-Birr; iyiliğin zirvesi

Birr kelimesi Kur’ân’da her türlü iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, günahsızlık gibi anlamlarda geçiyor.

“Birr”in aslı, sözlükte kıta, denizin karşıtı olarak kara manasındaki “berr”dir. “Berr“in (karanın) genişleme ve bollaşma anlamından, ya da onun genişliğinden hareketle "birr"e, hayır işinde ve iyi olmada genişlik, ya da bol hayır işlemek anlamına ulaşıldı.[1]

„Berr”, sıfatı hem Allah (cc) için hem de itaatkâr kullar için kullanılır. Allah (cc) için kullanıldığı zaman anlamı: Kullarına karşı şefkatli, onlara ihsan eden, iyilikleri bütün yaratıklara yaygın olan demektir. ‘el-Berr veya el-Bârr’, Tirmizî’nin Esmâu’l-Hüsnâ listesinde Allah’ın güzel isimlerinden biri olarak geçiyor.[2]

Allah (cc) el-Berr’dir, kullarına çok şefkatli ve kerem ve lütuf sahibidir. O, kullarına merhametli olduğu için, onların hakkında kolaylık diler, zorluk dilemez. Onların günahlarına (eğer tevbe etmezlerse) bir karşılık verir. Buna karşın onların iyiliklerine, hayırlı amellerine kat kat karşılık verir.

“Hiç şüphesiz, biz bundan önce O’na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği ve ihsanı bol, rahmeti bol (el-Berr) olandır” (Tûr 52:28)

‘Berr’ sıfatı insanlar için kullanıldığı zaman, tam anlamıyla iyilik ve hayır sahibi, çok itaatkâr, sâdık, yani sözünde duran, iyi insan demektir. Arapça'da yeminine uyan hakkında, ‘berre fi yeminih-yeminine sâdık kaldı, yeminini yerine getirdi", "berra'l-abdu Rabbehu-Kul Rabbine geniş bir şekilde itaat etti" denilir. Zira sevap Allah'tan itaat de kuldan gelir.[3]

Kur’an, “berr-itaatkâr, iyilik sever” sıfatını iki âyette, Hz. İsa ve Hz. Yahya peygamberleri nitelemek için kullanıyor. (Meryem 19:14-15, 32)

Aynı kökten gelen "mebrûr"; makbul, şüpheli olmayan, şartlarına uygun olarak yerine getirilmiş, günah ve isyan karıştırılmamış, sonrası öncesinden daha iyi, ayrıca ihlas ve samimiyetle yalnızca Allah için yapılmış, ecri bol kabul olacağı ümit edilen hac demektir. Peygamber (sav) bir soru üzerine mebrûr haccı en faziletli ibadetler arasında saydı.[4]

„Mebrûr haccın mükâfatı ancak cennettir.“[5]

Yine aynı kökten gelen „beriyye“ ise, yaratıkların en hayırlısı en iyisi demektir. Bir âyette yer alıyor. (Beyyine 98:7)

“Birr”; sâdık, yani sözünde durmak, doğruluk, doğru sözlülük anlamında da kullanılır. Çünkü doğru sözlü olmak genişlik gösterilen hayırlı işlerdendir.[6]

“Berra” fiilinin özne ismi bâr, bunun çoğulu “ebrâr”; “ber”rin çoğulu ise berara’dir. Berara ebrârdan daha beliğ (hoş söyleyişli) olduğu için meleklere tahsis edilmiş. “(Ki onlar) oldukça üstün, değerli, iyilik ve dürüstlük sembolüdürler (berara’dır).” (Abese 80:16)

Kur'an iyi insanlara muhsin, sâlih, râşid dediği gibi ebrâr da diyor. Bu iyi insanlar için övücü bir sıfat olduğu gibi, insanların iyi ve daha iyi olması için bir teşviktir. Birr sahiplerine, çok ihsan edenlere, iyilik yapmakta çok geniş olanlara, itaatinde ve sözünde sadık (samimi) olanlara, görevini iyi yapanlara  "el-bârr" denir. Bu failin (öznenin) çoğulu Kur'an'da "el-ebrâr" olarak yer alır

Kur’an bu sürekli iyilik yapanlara, imanlarında ve davranışlarında doğru olanlara müjdeler veriyor.

“İyiler (ebrâr) muhakkak cennettedir...” (İnfitar 82:13-14. Ayrıca bkz: Mutaffifin 83:22-24) Onlar için altlarından ırmaklar akar cennetler var. Ancak Allah’ın katında bulunan mükâfatlar onlar için daha hayırlıdır. (Âli İmran 3:198)

„Ebrâr ise, kâfûr katılmış bir kadehten (cennet şarabı) içerler.“ (İnsan 76:5)

Hayır (sandıkları gibi değil!) iyilerin (ebrâr’ın) kitabı “İlliyyûn”dadır.“ (Mutaffifin 83:18) Onların amelleri değerli olduğu için, Allah (cc) onların kitaplarını da yükseltmiş, onları değerli kılmıştır.

Kur’an mü’minlere şöyle dua etmelerini istiyor:

Rabbimiz! Biz, ‘Rabbimize iman edin’ diye imana davet eden bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de ebrar (Allah’ı razı edecek iyilik sahipleriyle) ile birlikte öldür.” (Âli İmran 3:193)

(Bu kökten Türkçe’ye geçen “teberru”, her hangi bir dernek, cemiyet, yardım kurumu ve kişiye yapılan yardımlara denir.) 

Birr’in kendşisinden türediği “berra” fiili; bir şey düzelmek, yemini yerine getirmek, merhamet etmek, sıla yapmak, rabbe itaat etmek, iyilik yapmak demektir.[7]

Berra fiili iki âyette geçiyor. Birincisi; “ALLAH adına yaptığınız yeminler, iyilik etmeye (birr sahibi olmaya), Allah'a karşı sorumluluk bilincine ve insanlar arasında barışın geliştirilmesine engel teşkil etmesin. Zira Allah, her şeyi duyan, her şeyi bilendir.” (Bakara 2:224)

Bakara 2:226. âyette görülebileceği gibi bu emir, öncelikle boşanma konusundaki yeminlerle ilgilidir, ama yine de genel bir muhteva taşır.[8]

Kişi, insanların faydasına bir iyilik, bir ıslah söz konusu olduğu zaman „ben yeminliyim, onun bozamam“ deyip, güya dindarlık taslamamalı. Bunun iki anlamı vardır: 1) Kişinin olumlu bir işi yapmamak üzerine yemin etmesi doğru değildir. 2) Kişinin, yaptığı bu tür yemine uymamalı, iyilik, sorumluluk ve ıslah söz konusu olduğunda gereğini yapmalı.[9]

Buna göre Allah (cc) (gerektiğinde) yemini bozmayı (ve keffâret ödemeyi) mü‘minlere meşru kılmıştır.  (Tahrim 66:1-2)

Peygamber (sav) de şöyle buyurdu: „Bir konuda yemin eder, sonra başkasını hayırlı görürsen, yeminini boz, kefaretini ver ve hayırlı gördüğüne yönel.“[10] „Günaha yemin edenin yemini, yemin değildir. Akraba ile ilişkiyi kesmeye yemin edenin yemini de yemin değildir.“[11]

“Eğer bir kimse (şu şu şeyleri yapacağı veya yapmaktan vazgeçeceğine dair) kuvvetli bir yeminde bulunur ama sonra başka türlü davranmanın daha doğru bir yol olacağını anlarsa, bırakın daha doğru olanı yapsın ve bırakın yeminini bozsun ve sonra onun keffaretini versin.” [12]

