allah’tan korkup-sakınırlar.” (En’am 6/50-51)

Âyet, Allah’ın dışında bir veli (dost ve yardımcı) ve aracının (şefâatçinin) söz konusu olmayacağı gün ile kalpleri ürperenleri uyarıyor.

Burada şefâatçi manasında şefi’ kullanılıyor, müşrikler dışında başka bir zümreye hitap ediliyor: Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkup-çekinenler.

Âyetin bağlamı:

En'am 6/48. âyet peygamberlerin görevinin uyarmak (inzar) ve müjdelemek (tebşir) olduğunu açıklıyor. Arkadan gelen âyet Allah’ın âyetlerini yalanlayan fâsıkları zorlu bir azabın beklediği haber veriyor. Arkasından da Peygamber’e, kendisinin insan olduğunu hatırlatması ve sadece kendisine vahyedilen Kur’an’a uymak durumunda olduğunu söylemesi emrediliyor. Bu gerçeği anlayan (gören) ile, ona karşı kör olan bir değildir. Sonra da şefâatin ve yardımın olmadığı mahşer gününden bahsediliyor. Bu vurgu açısından bu âyet Bekara 254. âyete benzemektedir.

Buradaki âyetler insanüstü özellikleri ve yetenekleri olmayan,  Allah’ın verdiği görevleri yapmakla yükümlü olan beşer bir peygamberden bahsediyor. Arkasından da mahşer günü insanlar için onları korkularından emin kılacak bir yardımcı ve aracı (şefâatçi) olmadığını söylüyor. İnsanlar için gerçek veli (dost ve yardımcı) sadece Allah’tır. Görüldüğü gibi âyet yanlış şefâat inancını açık bir dille reddediyor.  Diğer şefâat âyetlerinde olduğu gibi burada da iman ve sâlih amel kurtuluş için temel şart olarak belirleniyor. İman edip kendini düzeltenler orada mahzun olmayacaklar, korku duymayacaklar. (En’am 6/48) İnsan için Allah’ın veli ve şefâatçi olması en büyük müjdedir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 205)

Âhirette birilerinden şefâat beklentisi içinde olanlar bu müjdeyi hesaba katmalı değil mi?

Bazı kaynaklarda geçtiğine göre Kureyş’in ileri gelenleri Peygamber’in yanından geçerken onun yanında Habbab, Süheyb, Bilâl ve Ammar vardı. “Ne o, kavmine bedel bunlara mı razı oldun? Allah bula bula aramızda bunlara, bunların üzerine mi lütfunu reva görmüş? Biz onların mı peşinden gideceğiz,  Onları yanından kov, belki sen bunu yaparsan biz de sana tabi olabiliriz.” Bunun üzerine iş bu âyet inzal oldu. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir,  3/254, 255. Zamahşerî, Ö. b. M.  el-Keşşâf, 2/26. Müsned 1/420) Nitekim takip eden âyette Allah (cc) Peygamber’e; “Rızasını arayarak sabah akşam Rablerine dua (ibadet) edenleri kovma...” diye emrediyor.

Peygamberin uyarısı ancak Allah’ın önünde hesap vereceğine ve başkasının şefâatiyle kurtulmasının mümkün olmadığına inananlara fayda verir. Yoksa bu dünya hayatında zevkinin peşine düşüp hesap için Allah’ın huzuruna çıkacağıan inanmayanlara değil. Bu inzar, kutsal ve aziz zannettikleri kişilere yanaşıp, onların Allah’ın yanında kendileri için şefâatçi olacağını zannedip, kulluk görevlerini ihmal edenlere de fayda vermez. (Mevdudî, E. Tefhimu’l-Kur’an (Çev.), 1/553)

Zamahşerî, bu uyarıdan yararlanması umulan zümreleri şöyle sıralamış: a-Müslüman oldukları halde yanlış iş yapanlar, b-Âhirete iman eden ehl-i kitap, c-Yeniden diriliş ile ilgili haberleri duyup da bunların doğru olabileceğini düşünerek kaygılanan müşrikler. (Zamahşerî, Ö. b. M. el-Keşşaf, 2/25)

Aslında Peygamberlerin müjdeleri ve uyarıları geneldir, herkese yöneliktir. Ancak Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımayanlar bu uyarılara aldırmazlar. Âhireti temamen inkâr edenlere, ya da âhirete inandığı halde kendisi azaptan kurtaracağını zannettiği şefâatçilere güvenenlere de bu inzar etki etmez. Ki bazıları putlarının, ilâhlarının, babalarının, cedlerinin, pirlerinin, şeyhlerinin, Allah’ın izni olmadan peygamberlerin kendilerine orada şefâat edeceğine, yardımcı olacağına inanırlar. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/433)

Rablerinin huzurunda toplanmaktan çekinenlerin mü’minler olduğunu açıklamaya gerek yok. En’am 51. âyette bu sûrede yer alan iman ilkelerini ve şefâat konusundaki açık ifadeleri ile son derece önemli mesaj taşıyor. Peygamber’e (sav) Allah’ın huzurunda haşr olunmaktan korkanları Kur’anla uyarması emrediliyor. Zira nebevî uyarı bunlar için bir mana ifade eder. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 1/251) Çünkü Hesap Gününe inananlar bunlardır.

Peygamber (sav) onlara Kur’anla bilgi verecek ve onları yaklaşan o gün için uyaracak. Bu uyarı, Allah’ın dışında hiç bir şekilde korucu, kollayıcı, aracı bulunmadığını, kişiye faydalı olacak şeyin sadece takva olduğunun bilincini (Şuarâ 26/88-89) içine almaktadır. Öncelikle uyarılması gereken kişilerin Rableri huzurunda toplanıp verecekleri hesaptan dolayı endişe duyanlar olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu âyetin iniş sebeplerinden hareketle (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/581. İbnu’l-Cevzî, A.b. M. Zâdu’l-Mesîr, 3/45) varılan bu görüşü, bir sonraki âyet desteklemektedir. “Rablerinin rızasını isteyrek sabah akşam O’na yalvaranlar...” (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 402-403)

Bazı müfessirler zorlama bir yorumla bu âyetten âhirette mü’minlere şefâatçiler olacağını çıkarırlar. Mesela; burada haşr’den korkanların kâfir olduğu kabul edilirse şefaat zaten söz konusu değil. Allah zaten onlara şefâatçi olmadığını bildirmiştir. Yok eğer bunlar mü’minler ise yine problem yok. Zira sağlam haberlerde hz. Peygamber’in ümmetinden büyük günah işleyenlere şefâatçi olacağı yer almaktadır. Melekler, diğer peygamberler, mü’minler de birbirlerine şefâat edecekler. Zira şefâat Allah’ın izniyle olacaktır. O zaman âyetin manası “Allah onlara izin verinceye kadar, onların velisi ve şefâatçisi olmayacak” olur. (el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 2/114. Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1190)

 

6-“Dinlerini oyun ve eğlence edinenleri ve dünya hayatı kendilerini aldatmış olanları bırak. Hiç kimsenin kazandığı yüzünden mahrumiyete sürüklenmemesi için Kur’an ile öğüt ver. Yoksa ona Allah’tan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefâatçi (şefi’). (Kurtuluşu için) her türlü fidyeyi verse de bu ondan kabul edilmez. İşte onlar kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. Küfre saplanıp kalmalarından dolayı onlara çılgınca kaynamış bir içecek ve elem dolu bir azap vardır.” (En’am 6/70)

Ya da eğlenceyi ve geçici zevklerini (hevâlarını) din haline (Furkan 25/43. Câsiye 45/23) getirenlerin şefâatçıları yoktur. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/236)

Ayetin bağlamı:

Bir önceki âyet, Allah’ın âyetleriyle alay edenlerle birarada bulunmayı (Bir benzeri: Nisâ 4/140), yani onlara iştirak etmeyi yasaklıyor. Allah’a karşı takvalı olanların böyle bir hatadan sorumlu olmazlar. Ama Kur’an mü’minlere sorumlu davranmaları konusunda uyarıda bulunuyor. Allah (cc) inkârcıların isteğine göre dünya ve âhiret nizamnın değiştirmez. Allah’ın bildirdiği her bir haberin gerçekleşeceği bir zaman elbette vardır. Kıyâmetin gerçekleşmesi de O’na aittir. Mü’minler kâfirlerin yaptıklarından sorumlu değildir, ama uyarı görevleri vardır. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefâat, s: 143)

Arkasından da söz şefâat konusuna geliyor. Dinlerini oyun ve eğlence haline getiren, bir anlamda din işini ciddiye alıp gereğini yapmayan, Allah’ı hesaba katmayan gafillerin, ceza konusunda bir yardımcıları, bir aracıları yoktur deniyor. Böyleleri yaptıkları hata sebebiyle helâka, ateşe sürüklenir.

“Hadlerini bilmeyerek âyetlere dalıp eğlenenleri, kötülemeye girişenleri, inkâr ve alay etmeye kalkışanları gördüğünüz zaman (ki Mekke'de Kureyş müşrikleri böyle yapıyorlardı), onlardan çekilin, yanlarında oturmayın. Dünya hayatına dalıp, din işlerini keyif ve isteklerine göre eğlence ve oyun kabilinden tutanlar veya din adına eğlence ve oyun gibi gönül eğlendirip aldatmaktan başka faydası olmayan şeylere tutunanları veya sorumlu oldukları hak dini dünya hayatına aldanarak, sonucu ve âhireti hesaba katmayarak eğlence ve oyuncak yerine koyup alay edenleri veya dini, dünyaya ait gayeleri için eğlence edinenleri, özetle dinleri oyuncaktan ibaret olan ve dini oyuncak sayanları terkedin, bunlarla birlikte olmayın ve onlara karışmayın” deniyor.

Arkasından da hiç kimsenin, kazandığı şey yüzünden kendisini helâke atmaması gerektiği, kendisi için Allah'tan başka hiçbir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığı hatırlatılıyor. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), )

 

7-“Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geldiniz. Size verdiğimiz dünyalık nimetleri de arkanızda bıraktınız. Hani hakkınızda Allah’ın ortakları olduğunu zannettiğiniz şefâatçilerinizi (şüfeâu-kum) de yanınızda görmüyoruz? Artık aranızdaki bağlar tamamen kopmuş ve (Allah’ın ortağı olduklarını) iddia ettikleriniz, sizi yüzüstü bırakıp kaybolmuşlardır.”  (En’am 6/94)

Âyetin bağlamı:

Kur’an öncelikle Peygamber döneminde Mekke ve çevresindekileri uyarmak için gelmiştir. Allah’a karşı yalan uyduran, ya da asılsız bir şekilde kendisine vahiy geldiğini iddia eden kimse/kimseler zalimdir. Ancak onlar, melekler canlarını alırken “hadi şimdi canınızı kurtarın” tahdidi karşısında acınacak durumdadırlar. Böyleleri mahşerde Allah’ın huzuruna kendi hesaplarını vermek üzere tıpkı doğdukları gün gibi tek başına gelecekler, ancak kendilerini kötü sonuçtan kutaracak bir aracı, bir yardımcı bulamayacaklar.

Bu âyetin konusu mü’minlere şefâat olacak olmayacak tartışması değildir. Âyet âhirette müşriklere ve kafirlere şefâat olmayacağı hakkındadır. Âyet onlara orada  şefâat edecek ve yardımda bulunacak kimsenin olmayacağını kesin hükme bağlıyor.

İnkârcıların âhirette mutlak hakimiyet sahibi olan Allah karşısındaki yalnızlık ve çaresizliklerinin anlatıldığı âyete göre onların dünyadaki akraba ve dostları, kendilerini şımartan servetleri, makamları, “onlara bizi Allah’a yaklaştırsın diye tapıyoruz” (Zümer 39/3) diye taptıkları şeyler  onlara zerre kadar fayda sağlamayacak, yardımını umdukları şefâatçiler kaybolup gidecektir.” (Heyet, Kur’an Yolu, 2/350. Kutub, S. fi-Zılal’l-Kur’an, 2/1149)

Burada muhatap herkestir diyebiliriz. Kur’an herkesi Allah’a karşı haksızlık yapmak, yalan uydurmak, O’nu takdir edememek konularında uyarıyor. Zaten öldükten sonra insana hesabın dehşetine karşı yardım edecek bir kimse yoktur.

 

8-İnkârcılar kendilerine şefâat edecek kimsenin olmadığını kendi ağızlarıyla itiraf ederler.

“Orada (cehennemde) birbirleriyle çekişerek şöyle derler: Allah’a yemin olsun ki biz gerçekten çok açık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü biz sizi (uydurma tanrıları) âlemlerin Rabbi Allah ile bir tutmuşuz. Fakat işin doğrusu bizi mücrimler (suçlular-inkârcılar) saptırdı. İşte bu yüzden bizim için şefaatçiler (şâfi’în)  yok. Sıcak bir dost(umuz) da yok.” (Şuarâ 26/96-101)

Yani “bizim dünyada iken şefaatçi olabilir zannediklerimiz ve bizi cennete götüreceğine inandıklarımız bugün çaresiz ve faydasızdır” diyecekler. (Mevdudi, E. Tefhimu’l-Kur’an, 4/41)

Âyette “şâfi’” kelimesinin çoğulu (şafi’în) geçiyor.

Âyetin bağlamı:

Şuarâ  suresi 64. ve 104. âyetlerde hz. İbrahim’in tevhid mücadelesi bağlamında kavmine tebliğ ettiği şeyler söz konusu ediliyor. Müşriklerin, inkârcıların âhirette kendilerine güvendikleri sıcak bir dostlarının ve kendilerini kayıracak bir şefâatçılarının olmadığını itiraf etmeleri böyle bir bağlamda söz konusu ediliyor. Burada, kâfir kavmin şefâatlerine gövendikleri sahte tanrıların kendilerini yapayalnız bırakacakları bir kez daha vurgulanıyor.

Uydurma tanrılara tapanlar âhirette gerçeği görünce yaptıklarına pişmanlık duyarak kendilerinin yanlış yola saptıklarını itiraf ederler, hem kendilerini, hem de sapmalarına sebep olan önderlerini kınarlar. Fakat bu pişmanlık fayda vermez. Zira orada onları kurtaracak dost veya şefâatçı olmaz. (Heyet, Kur’an Yolu, 4/166)

Artık iş iden geçmiştir. Bundan sonra hatayı itiraf etmenin de bir yararı dokunmaz. Orada insana fayda verecek ne boş şefâat beklentisi, ne yardımı umulan dostlar, ne de dünyada sahip olunan şeylerdir. Kur’an neyin fayda vereceğini hz. İbrahim’in diliyle şöyle haber veriyor:

“O gün ne malın bir faydası olur ne de evladın. Ancak selim bir kalpl ile Allah’ın (huzuruna) gelenler müstesna.” (Şuarâ 26/88-89)

Mü’minlere sunulan bu müjdeden sonra, cennetin onlara yaklaştırlacağı haber veriliyor. Kâfirlere cehennem apaçık gösterlir ve onlara sorulur: “Allah’ın dışında taptıklarınız nerede? Öyle ya, size yardım edecekseler gelsin etsinler. Tam da yardım zamanı bu vakit. Hiç olmazsa kendilerine yardım etsinler. (Şuarâ 26/92-93) Ancak onlardan ses gelmez, tık çıkmaz. Bu da onların hatalarını itirafıdır. Sonra hak ettikleri cehenneme atılırlar. Orada işte böyle  çekişmeye başlarlar ve birbirlerini suçlarlar. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 117, 119)

Âyet dünyada iken tanrı gibi sayıp hizmet ve itaat ettikleri, sözlerini ve davranışlarını otorite saydıkları dini ve başka önderlerine âhirette nasıl davranacakları anlatıyor. Böyleleri kendilerini bunların saptırdığını anlayınca lanet edecekler. Kur’an, körü körüne böylelerinin peşine gidilmemesi için bu dehşetli âhiret manzarasını çeşitli yerlerde sunuyor. (Bakınız: A’raf 7/38. Fussilet 41/29. Ahzab 33/67-68) (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 4/40)

 

9-“Yaklaşmakta olan gün konusunda onları uyar. O gün yürekler gam ve tasa ile dolu, (sanki) gırtlaklara dayanmıştır. Zalimlerin ne sıcak (hamim) bir dostu, ne de sözü dinlenir bir şefaatçisi (şefi’) vardır.” (Mü’min 40/18)

Âyetin bağlamı:

Bir önceki âyet hesap günü kasedilerek; “Bugün mülk kimindir” diye soruyor ve cevabını veriyor: “Mülk Kahhar, tek olan Allah’ındır.” Bunun anlamı bu dünyada ve âhirette her şeyin sahibi, hükmün kendisine ait olan, dilediğini dileği gibi yapan, her şeye gücü yeten Allah’a aittir demektir. Allah’ın mülk üzerindeki mutlak gücünün, her şeye kadir oluşunun, şefâat konusunun zikredildiği bir âyetin önünde gelmesi dikkat çekicidir. Bu şu demektir: Mülkün tek hâkimi Allah olduğuna göre, şefâatin tek sahibi de O’dur. Sıra şefâat konusuna gelince sanki son bir uyarı yapılıyor ve şöyle deniyor: “Bugün herkes bu dünyadaki kazandığının karşılığını alacak, orada kimseye haksızlık yapılmayacak”, “O gün insanlar kendi kazançları karşılığında rehindirler.” (Tûr 52/21. Müdessir 74/38) Şefâat konusu, şefâat kelimesi kullanılmadan bundan daha berrak nasıl anlatılabilir? (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 125)

Arkasından da Peygamber’e insanları yaklaşmakta olan Kıyâmet ile uyarması emrediliyor. Zira o günde zalimler için dost ve şefâatçi yoktur.

Kur’an inkârcılara zalimler de diyor. (Bakınız: Bekara 2/254, 258. Nahl 16/113.İsrâ 17/99. Furkan 25/8. Ankebût 29/14. Âli İmran 3/151 v.d.) Âhirette kimseye zulmedilmez. Buna  karşın dünyada iken zalim olanlar için de âhirette onları azaptan kurtaracak bir yardımcı, bir aracı olmayacaktır.

Yaklaşan gün (yevmu’l-âzife) Kıyâmet demektir. (Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1518. Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, s: 2698. İbn Atiyye, Muharriru’l-Veciz, s: 1632) Bu gün yakındır ve ansızın gelecektir. Bundan maksat aynı zamanda ölümdür. Nihayet herkesin kıyâmeti ölümle başlar. Ölüm de ansızın gelebilir. Ölüm anında nefesler sıkışır, yürekler titrer, insanı hüzün ve gam istila eder. İnsanlar, işte böyle bir gün gelmeden hazırlıklı olmaları ve Kıyâmette hayal ettikleri şefâate güvenmemeleri konusunda uyarılıyor. Zalim olmamaları hatırlatılıyor. 

 Âyette “hamim (sıcak) dost” zorluk ve sıkıntı içinde gördüğü arkadaşına yardım için koşan kimsedir. 

Mevdudî, zalimlere şefâat eden olmayacaktır dedikten sonra şunu ekliyor: Çünkü şefâat etme hakkı sadece sâlih kullara verilecektir. Sâlih kullar ise zalim, fâcir, fâsık kimselere dost olmayacakları için onlara şefâatte bulunamazlar. Günümüzdeki inkârcılar ile yanlış din anlayışına sahip olanlar aynı düşünüyorlar. Bağlı oldukları büyüklerinin onların cehenneme girmelerine razı olmayacaklarını, Allah’tan ricada bulunarak kendilerini oradan kurtaracaklarına inanırlar. Halbuki Allah şefâat edebilme durumunda olanları şefâatlerinin kabul edileceğine dair garanti olduğunu bildirmemiştir. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 5/130)

 

10-Bazıların tanrı zennedip ibadet ettiği putlar onlara asla şefâat edemeyecekler.

“Kıyâmetin gerçekleşeceği günde, suçlular (mücrimler) hayal kırıklığı içinde ümitsizliğe düşeceklerdir.

Onların, Allah’a koştukları ortaklardan (şüraka’dan) kendileri için şefâatçılar  (şüfeâu) da olmayacaktır. Artık onlar ortak koştukları şeyleri de inkâr ederler.” (Rûm 30/12-13)

 Burada da şefi’in (şefâat edicinin) çoğulu olan “şüfeâu” kelimesi kullanılıyor.

Âyetin bağlamı:

Rûm 11. âyet insanın yoktan var edildiğini ve tekrar yaratılıp Allah’a dönderileceklerini hatırlatıyor. Son saat, yani dünya hayatını sonu gelince de mücrimler, yani Allah’a karşı korkusuzca günâh işleyenler bu gerçeği görünce ümitsizliğe kapılacak. Çünkü anlayacaklar ki Allah’a ortak koştukları, kendilerinin kâfir olmasına sebep olan varlıklar onlara şefâat edemeyecek, yardımda bulunamayacak, ateş azabından kurtaramayacak.

Bundan sonra gelen âyetler o gün safların ayrılacağını, iman edip sâlih amel işleyenlerin sonsuz mutluluk yurdu olan cennete kavuşacaklarını haber veriyorlar.

Âyetlerin akışından burada mücrim denilenler, Allah’a şirk koşup kâfir olanlardan başkası değildir. Böyleleri yaptıkları sebebiyle azabı hak ettikleri için âhirette kendilerini bu durumdan kurtaracak kurtarıcı veya aracı bulamayacaklar.