Bir âyette de gereksiz yere yapılan yeminlerin keffaretini vermek şartıyla bozulabileceğine işaret ediliyor:  „Allah (gerektiğinde) yeminlerinizi bozmayı (ve keffâret ödemeyi) size meşru kılmıştır...“  (Tahrim 66:2. Ayrıca bkz: Mâide 5/89)

„Üç türlü yemin vardır: Yalan yere yemin (ğamus), gereksiz yere yemin (lağv), mübahı yasaka kılan yemin. Buradaki üçüncüsüne girer. Kefferatin sebebi yemminin Allah adına olması. Zira Allah adına yeminin bir bedeli vardır.“[13]

„Berra“ fiilini geçtiği ikinci âyet;Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten (birr sahibi olmaktan), onlara âdil davranmayı (hakkından ferâget etmeyi) yasaklamaz. Şüphesiz Allah âdil davrananları sever.“ (Mümtehine 60:8)

Burada iyilik etmemeyi belirleyici olan bir kimsenin iman etmemesi, yani gayr-i müslim olması değil; İslâmla ve onları yurtlarından çıkmaya mecbur bırakacak denli müslümanlarla savaşmasıdır. Yoksa müslümanlar için din ayrılığı, onlara iyi davranmaya, yardım etmeye, insanî ilişkilerde bulunmaya engel değildir. Bilindiği gibi İslâmda „düşmanlık ancak zalime karşıdır“. (Bakara 2:193)

Bu âyet sahabelerle Mekke müşriklerinin ilişkilerinin son derece gergin olduğu sırada inmiştir. Buna rağmen iyiliği (birr’i), insafı, rahmeti ve adaleti tavsiye etmesi dikkat çekici.

 

-Birr’in Kapsamı

Birr, özetle takva sahiplerinin Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle ortaya koydukları davranışlardır.  

Birr, sıdk (doğruluk) ve itaattir. Birri ibadet, iyilik, salah (iyi hal) veya hayr diye açıklamak güzeldir. Zira bu kelime, iyilik hakkında söylenenlerin tümünü kapsar. Zeccâc ve Fahreddin er-Râzî “Sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça...” (Âli İmran 3:92) âyetinden hareketle birr, kişiyi Allah’a yaklaşıtıran her şeydir demişler. Birr, dünyanın ve âhiretin hayrıdır. Dünyadaki hayr; Allah’ın bir kula hidâyeti, nimeti, hayırlı işleri kolaylaştırması; âhiret hayrı ise hesaptan kurtuluş ve nimeti hiç bitmeyecek olan cennettir.[14]

Ya da sıdk (doğruluk) ya da doğru sözlülük gibi manalarda da kullanılır. Çünkü geniş hayırlardan biri de doğruluktur.[15]

Ancak birr ile hayır arasında fark vardır. Birr hayra ulaşan, kasdedilen fayda; hayır ise kasıtsız olsa da mutlak anlamda faydadır. Bu da üç şekilde yerine getirilir: Allah'a ibadette birr, akraba hakkına riayette birr, dostlara muamelede birr.[16]

Birr, bütün taat sayılan, yani Allah’a saygı ifade eden davranışlar ve insanı Allah’a yaklaştıran hayırlı işleri içerisine alan bir kelimedir. Allah'ın rızasına uygun bütün sözler ve amellerdir.[17]

İmam Mâtürîdî’ye göre ise “birr, bütün hayırların en tam şekli, takvâ ise bütün şerlerin terkedilmesi ve bir daha yapılmamasıdır”.[18]

Birr, bağlamına göre vurgusu değişen bir kavramdır: Kuldan Allah’a “sınırsız kulluk ve taat” (Tûr 52/28), Allah’tan kula “sınırsız rahmet ve mağfiret” vurgusunu taşır. Kur’an’da inanç (Bekara 2/177), eylem (Mümtahıne 60/8), ahlâk (Meryem 19/32) ve doğru davranış alanlarında ideal olanı ifade için kullanılır.[19]

Geniş anlamıyla ‘birr’, her türlü hayır ve iyilik işinde genişlik, ihsan, itaat, doğruluk, bol bol iyilik demektir. ‘Birr’, her türlü iyiliği, ihsanı ve hayırlı işleri kapsar.

Buna ideal iyilik de diyebiliriz. İdeal iyilik, ya da iyilikte zirve.  

Kur’an  “birr”i tarif ederken onun sınırını oldukça geniş tutarak; onun iman esaslarını kabul ettikten sonra, malı seve seve yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara ve benzeri muhtaç kimselere vermek (infak etmek), sözünde durmak ve her zaman sabredip kararlılık göstermek olduğunu söylüyor. Daha sonra da bütün amelleri yapanların sâdık (doğru) ve takva sahibi kimseler olduğunu ilave ediyor. (Bakara 2/177)  

Kur’an, ‘birr’in inanç (imanın beş şartı) ve amelleri (namaz, zekat, sabır ve merhamet), en bazı ahlâkî ilkeleri sıralayarak açıklıyor.  Ya da birr iki türlüdür; biri itikatla biri amelle ilgilidir. Peygamber'e "birr nedir?” diye sorulduğu zaman bu âyeti okumuş. Çünkü bu âyet hem inanç esaslarını hem de farz ve nafile ibadetleri kapsamaktadır.[20]

Bu âyetin devamında bu hasletleri ancak dürüst ve takvâ sahibi olan kişilerin kazanabileceği açıklanıyor. “Birr” ve en genel anlamı ile “Allah’a karşı saygılı olma” demek olan takvâ arasındaki bu yakınlık Kur’an‘da başka yerlerde söz konusu edilmektedir. (bkz: Bakara 2:189. Mâide 5:2)[21]  

Peygamber (sav) “birr”i şöyle tanımlıyor: “İyilik, güzel ahlâktır. Kötülük (günah) ise, vicdanını rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediği şeydir.”[22]

Hadise göre birr insan vicdanını huzura kavuşturan, ruh dünyasını aydınlatan ve geliştiren her türlü iyilik ve güzelliklerdir. Vâbisa b. Ma'bed dedi ki: Rasûlullah’ı (sav) ziyarete gittiğimde şöyle dedi: “Birr hakkında soru sormaya mı geldin?” Ben: Evet dedim, şöyle buyurdu: “Sen vicdanına sor. İyilik (el-birr), kalbi huzura kavuşturan ve içine sinen şeydir. Kötülük ise, insanlar sana fetva verseler (onaylasalar) bile gönlü(nü) huzursuz eden ve içinde bir şüphe bırakan şeydir.”[23] 

Kur’an, müşriklerin bir yanlış davranışına da dikkat çekerek, bunun birr olmadığını vurguluyor.

Cahiliye döneminde müşrikler hacc için ihrama girdikleri zaman ağaç gölgeliğinde oturmazlar, evlerine girmezlerdi. Bir ihtiyaçtan dolayı evlerine veya çadırlarına girmek isterlerse, çadıra, arkalarından açtıkları deliklerden, evlere de ya arka pencereden ya bacalarından girerlerdi. Kur’an böyle bir davranışın faydasız bir şey olduğunu asla “birr” olamayacağını vurguluyor:

“…Birr (ideal iyilik) evlere arkalarından gelmeniz değildir. Ancak birr (iyilik) takva sahiplerinin tutumudur. Evlere kapılarından girin. Allah’tan korkup-çekinin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Bekara 2:189)  

Evlere veya çadırlara arkadan girmenin nesi birr (iyilik) olabilir ki? Takva sahibi kimseler hayır üzerinde olurlar, infak ederler (muhtaçlara yardım ederler), sürekli iyilikte bulunurlar. Hem Allah’a (cc) itaat ederler, hem de insanlara bir fayda sağlarlar. Dolasıyla onların tutumu birr’in da kendisidir.

Bakara 2:177de “...işte sadık (doğru) olanlar bunlardır” cümlesinden hareketle birr’i, ‘doğruluk’ diye anlayanlar da olmuştur. Halbuki ‘sıdk-doğruluk’ birr değil, birr sahibi olmanın bir sonucudur.

Hadis ve fıkıh kitaplarında ‘birru’l valideyn’ başlığı bulunmaktadır. Bu başlık altında, ana- babaya itaat etme, onlara ihsanda geniş, engin gönüllü olma, onlara bol bol iyilikte bulunma görevleri anlatılır. Bunun tersi “ukuku’l-valideyn-Anne babaya asi, itatatsiz, iyilik yapmaktan uzak olmaktır.

 

-Sosyal hayata yönelik olarak birr (ideal iyilik)

Birr, sosyal hayatın kurulması ve işlemesi konusunda son derece önemli bir ahlâk kuralıdır. İnsanlar arasındaki kaynaşmanın (ülfetin) yollarından biridir. Kişi başkalarına yardım ettikçe, onlara güzel davrandıkça; aralarında kavga, anlaşmazlık ve düşmanlık yerine, dostluk, barış ve ülfet olur.

Bu da „sıla“ ve „ma’ruf“ olarak iki şekilde ortaya çıkar. Sıla, “karşılık gözetmeksizin mal yardımında bulunmak”, ma‘ruf ise “söz ve davranışla insanların iyilik ve mutluluğu, dirlik ve düzenliği için çalışmak” demektir.[24]

Mü’minler, sevdikleri şeylerden Allah yolunda harcadıkça birr ahlâkını kazanırlar. “Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla birr’e (ideal iyiliğe) erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Âli İmran 3:92)

Yardımlaşmanın ana hedefi de birr'i, iyilikleri, güzellikleri sosyal barışı yaygınlaştırmak, günah ve kötülükleri azaltmaktır. Allah (cc) bunu iman edenlere bir kulluk görevi olarak yüklüyor: "... Sizi Mescid-i Haram’dan alıkoydular diye birtakımlarına beslediğiniz kin, sakın ha sizi, haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik (el-birr) ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın…” (Mâide 6:2. Bir benzeri: Mücadile 58:9)

Peygamber (sav) buyuruyor ki: “Sıdk (doğruluk) insanı birr’e (Allah’ı razı edecek iyiliğe ) götürür., birr de mü’mini Cennete götürür. Kişi, doğruyu söyler ve doğruyu arar da Allah (cc) katında doğru sözlü diye kaydedilir. Yalan da kişiyi sınırı aşmaya götürür. Haddi aşmak da (kişiyi) ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah katında yalancı diye kaydedilir.”[25]

Şüphesiz yardımlaşma, infak etme, ikram etme, iyilikte bulunma, ilgilenme, paylaşma ve benzeri güzellikler imanın kazanımlarıdır. Bunlar her toplumun, neredeyse her insanın ihtiyacıdır. Yardımlaşmanın çoğaldığı evler ve toplumlar daha sağlıklı, daha barış içindedir.

Görüldüğü gibi birr, toplumda ekonomik ve sosyal düzeni zorlama olmaksızın sağlayıcı, insanlar arasındaki dostluğu ve barışı koruyucu, insanı en erdemli yapıcı çok önemli bir ahlâktır.

Bununla birlikte mü'minler birr ahlâkını önce kendileri kuşanırlar, Kur'an'ın tanımladığı ve müjdelediği ebrârdan olurlar, sonra da başkalarına bunu örnek olarak ulaştırırlar. Toplumda birr ahlâkının yaygınlaşması için çaba gösterirler. Bu konuda hata yapan İsrailoğulları gibi davranmazlar. Çünkü onlar başkalarına birr’i tavsiye ederlerdi ama kendileri yapmazlardı. (Bakara 2:44)

“Birr”, bol bol iyilik etmek, hayır işlerinde geniş olmak anlamına geldiği gibi, aynı zamanda fail (özne) ismidir ve “iyilikte bulunan” demektir. Mü’minler, çok iyilikte bulunarak, takvada çok geniş olarak ‘birr’in bizzat kendisi haline gelirler. Tıpkı sâlih amel işleyerek imanıyla özdeşleşen müslümana ‘iman’ denilmesi gibi. İyilik ve takvada ileri geçen bol bol ihsanda dulunan, akrabalarına ve diğer insanlara bol bol iyilik eden, iyi davranan kimseler artık ‘birr’in bizzat kendisi olurlar.

Takva sahibi kimseler hayır üzerinde olurlar, infak ederler (muhtaçlara yardım ederler), sürekli iyilikte bulunurlar. Hem Allah’a (c) itaat ederler, hem de insanlara bir fayda sağlarlar. Dolasıyla onların tutumu birr’dir.

Kur’an’ın “ebrâr” dedikleri mü’minlerin daha iyileridir diyebiliriz. Nitekim yukarıdaki âyette birr ahlâkı olarak sayılan muhtaçlara infak, zekât vermek, akraba ile ilgilenmek, yetime el atmak, sözünde durmak, takvanın gereği güzel ahlâka sahip olmak, hadiste geçtiği gibi doğru sözlü olmak başkalarına yönelik amellerdir. Ebrâr olan mü’minler kendileri için istediklerini başkaları için de isterler, kendi yaşadıkları güzellikleri ve tattıkları nimetleri başkalarına da ulaştırırlar. Kendi mutluluklarını başkalarının mutlu olmasında ararlar.

İmam Maverdî’ye göre birr ve takva birbirini tamamlayan ahlaki faziletlerdir. Bu yüzden yanya gelirler. Birr, insanlara iyilik yapmaktan ve onlara karşı iyi olmaktan doğar ve kişiye onların sevgi ve memnuniyetini kazandırır. Allah’a karşı sorumluluk duygusundan kaynaklanan takva ise Allah’ın sevgi ve rızasını kazandırır. Her iki sevgi de kişiye mutluluk verir. Bu açıklamada birr’in ihsan anlamına ağırlık verildiği görülmektedir. Kur’an’da birr‘in bu mânası üzerinde  önemle duruluyor. (Bakara 2:44. Âl-i İmrân 3:92) Ancak bütün kaynaklarda birr “ihsanın en ileri derecesi” şeklinde açıklanmıştır.[26]  

İdeal iyilik olan birrin kapsadığı güzel hasletlerin din dilinde “ma’ruf” diye nitelenenler davranışlar olduğu görülüyor. Zira Din mar’uf olanı emreder, müslümanlardan onları başkalarına da ulaştırmalarını ister. Bu açıdan birr veya ma’ruf diye nitelenerek övülen davranışlar her ne kadar kişinin kendisiyle, kendi takvasıyla alakalı olsa da bir bölümü başkalarına yöneliktir.

 

-Ma’ruf nedir

‘Ma’ruf’, ‘arafe’ fiilinden türemiştir ve ‘ma’rifet’ kavramıyla yakından ilgilidir.

‘Arafe’ fiili; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, eserini düşünerek onu bilmektir ki ‘inkâr’ın karşıtıdır.