Burada “şüreka” olarak geçen müşriklerin ortak koştukları şeyler üç grupta toplanabilir. 1-Putpersetlerin ilâhi özellik verip taptıkları melekler, peygamberler, azizler ve sâlih insanlar. Kıyâmette onlar, kendilerine tapanları reddedecekler ve şefâatçi olacakları ümidine kapılmamalarını söylecekler. 2-Tabiattaki bazı varlıklara tapanlar. Taptıkları bu zavallı varlıklar bu durumdan asla haberleri olmaz. Tabii onların şefâat etmeleri de mümkün değildir. 3-Şeytan, zalimler, despotlar, dinî liderler gibi insanlar. Bunlar ya baskı ile, ya da kandırarak insanları kendilerine bağlarlar, kulluk ettirirler. Bunların da değil peşlerine gidenlere şefâat etmeleri, ancak kendi suçlarından sorumlu olurlar. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 4/286)

Kıyâmette mahşer günü, hesap anında müşriklerin/inkârcıların, kendilerine en fazla ihyiyaç duydukları bir zamanda, dünyada taptıkları, şefâatlerini umdukları nesneler, kişiler, uydurma tanrılar onları yardımsız ve yüzüstü bırakacaklar. (Havva, S. el-Esâs fi’t-Tefsîr (çev.), 11/192)

Kıyamtte suçlulr şaşkınlığa ve umutsuzluğa düşecekler, üzülüp perişen olacaklar. Dünyada taptıkları şeyler onlara imdada gelmeyecek. Mücrimler de kendilerine yardım ertmedikleri, şefaatçı olmadıkları için ve tanrı olmadıkları için onları kabul etmezler. Bu sahne Kıyamette suçluların halini ortaya koyuyor. Onlar orada konuşmanın bir faydası olmayacağını anlayacaklar ve susacaklar. Dünyada şefaatini (yardım ve aracılığını) umdukları şeyler de kendilerin yüz çevirecek, hatta kendilerine taptıklarını bile kabul etmeyecekler. (Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 7/12)

 

11-“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiç kimseden bir şefâat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez.” (Bekara 2/48)

Yani önünüzde sizi bekleyen Büyük Gün’ün dehşetinden sakının, tetikte olun, hazırlığınızı ona göre yapın. O gün öyle bir hesaba çekme olacak ki, takva dışında, yani Allah’ın koyduğu ölçüler içinde kalanlardan başkası o hesabın dehşetin kurtulamayacak. O gün kurtuluş hakkı, sadece bu dünyada Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davrananların hakkıdır. Âhirete göçtükten sonra kurtuluş için başkasından yardım beklemek yanlıştır.  O gün öyle bir zor gündür ki, kimse konumu, makamı ve mevki ne kadar önemli olursa olsun kendisine veya başkasına bir fayda sağlayamaz, kurtuluş fidyesi veremez. (Fâtır 35/18) Çünkü -Fatiha’da geçtiği gibi- o günün yegâne mâliki ve hâkimi Allah’tır. (M. Abduh. M. Reşid Rıza, Menar Tefsiri (Çev.) 1/423 )

Kâfir bir kimse âhirette başkasına bir fayda veremez, ondan cezasına karşı –dünyada olduğu gibi- fidye alınmaz. (Âli İmran 3/91. En’am 6/70) Onlara ateşten kurtulmaları için kimse şefâat (aracılık) edemez. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/46, 135. Bir benzeri görüş: İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/62)

Âyetin bağlamı:

Bekara Sûresi 40. âyetten 112. âyete kadar İsrailoğullarından bahsediyor, onların yanlışları eleştiriliyor. Bu eleştiriler 40 ilâ 50 arası daha ağırdır. İsrailoğullarına Allah’ın verdiği nimetlerini hatırlamaları, O’na verdikleri sözü tutmaları, bile bile hakkı bâtıla karıştırmamaları, zekâtı verip, namazı kılmaları, başkasına iyiliği emredip de kendilerini unutmamaları, nasıl erdemlilerden olduklarını, niçin başkalarından üstün kılındıklarını hatırlattıktan sonra, âhiret konusunda çok açık bir dille uyarılıyorlar. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 173)

Arap müşrikleri Allah’ın kızları zannettikleri ve heykellerle sembolleştirdikleri tanrıların (bir anlamda meleklerin), Allah ile kendi aralarında şefâatçı olacaklarına inanıyorlardı. O zaman ki ehl-i kitap da peygamberlerinin ve din adamlarının (azizleri) kendileri için Allah’ın yanında şefâat edeceklerini kabul ediyorlardı.

Bu âyette İsrailoğulları, asıl sapma nedeni olan âhiret inancı konusunda uyarılıyor. Onlar büyük peygamber torunu oldukları için sonsuz kurtuluşa ereceklerini sanıyorlardı. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 1/306. İbni Atıyye, A. el-Muharriu’l-Veciz, s: 84)

Burada kendilerinin “seçilmiş kavim” ve peygamber torunu olduğu iddiasına olan ve ebedî kurtuluşa ereceklerini sanan yahudilere seslenildiği gibi, kendilerini “kurtulmuş fırka-fırka-i naciye” sayan müslümanlara, “biz daha üstünüz” diyen ve kendilerine âhirette torpil yapılacağını sanan bütün kesimlere mesaj var:  “Biz daha üstünüz” iddaları ile avunmayın. Âhirette kimsenin kimseye faydası yoktur, kimse başkası için aracılık, kayıcılık yapamaz.”

İsrailoğullarının âlemlere üstün kılındığı iki âyette geçiyor (Bekara 2/47 ve 122). Burada  geçen “tafdil”, doğuştan ayrıcaklıklı yaratma değil, bir kimseyi erdemleştirme, fazilet verme manasına da gelir. Âyetlerde geçmiş zaman kipi kullanıldığına göre İsrailoğullarının tafdil edilmesi geçmişte olduğu anlaşılır. Onlar bir zamanlar Allah’tan gelenlere inanmış, gereğini yapmış ve insanlara hidâyet önderi olmuşlardı. Bu fazilet de sadece onlara has bir durum da değildir. Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmederse (yaşarsa) aynı faziletlere kavuşur, Allah tarafından diğer toplumlara üstün tutulur. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 174)

Peygamberlerinin kendilerine şefâat edeceklerine güvenerek İslâmı kabul etmemekte ve Hz. Muhammed’e inanmamakta direnen yhudileri uyarmakta olan bu âyet, aynı zamanda bütün insanlar ve müslümanlar için de bir ikaz anlamı taşımakta, insanın asıl kurtuluşunun, yanlışlardan dönmesine, başta imanı olmak üzere dünya hayatında kendisinin yaptığı hayırlı işlere bağlı olduğunu da vurgulamaktadır.” (Heyet, Kur’an Yolu, 1/57)

İslâmda sorumluluk ve hesap verme kişiseldir. Hiç kimse başkasının yerine kullauk yapamaz, başkasındanın günâhından sormlu olmaz ve başkasını kurtaramaz. Bu İslâmî ilke hem ilâhi adalete uygundur, hem de kişiyi onurlu olma bilincine ulaştırır, vicdanının sürekli uyanık olmasını sağlar. Hesap günü kim Allah’ın huzuruna iman ve sâlih amelle gelirse onun faydasını görür. Yoksa orada ne bir kurtuluş parası (fidye) ne bir kimsenin aracılığı (torpili) veya yardımı söz konusudur. Bu ilke herkes için geçerlidir. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 1/70)

 Mu’tezile bilginleri bu âyete dayanarak âhirette günahkârlara şefâat edilmesinin söz konusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstehak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefâat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i Sünnet bilginleri ise her iki durumda da şefâatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan seçkin insanlar tarafından şefâat edilebileceğini savunurlar. (Bakınız: Razî, Tefsîru’l-Kebir, 3/55-66) Ancak Allah’ın izin vermediği hiç bir kimse şefâat edemeyecektir. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/56) S. Havva’ya göre Mu’tezile’nin bu görüşü şefâat konusundaki nasslar ile (âyet ve hadislerle) reddedilmiştir. Zira burada olumsuzlanan kâfirlerin şefâati veya (onlara yapılacağı zannedilen şefâat anlayışıdır). (Havva; S. el-Esas fi’t-Tefsir, 1/158)

Âyet açık bir şekilde âhirette şefâatin olmadığını söylerken, her nasılsa müfessirler “lâ yukbelü minhâ şefâatün-Hiç kimseden bir şefâat kabul olunmaz” kısmında bir istisna yapıyorlar ve “Allah’ın izni olmaksızın eklemesini yapıyorlar. Mesela; O gün Allah’ın rızası ve izni olmadan, kendisine şefâat edilen Allah rızası için yaptığı ameli olmadan  bir nefis başkasına şefâat edemeyecek.  (es-Sa’dî, A. b. N. Teysîru’l-Kerîmi’r-Rahmân, s: 52)

“Bu uyarı inkârcılar içindir. Tevâtürle sabittir ki âhirette mü’minler için şefâat vardır.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/306-307. İbni Atıyye, A. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 84. Şenkîtî, M. M. Edvâu’l-Beyân, s: 34)

Bir benzeri görüş şöyle: Âyet âhirette kâfir bir kimse için şefâatin asla söz konusu olmacağını açıklıyor. Zımnen mü’minlere şefaat vardır denmek isteniyor. (es-Sâbûnî, M. A. Safvetü’t-Tefâsir, 1/55)

Kurtubî, Enbiyâ 28. ve Meryem 87. âyetlerini delil göstererek Allah’ın razı olduğu muvahhidlere şefâat edileceğini, kendilerinden razı olunan kimselerin daha bu dünyada tevbe edenler olduğunu söylüyor. (Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/186)

S. Ateş bu âyetle ilgili şöyle bir yorum yapıyor: “Şefâatle ilgili âyetlerden anlaşılıyor ki Allah (cc) izin vermeden âhirette kimse şefâat edemez. Ancak O (cc) doğru söyleyen mü’mine şefâat izni verir. Sadece doğruyu söyleyen o kimse de ancak Allah’ın razı olduğuna şefâat eder. Allah (cc) kendisine isyan edip, başka tanrılara kulluk yapan kimseden razı değildir. Öyleyse doğru yoldan (İslâmdan) sapmış kimselerin şefâate bel bağlamaları boşunadır. Onların şefâat bekledikleri varlıklar değil şefâat etmeye; Allah’ın huzurunda ağızlarını bile açamazlar. Şefâat edecekleri var sayılsa bile, onların şefâatlarının bir faydası olmaz.” (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/158-159)

Burada Gün’den maksat elbette âhiret günü, özellikle Hesap Günüdür. (Kurtubî,  el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/185)

Ey Musa’nın mü’minleri! Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse başkasına yardım edemez, kurtarmak için aracı olamaz, kurtuluş fidyesi ödeyemez. Hiç kimse hak ettiği azabı, sonucu ne zorla ne de kolaylıkla başından savamaz.  Zorla def edemez; çünkü orada yardım yok. Kolaylıkla defedemez; çünkü orada, bedava olan şefâat etme ve fidye ödeme söz konusu değildir. Öyleyse o gün gelmeden hazırlıklı olmalıdır. Âyette” vettekû-korkup sakının” denildiğine göre o günden sakınmak mümkündür. Ama âhiret gelmeden önce; burada, dünyada. Allah’tan başkasından yardım beklememelidir. (Elmalılı, H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/291)

Âyet öncelikle, âhiret hakkında yanlış tasavvur sahibi olan İsrailoğullarını uyarıyor. Onlar İbrahim ve İshak gibi büyük peygamberlerin torunları olduklarından dolayı sonsuz kurtuluşa ereceklerini zannediyorlardı. Bu sebeple kendilerine ulaşan son ilâhi tebliği kabul etmediler ve ondan yüz çevirdiler. Burada, çok değerli kişilere yakın olmanın onları, kötü işlerine rağmen kurtaramaycağı kesin bir dille söyleniyor. Onlara verilen nimetler hatırlatıldıktan sonra, ahiret için hazırlık yapmayanlar gibi karşılık görecekleri, orada hiç kimsenin başkasına aracı olamayacağı, aynı zamanda yüce ve kutsal saydıkları kişilerin de onlara şefâat edemeyeceklerini, fayda sağlayamayacaklarını haber veriliyor. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 1/75)

Âyet çok açık bir şekilde âhirette hiç kimsenin bir başkasına faydasının olamayacağını söylüyor. Kimsenin şefâatı kabul edilmeyeceği gibi, hiç kimse orada ne günahlarına/hatalarına karşılık fidye veremez, kimse ona yardıma gelemez. (Fâtır 35/18)

“Fidye almak (adl), bazılarının Hesap Günü cezadan muaf olacağı şeklindeki saplantılarına açık bir işarettir. Bu düşünce Kur’an’da kesin olarak reddedilmektedir.” (M. Esed, Kur’an Mesajı, 1/14)

Âyet her ne kadar İsrailoğullarını yanlış âhiret tasavvuru hakkında gelse de hükmü geneldir. Âhiret hakkında yanlış düşünen, ya da âhireti ciddiye almayan herkes hakkında geçerlidir.

Görüldüğü Kur’an, gibi belli bir soya mensup olmayı, fidye verecek kadar zengin olmayı, kendilerince ulu saydıkları kişilerin arkasına takılmayı kurtuluş sebebi saymıyor. Bunlar bazılarının ham hayallerinden başka bir şey değildir.

 

12-Aynı hüküm İsrailoğullarından bahseden bir kısımda bir daha tekrar ediliyor:

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefâatin (aracılığın) yarar sağlamayacağı ve hiç kimsenin hiçbir taraftan yardım göremeyeceği günden sakının.”  (Bekara 2/123)

Bu ayetle Bekara 48 arasındaki tek fark fidye kelimesi ile şefâat kelimesinin yer değiştirmesidir.

 

13-“Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefâatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. İnkâr edenler ise zalimlerin ta kendileridir.” (Bekara 2/254)

Yani Kıyâmette hiç bir şefâat edicinin şefâati fayda vermez. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/227)

Âyetin bağlamı:

Bekara Sûresinde üç âyette âhirette hiç kimseden şefâat ve fidye kabul edilmeyeceği, hiç bir pazarlığın geçerli olmadığı, hiç bir kayırmanın işe yaramayacağı güçlü bir vurgu ile tekrar ediliyor. İlk ikisinde muhatap öncelikle İsrailoğulları idi. Burada ise muhatap İslâm ümmetidir. Burada doğrudan müslümanların şahsında bütün insanlığa sesleniliyor. Bu üç âyetin ortak özelliğ, müşriklere, puta tapanlara ve inkârcılara değil, vahye muhatap olmuş kitaplı (ehl-i kitap) topluma hitap ediliyor. Onlara da âhirette şefâatin olmadığı bir daha hatırlatılıyor. Bu âyet şefâat konusunda farklı te’villere açık kapı bırakmayacak kadar nettir. Bu âyet şefâati olumsuzlayan âyetler gayr-i müslimleri ilgilendirir iddialarını da boşa çıkarıyor.

Âyet “Ey iman edenler!” diye başlıyor ve onlara zorlu “Kıyâmet günü gelmeden mallarınızdan infak edin” diyor. Kıyâmet nimetlerinden faydalanmak isteyn mü’min malından infak etmeli; ama o mü’min âhirette birilerinin şefâatiyle kurtulacağını zannediyorsa yanılıyor. Mü’min şefâat beklemek yerine, orada kendisine fayda verecek sâlih amel işlemeli, kulluk görevlerini yapmalıdır. Âhirette kişiye ancak imanın gereği yapacağı ameller fayda verecektir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 193-194)

Şefâatten bahseden âyetler, ilke olarak âhirette hiç bir şefâatin olmadığını söylerler. Bu red ve genelleme, âyetlerin bağlamından ve üslûptan da anlaşılmaktadır. Arapça dil kurallarına göre olumsuz bir cümlede belirtisiz (nekra) gelen bir isim umum ifade eder ve bütün cinsi olumsuz hâle getirir. Türkçe’de bu “hiç bir” kelimesi ile belirtilir. (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 395)

Âyetler, iddia edildiği gibi âhirette şefâat edecek kişilerden değil; müşriklerin ve ehl-i kitabın kendilerine şefâat edeceklerine dünyada inandıkları putlar veya diğer kişilerden bahsediyorlar. Çünkü kendileri inkârcı olup bu yüzden cehenneme hak etmişlerdir. O yüzden bu âyetlerin şefâatçilerden söz ettiğinden yola çıkarak âhirette şefâatin olduğunu söylemek mümkün değildir.  Kur’an, açık bir şekilde dünyada veya âhirette sanıldığı gibi şefâatin olacağını kesin bir dille reddediyor. Dünyada şefâat edebileceği umulan kişilerin âhirette böyle bir yetkilerinin olmadığını vurguluyor. (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 398)

Bekara 254. âyetin çağrısı önemli bir fırsata dikkat çekiyor ki eğer mü’min bunu kaçırırsa bir daha geri gelemeyecek.  Ticaretin, dostluğun ve kayıcılığın, iltimasın olmadığı bir gün gelmeden önce Allah yolunda harcamak... Bu fırsatı kaçıran mü’min malının bereketlenmesini beklememeli, sonuçta kendisini hesabın zorluğundan kurtaracak bir dost ve aracı (şefâatçi) aramamalıdır. (Kutub, S. fi-Zılal’l-Kur’an, 1/285)

Şefâatle ilgili âyetler Arapların inandıkları ve Allah’a ortak koştukları, sonra da  şefâat bekledikleri kimselerin, Allah’ın kızları saydıkları melekler olduğunu göstermektedir. Bu inanç belki de Allah’ı krallar veya saltanat sahipleriyle kıyas etmelerinden kaynaklanıyordu. Öyle ya bu yüksek makam sahipleri ile ihtiyaç sahipleri arasında engel vardır. Onların makamına ulaşmak için de aracılara (teşrifatçılara) gerekir kanaati taşıyorlardı.   (Derveze, İ. et-Tefsîru’l-Hadis (Çev.), 1/108-109)

Dünya hayatında kötü birileri böyle çıkar edebilirler, makam kazanabilirler. Eğer Allah’ın yanında da birileri böyle mevki ederse bu adalet olmaz. Allah bundan münezzehtir. Onun için Bekara suresinde ilk ikisi yahudilere, sonuncusu mü’minlere hitaben üç defa âhirette şefâatın olmayacağı söyleniyor. Yahudilerin şefâat hakkındaki kanaatleri yerildikten sonra müslümanlara; “siz de böyle düşünmeyin, ahirette şefâat beklentisi işe yaramaz. Zira orası dünya hayatına benzemez” deniyor. (Ateş, S. Yüca Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/443) 

Ayet çok açık, yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar çok açık bir şekilde o günde (ahirette) şefâatin olmadığının söylemesine rağmen, klasik müfessirler, günümüzde kimi Kur’an yorumcuları içinde “izin” kelimesini geçen âyetleri göz önüne alarak, mü’minler için şefâat olacağını yorumlarına ekliyorlar.

 “...şefâatin olmadığı” ifadesinden sonra, bunu kayıtlayan ve açıklayan nasslar olmasaydı, âhirette hiç bir aracılığın ve şefâatin olmayacağı” sonucu çıkarılırdı. Halbuki hemen bunu takip eden âyette “Allah’ın izniyle şefaatin olabileceği” ifade edilmiştir. Ehl-i Sünnete göre âhirette hz. Peygamber’in (sav) ümmetine şefâati olacaktır. Bu husus bir çok âyet ve hadiste yer almaktadır.

Hz. Muhammed’ten başka, peygamberlerin, meleklerin, şehidlerin (bakınız: Mukatil b. Süleyman, Tefsir 1/76), Kur’an’ın ve bazı mü’minlerin şefâatlerine izin verileceğine, bunların da bazı kimselere şefâatçı olacaklarına dair hadisler var. (Bakınız: Buhârî, Tevhid/24. Müslim, İman/302. Ebu Dâvud, Cihad/28. Darimî, Fedâilu’l-Kur’an/1) (Heyet, Kur’an Yolu, 1/276)

Taberî, âyetin anlamı genel olmasına rağmen “evet kâfirler için asla şefâat yoktur. Ancak Allah için aralarında dostluk (velâyet) bağı olanlar ve O’na iman edenlerin bazısı bazısına şefâat edecekler” diyor. Allah biliyor ki dünyada insanlar birbirlerini severler, birbirlerine şefâat ederler (yardımcı, aracı olurlar). Lakin Kıyâmette yalnızca muttakiler birbirlerinin dostu kalacaklar. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 3/5-6)

Şevkânî de âyetin âhirette hiç bir şefâatin olmadığını söylemesine rağmen “ancak Allah’ın kendisine izin verdiği hariç” demektedir. (Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 207. Bir benzeri görüş: Beğavî, H. B. M. Meâlimu’t-Tenzîl, 1/237. es-Sâbûnî, M. A. Safvetü’t-Tefâsir, 1/161)

S. Havva’ya göre de âhirette müslümanlar için şefâat sabittir. Burada olmadığı söylenen şefâat kafirler içindir. (Ancak âyetin mü’minlere hitap ettiği göz ardı ediliyor gibi.) Âyet o gün hiç bir dostluğun, ticaretin ve şefâatin olmadığını genelleştirerek söylediği halde yorumcumuz, özellikle o gün kâfirler arasında dostluk ve yardımlaşma olmayacaktır, zira hepsi birbirinden uzaklaşacaktır. Onların Allah katında bir yerleri (makamları) yoktur ki dostluklarında faydalansınlar. Çünkü o gün sadece Allah’ın izin verdiklerinin şefâati fayda verecektir” diyor. Havva, S. el-Esas fi’t-Tefsir (çev.), 2/130) Halbuki Kur’an o gün kişinin anne-babasından, eşinden ve kardeşinden bile kaçacağını (Abese 80/34-37) 80, hiç kimsenin bir başkasına bir fayda sağlamayacağını (İnfitâr 82/19) söylüyor.

 

14-“Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, kayyumdur. O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefâatte bulunacak (yeşfeu) kimdir? (Yani meleklerden. Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/136) O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bekara 2/255)

“...İzni olmaksızın O’nun katında şefâatte bulunacak (yeşfeu) kimdir?...” Bu, Allah’ın kullarından herhangi birinin şefâat etmeye gücü olduğunu, ya da onun şefâatinin onlara faydalı olacağını zanneden birinin iddiasını soru ile olumsuzlayan bir ifadedir. Ya da böyle düşünenleri kınayan, serzenişte bulunan bir ifadedir, fazlası değil. Âyet adeta şefâat inancını iddia edenlerin yüzüne çarpıyor, göğüslerdekini reddediyor, buna kimsenin gücü olmadığını haykırıyor. (Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 208)

Burada “biz bunlara bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer 39/3) deyip putlara, uydurulmuş tanrılara ibadet eden müşriklere red söz konusu.

Âyetin bağlamı:

Bu bölümde tahlil ettiğimiz ayetlerin hepsi mekkî idi. Bekara Sûresi ve Âyete’l-Kürsi, medenîdir. Bu âyet “içinde hiç bir ticaretin, dostluğun ve şefâatin olmadığını” vurgulayan âyetten sonra gelmektedir. İçerisinde Tevhid veya Allah inancının ana başlıkları vardır. Allah’ı hakkıyla takdir etmek, O’nu, kendini tanıttığı gibi tanımak/kabul etmek, O’nu bütün noksan sıfatlardan tenzîh/tesbîh etmek isteyenler için yeterlidir. Bu âyet bize Allah’a nasıl iman etmemiz gerektiğini öğretiyor. İçerisinde on cümle ile, on maddelik Tevhid dersi yer almaktadır.

“...O’nun izni olmadan, O’nun katında şefaat edecek kimdir?...” cümlesi eğer Allah izin verirse başkalarının da şefâat isteğinde bulunabileceği şeklinde anlaşıldığı gibi; müşriklerin şefâat umdukları bütün putlar ve benzerleri asla şefaatçı olamazlar, çünkü Allah (cc) onlara böyle bir yetki vermemiştir manasına da gelir.