“Bilmek, tanımak, düşünerek kavramak” anlamındaki ‘irfân kökünden gelen ma‘rûf sözlükte “bilinen, tanınan, benimsenen şey” mânasına gelir. “Bir şeyi bilmemek, bir şey zor ve sıkıntılı olmak, tasvip edilmeyen, yadırganan, sıkıntı duyulan şey gibi anlamlara gelen “münker”in zıddıdır. Ma‘rûf kelimesi Câhiliye döneminde “iyilik, ikram, gönül okşayıcı söz ve davranış” anlamında yaygın olarak kullanılmaktaydı.[27]

Din dilinde ‘ma’ruf’; derinlemesine düşünen (selim) aklın kabul ettiği, İslâmın (şeriatın) benimsediği, temiz fıtrata uygun, güzelliği anlaşılıp kabul edilmiş fiil, söz ve davranışlardır. 

İslâma göre insan fiillerinin ve davranışlarının bir kısmını güzel bir kısmını kötüdür. Kur’an ve hadis kaynaklarında iyi ve doğru olarak kabul edilen inanç, düşünce ve davranışlara tek kelimeyle işaret edilmek istendiğinde en çok ma‘rûf kelimesi; yanlış, İslâm dinine yabancı, müslüman toplum tarafından yadırganan inanç, düşünce ve davranışlar için de -bazan fahşâ ile birlikte- münker kelimesi kullanılmaktadır.[28]

Râgıb el-İsfahânî, “Ma‘rûf, akıl ve şeriatın iyi olarak nitelendirdiği fiilleri ifade eden bir isimdir; münker de yine aklın ve şeriatın benimsemediği, yadırgadığı şeydir” der.[29]

İbni Manzûr ise urf gibi ma‘rûfun da iyi ve güzel fiiller için kullanıldığını ifade etmiştir. Bu açıklamalar, ma‘rufla urfün birbirinin yerine kullanıldığı eski uygulamanın devam ettiğini göstermektedir.

İbni Manzûr, ma‘rûf kelimesinin hadislerde de sık sık geçtiğini hatırlattıktan sonra bu kavramın Allah’a itaat sayılan, O’na yakınlaşmayı sağlayan, insanlar için iyilik olarak kabul edilen ve şeriatça değer verilen (mendup) bütün güzel tutum ve davranışları ifade ettiğini söyler; ayrıca bu kavramın genellikle insanlar arasında iyi bilinen, tanınan, benimsenen, görüldüğünde yadırganmayan tutum ve davranışları da içerdiğini belirtir. Bu şekilde ma‘rûfun ve dolayısıyla münkerin eski din dışı anlamlarıyla İslâm kültüründe kazandığı yeni anlamları ortaya koyar.[30]

‘Ma’ruf’ diye bilinen güzel davranışlar ve fiiller, insanlar arasında uzun süre yaşayarak ‘örf/urf’ haline gelirler. Selim akıl sahipleri, iyi ve güzel davranışları tanırlar ve onları yaşatırlar. Bu yüzden peygamberler halk arasında yaşayan güzel ‘örfleri’, olduğu gibi bırakmışlar, kaldırmamışlardır. İslâm hukukunda ‘örf’ yerine göre bir delildir.

İşte ‘ma’ruf’, böylesine iyiliği ve güzelliği bilinen, tecrübe edilen, faydası görülen, akıllı insanlarca hoş görülen söz, davranış ve geleneklerin tümüdür.

Bu bir anlamda Hak kavramının bir başka ifadesidir.

Ma’ruf, yalnızca bir ahlâk kavramı değildir. Yani yalnızca davranışları nitelendirmek için kullanılmaz. Peygamberlerin insanları davet ettiği hidâyet aynı zamanda ‘ma’ruf’ olan bir şeydir.  

Ma’ruf ve onun zıddı olan münker, insan hayatının her sahasını kapsar. Bir çok İslâm alimi ‘ma’ruf’u, İslâm’ın emrettikleri, münkeri ise, Allah’ı inkâr ve O’nun yasakladıkları şeklinde anlamışlardır.[31]

Ma’rufa uymak; Allah’a itaat ve O’nun emirlerine uymak; münker de bunun karşıtıdır.

İslâmın getirdiği şeriat; her emri, ilkesi ve prensibiyle ma’ruf, ona aykırı her türlü anlayış, fiil, gelenek ve yönetim tarzı münkerdir.

Ma’rufun değişmezleri veya evrensel ilkeleri vahiy tarafından verilir; ancak detay ve alt ayrımlar akla, zamanın gelişimine bırakılır. İnsan aklı gayret göstererek akla ve İslâmın ilkelerine aykırı olmayan ma’rufları bulmaya çalışır.  

 

-Ma’rufun emredilmesi (emr-i bi’l-ma’ruf)

İyiliğin (ma’rufun) çoğaltılması ve yaygınlaştırılması, kötülüğün önlenmesi veya azaltılması, bu şekilde erdemli kişiler ve toplum oluşturma çalışmaları ““emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” şeklinde formüle edilmiştir. Bu da Kur’an’ın ve hadislerin ruhuna uygundur. Buna İslâmda tebliğ ve davet metodu da denilebilir.

“Kur’ân-ı Kerîm’de ma‘rûf ve münker kelimeleri dokuz âyette “ma‘rûfu emretme, münkeri nehyetme” anlamına gelen ifade kalıplarıyla geçmektedir. Bu âyetlerde hangi davranışların ma‘rûf, hangilerinin münker olduğu belirtilip bir tahsis yoluna gidilmemesi, ma‘rûfun dinin yapılmasını gerekli gördüğü (vâcip) veya tavsiyeye şayan bulduğu (mendup), münkerin de bunların zıddı olan söz ve davranışların tamamını kapsadığını göstermektedir.”[32]

Dinî bir yükümlülük olarak “emr-i bi’l-ma’ruf”, dinin ve selim aklın güzel ve doğru bulduğu görüşleri, davranışları, ölçüleri, ilkeleri insanlara ulaştırmak, öğretmek, uygulamalarına yardımcı olmak demektir. Ya da hayırlı işlere öncülük etmek, hayatın her alanında hayra yer vermek demektir. “Nehy-i ani’l-münker” de Dinin ve aklın kötü gördüğü şeylerle mücadele, onların azalması için çaba göstermektir.

Kur’an en hayırlı topluluk olmanın sınırlarını şöyle çiziyor “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; (zira) iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız…” (Âli İmran 3:110)

Gerçek mü’minlerin bir özelliği de şöyle: “Onlar, Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanırlar; doğru olanı (ma’rufu) tavsiye eder, kötü (münker)  olandan alıkoyarlar ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar: işte bunlar dürüst ve erdemli kimselerdendir.” (Hucurât 49: 15)

Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisidirler (dostudurlar). O yüzden onlar birbirlerine ma’rufu emrederler. (Tevbe 9:71) İyi insanlar yeryüzünde iktidar ve güç sahibi olsalar bile  iyiliği (ma’rufu) emrederler, münkerden sakındırırlar. (Hacc 22:41)

Âyetlerin dediği gibi bu gibi çalışmaları yapan mü’minler daha hayırlıdır, daha iyidirler.

Peygamber (sav) buyuruyor ki:“Nefsimi kudret elinde tutan o Zat’a (Allah’a) yemin olsun ki, ya ma’rufu emreder ve münkerden sakındırırsınız veya Allah’ın kendi katından genel bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olursunuz da duanız kabul edilmez.”[33]

İslâmın bütün emirleri veya tavsiyeleri ma'ruf, bunları başkalarına ulaştırmak farz (vacip) olduğuna göre; bu da bir emek ve fedakârlık gerektir. Mesela ma'ruf olan bir şeyin yaygınlaştırılması, sevdirilmesi ve hakim kılınması, korunması için maddi ve manevi imkanları devreye sokulması gerekir. Bu da infaktır ve ma’rufu emretmenin sosyal boyutunu gösterir. 

Ma‘rûfun eski Arap edebiyatında “cömertlik ve ikram” anlamındaki kullanımı da İslâmdan sonra da devam etmiştir. Mesela bir hadiste şöyle deniliyor: “Size ma‘rûf (ikram) getirene karşılık veriniz.”[34]

Bir mağarada mahsur kalan üç kişinin hikâyesini anlatan uzun hadiste bu kişilerden birinin kurtulmaları için Allah’a dua edip vaktiyle yaptığı bir iyiliği anarken, “Bana bir kadın gelmiş ve benden -aç kalan çocuklarını doyurmak için- ma‘rûf istemişti” dediği nakledilir.[35] Burada ma‘rûf “yiyecek yardımı” anlamında kullanılmıştır.

Eski ahlâk ve edep kitaplarında ma’ruf kelimesinin genel olarak iyilik anlamı yanında özellikle cömertlik ve ikram mânasında kullanıldığını gösteren örnekler vardır.[36]

Bu anlamı ile marufun emredilmesi; cömertliğin ve ikramın yaygınlaştırılması, teşvik edilmesi, toplumda örf olarak yaşatılmasıdır.

Şüphesiz ki ma’rufu emretmek amacına göre, uygun bir ortamda, uygun bir yöntemle, en güzel bir şekilde yapılmalıdır. Kur’an bu her ikisini müslümanlardan bir grubun yapmasını istemektedir. “Sizden, hayra çağıran, ma’rufu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Âli İmran 3:104)

Başka âyetlerde “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevi genel. Buna göre iyi veya kötü olduğu açıkça bilinen hususlarda her müslüman bu görevini yapabilir. 

Öyleyse bunun anlamı şudur: Eğer bir müslüman bunun hakkıyla, davetin ve tebliğin şartlarına uygun yapamıyorsa, kaş yapayım derken göz çıkarıyorsa yapmasın. Bu görevi daha çok bunu daha iyi yapanlar yerine getirsin.

“İslâm âlimleri emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münkerin farz-ı kifâye olduğunda ittifak etmişlerdir. Bununla ilgili uygulamalar, biri devletin sorumluluğunda resmî, diğeri müslüman fertlerin şahsî sorumluluklarına bırakılan gayri resmî olmak üzere iki şekilde gelişmiştir. Emir ve nehiy faaliyetlerinin ilk şekli “hisbe” veya “ihtisab” adı altında kurumlaşmış, kaynaklarda bununla ilgili hükümler ayrıntılı olarak tesbit edilmiştir.”[37]

Peygamber (sav) bunun ölçüsünü nehy-i ani’l-münker faaliyeti konusunda şöyle veriyor:

“Kim bir kötülük görürse eliyle, buna gücü yetmezse diliyle onu önlesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle kötülüğe öfke duysun; bu ise imanın en zayıf derecesidir.”[38]

Burada şu sorular akla gelebilir: Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker birinin işine karışmak mıdır?

Birine bir şeyi dayatmak mıdır?

Birinin üzerinde otorite gibi söz sahibi olduğunu zannetmek midir?

Buradaki emir, Türkçe’deki emretmek midir? Kim kime ne kadar emredebilir ki?

Ya da nehy-i ani’l-münkerdeki nehiy Türkçedeki yasaklama anlamında mıdır? Kim kime neyi ne kadar yasaklayabilir ki?

“Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker”deki “emr” emretmek değil, “nehiy” ise tepeden inme yasaklama değil; teşvik, özendirme, ısındırma, sevdirme, ikna etme, muhatabın kendisinin isteyerek yapmasını sağlama çalışmasıdır.

Güya birisine tebliğ yapıyorum diye bunu nefret ettirici üslûpla yapan “sana ne” sorusu ile karşılaşabilir. Bu yüzden veliler, eğitimciler, davetçiler öyle bir güzel ve ısındırıcı dil kullanmalılar ki, mutapları “sana ne” demesinler.

Bunu herkes yapamayacağına göre âyet “sizden bir topluluk”, yani “bu işi en iyi becerenler yapsın” demektir. Hele insanların daha çok bireysel yaşadığı, bilgi, anlayış, âdet olarak çok değişik bilgi kaynaklarına ulaştığı, farklı eğitimler aldığı bir dönemde...

Hadise göre kötülüğü önleme ve azaltma işi öncelikle gücü yetenlerin, yani otorite sahiplerininin işidir. Bu da aile içinde veli, eğitim kurumlarında eğitimci, toplumda yetki verilenlerdir.  

Otorite sahibi olmayan müslümanlar ise bu görevleri tebliği ve davetin ilkeleriyle yürütürler.

Burada öncelikle ma’ruf ve münker konusunda bilgilendirme yapılmalı, özellikle veliler bunu ma’rufu yaşayarak, münkerden sakınarak örnek olmalılar. Bundan sonra öğüt, örnek vererek yol gösterme, ısındırma, sevdirme, metodları yerine göre denenir. Zira çocuklar veya insanlar aynı yapıda değildir. Farklı karakterlere farklı eğitim ve hitap metodu gerekir. Kötülüklere karşı bundan sonra yumuşak olandan başlayarak giderek sertleşen fiili tedbirler gündeme gelir. Mesela sonucunu bildirip uyarma (inzâr), sert birt üslupla sözlü uyarma (tehdit), psikolojik direniş (hatayı hissettirme, ona katılmama, yüz çevirme, mahrum etme gibi) ceza verme gelir. Otoritenin vereceği ceza ile velinin ve eğitimcinin vereceği ceza elbette aynı olmaz. Ceza şüphesiz münkerin cinsine göre ve mukabili olmalıdır. Bunun illa da fiziki ceza olması gerekmez.

Kaldı ki “nehy-i ani’l-münker” yapıyorum diye bir kimse başkasına nasıl ceza verebilir ki? Belki veliler ve eğitimciler iyiliğe teşvik, kötülükten alıkoymak üzere hafif ve daha çok fizikî olmayan ceza metodu uygulayabilirler. Otorite ise elbette suçlulara (münker işleyenlere) uygun cezayı vermelidir.

Ancak günümüzde seküler yönetimlerden İslâmın “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevini yapmalarını beklemek abestir.

Bunu bilinçli, becerikli, insan psikolojisinden anlayan, İslamı kendi hayatında uygulayan, sözü ve davranışları arasında uyum olan ihlaslı (samimi), fedakâr, eğitimci mü’minler tarafından hadiste geçtiği gibi daha ziyade “söz ile” ve “kalp ile nefretle” olacaktır.

Yerince ve zamanında, uygun olmayan bir üslupla yapılan davetler, ma’rufu teşvik münkerden sakındırma faaliyetleri istenilen sonucu vermediği gibi ters de tepebilir. Hayır yerine şerre sebep olabilir. Sevdirme yerine nefrete yol açabilir. Halbuki Peygamber (sav) “... Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” buyurdu.[39]

Cihad ibadeti teorik olarak “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevinin bir parçasıdır. Zira cihad faaliyeti ma’ruf’un yaygınlaşması, münkerin en aza indirilmesi, İslamın güzelliklerinin insanlara ulaştırılması çalışmasıdır. Ya da insan ile bunlar arasındaki engelleri kaldırma çabasıdır. Bir başka deyimle hak yolunda yoğun çalışmadır.