Bu konuda farklı görüşler var. Bir kaç örnek verelim:

Şefâat konusu Allah’ın sıfatlarından bağımsız ele alınamayacağının isbatı bu âyettir. Zira Tevhid inancını açıklayan âyetin tam orta yerinde “İzni olmaksızın O’nun katında şefâatte bulunacak (yeşfeu) kimdir?” diye soruluyor. Böylece şefâat yetkisi sadece Allah’a hasredilmektedir. Dolaysıyla bu âyet Kur’an’ın tümüne ve kendisine aykırı bir şekilde tercüme edilmeli, anlaşılmamalı. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 80)

“Allah’a ortak koşan kâfirlerin bir kısmı, bu ortakların O’na denk olduklarına değil, O’nun nezdinde rededilemez şefâat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip olduklarına inanmakla ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktalar. “Allah katında O izin vermedikçe hiç bir kimse şefâat edemez” manasındaki cümle bu  inancın asılsızlığını ortaya koymakta, şefâatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkana sahip olamaycağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/278)

 İbn Kesir, “bu ifade ile şefâate izin verildiği söylenilen âyetler arasında bir benzerlik söz konusu” diyor ve şunu ekliyor: Aslında bu ifade Allah’ın büyüklüğünü ve azametini ifade etmektedir.  Hiç kimse O’nun izni olmadan şefâat yapmaya cesaret edemez. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/230)

Pek çok müfessir bu âyette Allah’ın dilediği kimselere şefaat izni verdiğini ileri sürüyorlar.

Mesela; Taberî, bu ayetten şefâate izin verildiğini delil getiriyor. Yani Eğer Allah onlara (inkârcılara) ceza vermek istese kim O izin vermeden O’nun mülkünde inkârcılar için şefâatçi olabilir? Diyor ve ekliyor: Zira müşrikler Allah’a yakın olmak için putlara taptıklarını iddia ederler. Allah onlara sanki: Yerin ve göğün, onlarda ne varsa hepsi benim mülkümken Benden başkasına ibadet edilmez. Sizin yakınlaşma üzere taptıklarınız size bir fayda sağlamaz, izin vermediklerimin dışında benim yanımda kimse şefâat edemez” demek istiyor. Taberiye göre enbiya, evliya ve taat ehline şefâat için izin verlir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 3/10)

Zamahşerî, En’am 50. âyetinin “kendileri için bir veli ve şefâatçi yoktur...” mealindeki bölümünü, âhirette Allah’tan başka hiç bir kimsenin şefâat edemeyeceği şeklinde yorumlamışsa da, Ehl-i sünnete mensup müfessirler, özellikle Bekara 255i göz önüne alarak, Allah’ın iznine bağlı olmak üzere, peygamberler ve diğer Allah dostlarının (velilerin) şefâat etmesinin caiz olduğunu düşünmüşler.” (Heyet, Kur’an Yolu, 2/325)

Şevkânî, şefâat iddialarının bu âyetle reddedildiğini söyledikten sonra yaygın olan kanaate dönüyor ve Enbiyâ 21, Necm 26 ve Nebe’ 28i hatırlatarak, sahih hadislerde şefâat için kime izin verileceği ve kime şefâat edileceğinin yer aldığını söylüyor.  (Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 208)

İbni Atiyye âhirette şefâatın olacağını kabul etmekle kalmıyor, orada şefâatin nasıl işleyeceğini anlatan bir de sahne sunuyor: “Bu âyetle Allah’ın bazılarına şefâat izni vereceği kesinleşmiştir. Bunlar nebiler, sâlih insanlar ve diğerleridir. Ulema veya nebiler kendilerine şefâat izni verildiği belli olunca, neredeyse cehenneme varmak üzere olan, az da olsa sâlih ameli olan kimselere şefâat ederler. Nitekim bir hadiste geçtiği gbi müslümanlar da yakından tanıdıkları müslüman kardeşleri için, tıpkı bir çocuğun babasına şefâat ettiği gibi şefaat edecekler, aracı olacaklar. Peygamberler de kendi ümmetlerinden isyan etmiş ama iman sahibi kimselere şefâat edecekler. (İbni Atıyye, A. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 229)

Tabatabâî, Ayete’l-Kürsî’nin bu kısımdaki ifadeleri arasındaki sıkı bağa dikkat çektikten sonra, şefâati ikiye ayırıyor. Birincisi; tekvini şefâat. Bu, oluşu kuşatan sebepler âleminde “mutlak tasavvut-aracılık”tur. İkincisi; Şer’i şefâat. Kıyâmette gerçekleşecek Kitap ve sünnette yer alan, amellerin karşılıklarının verilmesi merhalesinde, kendisinin “tavassut-aracılık” olarak nitelendirdiği şefâat. (Tabatabâî, M. H. el-Mizan, 2/350) 

Hâzin, âyetin bu cümlesinin “istifham-i inkâri” olduğunu söyledikten sonra, yani O’nun emri ve iradesi olmadan hiç kimse şefâat edemez diyor.  Zira müşrikler putlarının kendilerine şefâatçı olacaklarını sanıyorlar.  Ancak âyet “illâ bi-iznih” ile istisna yapıyor. Yani Peygamber (sav), bazı peygamberler, mü’minler birbirlerine şefâat edecekler. (el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 1/190. Bir benzeri görüş: es-Sâbûnî, M. A. Safvetü’t-Tefâsir, 1/163)

S. Ateş, âyetten Allah’ın istediği kimselere şefâat izni vereceği, ancak bunu O’ndan başka kimsenin bilemeyeceğini, Peygamber’e özel olarak şefâat izninin verileceğinin Kur’an’da yer almadığını, Ahkaf 9da geçtiği gibi Peygamber (sav) bile kendisine ne yapılacağını bilmediğini söylüyor. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/444)

Allah katında kendisine şefâat izni verilenlerin durumu ve yetkileri, ödül töreninde ödülleri vermek üzere kürsüye çağrılan şeref konuklarınınkine benzemektedir. Ödülün kime verileceğini bilen ve belirleyen onlar değildir. Ancak bu merasimi tertipleyenlere göre onlar şerefli, saygıya layık, büyük kimseler olduklarından kendilerine böyle bir imtiyaz verilmiştir. Allah katında şefâatlerine izin verilecek olanlara da Allah’a yakın ve sevgili kullar olacaktır.” (Heyet, Kur’an Yolu, 1/278)

Zamahşerî, âyetin bu cümlesinin şefâate izin verileceği hükmünü değil, Allah’ın hakimiyetini ve büyüklüğünü beyan ettiği görüşündedir.  Bu tıpkı “Âhirette O’nun izni olmadan kimsenin konuşamayacağı” (Nebe’ 78/38) hükmüne benzer, diyor. (Zamahşerî,  M. b. O. el-Keşşâf, 1/296)

Mahşerde, İslâmın hükümlerine aykırı hareket edip, bâtıl inançlarla özünü kirleten, kötülük yapıp cezayı hak edenden takdir edilen azabı kaldırmak için aracı kim olabilir ki? Allah’ın izni olmadan kim buna yeltenebilir ki? Ancak bu istisna şefâat izninin gerçekleşeceği hakkında bir delil değildir. Bu Hûd 105teki “O gün gelince Allah’ın izni olmaksızın hiç kimse konuşamaz” âyetine benzer. Bu âyet o gün mülkün yalnıza Allah’a ait olduğunu temsili bir şekilde haber vermektedir. Şu âyeti tekrar hatırlamak gerekir: “O gün, kimse kimseye bir fayda sağlayamaz, O gün emir yalnızca Allah’a aittir.” (İnfitar 82/19)

Bu istisna, müşrikler veya ehl-i kitap gibi, görevlerini bırakıp yan gelip yatanların şefâat  beklentilerini boşa çıkarmaktadır. O gün karar verme yetkisi O’nundur. O’nun izni olmadan şefâat veya konuşma isteğinde bulunamayacağını açıklıyor. O’nun verebileceği izni ise kimse bilmediği için boş beklentilerin işe yaramayacağını beyan ediyor. (Abduh, M.-Rıza, R. Tefsiru’l-Menar (Çev.), 2/70-71)

Kurtubî; bu âyette Allah dilediği kimselere şefâat izni vereceğini söylüyor. Bunlar  ise, peygamberler, âlimler, mücahidler, melekler ve bunların dışında Allah’ın kendilerine ikramda bulunduğu, şereflendirdiği kimselerdir. Bunlar Allah’ın razı olacağı kimselere şefâat edebilecekler. (bak. Enbiyâ 21/28) Müefessir bundan sonra şefâatle ilgi hadisleri sıralayıp âhirette kimlerin şefâat edeceğini, şefâatin nasıl gerçekleşeceğini anlatmaya çalışıyor. (Kurtubî,  M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/562-563)

Beydâvî “Bu O’nun şanının yüceliğini, kendisine eşit konumda kimsenin veya şeyin olmadığını, dilediğine şefâat etme, dua edeni veya boyun eğeni affetme yetkisinin munhasıran kendisine ait olduğunu, inat ile, ya da karşı gelme ile O’na engel olamayacağını açıklamadır.” (Beydâvî, O. b. M. Envâru’t-Tenzil, 1/134. Bir benzeri görüş: Havva, S. el-Esâs fi’t-Tefsîr, 2/134)

DİB tarafından hazırlanan tefsir diğer âyetlerde ve burada geleneksel anlayışa uyarak âhirette Allah’ın bazılarına şartlı olarak izin vereceğini söyledikten sonra şunu eklemeyi gerekli görüyor: “Allah’tan başka bütün şuur ve bilgi sahiplerinin bilgileri sınırlıdır, doğru da yanlış da olmaya açıktır. Bu genel gerçek şefâat meselesinde uygulandığında kimin şefâate layık olduğunun da ancak Allah tarafından bilineceği anlaşılır. Çünkü dış görünüşü (ma beyne eydihim) itibariyle şefâate layık görülenlerin, kullar tarafından görülemeyen ve bilinemeyen iç yüzleri (ma halfehum) itibariyle böyle olmaları mümkündür.” (Heyet, Kur’an Yolu, 1/278)

Klasik tefsirlerin büyük bir bölümü –en azından bizim baktıklarımız “illa bi-iznih”i açıklarken “iznin” geçtiği diğer âyetlerle birlikte Allah’ın âhirette bazı kimselere şefâat için izin vereceği sonucuna varmışlar. Ancak Âyete’l-Kürsi’nin bütün şefâat beklentilerini boşa çıkardığını düşünenler de var. Şöyleki:

Âyete’l-Kürsi’de de şefâat inancının veya beklentisinin temamen reddedildiğini görüyoruz. Çünkü âyette sayılan özelliklere sahip O’ndan başka ilâh yoktur, O’nun yanında hiç bir kimsenin aracılık yapmasına yer yoktur. İnsanların geçmişini ve gelecekleri, yaptıkları her şeyi bilen O’dur. Şefâat edeceği zannedilenlerin ise varlık bilgisinden hiç bir şeye sahip değiller. Böyle bir Allah’ın yanında hangi varlığın aracılık veya torpil yapma hakkı ve yetkisi olabilir? Yahut kim Allah’ın zaafından veya yetersizliğinden dolayı kendisine pay çıkarıp onunla insanlar arasında aracılık yapabilir? (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 407)

Elmalılı diğer müfessirler gibi “her şeyin mâliki olan Allah’ın huzurunda kimin haddine ki O’nun izni olmadan şefaat edebilsin? Zira Allah’tan başka kulların/yaratıkların bütün hallerini kimse bilemez. Herhangi bir şeyde bir parça da olsa kimin tasarruf yetkisi olabilir?” diyor, arkasından da “ancak şefâat yetkisi o’nun emrini ve iznini almış sevgililerin olabilir diyor. Şefâatin genel tanımını tekrar yaptıktan sonra da “eğer Allah bildirmemiş ise, şefâat edecek olanın hali, şefâat edilecek olandan daha kötü olmadığı nereden bilinebilir? Bu hal içinde melekler de, peygamberler de olsa, kim Allah izin ve güç vermeden, önünü arkasını düşünmeden Allah’ın kullarını korumaya kalkışabilir? Allah özel olarak onlara şefâat izni verirse o başka. Şefâat her şeyden önce O’nundur ve ‘nun izni ile gerçekleşir. Şefâatçılar da kendiliklerinden değil de, Allah’ın diledikklerine şefâat imkanı bulabilirler” diye ekliyor. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili, 2/155)

Âyete’l-Kürsi’de “İzni olmadıkça O’nun katında kim şefaatçı olabilir?” cümlesinden sonra “ya’lemu ma beyne eydihim ve ma halfehum- O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir” cümlesi geliyor. Şefâatten bahseden cümleden sonra gelmesi pek manidâr.

Şöyle düşünelim: Günlük hayatta bir sıkıntının giderilmesi veya bir zayıfa yardım için bir büyüğe şefâatçi olmak caizdir denilir. Çünkü her muhtaç bu maksatla yukarıdakilerine ulaşamaz. Yukarıdakiler de herkesin durumunu bilemezler. Onlar eğer muhtaç olanın veya yardım isteyenin durumundan haberdar olsalar yardımcı olabilirler. Bu durumda yukardakilere, onlara yakın, onların yanında değerli olan birilerinin şefâat etmesi, haksız bir şey elde etmesi için değil, iyiliği için aracılık yapması yanlış bir şey olmasa gerek.

Buradan hareketle “Hesap Günü Allah (cc) katında değeri olanların, günahkâr, affa muhtaç, perişan kullar için Allah’ın yanında şefâatte bulunmaları, bunların halini Rabbe arzetmeleri  mümkündür” denilemez. Zira Allah (cc) –haşa- dünyadaki herhangi bir yukarıdakiler gibi mi ki kullarının hallerinden haberdâr olmasın, kimin neye muhtaç olduğunu bilmesin de; aracılar onların durumunu kendisine iletsin veya onlar adına yardım istesin de bunun üzerine Allah onları bağışlasın, muhtaç oldukarı şeyi versin... Allah (cc) böyle bir eksiklikten münezzehtir. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Kimin neye ihtiyacı olduğunu, kimin ilahi lutfa layık olduğunu bilir.

 “İzni olmadıkça O’nun katında kim şefaatçı olabilir?” Bu sıfat Allah’ın diğer bir sıfatıdır. O’nun ilahlığının boyutlarını ve kulluğun konumunu ortaya koyar. Kimse Kıyâmette O’nun izni olmadan şefâat etmeye cüret edemez.  Cümlenin olumsuz soru şeklinde gelmesi duygulara derinlik kazandırır. Bu cümle yapısı bu işin olmayacağını, olmasını düşünmenin bile mümkün olamaycağını düşündürür. Allah’ın izni olmadan şefâatçı olmaya kalkışan acaba kim ola ki? (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 1/288)

Bu ifade, peygamberilerin, meleklerin Allah’tan şefâat dileyecekleri ve bir anlamda Allah’ı bağışlamaya zorlayacaklarını zanneden kimselerin düşüncelerini reddediyor, böyle sananları uyarıyor. Kim olursa olsun, peygamber, melek, aziz, veliler...kâinatın sahibini izni olmadan O’nun önünde tek söz bile söyleyemeyecektir.  (Mevdudî, E. Tefhimu’l-Kur’an, 1/199)

“men zellezi yeşfeu ındehu illa bi-iznih” cümlesine “illâ” ve “izin” kelimelerinden yola çıkarak, âyetin genel dokusuna uymayan anlam verilmesi doğru değildir. Elimizdeki Türkçe meallerin büyük bir bölümü okuyucular için eksik kalmaktadır. Çünkü okuyucular zaten Allah’ın şefâat etmesi için birilerine izin vereceğine inanan bir kültüre mensuptur ve cümlenin devamına “ancak Allah’ın şefâat izni/yetkisi verdiği kimseler hariç” cümlesi yerleştirilmektedir.

“İllâ” edatı Kur’an’da her zaman istisna anlamı ifade etmemekte, en az dört manada kullanılmakta. Birincisi; bildiğimiz istisna anlamı. İkincisi; istisnaya benzemekle beraber birlikte, yeni bir sözün başlamasını ifade eder. Üçüncüsü; herhangi bir şeyi haber için kullanılır. Dördüncüsü; başka, gayri manasında. Mesela “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, yer gök fesada uğrardı” (Enbiya 21/22) âyetinde “illâ” istisna değil, başka (gayrı) anlamındadır. Lâ ilâhe illallah” sözü de “lâ ilâhe gayrullah-Allah’tan başka ilâh yoktur” demektir.  “Madem ki siz onlardan ve onların Allah’tan başka taptıklarından ayrıştınız...” (Kehf 18/16) âyetindeki “illâ” da gayı (başka) anlamında kullanılmıştır. Âyete’l-Kürsî’de “illâ bi-iznihi”deki “illâ”yı da “gayrı”, “...den başka”, “izninin dışında”, izni olmaksızın” manasında anlamak mümkündür. İllâ’yı istisna kabul edip, sonra da bazı kimselere şefâat izni verileceğini söylemek Âyete’l-Kürsî’yi eksik anlamak olur.

Soru cümlesini düz cümle haline getirdiğimizde aslında Allah’ın katında kimin şefâatçı olacağının sorulmadığını görürüz. Bu cümle Allah’ın büyüklüğü açıklamaktadır. Soru halinde “hangi nefis (kimmiş) anlamında bir soru edatıdır. Bu edat “kim benimle gelmek ister?” sorusundaki gibi değil de, “kimmiş benimle yarışmak isteyen?” sözündeki gibi bir meydan okuma anlamı içermektedir. “Kimmiş o”, kim buna cür’et edebilir?” tarzında.   (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 86-87)

Bakara 255. ayetteki istisna kaydını şefaate kapı aralayacak şekilde yorumlamak Kur’an’ın bütünlüğüne ve mesajına aykırıdır. Şefaat anlayışının şirkin temel karakteristiği olduğu akıldan çıkartılmamalı ve unutulmamalıdır.

Kaldı ki “Ancak Allah’ın izin verdikleri müstesna” ifadesinin, müşriklerin şefaat anlayışını olumsuzlarken izne bağlı bir şefaat anlayışı ikame ettiğini düşünmek için müşriklerin şefaat anlayışının “Allah’ın izni” dışında olduğunu düşünmek gerekmektedir. Yani müşriklerin, şefaat bekledikleri varlıkların Allah’ın izni olmadan, Allah’a rağmen şefaat edeceklerine inandıklarını düşünmek gerekir ki bu durum vakıaya uygun değildir. Müşrikler şefaatini umdukları varlıkların kendilerine Allah’a rağmen değil, Allah’ın izniyle şefaat edeceklerini düşünmektedirler. Zaten bunun aksi bir durum şefaat kavramının muhtevasına aykırıdır. Dolayısıyla onlara, “Şefaat ancak Allah’ın izniyle olur” şeklinde bir cevap vermek zaten kabul ettikleri bir şeyi şart koşmak anlamsız olur.

Bu nedenle “illâ bi iznihî” ifadesini “Ancak Allah’ın izin verdikleri şefaat edecektir” şeklinde değil, “Allah şefaat izni vermemişken nasıl şefaat umarsınız?” şeklinde anlamak daha isabetlidir. Zübeyir YETİK, Facebook sayfası

 İ. Sarmış’a göre de Âyete’l-Kürsî analiz edildiği zaman Allah’ın şefâat inancını, beklentisini temamen reddettiği görülür. (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 407)

“Allah’ın izni olmadan onun nezdinde kim şefaat edecekmiş”  cümlesi mülk üzerinde tasarruf ve şefâat yetkisinin sadece Allah’ta olduğunu söylüyor. Buradaki izin şefâatin olacağını değil, kınayarak reddetme, istifham-i inkârî üslûbuyla şefâatin olmayacağını bildirmektedir. Başta âyetlerde Allah” şefâat yoktur”, “şefâat bütünüyle Allah’a aittir” genel hükmü ile şefâati tümden reddettikten sonra izni ile olabileceğini söylemesi çelişki olurdu. Allah bundan münazzehtir.

Âyetlerde belirtilen şefâat edecek ve edileceklerden Allah’ın razı olması, onlara izin vermesi, onların hakkı söylemesi/hakka şâhitlik etmesi ve kendisinden söz alması şartları da iddia edilen kimselere şefâat izni verileceği manasında değil, müşriklerin şefâat beklediği nesnelerin bu niteliklere sahip olmadıklarını belirtmek içindir. Çünkü bunlar hakkı söylemiyor, hakka şâhitlik yapmıyorlar, Allah da onlardan razı değilidr, hiç biri de şefâat için Allah’tan söz almış değildir. Bunun yanında Kur’an’da şefâat edici olarak kimsenin ne adı verilir, ne de kimseye böyle bir görev verildiği söylenir.

Şefâat rivâyetleri bu âyetlerin ışığında değerlendirilmeli.” (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 418)  

Şefâat yoktur diyen âyetler ile şefâate şartlı izin veren, ya da izin verildiği zannedilen yukarıdaki âyetler arasında bir çelişki var zannedilebilir. Kur’an’da çelişki olmadığına göre bu âyetleri Kur’an bütünlüğü içerisinde anlamak esastır.

 

b-Şefâate izin verildiği söylenen âyetler:

“De ki: “Şefâat tümüyle Allah’a aittir.” “Bu âyet açık ve net olarak şefâati yalnızca Allah’a tahsis etmektedir. Bu durumda “illâ” istisna edatıyla gelen ve “ancak onun izin verdikleri müstesna” gibi bir karşılığı olan ibareler/âyetler  bu âyetle çelişmeyecek bir şekilde anlaşılmalıdır.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/920)

1-“İnsan arzu ettiği her şeye sahip olabilir mi ki?

Oysa, âhiret de, dünya da Allah’ındır.

Göklerde nice melekler vardır ki, Allah dilediği ve razı olduğu kulları için izin vermedikçe onların şefâati (şefâatuhum) bile hiç bir fayda sağlamaz.”  (Necm 53/24-26)

Âyetin bağlamı:

Bu mana ile bağlantılı olarak Necm 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı “şu varlıklar bana şefâatçı olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedi kurtuluşu için şefâat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılıyor. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefâat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. (Heyet, Kur’an Yolu, 5/115)

Bütün melekler biraraya gelip inkârcılar için şefâat isteseler dahi bunun onlara bir faydası olmayacaktır. Buna karşın onların taptığı ilâhların meleklerin yanında ne değeri olur ki onların şefâati kabul edilsin. Orada bütün hükümranlık Allah’a aittir. Öyle ki melekler bile Allah’ın izni olmadan kimseye şefaat edemezler. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 6/27)

Bu, meleklere ve putlara tapan müşrikleri kınamadır. Zira onlar bu kimselerin kendilerini Allah’a yaklaştıracağını sanıyorlar. Ancak melekler çok ibadet etmelerine ve Allah’ın katında keremli olmalarına rağmen kimseye şefâat edemezler. (Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2931)

Bu âyet, müşriklerin meleklerin Allah’ın kızları olduklarına inanıp (Zuhruf 43/19) kendilerinden bekledikleri şefâatin olmadığını açıklıyor. Çünkü âhirette hiç kimse başkasına bir yarar sağlamaz. (İnfitar 82/19) Buna şefâat edeceği zannedilen melekler de dahildir. (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 398)

 “Kur’an’da ‘zan’ kelimesi bazen olumlu manada kullanılmakla birlikte bu benzeri yerlerde, “insanın başta iman meseleleri olmak üzere hayati önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmaksızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmelerine” manasına gelmektedir. (Heyet, Kur’an Yolu, 5/115)

Bazı müfessirler bu âyete dayanarak Allah’ın dışında da şefâat ediciler olduğunu kabul ederler. Mesela; âyetin 1. bölümü “yani onlara şefâat fayda sağlamaz.” 2. bölümde ise istisna geliyor: “yani melekler âdemoğullarına şefâat ederler” (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/291)

“Yani melekler, Allah’ın kendisinden razı olduğu kimselerden başkasına şefâat edemezler. (el-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesîr, s: 1364) Âhirette melekler ve kendilerine izin verilen diğerleri Allah’ın razı olduklarına şefâat ederler. Aksi halde onlara şefâat edici de , şefâat de fayda sağlamaz. (Ebu Bekr el-Cezâirî, Eyseru’t-Tefâsîr, s: 1790. el-Hazin, İ. b. M. Tefsir, 4/209)

Melekler yakınlıklarına, gökleri dolduracak kadar çok olmalarına rağmen hepsi, bir kimseye şefâat için toplansalar dahi onların şefâati kimseye bir şey kazandırmaz, fayda vermez. Ancak Allahın dilediği kimse için izin vermesi başka. Şüphesiz bu putpersetleri ve Kureyş’in müşrik elebaşlarını, “Biz bunlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer 39/3) diyerek Allah’tan başkasına tapanları bir kınamadır. (Taberî, İbni Cerir,  Câmiu’l-Beyan, 11/524)

Melekler bile böylesine şefâat edemezken nerde kaldı putların şefâat etmesi. Ancak Allah’ın kendisinden razı olduğu ve şefâate ehil gördüğü meleklere dilediği kimselere şefâat etmelerine izin verebilir. (Zamahşerî, O. b. M. el-Keşşâf 4/414) 

Bir akâid kitabında şöyle deniyor: “Bize göre şefâat vardır. Mu’tezile buna muhalif kalmıştır. Biz ehl-i sünnet Allah’ın vasıta olmaksızın affetmesini mümkün gördüğümüze göre peygamberlerin ve hayırlı kulların şefâati ile affetmesi öncelikle mümkündür. Bu konudaki delilimiz şu âyetlerdir: “Artık onları bağışla, günahlarının bağışlanmsını iste (istiğfar et).” (Âli İmran 3/159) “Hem kendinin, hem de erkek mü’minlerin hem de kadın mü’minlerin bağışlanmasını dile.” (Muhammed 47/19) Bu âyetler şefâatı emretmektedir. Şu âyet “Artık şefaat edicilerin hiç bir şefaati onlara fayda sağlamayacak” (Müdessir 74/48) Eğer mü’minlere şefaat fayda vermeyecek olsaydı kafirleri tahsis etmenin bir anlamı olmazdı. Şu meşhur hadis de bizim için delildir. “Benim şefâatim ümmetimin büyük günah işleyenleri içindir.” (Ebu Dâvud, Sünnet/20 no: 4739. İbni Mâce, Zühd/37 no: 4310. Tirmizî, Kıyâme/11 no: 2435) Şefâat konusundaki hadisler tevatüre yakındır, en azından meşhurdurlar.” (es-Sâbûnî, Nureddin, Maturidiyye Akâidi, s: 83)

Belli ki N. es-Sâbûnî şefâati peygamberin ümmeti için dua etmesi manasında anlıyor ve bunu peygambere verilmiş bir emir olarak görüyor. Halbuki şefâat âyetlerinin hepsi de âhirette tahakkuk edeceği umulan şefâat meselesi hakkındadır. Halbuki bu âyetlerde Peygamber’e hayatta iken kendisi ve mü’minler için istiğfar etmesi emrediliyor.

Görüldüğü gibi âhirette söz  ve hüküm Allah’a aittir. Halbuki müşrikler melek kökenli sözde ilâhlardan Allah’ın yanında aracılık bekliyorlar. Zaten onlar “bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz” diyorlar. (Zümer 39/3) Bu ise asılsız kuruntulardır. Çünkü gökteki melekler kimseye kendiliklerinden aracılık edemezler. Bunun için Allah’ın izin vermesi gerekir. Şefâat Allah’ın hoşnutluğu ve izni olursa kabul edilebilir. Demek ki son söz O’nundur. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 6/3409)

Necm 27. ve 28. âyetlerinde, âhirete inanmayıp meleklere dişil isimler takanların bir ilme değil zanna daynadıkları söyleniyor. Zan ise kesin ilim ifade etmez. Dişil zannedilen meleklerin şefâat edeceği de zanna dayalı bir hayaldir. Müşriklerin inancı olan böyle bir şefâat tartışmasını İslâma taşımak da zan olsa gerektir. Necm 26. âyet meleklerin kimselere şefâat edeceğini değil, kimlere meleklerin şefâat edemeyeceğini ortaya koymaktadır. Konu Allah’ın razı olduğu ve izin verdiği kimselere meleklerin şefâat etmesi değildir. Şefâatın olabilmesinin şartı, Allah’ın rızasını kazanmak ve O’nun iznini almaktır. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 36)

Bu âyet benzer bir başka âyet şöyle: “Ruh’un ve meleklerin saflar halinde sıralandıkları gün: O gün Rahman’ın izin verdiği kimselerden başkası asla konuşamaz. Konuşunca da doğruyu söyler.” (Nebe’78/38. Bir benzeri: Hûd 11/05. Mürselat 74/35)

Şefâatten bahseden âyetlerin öncesinde olduğu gibi burada da “mülk”ün sahibinin Allah olduğunun vurgulanması, şefâat konusunu daha iyi anlamaya yardımcı olmaktadır.

Burada geçen “hitap” Allah’a seslenmek, O’na başvurmak, “tekellüm” ise O’nun huzurunda bir konu hakkında konuşmak, bir şeyler söylemek, ya da söylemeye çalışmak demektir. Hitap kelimesinde Allah ile pazarlık yapmak çağrışımı da vardır. “Onlar konuşamazlar...” Yani suçlular  orada mazeretlerini beyan edemezler, savunma yapamazlar demektir.  Allah’a rağmen koşamazlar, ileri geri laf edemezler, etrafa emir yağdıramazlar, birilerine talimat veremezler, birilerini kayırmaya kalkışamazlar, yargıya dahil olamazlar, tartışma yapamazlar. O gün kimse Allah’ın hükmüne tesir edemez, tasarrufta bulunamaz, cezasını veya sevabını azaltıp çoğaltamaz. Kısaca âyetteki hitap etmek ve tekellüm’den kasıt şefâattir. Bekara 254de denildiği gibi o gün alış veriş, rüşvet, iltimas, dua gibi araçlarların biriyle kurtulmak mümkün değildir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 37-38)

 

2-“Takvâ sahiplerini heyet halinde çok merhametli olan Allah'ın huzurunda topladığımız,

günahkârları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün,

Rahmân nezdinde ahid (söz) alandan başkalarının şefâata güçleri yetmeyecektir.” (Meryem 19/87)

Hayattayken O sınırsız rahmet Allah ile bir bağ, bir bağlantı içine girmiş olmadıkça  kıyâmette kimse şefâatten pay alamayacaktır. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/620)

Âyetin bağlamı:

Kafirlerin üzerine cezanın gönderilmesinde aceleye gerek yok. Onların azgınlıklarının artması için şeytanlar devrededir. Nasıl olsa onların Allah’a kavuşup hesap vereceği gün yaklaşmıştır. Burada âhiret sahnesi tekrar canlandırılıyor. Mü’minler saygın misafirler gibi Allah’ın huzurunda toplanırlar. Mücrimler ise suya götürülen susamış hayvan sürüleri  gibi cehenneme sevk edilirler. Burada mü’minler sevinç, mutluluk ve onur içerisinde, mücrimler ise horluk, zillet, yeis, korku ve susuzluk içerisindedir.

Arkadan gelen âyetlerde “Rahman çocuk edindi” diyenlerin gökleri çatlatacak, yerleri yaracak,  dağlar yığılıp kalacak kadar çirkin bir iftira attıkları söyleniyor.

Klasik müfessirlere göre “Allah'la bir bağ, bir bağlantı içine girme” ifadesi, bu anlam akışı içinde, O'nun birliğini, eşsiz ortaksız olduğunu kabul etmek anlamını taşımaktadır. Sonuç olarak, büyük günâh sahipleri bile, hayattayken Allah'ın varlığına ve birliğine inanmış olmaları şartıyla -Kıyâmet gününde peygamberlere verilecek olan “şefâat/kayırma” hakkıyla sembolik olarak ifade edilen- Allah’ın bağışlamasını umabilirler.” (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/621) 

Bazı Kur’an yorumcuları, diğer bazı âyetlerde olduğu gibi bu âyette de şefâate izin verildiği görüşündedirler. Mesela; Zamahşerî “kimse onlara şefâat edemez” dedikten sonra birinden “ahd” alınmasını “iman ve ameli izhar etmek” ya da “Kelime-i Şehâdet” olduğu şeklinde açıklıyor.  Buna göre kendisine izin verilenden başkası şefâat edemez. Necm 26, Sebe’ 23, Taha 109da geçtiği gibi. (Zamahşerî, O. b. M. el-Keşşaf, 3/42)

Yani mücrimler şefâat etmeye güç yetirmezler. Ancak ahid alanlar hariç. Ahid burada Allah’ı birlemek ve ona iman etmektir. Birisi için “ahidtü fülânün fi’l-mekân”, yani onu tanıdım, ona şâhit oldum” denilebiir. (İbnu’l-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesir,  s: 897. Benzeri bir görüş için: Beğavî, H. b. M. Meâlimu’t-Tenzîl,  3/209)

Taberî’ye göre inkârcılar Allah’ın katında hiç bir şeye mâlik olamazlar. İman edenler kâfirler gibi değildir. Rahman’ın huzuruna değerli bir heyet gibi kabul edilen müttakiler, O’ndan bir ahid almışlarsa şefâate malik olabilirler. (Taberî, İbn Cerir, Câmiu’l-Beyan, 8/382) Burada muttakiler şefâate nail olanlar değil, şefâat etmeye mâlik olabilecekler olarak sunuluyor.

Kim ahid almışsa (iman etmişse) ona şefâat edilir. İbni Abbas’a göre ahid Kelime-i Tevhiddir. (Kurtubî, M. b A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1985. İbn Atiyye, A. b. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1242. Bir benzeri görüş için: Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1055. el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 3/198. Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 2/322)

“Rahman’dan söz alanlar...” ifadesi iki türlü anlaşılabilir: a-Bunlar âhirette layık olanlara şefâat etmek için kendilerine izin verilenlerdir. Nitekim bir âyette Allah izin vermedikçe hiç bir kimsenin şefâat edemeyeceği haber berilmektedir. b-Dünyada iken şefâati hak ettiren iman ve sâlih amel sahibi olanlar. Bunlar Allah’ın birliği, peygamberlik, âhiret vb. iman esaslarına inandıkları için kendilerine şefâat edilmeye liyakat kazanmışlardır. Allah’ın izin verdiği kimseler bunların günâhlarının affı için şefâat edeceklerdir. “ (Râzî, 21/252-253’den  Heyet, Kur’an Yolu, 4/527)

O gün sâlih amel işlemiş olanlardan başka hiç kimse şefâatten yararlanamaz. Sâlih amel işleyenlere bu yolda Allah’ın sözü (ahdi) var. Allah (cc) onları fazlasıyla ödüllendireceğini vaadetmiştir. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 4/2320)

Bazıları bu âyetteki “Allah katında belli bir söz almış olanlar”ın âhiret gününde kendilerini kurtaracaklarını ileri sürüyorlar. 

Bahse konu edilen kişilerin; “Allah dostları” (Yûnus 10/62),

“Allah’a inanmış ve O’na karşı gelmekten sakınmışlar.” (Yûnus 10/63)

“iyilik yapanlar ve kıyâmet günün korkusundan güvende olacak (Neml 27/89)  kimselerdir.

Bu âyet iki noktaya işaret ediyor: 1-Şefâat ancak Rahman’dan izin alabilen, yani dünyada iken Allah’a iman eden ve O’nun bağışlamasına layık hâle gelen kimse için gçerli olacaktır. 2-Sadece Rahman’ın izin verdiği bir kimse başkaları için şefâat edebilecektir. Bazılarının kendi kendilerine şefâatçı zannettikleri kimseler değil. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 3/233)

Bazılarına göre bu âyetten de âhirete izin verileceği manası çıkarılamaz.

Zamahşerî’ye göre Allah’dan ahid almayan kimse şefaat edemez. Bunun anlamı; onlara kimse Kıyâmette şefâat etmeye malik olamaz. Onlar için tek şefâat (yardımcı olacak, kurtaracak şey) ortaya iman ve salih amel koymalarıdır. (Zamahşerî, M. b. O. el-Keşşâf, 3/46)

Mü’minlerin şerefli konuklar gibi karşılandığı durumda onların şefâat beklemeye ihtiyaçları olmaz. Kâfirler ise o gün birinden gelebilecek şefâate ne kadar muhtaç olacaklar. Fakat ne yazık ki kimse onlara imdada gelemeyecek.

Ahid, bir şeyi muhafaza etmek, her durumda ona bağlılığını sürdürmek anlamında da gelir. Mesela “Ahdinize bağlı kalı, zira ahd sorumluluktur” (İsrâ 17/34) âyeti yeminleriniz tutun demektir. Bu âyetteki ahidle İsrailoğullarının “ateş bize sadece bir kaç gün dokunacaktır” iddialarını “Siz Allah katından bir ahid mi aldınız? Eğer öyle olsaydı Allah ahdinden dönmezdi” (Bekara 2/80) yalanlayan ahid aynı manadadır.  İşte şefaatle ilgi ahid de böyledir. Yani sanki ortalıkta Allah’tan alınmış bir şefâat yetkisi varmış gibi hareket edenler eleştiriliyor. Allah hiç kimseye “sen benim katımda şefâate yetkilisin” diye ahid (söz) vermemiştir. Ahid kavramı ile Bekara 255 ve Yûnus 3. âyetlerindeki “izin” arasında parelellik söz konusudur. Allah izin vermediği halde nasıl kimse şefâaatden söz edemezse, o ahid vermeden de kimse şefâat iddasında bulunamaz. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 54)

 “Allah izin vermedikçe kim şefaat edebilir?” ifadesiyle anlatılmak istenen “Allah’ın izin verdiklerinin şefâat edeceği” değildir. Bu geleneksel İslâm anlayışının bir çelişkisi olabilir ama Kuran’ın çelişkisi değildir. Bu konu aslında birçok Arap dilbilimcinin işlediği bir konudur. 

Meryem Suresi’nin 87. ayetindeki ifade şu demek değildir: “Allah bazılarına izin verecek, onlar da şefaat edecek.” Arapçada Allah’ın iznine bağlanan “illâ” edatı, dilde istisna değil imkânsızlık ifade eder. Yani bu ve benzer ayetlerdeki “illâ” edatı Allah dışında kimsenin şefâat yetkisine sahip olmadığını anlatmak için kullanılmıştır. Kuran’a göre şefâat sadece Allah’a aittir. Meryem Suresi’nin 87. âyetinin yanlış anlaşılması yüzünden çelişki iddiası ortaya çıkmıştır. (http://www.diniyazilar.com/2014/02/kuranda-celiski-yoktur-bolum-1/)

İ. Sarmış bu âyetlerdeki “izin” ile ilgili şöyle diyor. “Şefâate istisna getiren âyetlerdeki anahtar kelime “izin”dir. Kavram analizinde ulaştığımız sonuca göre izin, kullanıldığı alanla ilgili olarak, Allah’ın o şeyle ilgili kendisi için belirlediği yolu, yöntemi, ilkeyi, o şeyi yapan yasayı ifade etmektedir. Ancak “yasa” anlamına gelen başka kelimeler yerine “izin” kelimesinin kullanılması, spontane ve donuk bir ilkelilikten çok, her an Allah’ın denetimi ve gözetimi altında olan, varlığını ve sürekliliğini daima borçlu olan, bir yönü ile fizik, diğer yönü ile metafizik boyut taşıyan iç içe/esnek bir duruma işaret etmektedir. Her durumda Allah’ın izni geçerlidir. Bu izin hangi konumda olursa olsun, o konuda Allah’ın koyduğu yasalar geçerlidir. Âhiretin de mutlak hakimi O’dur. Peygamberlerin etki ve yetkileri bu dünyaya aittir. Bu durum Allah’ın bu çerçevedeki izni, yani temel ilkeleridir.

Şefâatin izin şatına bağlanması, Allah’ın izin vermesi ve bu işin mutlaka olması manasında değil, O’nun varlık yahut mülkiyet üzerinde mutlak otorite ve egemenliğinin vurgulanması ve aksine söylemlerin geçersiz olduğu anlamındadır. İzin kavramı bir yönüyle, kullanıldığı konuyla ilgili olarak Allah’ın yasasına işaret ederken, diğer yandan aşkın ve mutlak olan, hiç bir şeyin ve kimsenin asla kuşatamayacağı bir Allah tasavvuruna dikkat çekmektedir.  Buna S. Kutub şöyle işaret ediyor: Bu istisna kesinlik ifade eden her yerde yine Allah’ın iradesinin sınırsız ve engin olduğunu belirtmektedir. Kesinlik ve va’din ötesinde, onun bağımsızlığını ifade etmek için kullanılan bir istisnadır.” (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 404-405)

“Allah’ın izniyle” ifadesi, Allah’ın otoritesinin sınırsızlığını ve bütün insiyatifin onun elinde olduğunu vurgulamaktadır. Bu ifade şekli Kur’an’ın anlatım tekniklerinden biridir. Bunun bir örneği şu âyettir: “Allah’ın dilemesi dışında, bundan böyle sana okutacağız ve unutmayacaksın.” (A’la 87/6-7) Ya da kul ne kadar unutmaya çalışsa da Allah istemedikçe o unutamaz. “illâ mâ şâe-Allah’ın dilemesi dışında” ifadesi, hz. Peygamber’in bazı âyetleri unuttuğu veya Allah tarafından unutturulduğu anlamına gelmediği gibi, aynı şekilde şefâati dilediği anlamına da gelmez. Nasıl Peygamber’in (vahiy olarak) okuduklarından bir şey unutması söz konusu değilse, bu ifadenin “Allah’ın şefâati dilediğini” belirtmesi de söz konusu değildir.

Yine “İzni dışında, yerin üzerine düşmemesi için göğü tutmaktadır” (Hac 22/65) âyetinde göğün yerin üstüne düşmesini izne bağlaması, böyle bir şeyin olması anlamına değil, bu işin ancak O’nun izni ile olabileceği, yani mutlak gücün ve yetkinin O’nun elinde olduğu anlamına gelir. “Allah’ın izni olmadan kimse şefâat edemez” ifadesiyle Allah müşriklere meydan okuyarak “Siz ey müşrikler, birilerinin Allah katında şefâat edeceğini mi sanıyorsunuz? Peki benim iznim olmadan bunlar nasıl şefâat edecekler?” demektedir. (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 406-407)

 

3-“O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefâati fayda vermez.” (Tâhâ 20/109) Ayet şöyle de çevrilebilir: “O gün, Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasına şefaat fayda vermez.” 

Âyetin bağlamı:

Sûrenin şefâatten söz edildiği 105 ile 113. âyetler arası pasajda yine bir kıyâmet sahnesi yer alıyor. Bu sahnede dağlar un ufak edilmiş,  yerleri dümdüz olmuştur. Kozmik düzen bozulmuştur. İnsanlar, davetinden kaçınma mümkün olmayan bir davetçiye mecburen uyarak peşinden giderler (dirilip mahşere gelirler.) O gün Rahman’ın huzurunda herkesin sesi kısılır, kimsenin konuşmaya gücü kalmaz. (Nebe’78/38) O gün Rahman’ın izin verdiği, sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefâati yarar sağlamayacaktır. Arkasından gelen âyetlerde Allah’ın insanların geçmişini ve geleceklerini bildiği, insanların ise böyle kuşatıcı bilgileri olmadığı söyleniyor. O gün suçlu yüzler Allah’ın huzurunda eğilmiş olur. Ama iman edip sâlih amel işleyenlerin durumu farklıdır. Onlar  zulme uğramaktan korkmazlar.

“Allah’ın razı olmadığına şefaat edilemeyeceği, farzı muhal edilse bile bunun kabul eedilmeyeceği ifade edilmetedir. Bu ayet Enbiya 28, Sebe’ 23 ve Müdessir 48 ile birlikte anlaşılmalı.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/610)

Müfessirler bu âyetten de şefâate izin verileceği sonucunu çıkarıyorlar.

Mukâtil b. Süleyman’a göre meleklerin Allah’ın Tevhid sözünden razı olduğu kullara şefâat edecekler diyor. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 2/341) 

İbn Kesir, şefâate izin verildiği söylenen âyetleri ve mahşerde Peygamber “şefâatte bulun, şefâatte bulun” denileceğini söyleyen hadisi anarak orada şefâatın olacağını iddia ediyor. (İbn Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/494)

Zamahşerî, Allah’ın şefâatçılara izin vereceğini ve bundan dolayı onun sözünden razı olacağını söylüyor. (Zamahşerî, M. b. O. el-Keşşâf, 3/86)

Şevkânî, orada Allah’ın kendisine şefâat için izin verdiğinin dışında şefâat olmadığını söylüyor ve bununla Enbiyâ 28 ve Meryem 86 arasında bağ kuruyor. (Şevkânî, A. b. M.  Fethu’l-Kadîr, s: 1082)

Âyetteki istisna muttasıl olabilir. O zaman burada geçen “men-kim” kendisine şefâat edilen manasında, “kendisine şefâat edilmek üzere kime izin verilirse” anlaşılır. İstisna munkatı’ da olabilir. Buna göre takdir; “Lakin Rahman kime izin verirse o şefâat edebilir” olur. (Atıyye, A. b.  el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1267)

O gün şüphesiz kimse kimseye fayda sağlayamaz. Rahman’ın izin şefâat için izin vermesi, ya da kendisine şefâat edilmek üzere birine izin vermesi hariç. Şefâat edilen için söylenen sözden razı olur. Zira o dünya hayatında Tevhid ehlindendi. (el-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesîr, s: 919. Bir benzeri görüş: Beğavî, H. b. M. Meâlimu’t-Tenzîl,  3/232. Ebu Bekr el-Cezâirî, Eyseru’t-Tefâsir, s: 1050)

Buradaki “men-kim” edatı tümleç (mef’ul) ise, cümlenin anlamı; “illâ (ancak) kendisine izin verilenin şefâatı fayda sağlar” olur. (Kurtubî, M. b A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2029)

Âyette böylesine dehşetli bir gün söz edilince insanın hatırına gelebilecek ilk ihtimal olan başkalarından medet umma eğilimine işaret edilerek şefâatin Allah’ın izni ve rızasına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır. (Heyet, Kur’an Yolu, 3/556)

Mevdudî diyor ki; burada şefâat konusundaki sınırlamanın sebepleri anlatılıyor. Hiç bir melek, hiç bir peygamber, hiç bir aziz, ne de başka bir kimse, başkalarının hesap (amel) defterini bilemez. Allah ise herkesin iyi kötü amellerini, kimin bunlarla ne kadar mükâfat, kimin ne kadar ceza alacağını bilir. Şefâat için sınırsız bir özgürlük olsaydı insanın yaratılış amacı anlamsız hâle gelirdi. Bu âyete göre şefâat kapısı tümüyle kapatılmamıştır. Ancak Mevdudî arkasından geleneksel anlayışa uyarak, sâlih insanların bu dünyada yaptıkları gibi âhirette de diğer insanlara sempati göstermelerine izin verileceğini, fakat bu insanlar da şefâat için önceden Allah’ın iznini almaları ve doğru şefâatte bulunmaları gerektiğini ekliyor. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 3/277)

Ayet “O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasını şefâati fayda vermez.” Şeklinde anlaşılıyor (çevriliyor). Bu tercüme, âhirette şefaat edicilerin bulunacağı ön kabulüne dayanmaktadır. Âyeti “O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasına şefâat fayda vermez” diye de çevirmek de mümkün. Önceki çevirde  şefâat olayı özneye, ikinci çeviride nesneye nisbet edilmektedir.