Bazılarına göre cihad; daha çok dışa dönük faaliyettir. İslâmı gayr-i müslimler arasında yayma, İslâm vatanını saldırganlara karşı koruma, bunun için gerekirse silahlı faaliyette bulunmadır.[40]

Buna göre “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” daha çok içe dönük bir faaliyet, cihad ise çok dışa dönük bir etkinliktir.

Ancak “nefse karşı cihad” etmenin önemini ve cihadın genel manasını hatırlayacak olursak hem cihad hem de “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker”in hem içe dönük, hem de dışa dönük bir faaliye olduğu görülür. Ki bu da hem kişisel planda, hem de toplumsal planda bir “ıslah” çalışması, kişilerin daha iyi olmalarına, toplumsal barışı ve huzuru sağlamaya yönelik bir ibadettir.

Din seçme ve dini partik olarak yaşamak kişinin özgür iradesiyle olacak bir şeydir. (Bakara 2:256) İslamı kabul ettirmede ve uygulamada zorlama ve şiddet söz konusu değildir. İnanma ve inandığını yaşama, yani iitikat ve ibadet gönül işidir. Yüreğe inmeyen bir itikat, yürekten gelmeyen bir uygulama samimiyetten uzaktır. Üstelik hiç bir inanç baskı, şiddet veya silahla benimsenmez. Zira “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” bir ıslah faaliyetidir. Eğer bu faaliyet fitne ve fesata, soğuma ve nefrete yol açacaksa bundan kaçınmak gerekir. Üstelik peygamberler de dahil hiç kimse başkasının hidâyetinden sorumlu değildir. (Mâide 5:105) Peygamber’e bile düşen apaçık tebliğdir. (bkz: Âli İmran 3:20. Mâide 5:93. Ra’d 13:40. Nahl 16:35, 82. Nûr 24/54. v.d)

İslâmî kaynaklar çocuklar, kadınlar, yaşlılar, sakatlar, kimsesizler, çalışanların haklarını,  dinî değerlerin, çevrenin, halk sağlığı ve insan hakları ve toplumsal barışın, örf olan adet ve kültürlerin korunup yaşatılmasını tavsiye ederler. Bunlara yönelik yıkıcı faaliyetlere engel olunmasını isteler. Bu amaçla yapılan çalışmalar ve kurulmuş kurumların faaliyetler “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” kapsamında değerlendirilmiştir.

Bu tür faaliyetlerin kişi ve kurum planında arttırılarak sürdürülmesi hem İslâm’ın ruhuna hem de modern hayatın gerçeklerine uygun görünmektedir.[41]

Bütün bu faaliyetlerin ihsan üzere yapılması gerekir.
 

-İhsan Nedir?

İhsan, if’al kalıbından “ahsene” fiilinin masdarıdır. Ahsene; bir şeyi iyi etmek güzel yapmak veya bir şeyi güzel bilmek demektir. Ahsene “ila” edatı ile başkasına güzel muamelede bulunmak, insanlara iyilik yaparak kendisine karşı insanlarda güzel duyguların meydana gelmesine sebep olmak anlamına da gelir.

Ahsene tıpkı “hassene” fiili gibidir. Bu da güzelleştirmek, daha da güzel olmak, daha güzelini yapmak demektir. “Adam yaptığı her şeyi güzel yaptı” şeklinde söylenir. “İhsan", "isâetin" (kötü-çirkin yapmanın) zıddıdır.[42]

İhsan Kur’anda genel olarak iki anlamda kullanılıyor: Birincisi; Sahip olunan nimetlerden başkasına da verme, sunma. İkincisi; Yaptığı işde ihsan üzere hareket etmek. Bu da (bilinmesi gereken şeyi) güzel bir biçimde bilmek, (yapılacak işi) güzel bir şekilde yapmak demektir.[43]

Kur’an “ahsene” fiilini 21 yerde tekil, çoğul ve emir kalıbıyla kullanılıyor. (bkz: En’am 6:154. Yûsuf 12:100. Kehf 18:30)

Allah (cc) iman ettikten sonra takva ile hareket eden, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranan ve ihsan üzere hareket eden (ahsene) müslümanların geçmiş günahlarını bağışlar. (Mâide 5:93. Nahl 16:30. Necm 53:31)

Eğer insanlar hep ihsan üzere olurlarsa, yani hep güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsan’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak ‘ihsan’ görürler, güzellikle muamele edilirler. İhsan üzere hareket edenlere, yaptıklarının karşılığı daha güzeliyle hatta fazlasıyla verilecektir. (Yûnus 10:26. Bir benzeri: Zümer 39/10. Ankebut 29:7)) İyiliğin karşılığı iyilikten, güzelliğin karşılığı güzellikten başka bir şey midir? (Rahmân 55:60) 

Kur’an ve hadislerde ihsan kelimesi Allah’a nisbet edildiğinde, “O yarattığı her şeyi en güzel yapmıştır” (Secde 32:7), “O sizi şekillendirdi ve şeklinizi güzel yaptı” (Tegābün 64:3) meâlindeki âyetlerde olduğu gibi Allah’ın kusursuz yaratıcılığını veya “Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun” (Kasas 28:77), “Allah ona rızık ihsan etti” (Talâk 65:11) örneklerinde görüldüğü üzere O’nun kullarına lutufkârlığını, cömertliğini ifade eder.[44]

İhsan; güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. Bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsan Kur’an’da hem Allah’a nisbetle, hem de insanlara nisbetle kullanılıyor.

Allah (cc) mü’minlere adaletle beraber ‘ihsan’ı da emrediyor. (16/Nahl, 90) Allah (cc) insanlara ihsan’la davrandığı gibi onların da ihsan sahibi olmaları en güzel şeydir. (28/Kasas, 77)

İhsan kelimesini üç manası vardır: Birincisi amelde ihsan; yani bir şeyi güzel bir bilgi ile bilmek veya bir şeyi güzel bir amelle yapmak. Cibril hadisinde geçtiği gibi “Allah’ı görüyor gibi ibadet etmek” ihsandır.[45]

Cibril hadisinde İslâmın üç boyutu var: İman, islâm (taslimiyet) ve ihsan. Bunlardan iki boyutu Kur’an ve Sünnetle belirlenmiş iman ve ibadet ve davranışları içine alır. Üçüncü boyut ise takvayı, fikri hayatı ve güzel olanı yapmayı, güzel yapmayı ifade eder. (Koç, T. İslâm Estetiği, s: 51)

İkincisi; yapılan her şeyin güzel yapılması, güzellik, estetik, hoşa giden. Eğer insanlar hep ihsan üzere olurlarsa, yani hep güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsan’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak ‘ihsan’ görürler, güzellikle muamele edilirler. (İsrâ 17:7) İyilik edenlere, işlerini güzel yapanlara (ahsene) ve Alllah’tan korkup çekinenlere O’nun katında büyük bir ödül vardır. (Âli İmran 3:172. Yûnus 10:26. Kehf 18:30-31)

“Yaptığını güzel yapmak” şeklinde özetlenen anlamına uygun olarak kulun Allah’a karşı hissettiği derin saygı, bağlılık ve itaat ruhunu ve bu ruh halinin ürünü olan iyi davranışları kapsar. Müslümana bir hayvan boğazlerken bile ‘ihsan’ ile boğazlanması emredilir.[46]

Üçüncüsü; başkasına iyilik etmek, ni’met kazandırmak, yardımcı olmak ve bütün bunları güzellikle yapmak,

Buna göre ihsan; en genel çizgileriyle Allah Rasûlü’nün yaptığı gibi davranmak (İslâm), onun düşündüğü gibi düşünmek (iman) ve buna uygun bir davranış (amel) sergilemektir. İslâm ne yapmamız gerektiğini söylerken, iman bunları yapmanın niçin gerekli olduğu konusunda bize bir anlayış sağlar. İhsan ise, psikolojik ve duygusal niteliklerimizin eylem ve anlayışımızla uyumlu hale getirilmesi durumudur.[47]

Konumuz açısından burada ihsanın üçüncü anlamına daha çok vurgu yapacağız.

Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Gerçek şu ki, Allah adaleti ve iyilik yapmayı (ihsanı), yakınlara karşı cömert olmayı emredip utanç verici ve arsızca olanı, akıl ve sağduyuya aykırı olanı ve azgınlığı, taşkınlığı yasaklıyor; ve size (böyle tekrar tekrar) öğüt veriyor ki, böylece (bütün bunları) belki aklınızda tutarsınız.” (Nahl 16/90

Buradaki ihsan “insanın hem Allah’a hem de yakın ve uzak çevresine, bütün insanlara, hatta tabiata karşı yaklaşımında, tutum ve davranışlarında adalet ölçüsünün, farz ve vâcip sınırlarının ötesine geçerek imkân ve kabiliyetine göre kulluğun, özverinin ve erdemin en yüksek seviyesine ulaşması” anlamlarına gelecek şekilde yorumlanmıştır.[48] 

Bunu biz müslümanın kendisine, çevresine ve tabiata karşı güzel davranması, güzel davranışlar sergilemesi olarak anlayabiliriz.

Bir başka açıdan ihsan insanlarla sağlıklı ilişki kurmak, onlarda güzel duyguların yeşermesine sebep olacak davranışlar sergilemek, yardım ve iyilikte bulunmaktır.

İhsanın lütuf ve inayette bulunmak gibi anlamları da vardır. Ama mutlak anlamda ihsan sahibi sadece Allah’tır. Varlığımız ve her şeyin varlığı O’nun bir ihsanı ve inayetidir. Bizim insanlara karşı olan ihsanımız, yani lütuf ve iyiliğimiz O’nun ihsanı ve kudretinin bir tecellisidir.[49]

İhsan ahlâkı, adaletten daha kapsamlı bir güzel huydur. Çünkü adalet anlayışında, karşıdakinin hakkını vermek varken, ihsanda ise daha fazlasını vermek, daha güzeli ile karşılık vermek anlayışı vardır.

Adaletli olmayı din bir farz olarak, bir gereklilik olarak müslümanlara emrediyor. Ancak ihsan, bundan daha kapsamlı ve üstün olduğu için onu hem emrediyor, hem de fazlasını tavsiye ediyor.  

İnsana nisbetle kullanılan ihsan; hilm erdeminden kaynaklanan bir anlayışla kişinin diğer insanlar karşısındaki sevgiye dayalı özverili tutumunu ifade eder. Nitekim çeşitli âyetlerde “muhsinler” olarak anılan müminlerin hilim ruhunu yansıtan bazı seçkin özellikleri üzerinde durulmuş ve bu şekilde ihsana dahil olan faziletlere işaret edilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Öfkeye hâkim olma, affetme, hoşgörü, sabır (Âl-i İmrân 3:134-135. Mâide 5:13. Hûd 11:115. Yûsuf 12:90), işlerde aşırılıktan sakınma, kararlılık ve cesaret (Âl-i İmrân 3:147-148), tokgözlülük ve cömertlik (Bakara 2:236) gibi

Mü’min, yalnızca ibadette değil, bütün davranışlarında ihsan üzerinde bulunur. Yapılan iyiliklerin ‘ihsan’ üzere olabilmesi için, ibadetlerin Allah  rızası için yapılması şarttır.  

Peygamber (sav) “Allah her şeyi mükemmel kılmıştır” veya bir ifade ile “Allah her şeyde ihsanı farz kılmıştır” diyor.[50] Burada “kusursuz” diye Türkçeye aktarılan ihsan aynı zamanda “güzellik, erdem, iyilik” gibi anlamlar da gelir. Bu kelimeyle tam olarak anlatılmak istenen şey, gerçekleştirilen her eylem ve davranışı bir sanata ve sanatı da Allah’ın selamına dönüştüren kalbin ve ruhun güzelliği, yani iç güzelliktir.[51]

Kaynaklarda Peygamber’in (sav) şöyle dediği rivayet ediliyor: “Allah (cc), sizden birinizin yaptığı işi (ameli veya görevi)  sağlam ve güzel yapmasını sever.”[52] Bu da ihsan ahlâkından başka bir şey değildir.

Halk arasında, yapılan maddi yardımlara da ‘ihsan’ denildiğini hatırlayalım. Fakirlere veya muhtaçlara yardım etmeyi ‘ihsanda bulundu, ihsan etti’ şeklinde adlandırırlar.

Müslüman, insanlara güzellikle, ‘ihsan ahlâkıyla’ davranır. İbadetlerini ‘ihsan’ şuuruyla yapar. Kendisine yapılan ‘ihsan’ları -iyilikleri-, gerek Allah’tan gelsin gerek kullardan gelsin- inkâr etmez, ihsana ihsanla karşılık verir. (Bakara 2:195)

Allah (cc) insanlara ihsan’la davrandığı gibi onların da ihsan sahibi olmaları en güzel şeydir. (Kasas 28/77)

Kur’an, ihsan ahlakına sahip mü’minlere “muhsin” diyor ve onları övüyor. Bunda ihsanın üç anlamının da saklı olduğunu görüyoruz.

 

-Muhsin olmak

“Muhsin”, ihsan masdarının özne ismidir (ism-i failidir). İhsanda bulunan kişiye, ihsan edene, ihsan ile davranana, ya da ihsan ahlâkına sahip olan kimse demektir. Kur’an iyi/ideal mü’minlere “ebrar”, “sâlih” dediği gibi “muhsin” de diyor.

Muhsin ihsan ahlâkını kuşanandır. Bu da müslümanın değerini (keremini) artıran en önemli sıfatlardan birisidir. “Muhsin” Kur’an’da 4 yerde tekil, 35 yerde de “muhsinûn, muhsinîn” şeklinde çoğul olarak yer almaktadır. 

Allah (cc) muhsinleri sever. muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve Âhirette iyilikler verir. (Bakara 2:195. Âli İmran 3:134, 147. Mâide 5:13, 85, 93. A’raf 7:57. Tevbe 9:120. Ankebût 29: 69. v.d.)

 “... İyilik edin (iyi davranın); Çünkü Allah iyi davrananları (muhsinleri) sever.” (Bakara 2:195. Mâide 5:13, 93. Âli İmran 3:134, 148) Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri layık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar. (Nahl 16:127. Bakara 2:112. Nisâ 4:125)

Muhsinler (ihsan sahipleri), bütün işlerini Allah’ın razı olacağı şekilde güzel ve takvaya uygun yaparlar. Onlar, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve faydasız amellerden, faaliyetlerden uzaktırlar. Muhsin olanlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler.