Ayeti “ şefâat edicilerin şefaati fayda vermez” şevrildiği zaman, Kur’an’ın şefâat etmeye yetkili bir gruptan bahsettiği sanılır. Oysda ki âyet, müşriklerin kendileri ile Allah arasında aracı saydıkları varlıkları reddediyor, bu inancı boş kuruntu sayıyor.

 Eğer âyeti şefâatin kimsye fayda vermeyeceği anlamını öne çıkaracak şekilde tercüme edersek, şefâat edicinin Allah olduğundan şüphe edilmez. Zira şefâatın tamamı O’na aittir. (Zümer 39/44) (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 58)

  

4-“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır. O'nun izni olmaksızın, hiç kimse şefâatçi (şefi’) olamaz. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O'na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Yûnus 10/3)

Allah (cc) burada cahiliyye araplarının putların kendileri için şefaatçı oldukları inancını (kökten) reddediyor. (İbn Atiyye, A. Muharriru’l-Vecîz, s: 897)

Âyetin bağlamı:

Yûnus Sûresinin ana teması vahyin kendisidir. Sûre hakîm olan Kur’an âyetlerine dikkat çekerek söze başlıyor. Sonra Hz. Muhammed’e gönderilen vahyin gerekçesi açıklanıyor: İnsanları uyarmak, Rableri katındaki doğruluk makamının var olduğunu müjdelemek.

İnanmayanlara göre insanlara elçi göndermek şaşılacak bir şeydir ve peygamber olduğunu iddia eden de apaçık bir sihirbazdır. Belli ki Mekke müşrikleri bir yetime peygamberlik verilmesi, o yetimin atalarının dinini yalanlaması, iman edenleri cennetle, inkârcıları cehennemle müjdelemesi hoşlarına gitmiyordu. Âyet kâinatın Rabbbi ve tek hâkimin Allah olduğunu söyledikten sonra O’nun izni olmadan kimsenin şefâat edemeyeceğini haber veriyor. Arkasından da dünya hayatının ebedi olmadığı, herkesin Allah’a döneceği, sâlih amel işleyenleri ödüle, mücrimlerin ise ateşe kavuşakları tekrar hatırlatılıyor. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 73)

Âyet kafirleri ve müslümanları sonuç bakımından bir olmayacaklarını, inkârcıların güvendikleri şefâatçıların onlara asla yardım edemeyeceklerini vurguluyor. Zira hiç kimse Allah’ın izni olmadan başkasına şefâat edemez. Ne Mekke müşrikleri, ne da başka inkârcılar Allah’a rağmen hiç kimseden şefâat göremezler. Öyleyse onların yapmaları gereken şey sadece Rableri olan Allah’a ibadet etmek.

Müşrikler, Allah hakkında bilgi sahibi olmadıkları halde O’nunla ilgili değerlendirmeler yapıp, fiil ve iradesine tanım ve sınırlar getiriyorlardı. Bu çerçevede onlar putlar edinmişler, bunlara Allah katında kendileri için şefâatçi olma işlevi yüklemişler ve O’nun bir insana vahiy göndermesini de yadırgamışlardı. Böyle bir inancın, tavır ve düzenlemenin tutarlı olabilmesi için Allah’ın niteliklerini ve muradını bilmeye ihtiyaç vardır.

Allah (cc) bu âyette, putperestleri düşündürmek ve yanlış yoldan dönemelerine yardımcı olmak için kendi fiil ve sıfatlarından bahsediyor, sonra da “kendi izin vermedikçe nezdinde kimsenin şefâatçi olamayacağı” gerçeğini açıklıyor. Putperestlerin inancının makul bir dayanağı olabilmesi “Allah’ın, putların şefâat yetkisi verdiği” bilgisine sahip olmaları gerekir. Âyet böyle bir salahiyat söz konusu olmadığını ifade ederek putperestliğin önemli bir dayanağını ortadan kaldırmış oluyor. (Heyet, Kur’an Yolu, 3/104)

Bu âyetteki şefaatle ilgili iki görüş var: Birincisi; Allah’ın izni olmadan kimse şefaat edemez. Putlarımız şefâatçilerimizdir diyen müşriklere bir gönderme. İkincisi; Allah’ın yanında bir ikinci yoktur. Şefi’ kelimesinin çift manasına da geldiğini hatırlayalım. el-Cevzî, buradaki şefâate farklı bir anlam veriyor ve diyor ki: Yani bundan sonra O varlığın olmasını emreder, o da olur. (el-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesîr, s: 616)

Bazı Kur’an yorumcuları bu âyetten de hareket ederek, âhirette bazılarına şefâat için izin verileceği kanaatindedir.

el-Hâzin, Kendilerine izin verilenlerin şefâatinin fayda sağlayacağını söylüyor. Zira Allah kullarının maslahatını ve her şeyin doğrusu en iyi bilendir.  Kendisine şefâat için izin verilen, ancak şefâat etmesine izin verilene şefâat edecek. Ancak kâfirler bunıun dışındadır. “O’nun izni olmadan kimse şefaat edemez.” Çünkü bütün âlemde mutlak tasarruf sahibi O’dur. (el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 2/428)

Beydavî’ye göre bu âyet Allah’ın azamatini bir daha te’yid ediyor ve putlarının Allah katında kendilerine şefâat edeceğini sanan müşriklerin iddialarını reddediyor. Ancak bu âyet bazılarına şefaat izni verileceğini de isbat ediyor. (Beydavî, Ö. B. M. Envâru’t-Tenzîl, 1/428)

Şevkânî; puta tapanların şefaat iddilarının reddedildiğini söyledikten sonra, her konunun hikmetini ve doğrusunu bilen Allah’ın bazıları için şefâate izin vereceğini ekliyor. (Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadir, s: 719)

DİB tarafından bir komisyona yazdırılan tefsirde bu âyetle ilgili yukardaki değerlendirmeden sonra şu eklemeyi yapılıyor: “Şefâatle ilgili âyetlerin tefsirinde ifade edildiği (Mesela; Bekara 2/255) gibi Allah âhirette, diğer peygamberler ve özellikle Hz. Peygamber olmak üzere bazı kullarına şefâat izni verecektir, ancak bu kulların en önemli özellikle put veya yedek tanrılar değil, Allah’ın kulu olmaları, O’na iman ve itaat etmiş bulunmalarıdır.” (Heyet, Kur’an Yolu, 3/104)

Yani  melekler âdemoğullarına Allah’ın izniyle şefâat ederler. Ancak Tevhid ehli olmak şartıyla. Necm 26da geçtiği gibi Allah (cc) meleklerin muvahhidlere (Lâ ilâhe illallah diyenlere) şefâat etmesinden razıdır. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsîr, 2/81

M. Esed bu âyeti Bekara 255 ile karşılaştırıp “kim şefâat edebilir O’nun izni olmadan?” diyor. Sonra Kur’an’ın bu öğretileriyle, yaşayan ya da ölmüş bulunan peygamber ve velîlerin şartsız ya da kendiliklerinden şefâat ve aracılık yapabilecekleri yolundaki avamî (popüler) inancı reddettiğini ekliyor.

Bundan sonra da âhirette şefâate izin verileceğini şöyle açıklıyor: Kur’an'da başka yerlerde de işaret edildiği gibi (örn. Tâhâ 20/109. Enbiyâ 21/28. Sebe’ 34/23), Allah, dünya hayatında tevbeleri ve olumlu çabalarıyla Allah'ın bağışlamasını ve hoşnutluğunu zaten kazanmış bulunan günahkârlar için Hesap Günü'nde peygamberlere sembolik olarak şefâat etme, kayırma izni verecektir. Bir başka ifadeyle, peygamberlere verilen şefâat hakkı ya da yetkisi, bu anlamda, sadece Allah'ın bu günahkârları bağışlamasının bir ifadesi olacaktır. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/391)

Elmalılı âyeti şöyle tefsir ediyor: “O öyle yüce bir Rab'dır ki, O'na karşı hiçbir şefâatçi yoktur. Onun işine karışacak, emrine ve tedbirine müdahale edebilecek bir şeriki (ortağı) ve naziri (dengi), yani eşi ve benzeri olmak şöyle dursun, O'nun huzurunda hiçbir kimse için kendiliğinden şefâat edebilecek hiçbir yardımcı bile yoktur. Hiçbir zaman böyle bir yardımcı yoktur. Ancak O'nun izninden sonra. Yani O izin verirse, O'ndan izin çıkarsa ancak o zaman bir şefâat eden bulunabilir. Nebe’ Sûresi'nde de “O gün Rahman olan Allah'ın izin verdiklerinden başkası tek kelime bile söyleyemeyecek...” (Nebe' 78/38) buyurulduğu üzere, Allah’ın hikmetine ve rahmetine bağlı olarak verilen izin üzerine konuşacak olan şefâatçılar da hak ve savaptan, yani gerçekten ve doğrudan başka bir şey söyliyemiyecekler. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.) 4/445

S. Kutub önce şöyle söylüyor: “Her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şeye hükmetme yetkisi O’nundur. Allah katında yakınlaşmayı sağlayacak şefataçılar (aracılar) yoktur. Yaratıklardan hiç biri Allah, kendi iradesi ve planına uygun olarak ona şefâat izin vermeden şefaat edemez.” Arkasından; “kişinin şefâate hak kazanması, iman etmesi ve sâlih amel işlemesi ile gerçekleşir. Şefâatçıları aracı kılmakla değil. Böyle bir hüküm, müşriklerin heykellerine taptıkları meleklerin Allah katında reddedilemeyecek şefâatları olduğu inancını saf dışı etmektedir. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 3/1763)

Âyet bir gerçeği daha vurguluyor: Allah her şeye Kadir’dir. Hiç kimse O’na herhangi bir şey hakkında tavsiyede bulunmaya cür’et edemez. O’nun işleri yönetmesine hiç bir şekilde müdahele edemez. Onun emrinde bir değişiklik yapamaz, yahut bir kimsenin kaderini değiştiremez. Bir kimsenin yapabileceği en faz şey O’na yalvararak dua ederek başvurmaktan ibarettir. Ancak bu başvurunun kabul ya da  reddi temamen O’nun iradesine bağlıdır. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 2/306)

Bu âyetin şefaate izin vermediği görüşünde olanlar da var.

Âyetteki “illâ min ba’di iznih” cümlesi, Allah’ın büyüklüğüne ve azametine işaret etmektedir. (Zamahşerî, Ö. B. M. el-Keşşaf, 2/317)

Âyetin istisna kısmınından Allah’ın bazı kimselere şefâat etme izni vereceği anlamı çıkartılmamalı. Âyet, kendisine şefâat izni verilecekleri değil, hiç kimseye izin verilmeyeceğini anlatmaktadır. “Allah hiç kimseye şefâat yetkisi vermediği halde, bu şefâat iddiası da nereden çıktı” anlamında bir sorgulama yapmaktadır.

Âyet putlarının Allah katında şefâatçı olacaklarına inanan kâfirlere sesleniyor. Hiç bir temele dayanmayan kuruntularını yalanlıyor. Allah mülkünde ortaksızdır. Kulları arasında “kurtarıcı” vasfı ile konumlanacak aracı, şefâatçi, kayırıcı adı altında üçüncü kimselere asla yer yoktur. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 77)

 

5-“Allah katında, O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefâati yarar sağlamaz. (Şefâat için izin verilip de) kalplerinden korku giderilince birbirlerine, “Rabbiniz ne söyledi?” diye sorarlar. Onlar da “Gerçeği” diye cevap verirler. O, yücedir, büyüktür.” (Sebe’ 34/23)

Âyetin bağlamı:

Sebe’ Mekkî sûrelerdendir. Mekke döneminde inen âyetlerde, ya da o günlerde müslüman olan sahabeler arasında bugün müslümanların anladığı manada bir şefâatin söz konusu olmadığı açıktır. Öyleyse burada müşriklerin Allah’ın dışındaki güçsüz varlıklara verdikleri yanlış ilâh inancı ve yanlış yardım bekleme, yanlış aracılar arama inancı reddediliyor. 20. ve 21. âyetlerde Sebe’ kavminin İblis’e uydukları, ama İblis’in onlar üzerinde bir gücünün olmadığı söylendikten sonra 22. âyette söz müşriklerin putlarına getiriliyor. Meydan okurcasına “Allah’tan başka taptıklarınızı çağırın” deniyor. Onlar yerde ve gökte hiç bir şeye sahip değiller, Allah onlardan yardımcı/ortak edinmemiştir.  Arkasından da yalancı tanrılara yüklenen şefâat anlayışı red ediliyor.

Kimilerine göre bu âyette bazılarına şefâat izni verileceği söyleniyor.

Elmalılı’ya göre önce kendisine “makam-ı mahmud” verilen hz. Peygamber’e, sonra diğer peygamberlere, sâlih kimselere ve meleklere şefâat için izin verilecek. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 6/363)

Kendilerine şefâat için izin verilenler meleklerdir. Onlar da tevhid ehline Allah’ın izniyle şefâat ederler.  (Mukâtil b. Süleyman, Tefsîr, 2/64)

Beğavî’ye göre Allah (cc) şefaat konusunda “şunlar bizim şefaatçılarımızdır” dişyeleri yalanlama sadedinde böyle buyurdu. “...O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefâati yarar sağlamaz...” cümlesi; “Allah’ın izninden sonra kendisine şefâat edilene, şefâat fayda sağlar” şeklinde de anlaşılabilir. (Beğavî, H. b. M. Meâlimu’t-Tenzîl,  3/557)

Demek ki şefâat Allah’ın iznine bağlıdır. O da kendisine inanmayanlara, kendi merhametine layık olmayanlara şefâat edilmesine izin vermez. Müşriklerin âhirette kendileri için şefâat istemeye de hakları yoktur. Böyle bir izin ne meleklere, ne de başkasına verilir.  (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 5/2904)

S. Ateş, Allah’ın huzurunda ancak O’nun izin verdiği kimsenin şefâati fayda sağlar dedikten sonra şunu ekliyor: “Allah’ın da kime şefâat izni vereceği belli değildir. Müşrikler tanrı sandıkları şeylerin şefâat yetkisine sahip oldğunu bilemezler. Zira bu konuda ellerinde sağlam delilleri yoktur. Öyleyse onlardan şefâat ummaları anlamsızdır.” (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 7/251)

Mevdudî, “değil bir şeye sahip olmak, sahiplikte Allah’a ortak olmak, ya da Allah’a yardımcı olmak, huzurunda şefâat edecek kimse bile yoktur” diyor. Arkasından bazılarının  Allah katında bazı sevgili kullar olduğu, Allah’ı şefâatlarını kabule zorlayabilecek güçlü kişiler olduğu görüşünü eleştiriyor. Sonra da sadece Allah’ın izin verdiği kimse için O’nun huzurunda şefâat edebilecek diye ekliyor. (Mevdudî, E. Tefhimu’l-Kur’an, 4/526)

Bu görüşte olmayanlar da var.

Bu âyet, müşriklerin Allah’ın dışında bazı varlıklara tapınmalarının ne kadar anlamsız ve beyhude olduğunu açıklayan bir pasajın ortasında yer alıyor. Tanrı sanılan şeylerin bir şeye gücü yetmez, bir şeye sahip değiller, Allah da onlardan yardımcılar edinmez. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 68)

Bazı müfessirler diğer âyetlerde olduğu gibi burada da “illâ men ezine leh-kendilerine izin verilenler başka” kısmını, Allah’ın bazılarına şefâat izini vereceği şeklinde anlarlar.  Halbuki bu âyetin bu kısmı, birilerine şefâat izninin verilmesini değil, bilakis verilmesinin imkansızlığını anlatıyor.

Denmek istenen şudur: Kim kendisine Allah katında şefaat edecek aracılardan bahsediyorsa yalan söylemektedir. Çünkü Allah (cc) ne ona, ne de başkasına böyle bir izin vermemiştir. Bu iş o kadar imkansızdır ki, Kur’an’ın sırada cahiliyye araplarına bu konudaki olumsuzluk herhalde ancak böyle açık bir dille anlatılabilirdi. Şefâat temamen Allah’a aittir. “Allah isterse şefâat izni verir” demek, müslüman ciddiyetiyle bağdaşmaz. Çünkü tartışılan şey, Allah’ın istediği bir şeyin mümkün olup olmayacağı değildir. Tartışılan şey âyetin ne deyip demediğidir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 71)

Şefâate, “âhirette ödül takdimine mazhar olma” şeklinde mana veren M. İslâmoğlu, bu âyeti şöyle notlandırıyor:

Âyete, “li-men”in hem şefâat edilen, hem de şefâat edeni kasdetme ihtimalina binaen “kendisine izin verdiklerini dışında hiç kimsenin şefâati fayda vermez” anlamı da verilebilir.  Fakat buradaki “lâm”ın da gösterdiği gibi “tenfeu” fiili tümlece (mef’ule) geçmeyip özne (fail) üzerinde kaldığı için şefâatin  tür olarak tamamı olumszulanmıştır. Şefâat âyetleri şefâatin Allah’a ait bir yetkinin kula devri değil, Allah’ın takdir ettiği ödülün sahibine tevdii olduğunu gösterir. Ödülü veren Allah’tır. Ödülü takdim izni verdiğini de böyle onurlandırır. Âyetin öncesi ödülü gerçek sahibi dışında kimseden istememeyi ifade etmektedir.

Âyetteki diyaloğ ödül verilenlerle o ödülü sahiplerine tevdii etmekle onurlandırılanlar arasında geçiyor. Anlaşılan o ki bu ikinciler de büyük korku yaşayacaklar. Fakat onların endişesi ödül takdim işi çıkınca giderilmiş olacaktır. “

Âyetin son kısmı; “Hem “şefâat konusundaki hakikat neyse onu”, hem de “herkes neyi hak ettiyse on” anlamına gelir. Ama özellikle ödül sahibinin sadece Allah olduğu ve bu nedenle de ödülün kime verileceğini belirleme hakkının da zatına ait olduğu gerçeğini ifade eder.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/852)

Ancak şefâatin sözlük ve terim anlamlarına, öteden beri verilen manaların baktığımız zaman onun daha çok birine yardım için, ihtiyacını gidermek üzere yanında bulunmak, desteklemek,  daha iyi durumda olanın ona ardım etmesi için aracı olmak, tavasutta bulunmak manasına geldiği görülecektir. Şefâati âhirette “ödül takdimi” olarak anlamak bize göre zorlama bir yorumdur. Zira kelimenin yapısı ve kullanılışı bu manayı vermiyor.

 

6-“Allah onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Onlar, Allah rızasını kazanmış olandan başkasına şefâat edemezler. Onlar Allah korkusundan titrerler.” (Enbiyâ 21/28)

Âyetin bağlamı:

Enbiyâ suresinin baş tarafları hz. Muhammed’in müşriklere karşı verdiği nebevî mücadeleden bahsediyor. Müşriklerin yanlış peygamber, âhiret, ibadet gibi konulardaki yanlışlarını düzeltiyor, Peygamberin davetine karşı olumsuz tavırları kınanıyor ve kendilerine neyin rahmet olduğu açıklanıyor. Allah, müşriklerin O’na yakışmaya çalıştıkları sıfatlardan O münezzehtir. Uydurma tanrılara tapanlar tutarlı delil getirmelidirler. Bu konuyu aydınlatan önceki kitaplar ve Kur’an ortadadır. Önceki peygamberlere de yalnızca bir ilâha ibadet edilmesi gerektiği vahyedilmişti. 26. ve 27. âyetlerde Allah çocuk isnat edilmekten tenzih ediliyor.

Müşriklerin meleklerin Allah’ın çocukarı olduğuna inanıyorlardı. (Cin 72/3. En’m 6/101) Halbuki melekler Allah’ın şerefli varlıklarıdır. Onlar Allah’ın emrinden dıaşrı çıkmazlar, emir almadan konuşmazlar, O’nun emrinin önüne geç(e)mezler, O’nun emriyle hareket ederler. Allah onların her bilir. Müşriklerin sandığı gibi onlar şefâate izinli değillerdir. Allah korkusuyla titreyen melekler, nasıl olur da Allah rızasını kazanamayan kâfirler için aracı olabilirler?

Bazıları bu âyete dayarak âhirette bazı kimselere şefâat izni verilecği görüşünü savunmuşlardır.

Mesela; F. Râzî, bu âyetin “şefâatin büyük günah sahibi için olacağı hususunda en büyük delil” olduğunu ileri sürmüştür. Oysa burada şefâatten büyük günah sahipleri mi, küçük günah sahipleri mi pay alacağından bahsedilmiyor.   (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 66)

İbni Kesir, Bekara 255 ve Sebe’ 23 ile kıyaslayıp zımnen meleklere şefâat için izin verileceğini söylüyor. (İbn Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/505)

Taberî, bazılarının bu ayeti “melekler ancak Allah’ın razı olduklarına şefaat edebilirler” şeklinde anladığını aktarıyor. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 9/18)

İbni Abbas’a nisbet edilen bir görüşe göre melekler “lâ ilâhe illallah” deyip şehâdet getirmelerden razı olurlar. Mücâhid’e göre ise onlar, Allah’ın kendilerinden razı olduklarıdır. Müslim’de geçtiği gibi melekler yarın (Kıyâmette) şefâat edecekler. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2045)  Allah’ın razı olduğuna şefâatçılar şefâat ederler. Kendilerinden Allah’ın razı olduklarının kelime-i tevhid söyleyenler olduğu söylenmiştir. (Beğavî, H. b. M. Meâlimu’t-Tenzîl, 3232)

Meleklerin âhirette şefâat edecekleri sağlam kaynaklarda geçmektedir. (Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1094. Bir benzeri görüş için: İbn Atiyye, A. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1278. el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 3/224)

Bazıları meleklerin şefâatini bu dünyada Allah’ın razı olduğundan başkası için istiğfar etmezler şeklinde anlamışlar. (el-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesîr, s: 927)

Melekler Allah’ın razı olmadıklarına şefâat etmeye cesaret edemezler. Onlar ancak şefâati hak edenlerin sevaplarının ve saygınlıklarının artması için şefâat ederler. Bunları da Allah’a karşı saygı (haşyet) duygusu ile yaparlar. (Zamahşerî, M. b. O. el-Keşşâf, 3/110)

“Melekleri Allah’ın kızları kabul edip onlara tapan müşrikler, meleklerin Allah’ın katında kendilerine şefâat edeceklerine inanıyorlardı. Oysa Allah kimin için şefâat edilmesine izin verirse ona şefâat edilecektir. Bunlar da dünya hayatında Allah’ın dinine rıza göstermiş, günâhları olsa bile iman yönünden O’nun rızasını kazanmış kimselerdir.” (Heyet, Kur’an Yolu, 3/573)

Mevdudî burada meleklerle birlikte velilerin bile şefâat edebileceğini ileri sürüyor. Diyor ki: “Bu iki âyet müşrikleri melek olarak kabul etmelerine sebep olan işi gerekçeyi reddediyor. Birincisi; onlar melekleri Allah’ın çocukları (kızları) sayıyorlardı. (Bu İslâma göre şirktir.)

İkincisi; Meleklere ibadet ettikleri için, melekler bundan razı olup kendileri için Allah katında şefâatçi olacaklarını zannediyorlardı. (Yûnus 10/18. Zümer 39/3) Kur’an, müşriklerin şefâat inancını, meleklerin bu işe yetkili olmadıklarını söyleyerek red ediyor. Zira melekler gaybı bilmezler. Buna göre melekler, peygamberler ve veliler ancak Allah’ın izniyle şefâat edecekler. Şefâati dinleme ve kabul etme yetkisi Allah’a mahsus olduğuna göre, başkaları ibadete layık değildir.” (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 3/305)

Şefâat meselesinin, Allah’a çocuk isnad etme bağlamında ele alınması dikkat çekicidir. Melekleri ve cinleri Allah’ın kızları, İsa ve Üzeyr gibi peygamberleri Allah’ın oğlu sayan, böylece ilahlığı paylaştıran zihniyet, bu uydurma ilâhlara şefâatçı vasfını verirler.

Farazi temsille anlatılmak istenen şudur: Melekler ilâh olsaydılar belki size şefâat edebilirlerdi. Ama olmadıklarına göre şefâati sadece Allah’tan bekleyin. Melekler, Allah’ın razı olmadığı sizin gibi müşriklere şefâat etmezler. Kimseyi kayırmazlar. Âyetteki “li-men ırteda” sözü “meleklerin razı olduğu” değil, “Allah’ın kendisinden razı olduğu kimse” demektir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 64-65)

 

7-“O’nu bırakıp taptıkları şeyler şefâat edemezler. Ancak bilerek hakka şâhitlik edenler bunun dışındadır.” (Zuhruf 43/86) 

Burada Allah’ın yanında kendilerine şefaatçı olmaları için meleklre taptıklarını söyleyen müşriklerin iddları reddediliyor.

Âyetin bağlamı:

İnsanlar hesap gününe kadar serbesttir. Dileyen dilediği gibi inanıp yaşayabilir. Ancak yerde de, gökte de ilah sadece âlemlerin Rabbi Allah’tır. Âlemlerin mülkü de O’na aittir. O pek Yüce Olan  Allah her şeyi bilendir, her şeyin hükmünü verendir. Arkasından da insanların taptıkları uydurma nesenlerin şefâat edemeyecekleri, yani âyet onlara hesap günü kimsenin yardımcı olamayacağını, aracılık yapamayacağını haber veriyor. 

Zuhruf Sûresinde genel olarak müşriklerin inançları tenkit ediliyor. Şefâat de onların inançlarının bir parçasıdır. Burada onların dünyada veya âhirette şefâat beklentileri boşa çıkarılıyor.

Âhirette şefâatin olacağını kabul edenlerin delil olarak aldıkları ayetlerden biri de budur.

İbni Kesir, buradaki “illâ”yı munkatı’ istisna kabul ediyor ve basîret ve ilimle hakka şâhit olan bir kimsenin, Allah’ın verdiği izinle şefâate mâlik olabileceğini söylüyor. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 3/298)

Hz. İsa’yı, Üzeyr’i veya melekleri ilâh zannedenler... Bunlara Allah izin verinceye kadar şefâat etmeye güç yetiremezler. Âyetteki “men-kim” edatı özne olarak alınırsa o zaman mana; “Allah başka taptıkları tanrılar şefâate mâlik olamazlar” olur. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2786)

Bu âyetteki istisna hkıkında âlimler ihtilaf ettiler. Katade diyor ki: Kendilerine ibadet edilen hz. İsa, Üzeyr ve melekler istisna edildiler. Mana: Bunlar Allah (cc) bunlara tahsis ettiği için şefâate malik olabilirler. Zira onlar hakka şâhitlik etmişler ve onların hallerini biliyorlar. Bu yoruma göre burada “muttasıl istisna” var. Mücahid ve başkalarıan göre istisna kendilerine şefâat edileceklerle ilgilidir.  Sanki şöyle diyor: Melekler, hz. İsa ve Üzeyr, ancak hakka şâhitlik yapanlara, Tevhid bilenlere şefâat edebilirler. Bu yorum istisnanın munkatı’ olmasına göredir. Bana göre birinci yorum daha doğrudur. (İbn Atiyye, A. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1689. Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1577)

“illa men şehide bi’l-hak-bilerek hakka şahitlik eden hariç” cümlesinde muttasıl istisna da, munkatı’ istisna da olabilir. Birin takdirde mana şöyle olur: Allah’dan başka yalvardıkları şefâat edemez. Ancak hakka şâhitlik edenler şefâat edebilirler. İkinci takdirde mana: Allah’tan başka yalvardıkları şeyler (burada melekler) ancak hakka şâhitlik edenlere, şuurlu bir şekilde hakka iman edenlere şefâat edebilirler. Enbiyâ 28 de bu manayı te’yid eder. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 8/271)

Bu âyetin iniş sebebi şudur: Müşriklerin ileri gelenlerinden Nadr b. el-Haris ve beraber birisi; “Eğer Muhammed hakkı söylüyorsa biz de meleklere yöneliriz. Onlar şefâat etmeye Muhammed’ten daha layıktırlar” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Burada iki mana var: Birincisi; “müşriklerin Allah’tan başka yalvardıkları yani ilâhları, ikincisi; bazılarının taptıkları hz. İsa, azizler ve melekler kasdediliyor olabilir. Her ikisi de hiç kimseye şefâat etmeye malik değiller. Hakka şahit olanlar ise şefâate hak kazanırlar. (el-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesîr, s: 1285)

Âyet bir kaç anlama gelebilir. Birincisi; tanrı haline getirilenler şefâat edemezler. Zaten kendilerinin bir gücü yoktur, kendilerine tapanlar da mücrim olarak mahşere gelirler. Ancak insanlardan şuurlu bir şekilde, bilerek iman edenler, şefâat edebilmeye hak kazanırlar.

İkincisi; kendilerine şefâat izni verilenler ancak şuurlu bir şekilde hakka iman edenlere (şehâdet getirenlere) şefâat edebilecekler. Üçüncüsü; taptığı şeyin Allah’ın katında şefâat edebilecek kadar güçlü olduğunu, kendisini neye inanırsa inansın ateşten koruyabileceğini iddia eden sapıklıktadır. Zira Allah’ın katında hiç kimsenin böyle bir yetkisi yoktur. Dünyada ne yaparsa yapsın birileri onu âhirette kurtarır düşüncesi safsatadır. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 5/289) 

Mevdudî’nin bu görüşü diğerleri kadar tutarsızdır, hatta Tevhid açısından tehlikelidir. Ona göre müşriklerin mabud edindikleri varlıkların bir kısmı şefâate ehil olamazlar, çünkü bunlar sapıklık içinde yaşamış olanlardır. Diğer bir kısmı ise ilme dayanmış, şuurla hakka şâhitlik etmiş olanlardır. Mevdudî muhtemelen bununla Allah’tan gayri ilâh edinilmesinde dahli olmayan peygamberleri veya sâlih kimseleri kasdetmektedir. Bunun tipik örneği hz. İsa’dır. Ancak zuhruf 86 ondan değil, uydurma tanrılara tapmanın batıllığını anlatmaktadır. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 51)

Kıyâmette Allah’ın evladı veya ortağı vardır diye inanan hiç kimse onlardan birileri için aracılık yapamaz, şefâatçi olamaz. Oysa hakkı (gerçeği) gören ve iman edenlerden başkası için şefâat söz konusu değildir. Hakka iman eden birinin de onu inkâr eden için de şefâatçi (aracı, iltimascı) olması düşünülemez. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 5/3204)

Bu âyetin şefâat izni vermediğini ileri sürenler de var. Şöyleki:

Burada şefâatin olmadığı söylenmeden önce mülkün temamen Allah’a ait olduğu bir daha dile getiriliyor. Buna göre mülk ile şefâat arasında bir bağlantı vardır. Kimin mülkten payı yoksa onun şefâatten de payı yoktur. Dünyanın ve ahiretin rabbi mülkteki yetkisini kimseye vermediği gibi, şefâat de tümüyle kendisine aittir. İlâhlarda var olduğu zannedilen şefâat yetkisi bir vehimden ibarettir. Mülkünde ortağı olmayan Allah’ın şefaat yetkisini kendi yarattığı bir kulla paylaşmasını düşünmek uygun değildir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 47)

Müfessirler her ne kadar bu âyette müşriklerin hz. İsa’yı, Üzeyr’i (azizleri), melekleri ilâhlaştırdıklarını söyleseler de, tanrı haline getirilenler tarihten beri bunlarla sınırlı değil. Dolaysıyla âyetin şefâati umulan bütün uydurma tanrıları ve tanrılaştırılmış kimseleri kapsadığını söyleyebiliriz. Zira insanoğlu insanları putlaştırmaya meleklerden başlamış, peygamberlere, oradan da azizlere ve ermişlere doğru gitmiştir.  (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 48-49)

Âyetin ikinci kısmı doğru anlaşılmazsa, bazı varlıklara şefâat izni verildiği kanaatine yol açar. Putlar hiç bir zaman şefâate yetkili değil ama, hakka uyan İsa, Üzeyr ve melekler mü’minlere şefâat edebilirler diye anlaşılabilir. Bu kanaat Mekkelilerin inancıyla örtüşüyor. Zira onlar da meleklerin şefâat edeceklerine inanıyorlardı. İsa ve Üzeyr yerine de kendi azizlerini, ulularını koymuşlardı.

 Kur’an’a göre onlar ilâh olmadıklarına göre şefâate de yetkileri yoktur. Eğer şefâate yetkileri olsaydı onları Allah’ın oğlu sayanları bu kadar ağır dille eleştirmezdi. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 48)

Âyetteki istisna cümleri Âyete’l-Kürsî’deki “illâ bi-iznih” sözlerine benziyor. (Yukarıdaki âyetlerde de benzer istisnalar geçmişti.) Bu istisnada, şefâat etmek üzere bazı kullara yetki verileceği anlamı çıkmadığı gibi, Zuhruf 86daki “bilerek hakka şahitlik edenler şefâat edecek” manası da çıkartılmamalı. Öncelikle Mekkeli müşriklere sesleniliyor: “Sizler, kendi boş kuruntunuzun sonucu bazı yaratıklara tanrısal güçler izafe ediyorsunuz. Onlar kim, Allah katında şefâatçi olmak kim? Allah katında şefâatçi olmak için her şeyden önce “bilerek hakka şâhitlik eden” kimseler olmak gerekir.” Ne var ki Allah (cc) bunu yapanlara bile şefâat imtiyazı vermedi. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 48-49)

 

 

c-Şefâatin yalnızca Allah’a ait olduğunu söyleyen âyetler:

Şu âyet mü’min, kâfir, ehl-i kitap ayrımı yapmadan her insana hitap ediyor:

1-“Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost (veli), hiçbir şefâatçi (şefi’) yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?” (Secde 32/4)

Ayetin bağlamı:

Secde Sûresi Mekkîdir ve ana konusu tevhid, âhiret, peygamberlik ve bunlara davettir. Sûre huruf-u mukattaa ile başlıyor. Sonra ilâhi Kelâm’ın âlemlerinden Rabbinden olduğu söyleniyor. Takip eden âyette inanmayanların Kur’an’ı peygamber uydurdu dediklerini söyledikten sonra onun Allah’tan gelen bir hakikat olduğu, kendilerine uyarıcı gelmemiş bir toplumu uyarmak için gönderildiği ekleniyor. 4. âyet şefâat konusundaki geleneksel müşrik yanılgısını hatırlatıyor ve insanların hepsine hitap ederek, hükümranlığın Allah’a ait olduğu, insanları O’ndan koruyacak bir veli’nin ve bir şefâatçinin olmadığını söylüyor. Bir sonraki âyetlerde de nerede yapılırsa yapılsın, nasıl olursa olsun; bütün işlerin O’na yükseldiği, her şeyi bilenin ve her işi mükemmel olanın Allah olduğu haber veriliyor.

İnsan O’nun rızasını elde edemezlerse, onlar için ahirette ellerinden tutacak bir veli (yardımcı), aracılık yapabilecek bir şefaatçi bulamazalar. Çünkü her şey hükmeden O’dur. Her şeyi Yaratan ve her şeye Kadir olan O’dur ve yaratıkların mutlak velisi de O’dur. O’nun izni olmadan kimse şefaat (aracılık) edemez. (Havv, S. es-Esas fi’t-Tefsir (öev.) 11/317)

Kur’an Yolu tefsiri bu âyetle ilgili şunları söylüyor: “Allah’tan başka şefâatçinin bulunmadığı..” ifade edilirken müşriklerin/putperestlerin; “Biz göklerin ve yerin bir yaratıcısının bulunduğunu kabul ediyoruz. Fakat bu putlar gezegenlerin sûreti (sembolü) olduğundan biz onlardan güç ve destek alıyoruz”, bazıları da, “Bunlar meleklerin sûreti olup bize şefaatçi olacaklardır” diyorlardı. Bu iddiaya karşı Allah’tan başka ilah bulunmadığı gibi Allah’ın izni olmadan kimsenin yardımcı ve şefâatçi de olmayacağı bildirilmektedir. (Râzî, 25/171’den) Arkasından “Allah şefâat eden değil, katında şefâat edilendir. Ancak O’nun katında şefâat edecekler O’na rağmen, O’ndan bağımsız olarak değil, O’nun izinve rızasıyla şefâat edebilecekler” diye ekliyor. (Heyet, Kur’an Yolu, 4/321)

Şüphesiz ki Kur’an’ın anlattığı Allah’a inanan bir kimse, yerde ve gökte Allah’tan başka bir veli (dost veyardımcı), O’ndan başka şefâat edici bilmez.

Gerçek bu iken kimileri aptallıkları yüzünden Allah’ın dışında O’nun mülkünde, O’ndan başka tanrı anlamında veliler, yardımcılar, destekçiler ararlar. Kendilerini yaratıp ve rızık veren Allah dururken uydurma tanrılara ibadet edenler, onlardan şefâat umanlar bir saçmalığın içine düşerler. Böylelerinin ilâh edindikleri Allah’ın yaptığı yardımı yapmaya muktedir değillerdir, Allah’tan gelebilecek bir belâyı savamazlar, hak ettikleri cehennemden kurtulamazlar.

 

2-“Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler (şüfeâu) mi edindiler? De ki: “Hiçbir şeye güçleri yetmese ve düşünemiyor olsalar da mı?” (Zümer 39/43) 

Bu âyet meleklerin kendilerine şefâatçi olacağını zanneden Mekkeli kafirler hakkında indi.  Âyet soruyor: “şefâat hakkında bir şey bilmedikleri halde de mi” meleklerden şefâatçı bekliyorlar?  (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/135)

Ayetin bağlamı:

Zümer Sûresinin başka adı olsaydı herhalde “dini Allah’a has kılma sûresi” olurdu. Zira bu sûrede dini Allah’a has kılmanın ilkeleri veriliyor, yolları gösteriliyor, Tevhid inancının boyutları anlatılıyor. Şefâat bu sûrede de bir kez daha müşrikler bağlamında ele alınıyor. Ancak herkesi bağlayıcı, her zaman geçerli açıklama yapılmaktadır. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 207)

Zümer 39/41. âyette Kur’an’ın insanın hayrına olsun diye indirildiği, kim doğru seçerse kendi lehine, kim de sapıtırsa kendi aleyhine olacağı, Peygamberin bundan sormlu olmayacağı söyleniyor. Bir sonraki âyette herkese tayin edilmiş bir ecelin olduğu farklı ifadelerle haber veriliyor. Arkasından da hayali, uydurma şefâatçı arayanların tutumları kınanıyor. Arkasından da şefâatin, bir anlamda şefâate izin verme yetkisinin temamen Allah’a ait olduğu vurgulanıyor.

Zümer 3. âyet, içinde şefaat kelimesi geçmiyor amma sanki yanlış şefâat inancına işaret ediyor. “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar (tanrı anlamında veliler) edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” Burada geçen “min dunillah” “Allah izin vermediği halde-min duni iznih”, “Allah’ın rızasına rağmen” manasına gelir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 207)  

Kur’an’ın bütün uyarılarına rağmen, müşriklerin sımsıkı sarıldıkları şefâatle ilgili; “Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi buldular?”diye hayret soruluyor. Halbuki onların şefâatlerini umdukaları varlıklar hakkında “hiç bir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezseler de mi (böyle yapacaksınız)” (Zümer 39/43) deniyor. Bu putçuların şefâat davasını kökten iptaldir. Diğerleri hakkında da; bütün şefâat hakkı Allah’a aittir. O’nun izni olmadan hiç kimse O’nun huzurunda şefâat edemez. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 6/499)

Bazı insanlar, kendi kendilerine bazı zatların Allah’ın yanında etkili olacağını ve ricalarını geri çevirmeyeceğini zannediyorlar. Oysa bunun hiç bir delili yok. Allah’ın bazı kişilere yetki verdiğine dair ellerinde bir belge de yok. Peşlerin gittikleri kişiler de Allah’dan aldıkları bir belgeyi gösteremiyorlar. Bütün bunlara rağmen Allah’a kulluğu bırakıp, aracı (şefaatçi) sandıkları zatlara sarılıyorlar. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 5/115)

 

3-Şu âyet şefâat konusuna nokta koymaktadır: “De ki: “Şefâat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer 39/44)

Âyetin bağlamı:

Bundan önceki âyet soru ile Allah’tan başka şefâatçı arayanların çabasının boş olduğunu söyledikten sonra bu âyet hemen herkese, kesin bir vurgu ile “Şefâat tümüyle Allah’a aittir” diyor. Biz her ne kadar Allah’a ait olan şefâatın mahiyetini bilmesek de Kur’an’ın hükmüne uymaktan başka çare yok. 

Bazı müfessirler bu âyetten de Allah’ın dilediklerine şefâat izni vereceği manasını çıkarıyorlar.

Mesela; Allah (cc) şefâatin tümüyle kendi iznine bağlı olduğunu söyledikten sonra azamet, göklerin ve yerin sahibi olduğunu açıklıyor. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/135)

Zümer 43. âyetteki soru böyle düşünenleri aşağılama ve hafife alma amacına yöneliktir. Zira onlar meleklerin heykellerine tanrı diye, şefâatçi diye tapınıyorlardı. Hiç bir şeye sahip olmayan heykeller mi bunlara şefâat edecekmiş? Bu sorudan sonra şefâat yetkisinin temamen kendi elinde olan da Allah (cc), onu dilediği kimseye şefâat izni verecek olan da O’dur. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 5/3055)

Yani hiç kimse Allah’ın yanında kendiliğinde şefâat etmeye kalkışamaz. Kime izin verip, kime vermeyeceğini de O bilir. Ayrıca kimin için şefâat izni verilmişse sadece ona şefâat edilir. (Mevdudi, E. Tefhimu’l-Kur’an, 5/115)

“gul lillahi’ş-şefaatu cemian-De ki şefaatın hepsi Allah’a aittir.” Buradaki (lillah’taki) “lâm” mülkiyet lâmıdır. Bu âyet şefâatin başkasına ait olamaycağın, sadece Allah’a ait olduğunu kesin bir şekilde hükme bağlıyor. Başka söze gerek var mı dercesine. Çünkü dünyada da, âhirette mülk (âlemler) ver hüküm Allah’a aittir. O her şeye hâkimdir, her şeyde O’nun sözü ve hükmü geçerlidir. Şefâat da her şeyi bilen Allah’ın yetkisindedir. Herkes eninde sonunda O’na dönecek (Zümer 39/44). Din gününde (kıyâmette) insanları o yargılayacak, herkesin yaptığının karşılığını O verecektir. Allah (cc) bu yetkisini kimseyle paylaşmamıştır, paylaşmayacaktır. O’nun kulları ile ilgili tasarrufunda bir aracıya, bir kayırmacıya, bir iltimascıya ihtiyaç yoktur. Zira O mutlaka adalet sahibidir. Orada herkes yaptığının karşılığını alacaktır ve hiç kimse haksızlığa uğratılmaycaktır. (Yâsîn 36/54)

Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur” sözü “şefâatin tamamı Allah’a aittir” hükmünün illetidir. Bu şekilde elinde mülk olmayan birisi “ben de şefâat ederim”, mülke sahip olmayan biri için de “o şefâate yetkilidir” dememeli. Zamahşerî’ye göre “göklerin ve yerin mülkü Allah’a aittir” kelâmı, “şefâatin tümü Allah’a aittir” hükmünün bir izahıdır. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 210-211)

Unutmamak gerekiyor ki bu ve bir kaç ayet şefâati sadece Allah’a tahsis ediyor. İçinde “illâ bi-izni-O’nun izni müstesna” şeklinde geçen âyetleri bu bağlamda ele almak gerekir. “Burada şöyle bir soru akla gelebilir: İstisna cümleciğiyle gelen âyetleri bu âyet ışığında anlamak yerine, bu âyeti onların ışığında anlayamaz mıyız? Mesela bu âyete, âyette olmayan bir parantez içi takdir kullanarak ayeti “Şefâate (izin verme) yetkisi temamıyla ve sadece Allah’a aittir” şeklinde anlayamaz mıyız? Bunun biri “asla” olan, diğeri de “evet” olan iki cevabı vardır.

Kur’an’da geçen şefâat âyetlerinin yirmiüç tanesinin belâğat çatısı olumsuzlama (nefy) üzerine kuruludur. Bu olumsuzlama“lâ, mâ, men, leyse, lem, em” ile yapılır. Geriye kalanlardan birisi müşriklerin ağzından nakil (Yûnus 10/18), diğeri de şefâati temamen Allah’a hasreden bu âyettir. Buna göre 25den geriye kalan bu iki de delâleten bu menfi (olumsuz) çatıya dahil olur. Bu olumsuzlama garip değildir. Zira Kur’an şefâatten, şefâati isbat için söz etmez. Muhatapları inkâr ediyormuş da, Kur’an onları imana çağırıyor gibi değildir. Durum tam aksinedir. Kur’an’ın ilk muhataplarının Allah’tan başkasına kulluk etme gerekçeleri onların kendilerine şefâat edeceği inançlarıdır. (Zümer 3e bakılabilir) Şefâatin tümüyle olumsuz çatı halinde gelmesinin sebebi işte müşriklerin bu sapık inançlarını hedef almaktı.

Şefâat âyetleri buradaki gibi onu mutlak red  ve Allah’a tahsis şeklinde gelmedi de, bir kısmı neden istisna cümlesi ile geldi? Evet, 25ten 8 tanesi istisnâ cümlesi ile geliyor. Ancak hepsi aynı kalıpta değil. Şefâati hem onu Allah’a tahsis eden âyetler ışında anlayacağız, hem de istisnâyı dikkate alacağız; bu çelişki olmaz mı? Çelişki insanın zihnindedir. Kur’an’da çelişki olmaz. Bunun açıklaması şudur: İstisnâ cümlesinde izin verilecek şey “şefâat” değil, Allah’ın şefâati takdim, bildirme iznidir. Tıpkı peygamberlerin Allah’ın insanlığa gerçek şefâati olan vahyi iletmeleri gibi.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/920)

Ancak istisnâ ile gelen âyetler “şefâati takdim izni”nden değil, Allah’ın “şefaate izin” vermesinden bahsediyorlar.

Bu konudaki âyetlerin bütününden çıkarılan sonuç şudur: Mutlak anlamda şefâat Allah’a aittir, şefâatın doğru adresi de her şeyin Mutlak hâkimi Allah’tır. Bundan dolayı “şefâat ya Rasûlelleh” yerine; “şefâat ya Allah” demek daha doğrudur.

Yukarıdaki âyetlerde başkasının şefâat edebilmesinin Allah’ın iznine tabi olduğunun ifade edilmesi, bazılarına göre mutlak güç ve yetkinin O’na ait olduğunu anlatmak içindir.

 

-Şefâat hakkında bir kaç söz

Baştada söylediğimiz gibi şefâat konusu oldukça tartışmalı bir konudur. Tartışma sadece Kur’an’a göre şefâat var mı yok mu, Allah’ın birilerine şefâat için izin verip vermediği konusunda değil, şefâati ne olduğu, kimlere izin verildiği, kimlerin şefâati hak ettiği, dünyada ve ahirette şefâatin nasıl işleyeceği, hz. Peygamber’in şefâatinin boyutları, şefâatle ilgili hadislerin doğru anlaşılması, onların sağlam olup olmadıkları, âhirette hiç bir şefâatin olmadığını söyleyen âyetlerle, şefâate izin verildiği düşünülen âyetler ve hadislerle Kur’an arasında çelişki olup olmadığı, “makam-ı mahmûd” şefâat ilişkisi, büyük günâh şefâat ilişkisi, istiğâse, istimdad, tevessül ilişkisi ve benzeri  konulardadır.

Takdir edilir ki bu kadar karmaşık ve çetrefilli bir konuda bütün âlimlerin, Kur’an yorumcularının, mezheb ve tarikat bağlılarının, geleneğin etkisinde yetişenlerin, şefâat kültürüyle ve çocukluğundan beri “şefâat ya Rasûlelleh” diye büyüyenlerin bu konuda ittifak etmeleri mümkün değildir.

 

tevhidi akidenin şekillenmesinde en önemli kavramlardan birisi de "şefaat"tır. şurası bir gerçek ki, her söz, istenildiği zaman farklı anlamlara çekilebilmekte ve zamanla anlamları aslından uzaklaşıp günün problemleriyle ilgili apayrı bir fonksiyonu üstlenebilmektedir. milyonlarca insana rehberlik eden ilahi bir kitap olarak kur'an metin olarak olmasa da anlam açısından resulullah?ın vefatından sonra çok fazla dış tesirlere maruz kalmıştır.

" de ki: ''bütün şefaat allahındır. göklerin ve yerin mülkü o'nundur. sonra o'na döndürüleceksiniz. (39:44) . http://forum.memurlar.net/konu/448089/2.sayfa

yukarda verilen ayetlerle genel hatları çizilmiş olan ''şefaat'' olaylara ve inanış biçimlerine göre yine ayetlerle ve farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır. akaid kitaplarının hemen hemen hepsinde ''hesap gününde şefaatın olmayacağı'' şeklindeki ayetlerin aslında kafirleri kastettiği, müslümanları kastetmediği ve müslümanlar için şefaatın mutlaka varolduğu anlatılmaktadır. delil olarak ise ''allah'ın izin verdiği kimselerin şefaat edebileceği'' şeklindeki ayetler . (20:109, 34:23, 21:28, 2:255, 19:87, 53:26) verilmektedir. bu ayetler tek tek okunduğunda, siyak ve sibakına bakılmadığında hepimize aynı anlayışı verebilir, bir de ayet tercümelerinin dikkatli yapılması ve bir takım anlayışların etkisi altında kalınmaması gerekir.  

http://forum.memurlar.net/konu/448089/2.sayfa

 “Şefâat meselesi imanın tarifi ve dolaysıyla amelin imandan bir cüz’ olup olmamasıyla ilişkilidir. Ameli imandan bir parça sayan Havâric ve Mu’tezile’ye göre büyük günah işleyip de şartlara uygun tevbe etmeyip ölen kinmsenin âhirette şefâate nail olması mükün değildir.

Bunlar şefâati “imanı ve ameli sayesinde kurtuluşa erişmeyi hak eden kimselerin cennetteki makamlarının yükseltilmesi” manasında yorumladılar. Ehl-i Sünnet alimleri ise imanı ve en azından kalbî ameli bulunan kimsenin şefâate mazhar olabileceğini kabul ederler. Zaten bir çok âyet ve hadis de bunu ifade etmektedir.

Allah katında kimlerin şefâat edeceği belirlenmesi mümkün olmadığından,, belli şahısların değil “iyilerin” şefâatine nail olmayı talep etmek isabetli olur.” (Topaloğlu, B.-Çelebi, İ. Kelâm Terimleri Sözlüğü, s: 287)

İ. Canan, eskiden beri münakaşa edilen şefâatı sapık fırkaların herhangi bir delile dayanmadan, kişisel te’villerle inkar ettiklerini, ehl-i sünnetin ise bu konuda ittifak ettiğini söylüyor. Sonra Nevevî’den, Kadı İyaz’ın görüşünü aktarıyor. Ona göre Tâhâ 109, Enbiyâ 28 âyetleri açık bir şekilde şefâatten bahsediyorlar. Pek çok hadis var, bunlar da tevâtür derecesine ulaşmış diyor. Selef ve sonradan gelen ehl-i sünnet bu konuda icma etti.  Mu’tezile’den bazıları ve Havaric, şefâati inkar ettiler. Onlar günahkârların ebedi cehennem kalacaklarını ileri sürerler. Bu hükümlerini Müdessir 48, Mü’min 18 gibi âyetlere dayandırırlar. Halbuki bu âyetler kâfirler hakkındadır. Onların, şefâati derecelerin artırılması olarak açıklamaları da isabetli değildir. Hadislerin lafzı onların görüşlerini çürütür ve kendilerine ateş vacip olanların şefâatle ateşten çıkarılacağı hususu pek açıktır.” (Canan, İ. Kütüb-ü Sitte ter. 13/85)

Abduh diyor ki; “Şefaatin varlığı hakkında gelen şeyler, müteşabihat çerçevesinde değerlendirilir. Nitekim selef mezhebi mensupları bu olayı işi başkasına havale etmek (tefviz) ve teslim olmak diye değerlendiryor. Bu aslında öyle bir meziyettir ki, Allah kullarından dilediklerine Kıyâmet gününde bunu tahsis eder. Bu durum da ancak “şefâat” kelimesi ile anlatılmıştır, başka değil. Ancak şefâat denen olayın mahiyeti nedir, ne değildir, gerçek manası nedir., biz bunu tam bilmiyoruz. Buna böyle inanmakla beraber örfte insanların birbirine aktarıp anlattıkları manadaki bilinen bir şefâat anlayışından Allah’ı tenzih ederiz. Yani halkın anladığı manadaki şefâat ile Hakkın muradı olan şefâat aynı şeyler değildir.

Bu konuyu te’vil yoluyla ele ala halef mezhebi mensuplarının görüşlerine gelince; bize göre biz bu şefâat olayını, bir dua olduğu anlamına yorumlarız. Bu manadaki bir duaya da Allah icabet eder. Kaldı ki şefâat konusu ile ilgili olarak gelen rivâyetler zaten bu gerçeğe delâlet etmektedir. (Abduh, M.-Rıza, R. Tefsiru’l-Menar (Çev.), 1/424-425)

Esasen bu manada şefâat şu demek değildir: Allah sırf şefâatçının birini kurtarmak niyetiyle başvurması halinde, şefâatçının hatırı ve gönlünü almak için birinin kurtulması amacıyla girişimini kabul ederek, o kişiyi bağışlamasıdır. Daha önceki murat ettiği, iradesinden şefâat eden adına feraget etmektir. İşte şefaat bu demek değildir.

O halde şefaat Allah’ın ezelî olan iradesinin bir gereği olarak yapılan dua sonucunda emrini uygulamasıdır. (Abduh, M.-Rıza, R. Tefsiru’l-Menar (Çev.), 1/425)

Bu, gurura kapılan kişini giderek gururunu güçlendirecek manasında bir şefâat da değildir. Çünkü bu manada bir şefâat dini basite indirgemek, onun emir ve yasaklarıyla eğlenmek demektir ki, işte herhangi bir kimsenin şefâatini beklemek bu manasıyla o kimsenin veya kimselerin dinin hükümleriyle eğlenmeleri demektir. Bu manada birine dayanarak ve güvenerek bir şefâat söz konusu değildir.

Aksine bu konuda her şey Allah’ın kudreti dahilindedir. Onun izni olmaksızın hiç bir şey gerçekleşmez. Şefâat olayı da bu gerçeğin içindedir. Çünkü âhirette kişiye yarar sağlayan tek şey, o kişinin Allah’a itaati ve O’nun rızasını kazanmasına bağlıdır. “Artık şefâatçilerin şefaati fayda vermez...” (Müdessir 74/48-49. Enbiya 21/28) (Abduh, M.-Rıza, R. Tefsiru’l-Menar (Çev.), 1/424-425)

Âhiretteki şefâat; dünyada işlenen bazı günahların âhirette cezalandırılmasından vazgeçilmesi için talebte bulunmak, aracı olmak ve bunun için dua etmektir. Şu halde şefâat, bir mü'minin günahlarının bağışlanması için Allah'a dua edip yalvarmaktır.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), "Her Peygamberin bir duası vardır. Ben ise, inşaallah duamı kıyamet gününde ümmetime şefâat etmek için saklamak istiyorum" buyurmuştur (Buhârî, Daavât, I; Tevhid, 31; Müslim, Nşr. M. Fuâd Abdulbaki, İman, 86).

Ahirette, kendilerine şefâat izni verilen her şefi'in şefâatının sınırı, Allah katındaki yakınlığı ve derecesi nisbetinde nail olacağı izin ve imkânın şâmil olduğu günahkâr mü'minler ile mütenasibtir. Şefâat olunacak mü'minlerin de şefâat edilmeye lâyık olmaları şarttır.

Kur’an’ın ilgili âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefâat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefâate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah’a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günâhlarından dolayı da tevbe etmektir. Çünkü gerek Kur’an’da, gerkese hadislerde içtenlikle yapılacak tevbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır.

Kur’an’ın şefâat konusundaki ümit kırıcı üslûbu, şefâat beklentisinin insanları dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesinden; yüne Kur’an’ın tevbelerin kabul buturulacağına dair çok net ve ümit verici ifadeleri ise, tevbenin kişiye hatalı inanç ve davranışlarını terkettirmesinden, böylece düzeltici ve ıslah edici bir fonsiyon icra etmesinden ileri gelmektedir. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/57)

Âyetlerden âhirette Allah’ın bazı kimselere şefaat izni vereceği anlaşılsa bile, bunun kime verileceği belli değildir. Aslında Kur’an Sırat-ı Müstakim’e gelmeden şefâate bel bağlayanların tutumunu kınıyor. Bu âyetler karşısında hz. Peygamberin âhirette şefâat edeceği hakkındaki abartılı hadislerden şüphe etmemek mümkün değil. Çünkü Kur’an şefâat izninin kime verileceğini belirtmemiş, meleklerin şefâatine bel bağlayan müşrikleri, peygamberlerinin ve din adamlarının şefâatine bel bağlayan ehl-i kitabı kınıyor. Buna karşı nasıl olur da hz. Peygamber, Allah’ın razı olmadığı büyük günâh işleyenlere şefâat edeceğini söyler? Bu Allah’ın razı olmadığı kimselere kimsenin şefaat edemeyeceğini bildiren âyetlere terstir.

Allah (cc) Kitabında, huzurunda kimlerin şefâat edeceğini bildirmediği gibi, hayal, bid’at ve hurafelere takılıp şefâat umanları şiddetle kınıyor, huzurunda kimsenin şefâat etmeye, hatta konuşmaya bile cesaret edemeyeceğini, konuşma izni alanın da sadece doğruyu kanuşacağını bildiriyor. Kaldı ki Allah’ın razı oldukların başkasına şefâat edemeyecekleri söyleneneler insanlar değil, meleklerdir. Kur’an’da insanın şefâatinden hiç söz edilmiyor. Melekler bile Allah’ın razı olmadıklarına şefâat edemeyeceklerine göre insanlar hiç edemezler.”

Bunları söyleyen S. Ateş arkasından adeta yukarda dediklerini boşa çıkartırcasına şunları da ekliyor: “Biz haşa, Peygamber’in (sav) şefâat edeceğini inkâr etmiyoruz. Allah razı olduğu kullarına şefâat yetkisi verecektir. Hiç kuşkusuz hz. Muhammed Allah’ın razı olduğu kullarının başında gelir. Ama adeta şimdiden planlı bir şekilde insanların, bütün peygamberlere başvurup hiç birinin şefâate cesaret edemeyeceğini anladıktan sonra hz. Peygamber’e başvuracakları ve onun da bütün insanlığa şefâat edip hesabın başlamasını Allah’tan niyaz edeceği, bunun üzerine hesabın başlatılacağı şeklindeki sözleri Peygamberin söylemiş olması bu âyetler kaşısında kuşku götürür.” (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/159)

İ. Sarmış diyor ki: “Yüzyıllardır müslümanları kendi iman ve amellerine değil de, haz. Peygamber’in Kur’an’da adı geçmeyen “şefâat”-yani kayırma- yetkisine güvenmeye teşvik eden bu rivâyetler üzerine, Bahaddin Akbaş tarafından “Hadislere Göre hz. Peygamber’in Şefâati Meselesi” konulu bir yüksek lisans tezi yapılmıştır. (AÜİF, Ankara 1994) Konuyu, Kur’an açısından da tartışıp şefâat diye bir şeyin olmadığı sonucuna varan Akbaş, birinin şefâat etmesinin Allah’ın iznine bağlı olduğuna dair âyetlerin, bu iznin mutlaka verileceğine ve şefâatin mutlaka gerçekleşeceğine değil, şefâat izni verme yetkisinin, -putlara, meleklere, peygamberlere değil- sadece Allah’a ait olduğunu, yani O’nun güç ve kudretinin mutlaklığını vurgulamak amacına yönelik olduğuna dair görüşleri aktararak konuyla ilgili rivâyetleri ele alır.

Yaklaşık ikiyüz rivâyet üzerinde yapılan incelemelerde, bunların iki ana gruba ayrıldıklarını, hadislerin çoğunun şefâat inancını desteklediğini ve bunların  onüç başlık altında toplandığını, kalan az sayıda rivâyetin ise şefâatin söz konusu olmadığını gösterdiğini ve bunların da altı başlık alktında toplandığını göstermiştir. Aslında sayısı yüzseksene varan şefâat lehindeki hadislerin çoğu aynı hadisin mükerrer isnadları olduğu göz önüne alınırsa, bunların gerçek sayısının onüç civarında olduğu kabul edilebilir. Ne var ki şefâat lehine hadisler muhtemelen Peygamberi yüceltme amacıyla tercih edilmiş, hadisciler ve diğer alimler tarafından yaygınlaştırılmıştır.

Tezde, şefâatle ilgili rivâyetlerin kaynaklardaki gelişiminin kronolojik olarak incelenmesi yanında, ayrıca bu rivâyetlerin epistemoljik değeri üzerinde durulmuş, bunların mütevâtir değil ahad oldukları, mütevâtir olduklarını iddia edenlerin bu iddialarının temelsiz ve geçersiz olduğu; ahad hadislerle şefâat gibi önemli konuda karar vermenin mümkün olmadığı ortaya konulmuş.

Ayrıca “Ey iman edenler, Allah’tan ittika edin ve O’na yaklaşmaya vesile arayın” âyetinin de şefâatle hiç bir ilgisinin olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 414) 

Kur’an şefâat etme yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu ısrarlı bir şekilde vurguluyor. Esasen kullara ‘şefâat’ edecek olan da, onları kurtaracak olan da Allah’tır. Kişiye O’nun şefâatının dışında hiç bir şey fayda vermez. İman edenler başkalarının yapacağı zannedilen şefaata güvenmemeli, üzerine düşen kulluk görevlerini yapmaya devam etmeli.

M. İslâmoğlu şefâati aracı olma, kayırma, tavassut etme anlamında değil “ödül takdimine mazhar olma” anlamında açıklıyor: “Kur’an, Allah’tan bağımsız bir kayırma ve şefâat iddiasını tümüyle reddeder. Burada olduğu gibi reddetmediği şefâat biçimi, sadece Allah’ın razı olduğu birine ödülü, sahibine takdim etmekle onurlandırmaktır. Ödülü takdim eden ödülü veren değildir. Onun ödül üzerinde hiç bir tasarruf yoktur. O sadce ödül sahibi tarafından ödül takdimine mazhar kılınmakla onurlandırılmıştır.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/623)

Günümüzde bazı müslümanlarda şefâate kurtarıcı misyonu yükleniyor. Bazıları kendilerine şefâat edeceğine inandığı kimselere aşırı bağlanmakta, saygı göstermekte, hatta onları kutsallaştırmaktalar. Onlardan, kendi güçlerinin yetmeyeceği olmayacak şeyleri beklemekteler. Onlar peygamber ve melek olmadıkları ve kurutulup kurtulmadıkları henüz belli olmadığı halde, âhirette onların hesaptan rahatlıkla kurtulup kendilerine de el atacaklarına inanıyorlar. Hatta âhirette kendilerine yardım edilmesini isteyenler böyle birinin bulup mutlaka ona bağlanmaları gerekir diye iddia ederler.

Onlara göre bu gibi kimseler mürşid-i kâmildir, mehdidir (kurtarıcıdır), ğavs’dı (ilâhi yardımdır), şefâat etmeye ehliyet kazanmış mübarek insanlardır. Âhirette sadece kendilerine bağlı olanları kurtaracaklar. Hatta bunların bağlıları kabirde “ben falanca cemaattenim” dedikleri zaman kabir sogusundan ve azabından emin olacaklar.

Halbuki Bu Din’in Kitabı başka bir şeyler söylüyor âhiret ahvali hakkında:

“Onların malları da oğulları da Allah'a karşı kendilerine bir fayda vermez. Onlar cehennem ehlidirler. Orada ebedi kalacaklardır.” (Mücadile 58/17)

“İnkâr edenler var ya, onların malları da evlâtları da Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemliklerdir; onlar orada ebedî kalacaklardır.”(Âli İmran 3/116)

“İman etmeyenlere gelince, ne dünya malları ne de çocukları Allah'a karşı onlara en ufak bir fayda sağlamaz: İşte onlardır ateşin yakıtı olanlar!” (Âli İmran 3/10)

O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).”(Şuarâ 26/88-89)

“Ey iman edenler! İçinde, ne bir alışverişin, ne bir dostluğun ve ne de bir şefaatin (aracılığın) bulunmadığı gün (kıyâmet günü) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infâk edin (Allah için verin). Ve kâfirler, onlar zalimlerdir.” (Bekara 2/254)

Kulakları sağır eden o ses geldiğinde; İşte o gün kişi kardeşinden, kaçar. Annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından.” Niçin? Çünkü “O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese 80/34-37)

Şu âyette konu bir daha vurgulanıyor:

“Hesap Günü nedir bilir misin? Ve bir kez daha: Hesap Günü nedir bilir misin? Hiçbir insanın başka birine zerre fayda sağlayamayacağı bir Gün(dür o): Çünkü o Gün (açık seçik görülecektir ki) emir (söz, hâkimiyet) yalnız Allah'a aittir.” (İnfitâr 82/17-19)

Âyet gayet açık: Hiç kimse başkasına zerre kadar fayda sağlayamayacak.

Cezayı hak edenleri hiç kimse onu cezadan kurtaramayacak.  Hiç kimse bir başkasının hak ettiğinden fazla derecesine derece, makamına makam, ecrine ecir katamayacak.

Hesap anında kimsenin böyle bir cesareti olamayacak.

Falanca kişi benim dostumdu, ahbabımdı, adamımdı, öğrencimdi, müridimdi, şeyhimdi, bizim takımdandı, bizim gruptandı, bizim cemaattendi, falanca mezheptendi, falanca asil soydandı, falanca ülkedendi, şöyle bir makam sahibiydi, ağa idi, bey-paşa idi, kral idi, sultan idi gibi yaklaşımlar söz konusu olmayacak.

O gün söz de, hüküm de, karar da Allah’a aittir. Herkesi dünyada yaptıklarına göre karşılayacak, herkese rahmetiyle muamele edecek. 

Şu uyarı Allah’tan başka kurtarıcı olduğu düşüncesine yeniden bakmamızı gerektiriyor:

“De ki: “Ben türedi bir peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf 46/9)

Gelmiş ve geçmiş günahlarının affedilmesi için apaçık bir fetih verilen (Fetih 48/2) Peygamber (sav) bile kendisine ne yapılacağını, Hesap Günü ne ile karşılaşacağını bilmiyor. Kendisi hakkında garanti veremiyor. Ben kurtuldum sizi de kurtaracağım diyemiyor.

Ya kendilerine veya haklarında asla vahiy inmeyen kişilerin âhirette durumlarının ne olacağını kim, nasıl bilebilir?

Kurtulup kurtulmayacakları, Cennete gidip gitmeyecekleri belli olmayan; adı üzerinde,  beşer olan kimseler başkalarını nasıl kurtarabilir?

İnsanlardan kurtarıcı beklemek anlayışı bu âyetlere ters düşmek değil midir?

İnsanın ancak kendi sâlih amelleriyle Allah’ın şefâatiyle (yardımıyla) kurtulabileceği açık ve ortada iken; başkalarına kurtarıcı misyonu yüklemek Kur’an’ın şefâat anlayışına uymamaktadır.

“İman Allah ile sözleşmedir ve kişinin imanı ve ameli onun şefâatçisidir.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/592)

“Melekleri gördükleri gün suçlulara (mücrimlere) müjde yoktur.” (Furkan 25/22) Onlara şefaat de edilemez, yardım da. O gün öyle bir gündür ki o sırada şefaat (aracılık) söz konusu değildir. Herkes kendi kazancıyla başbaşa kalacak, yaptıklarının karşılığını alacaktır. (Elmalılı, H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/291)

Denilebilir ki, doğru, inkârcılara malları da, evlâtları da, soyları da, dostları da Hesap Günü hiç bir fayda sağlamaz. Zira onlar zaten Âhireti inkâr ediyorlar. Onlar Kur’an’ı da, Peygamber’i de, Kur’an’la amel eden âlimlerin rolünü de kabul etmiyorlar. İnkâr ettikleri şeyin elbette onlara bir faydası olmaz.

Ama müslümanlar başka. Onlar hem Peygamber’e iman ediyorlar, hem de ona ve onun izinden giden, onun davasını yaşatan âlimlere hürmet ediyorlar. Onların sevgisini ve yakınlığını kazanmaya çalışıyorlar. Bu sevgi ve yakınlığın Âhirette bir karşılığı, bir faydası olabilir. Onlar Peygamber’den ve bağlandıkları âlimlerden, din büyüklerinden, şeyhlerinden, Allah’ın katında makamı yüksek kimselerden yardım isteyebilir. Onlar da yardım edebilir, peşlerine takılanlara bir el atabilirler.

Masum gibi görünen bu iddia Kur’an tarafından reddediliyor. Pek çok âyette genel ve keskin ifadelerle Hesap Gününde kimsenin kimseye bir faydası dokunamayacağı, kimsenin kimseyi kurtaramayacağı vurgulanıyor. 

Kur’an İsrailoğullarını şefaatin (aracılığın) ve fidye ödemenin mümkün olmadığı Hesap Günü’nden sakındırıyor.

“Ey İsrailoğulları! Size bağışladığım nimetleri ve sizin diğer kavimlere karşı üstün gelmenizi sağladığım günleri hatırlasanıza!

Ve hiçbir insanın ötekine en ufak bir yararının dokunamayacağı, hiç kimseden şefaatin (aracılığın) kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin yardım görmeyeceği Gün(ün mutlaka gelip çatacağı) bilinciyle yaşasanıza!” (Bekara 2/47-48. Bir benzeri: Bekara 2/123. En’am 6/70)

Âhirette şefâatın olacağını kabul edenlere göre bile Allah’ın şefaat için kimlere izin verdiği veya vereceği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir.  Çünkü bu O'nun bileceği bir konudur. Şu kadar var ki, şefâatı yardım etmek, zarardan kurtulması için dua etmek, iyi bir şeye öncülük manasıyla alırsak;  peygamberlerin ümmetleri için dua etmelerini bu şefâat kapsamı içerisinde düşünebiliriz.

Bazılarına göre âhirette hiç bir şekilde şefâat yoktur, olmayacaktır. Ancak burada reddedilen şefâat kâfirler ve küfürde ısrar edenler hakkındadır. Diğer bazı âyet ve hadisler  Allah’ın izniyle şefâat olacağını haber veriyorlar. Yasaklanmış şefâat anlayışı birilerinin Allah’ın izni olmadan, kendiliklerinden şefâat gücüne sahip oldukları inancıdır. Allah (cc) dilediğine şefâat ettirir. Bununla beraber Kıyâmetin başlangıcı o kadar korkunçtur ki o sırada şefâat söz konusu değildir. Herkes kazancıyla başbaşa olacaktır. (Elmalılı, H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/292)

İ. Canan’a göre de âhirette şefâat olacağı konusunda ehl-i sünnet icma etmiştir. Bazı dalâlete düşmüş mezhep mensupları ise bunu kabul etmezler. Ancak ehl-i sünnet alimleri de şefaatle ilgili bazı teferruat konularında ihtilaf ettiler. (Canan, İ. Kütüb-ü Sitte Tercümesi ve Şerhi, 14/401)

İ. Canan’ın naklettiğine göre Kadı İyaz daha da ileri giderek şefâatin aklen caiz, bazı âyetlerin (Tâhâ 20/109. Enbiyâ 21/28) açıkca söylemesine göre de rivâyeten vaciptir diyor. Bu konuda peygamberden gelen haberler tevâtür derecesine ulaşmıştır. Peygamber âhirette ümmetin büyük günah işleyenlerine şefâat edecektir. (Canan, İ. Kütüb-ü Sitte Tercümesi ve Şerhi, 14/401)

Şefaatle ilgili bir kaç hadis:

Şefaat kavramı hadislerde de yer alır ve şefaatin hem dünyevî hem uhrevî tarafının bulunduğu belirtilir.

Kur’an okuyan ve oruç tutan kimseler hakkında bu ibadetlerin de şefaatçi olacağı bildirilmiştir. (Buhârî, Tevĥîd/24, Müslim, İmân/47 (302)

Cabir (ra) Peygamber’in (sav) şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Kur’an şefâatçıdır, şefâati kabul edilir. Savunucudur, savunması kabul edilir. Kim onu lider kabul edip peşinden gider (hükümlerine uyarsa) kendisini cennete götürür. Kim de onu arkasına iterse kendisini cehenneme sevkeder.” (İbn Hibban, Sahih’inde, Beyhaki Şuabu’l-İman’da. Aynı hadisi Tabaranî ve Beyhaki İbn Mes’ud’dan rivâyet ettiler. Feyzu’l-Kadir 4/535 no: 6182. Mecmau’z-Zevaid, 7/164. el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, )

 “Her peygamberin kabul edilen bir duası vardır. Diğer peygamberler o duayı yapmakta acele ettiler. Ben ise bu duamı Kıyâmet gününde ümmetime şefâat için sakladım. Ona, ümmetimden şirk koşmayanlar kavuşacaklardır.” (Buhârî, Da’avât/1, Tevhid/1. Müslim, İman/334-342 no: 198-199. İbni Mâce, Sünnet/37 no: 4307. Muvatta, Kur’an/26 (1/212). Tirmizî, Deavât/141 no: 3597)

“Bana beş şey verilmiştir ki, bunlar benden önceki peygamberlerden hiç birine verilmemiştir. Bunlardan bir tanesi de şudur: “... Bana şefaat (etme yetkisi) verildi.” (Buhârî, Teyemmüm/3. Salat/56, Humus/8. Müslim, Mesâcid/3 no: 521. Nesâî, Gusül/26)

Bazı hadislerde geçtiğine göre başta Resûlullah olmak üzere bütün peygamberler, melekler ve sâlih kullar büyük günah işleyen mü’minlere şefaat edecektir. (Buhârî, Tevhîd/24. Müslim, İmân/302)

Âhirette gerçekleşecek şefaatle ilgili olan hadislerin çoğu Resûl-i Ekrem’in şefaatine dairdir. Allah’ın, özellikle bir duasını mutlaka kabul edeceğine dair her peygambere tanıdığı imtiyazı Resûlullah dünyada kullanmamış, şefaat etmek amacıyla bunu âhirete bırakmış ve Allah’a ortak koşmamak şartıyla büyük günah işleyen herkesin bundan yararlanacağını söylemiştir. (Buhârî, Tevĥîd/31. Müslim, “İmân/338-345)

Kadı İyaz’a göre buradaki şefâatten maksat, Kıyâmet günü mahşerde hesap vermek üzere bekleyen insanların hepsine şâmil olan ve onların bekleme sıkıntısından rahatlamalarını sağlayacak olan “şefaat-i uzma”dır. Bunun gerçekleşeceği hususunda alimler ihtilaf etmediler. Ancak bu şefâat konusunda çeşitli görüşler var: Bu şefâat kalbinde zerre miktarı imanı olanların cehennemden çıkması için yapacağı şefâattır. Çünkü böylelerine başkalarının şefâati de gerçekleşecektir. (Canan, İ. Kütüb-ü Sitte ter. 12/385)

Peygamber (sav) Kıyâmet gününde secdeye kapanacak ve secdede Allah’ı kendisine ilham ettiği övgülerle duada bulunacak, bu esnada kendisine; “kaldır başını, iste, istediğin verilecek, şefâat dile, şefâatin kabul edilecek” denecektir. (Buhârî, Tevhid/19, 24, 36. Rikâk/51, Enbiyâ/3, Tefsir Bekara/1, İsrâ/5. Müslim, İman/322, 327. Tirmizî, İsrâ 17/19, Kıyamet/15. İbni Mâce, Zühd/37. Darimî, Mukaddime/8. Ahmed b. Hanbel, 1/5, 282, 296, 2/436, 3/116, 144, 244 ve 248)

Bir rivâyette Peygamber’in (sav) mü’minlerin günâhlarının bağışlanması için Allah’a dua etmiştir ve âhirette yine dua edeceği  söyleniyor. (Müslim, Cenaiz/102-103 no: 974)

“Şefâatım, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.” (Ebu Dâvud, Sünnet/ no: 4739. İbni Mâce, Zühd/37 no: 4310. Tirmizî, Kıyâme/11 no: 2435)  

Peygamber’e nisbet edilen hadislerden bir kaç örnek aldık sadece. Bunların kritiği bizim buradaki konumuz değil. İşin uzmanları bunu zaten yapıyorlar.

Kimilerine göre hadis kaynaklarında şefâatle ilgili geçen bilgiler, her ne kadar kendi içlerinde çelişkili olsa da, şefâate izin veren âyetlerle birlikte düşünüldüğü zaman, şefâatın var olduğu söylemek mümkün. Ancak bunun nasıl olacağı konusunda kesin bir kanaate ulaşmak zordur. Kaynaklarda şefâat hakkı diğer peygamberlere, sâlihlere, şehitlere verileceği belirtilmekle birlikte daha çok hz. Muhammed'in ön plana çıkarıldığını görmekteyiz.  Nitekim Peygamber (sav) âhirette ilk şefâatçının kendisi olacağını haber veriyor. (Müslim, İman/85 (330, 332) no: 483, 485)

Eğer bu sözler peygambere aitse, onun şefâatini nasıl anlayacağız? Şefâatle ilgili işte bir tartışma daha. Âhirette insan nasıl kurtulur, ne ile kurtulur, onu kim kurtarır?

Bu şefâat arka çıkmak, torpil yapmak, el atmak, kayırmak anlamında mıdır?

Birilerini  hesabın zorluğundan ve dehşetinden korumak mıdır?

Azabı hak etmiş birini, cehenneme düşmek üzere olanı oradan çekip almak mıdır?

Peygamberin (sav) Allah’ın yanındaki derecesine güvenerek birilerinin, kurtulması, ya da cennete gitmesi için aracı olması mıdır? (Şefâatin aracı olmak ve tavassut manasını unutmayalım)

Allah’ın affa layık görmediklerini Peygamber yüce makamdan rica ederek affettirmeye çalışması mıdır? Yani “bu da bizden” deyip –kaba deyimle- torpil yapmaya yeltenmesi midir?

Sorular uzatılabilir.

Bize göre hiç biri değil. Zira bu saydıklarımızın hepsi Kur’an öğrettiği Allah ve Peygamber inancına uymaz. Bugün avamın ve insanlardan şefâat bekleyenlerin şefâat anlayışı ile Kur’an’ın bizi sakındırdığı şefâat aynı şeyler değil.

Bir görüşe göre Peygamber’in (sav) şefâatı mü’minlerin bağışlanması, makamlarının daha da yükseltilmesi için bir dua ve yakarış olarak gerçekleşeceği umulur. Şüphesiz ki Allah’ın affetmeyeceği bir kimse için Peygamber af ve bağışlanma dilemez.

Âhirette şefâat mümkün olmakla birlikte son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefâate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durumda kişi zaman kaybetmeden Tevhîd dinine sarılarak kulluk görevlerini yerine getirmeli, hatalarından tevbe edip kendini düzeltmeli, kendini ateşten kurtacak  hasenât olan işlerle meşgul olmalı. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/57)

Bize düşen, konuyu Kur’an çerçevesinde anlamaya çalışmak.

Ancak, İslâm ümmetinin bunca yarası varken, bunca anlaşamadıkları konu varken, gönül duvarlarında bu kadar gedik varken, bu kadar İslâm anlayışları varken, bu kadar siyasi çekişme, çağdaş sorunlar, işgal, sömürü ve katliamlar ümmetin dilhûn ediyorken; bir de şefâat tartışmalarıyla bu gedikleri büyütmemek, anlaşmazlıkları artırmamak, farklı anlamaya müsait diğer konularda olduğu gibi, bizim gibi düşünmeyenleri zındık, kâfir, bid’atçi, mezhepsiz, modernist, reformcu, sapık diye nitelememek, aşağılayıp bâtıla saplanmakla suçlamamaktır.

Eğer bugünkü müslümanların farklı görüşler sebebiyle birbirlerini tekfir etmeleri (kâfir, fâsık, zındık, müşrik demeleri) doğru olsa, Allah (cc) bunların şehâdetini kabul etse, sanırım yeryüzünde müslüman kalmazdı. Zira neredeyse müslümanlar birbirlerine böyle bakıyorlar.

Kaldı ki bir kimse başkasında olmayan şeyi ona isnat ederse (iftiara ederse), o söz, o yafta, o yama, o suçlama kendisine döner.

Bazı âyetleri lafızları “şefâate izin verilir” diye anlaya müsait. “Ben doğru anladım, herkes yanlış anladı” fikri doğru olmadığı gibi, başkalarını da küçümsemedir. Kaldı ki selef döneminden beri bunca âlimin, bunca müfessirin görüşlerini yabana atmak, hepsini yanlış saymak da isabetli değil. Onlar da –en azından yakinen tanınanlar da- bizim kadar iyi niyetli idi, kendi çabalarıyla, ellerindeki delillerle bu kadarını yapabildiler. İsabet etmiş de olabilirler, yanılmış da olabilirler. Her ne kadar bizim ulaştığımız sonuca ulaşmasalar da emekleri takdir edilir. Ama asla suçlama yapılmaz. Zira suçlayıcı, aşalayıcı, küçümseyici üslûp kardeşliğe zarar veriyor, vahdete zarar veriyor, karşılıklı müsamahaya zarar veriyor, birbirimizi anlamaya zarar veriyor, birbirimizin doğrularından istifade etmeye zarar veriyor.

Şefâat hakkında mükerrer atıldıktan sonra geriye kaldığı söylenen onüç hadis, her ne kadar ahad haber (tevâtür derecesine ulaşmamış) olsalar da, hepsini yok saymak, hepsine uydurma demek, hem hadis tekniği açısından doğru değil, hem de sahabeden beri bu hadislerden ve ilgili âyetlerden hareket ederek şefâate izin verileceğini anlayan bunca âlimi Kur’an’ı yanlış anladılar diye suçlamak olur. Halbuki buna hakkımız yok.

 Burada bizce önemli olan şefâatten ne anladığımızdır. Bence onun üzerinde durmak, “şefâat hiç bir şekilde yoktur, şefâati kabul etmek şirktir” demekten daha doğrudur. Zira birileri “yoktur” derken, birileri de eldeki verilerden hareket ederek “var” diyebilir. Burada suçlamaya varmak, kavga etmek yerine “şefâat” kavramını filolojisi, semantik ve epistemolijik açılardan tahlil edip, Kur’an ve hadisler çerçevesinde anlamaya çalışmak daha anlamlıdır.

Bir de “şefâat” diyen ne demek istiyor, “şefâat”ten ne anlıyor, ona bakmak gerekir. Şefâati Kur’an çerçevesinde değil de gelenekte (halk arasında) anlaşıldığı gibi anlayan bir müslümana sapık demektense, mümkünse ona doğrusu anlatmak, Kur’an’ın ve Peygamberin öğrettiği Dini öğrenmesini ve ona dönmesini sağlamak, bu da mümkün değilse ona ve kendimize hidâyet dilemek en güzelidir.

Bir örnek: Bir arkadaş anlattı: Yıllar önce Kars’tan bir tarikat vekili (ya da kendisini vekil olarak tanıtan biri) Adıyaman’a gidip gelirdi. Dönünce de gördükleri, öğrendiklerini ballandıra ballandıra anlatırdı. Bu vekilin bir sohbetinde kendisi de bulunmuş. Oraya nasıl gittiğini ve oradaki durumu anlatırken sözünün arasında sevinçle, heyecanla; “Ğavs  hazretlerini” de gördüm dedi. O öyle deyince aramızdan birisi; “Anlamadım, ğavs, ğavs hazretleri ne demekir?” Vekil durdu, düşündü, hemen cevap veremedi. Belli ki o da bilmiyordu, ya da üzerinde hiç düşünmemişti. Biraz sonra soruyu sorana bakarak dedi ki: “Canım işte anla, ğavs peygamber demektir.”

Böyle bir müslümana sapık demek mi evlâdır, ona mümkünse sahih dini mi öğretmek mi?

 

  • Son söz

Allah’ın şefâat için kimlere izin verdiği veya vereceği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Çünkü bu Rabbimizin bileceği bir konudur. Şu kadar var ki, şefâatı yardım etmek, zarardan kurtulması için dua etmek, iyi bir şeye öncülük manasıyla alırsak, bu dünyada mü’minlerin ve sâlih insanların diğer kimseler hakkındaki dualarını, şehidlerin ve çocukların yakınlarına dua etmelerini, peygamberlerin ümmetleri için yalvarmalarını bu şefâat kapsamı içerisinde düşünebiliriz.

Bir hadiste geçtiğine göre Hz. Peygamber (sav) ölünün bağışlanması için müslümanların dua etmesini dünyada ona şefâatçi olma diye nitelemiştir. (Ahmed b. Hanbel, 2/256. Müslim, Zühd/74).

Buradan hareketle eğer âhirette insanlardan hz. Muhammed’e şefâat izni verilecekse; –bazıları farklı düşünse de- biz bunu M. Abduh’un dediğine katılıyoruz: “Bize göre biz bu şefâat olayını, bir dua olduğu anlamına yorumlarız. Bu manadaki bir duaya da Allah icabet eder. Kaldı ki şefâat konusu ile ilgili olarak gelen rivâyetler zaten bu gerçeğe delâlet etmektedir.” (Abduh, M.-Rıza, R. Tefsiru’l-Menar (Çev.), 1/424-425)

Şefâatı, âhirette bir kimseyi azaptan kurtarmak için Allah’a aracı olmak, torpil yapmak, iltimas geçmek, tavassutta bulunmak şeklinde düşünürsek;  bu olmayacak bir şeydir. Hiç kimsenin bir başkasını azaptan kurtarmaya yetkisi olmadığı gibi gücü de yoktur. (Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 624)

Esasen kullara ‘şefâat’ edecek olan, onları kurtaracak olan Allah’tır. O’nun şefâatının, merhametinin, hükmünün dışında hiç bir şey fayda vermez. Kişi başkalarından geleceğini sandığı şefâata güvenmemeli.

 

Hüseyin K. Ece

08.10.2016

Zaandam

 

efâat konusunda bazı kaynaklar

*Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni: Bid’at-Tevessül-Şefaat. 

*Yaşar Düzenli, Üslûb ve Semantik Açıdan Kur’ân ve Şefaat, İstanbul 2006
*Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, Anlam Yay. Ankara 2010

*Alıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, Şefaat maddesi.

*Yavuz, Y. Ş. TDV İslâm Ansiklopedisi, Şefaat Maddesi

*İsmet Uçma, Kur’an ve Sünnet’te Şefaat Kavramı (1986, yüksek lisans tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü);

*Bekir Yiğit, İslâm Mezheplerinde Şefaat (1986, yüksek lisans tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü);

*İshak Halis, Vehhâbilik ve Ehl-i Sünnet’e Göre Şefaat Görüşü (1991, yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü);

*Ahmet Uludağ, Âyet ve Hadislere Göre Şefaat (1992, yüksek lisans tezi, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü);

*Bahattin Akbaş, Hadislere Göre Hz. Peygamber’in Şefaati Meselesi (1994, yüksek lisans tezi, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü);

*Mehmet Yılmaz, Kur’an’da Şefaat Kavramı ve Yaygın Şefaat Anlayışıyla Karşılaştırılması (2006, yüksek lisans tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü)

https://hasaneker.wordpress.com/2016/03/08/sefaat-inanci-allahi-geregi-gibi-anlayamamanin-bir-urunudur-2/.

http://www.iktibasdergisi.com/kurana-gore-sefaat%E2%80%8F/.

http://abdullah.us/sefaat-muslumanligi/

http://www.ozgurder.org/news_detail.php?id=4437

https://mehmetselvi.wordpress.com/2013/03/04/kurana-gore-sefaat/)

Fahreddin er-Râzî, eş-Şefâatü’l-‘užmâ (Kahire 1989)

Şa‘râvî, İnkârü’ş-şefâa: Muĥâvele cedîde li’ŧ-ŧan fi’s-sünne ve’t-tehaccüm (Kahire 1999); eş-Şefâa ve’l-maķāmü’l-maĥmûd (Kahire 2000)

Gulâm Muhammed Bahâeddin el-Kārî, el-Vesîletü’l-‘užmâ fi’d-dâreyn li-men lehü’ş-şefâ’atü’l-kübrâ (Haydarâbâd 1331)

Ali b. Mustafa el-Halebî, Şefâ’atü’n-nebî (İÜ Ktp., nr. 1192)

Nâsır b. Abdurrahman b. Muhammed el-Cedî‘, eş-Şefâ’a ‘inde Ehli’s-sünne ve’r-red ‘ale’l-muħâlifîn fîhâ (Riyad 1996)

Mustafa Mahmûd, eş-Şefâa: Muĥâvele li-fehmi’l-ħilâfi’l-ķadîm beyne’l-mü’eyyidîn ve’l-mu’ârıżîn (Kahire 1999)

Yûsuf el-Kardâvî, eş-Şefâ’a fi’l-âħire beyne’n-naķl ve’l-‘aķl (Kahire 1999)

İsmâil ed-Deftâr, Şefâ’atü’r-resûl fi’l-Ķur’âni’l-Kerîm ve’s-Sünne (Kahire 1999)

Ali Ekber Nâsırî, el-İmâme ve’ş-şefâ’a (Tahran 1979)

Sâlih b. Ahmed Sâlih Ziyâb, eş-Şefâ’a beyne’l-vehm ve’l-ĥaķīķa (Medine 1995)

Muhammed Ali el-Enesî, el-Minhâcü’l-bedî’ fî eĥâdîŝi’ş-şefî’ (Kahire 1374)

Âiş b. Ayyâş el-Ceyşî, eş-Şefâ’a fi’l-İslâm (1980, yüksek lisans tezi, Câmiatü Ümmi’l-kurâ, Mekke)