Kur’an, Allah’ın onlara müjdeler verdiğini (En’am 6:154. Hacc 22:37), Kur’an’ın onlar için bir rahmet olduğunu da açıklıyor. (Lokman 31:3) Muhsin olarak özlerini Hakk’a bağlayanlar gerçekten kopmaz bir İp’e bağlanmış olurlar. (Lukman 31:22) Bakara 2:112. Nisâ 4:125)

Kur’an, iman edenlere Allah’a yalvararak dua etmelerini emrettikten sonra “… Allah’ın rahmeti elbette muhsinlere yakındır” diyor. (A’raf 7:56) Âyetin başı oldukça dikkat çekici: “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” deniliyor. İfsat bir anlamda ihsanın karşıtıdır. İhsan güzel yapmak, iyi davranmak, güzellikle hareket etmek ise, ifsat bozmak, düzeni bozmak, yani tabii olanı, güzel olanı çirkinleştirmek demektir. Bu durumda Allah’ın rahmeti elbette çirkinlik yapan bozgunculara değil, güzel yapan muhsinlere yakın olacaktır.

“Allah elbette muttakilerle (takva ahlâkı kuşananlarla) ve muhsinlerle (ihsan üzere davrananlarla) beraberdir.” (Nahl 16:128. Bir benzeri: Ankebût 29:69. Mürselât 77:44) Burada takva ile ihsan arasında bağ kurulduğunu görüyoruz. Takva Allah’ı hesaba katarak, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmek, işlerini bu bilinçle yapmak, ihsan ise Allah’ı görüyormuş gibi hareket etmek, yaptığı işleri bu nedenle güzel yapan mü’mindir.

Üç yerde bazı peygamberlerin isimleri zikredilerek kendilerinden “muhsinler” diye söz ediliyor. (En‘âm 6:83-84. Yûsuf 12:22, 36, 78. Sâffât 37:80-131) Bu da  ihsan ahlâkının, muhsin olmanın peygamberlerde gözlenen kusursuz dindarlık ve bunun sonucu olan güzel davranışları ifade ettiğini gösterir.[53]

Bu âyetlerde adı geçen peygamberlerin yaptıkları güzel işlerin bir kısmı anlatılıyor ve arkasından da “İşte biz muhsin olanları böylece ödüllendiririz” deniliyor.

Muhsin olmak aynı zamanda iyi davranışlar konusunda bilinçli olmayı ifade eder. Onlar, hangi davranışın iyi, hangi davranışın kötü olduğu konusunda hem bilgi sahibidir, hem de bilinçlidirler. Çünkü onlar Allah’ın kendilerini gördüğünün farkındadırlar.

Sonuçta eninde-sonunda ‘ihsan ahlâkı’ ve bu ahlâka sahip olanlar, Kur’an’ın kendilerine muhsin şeref payesini verip tebcil ettikleri kazanırlar.

Soru şu: Kur’an’ın bu kadar övdüğü, yaptıklarına karşılık hadsiz hesapsız mükafat vadettiği bu güzel insanlar kimlerdir? Kur’an kimlere muhsin diyor?

Cevap: Muhsin, iyilik yapmayı ve güzel davranmayı ilke ve kişilik haline getiren, bunda sebat eden, güzel düşüp güzel eylemler yapan demektir. Bir başka deyişle; Allah’ı görüyor gibi davranan kimsedir.

Muhsinler (ihsan sahipleri), bütün işlerini ahlȃka uygun yaparlar. Onlar, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve faydasız amellerden, faaliyetlerden uzaktırlar. Onlar insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın  temsilcisidirler

İhsan üzere hareket eden mü’min; yanı zamanda hayatın her alanına güzellikler, iyilikler, dostluklar yerleşsin diye aktif olarak çalışan kimsedir. O çok iyi bir hak savuncusu, iyi bir çevreci, iyi bir eğitimci, estetikten ve sanattan yana, temizlik sevdalısı, dostluk elçisi, barış mücahididir.

Müslüman, insanlara güzellikle, ‘ihsan ahlâkıyla’ davranır. İbadetlerini ‘ihsan’ şuuruyla yapar. Kendisine yapılan ‘ihsan’ları -iyilikleri-, gerek Allah’tan gelsin gerek kullardan gelsin- inkâr etmez, ihsana ihsanla karşılık verir. (Bakara 2:195)

Kur’an muhsin olmayı mü’minlerin bir sıfatı olarak sayıyor ve herkesi muhsin olmaya davet ediyor. Hem de aktif iyi (muhsin) olmaya. Yani o, sergilediği güzellikleri başkalarıyla paylaştığı gibi, iyi ve güzel olan şeylerin insanlar arasında yayılması için de çaba gösterir. Bu das onun sosyal yönünü gösterir.

Muhsin , yaptığı her işi güzel yapan insandır, yani iyi insandır.

‘Muttaki’, yani takva sahibi kimse Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranan, Allah’ı hesaba katarak yaşayan, bu uyanıklılık ile hareket eden anlamındadır. Bu yönüyle ‘ihsan’ ahlâkı ile takva bilinci arasında bir ilişki söz konusudur. Takva sahibi müslümanlar, bütün davranışlarında ‘ihsan’ ahlâkı ile davranırlar. İyilikte bulunurlar, güzel iş yaparlar, güzellik üretirler.

Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar.

Dolaysıyla bir müslüman ne yapıyorsa, onu güzel yapmalı, maksada uygun yapmalı, doğru yapmalı. İmanından aldığı bilinçle ortaya koyduğu güzellikleri başkalarıyla da paylaşmalı. Güzellik, güzel yapmak, güzel davranmak, iyilik etmek, ihsan, lütuf ve keremde bulunmak gibi konularda çevresine örnek olmalı.

Allah’ın uygun gördüğü muhteşem ‘muhsin’ sıfatını kazanmak isteyen bir müslüman, kim ne derse desin, kim hangi kötülüğü, kabalığı, ayrımcılığı, ırkçılığı, hasımlığı, hainliği, kirliliği yapsa bile, o iyi davranmaya, güzellik üretmeye, hakkaniyetle hareket etmeye devam eder.[54]

İşte muhsinlerin, yani güzellik üretenlerin ahlâkı böyledir.

 

-Sonuç

Burada birr ve ma’rufu yeniden hatırlamak gerekiyor. Birr; en ideal iyilik, ma’ruf; dinin ve selim aklın güzel gördüğü iyilik, ihsan da; iyilikte ve ikramda güzellik olduğuna göre üçü arasında bağlantı vardır. Her üçünün de içe dönük yönü olduğu gibi, dışa dönük yönü, amacı ve hedefi vardır. Mü’minler, kendileri bir sahibi (ebrar) olmaya çalışırken, yaşadıkları ortamda hem bunu paylaşılrar hem de birr (iyilik) ve takva üzere yardımlaşırlar.

Mü’minler dinde ma’ruf olan iyilikleri, doğru ve isabetli olan davranışları kendileri ahlak olarak benimsedikten sonra onları çevreleriyle paylaşırlar. Emr-i bi’l-ma’ruf yaparak bu ideal iyiliklerin yaygınlaşmasına çalışırlar.

Müslümanlar kendileri ihsan ahlakını kuşanarak “muhsin” olmaya çalıştıkları gibi, başkalarına da ihsan ve iyilik ederler, ikramda bulunurlar. Yaptıkları bütün eylemleri bilinçli ve sağlam bir bilgi ile yaparlar, çevreye güzel ve güzel ahlak gösterirler, güzellik üretmede, güzel davranmada örnek olurlar.

Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas 28:77)

Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın (ahsinû); Allah güzel yapanları (muhsinleri) sever.” (Bakara 2:195)

Hüseyin K. Ece

25.07.2018

Zaandam

 

 

[1] İbni Manzur, Lisânu'l-Arab, 2/58-59. El-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 53

[2] Tirmizî, Deavât/82 no: 3507. İbni Mâce, Dua/10 no: 3861

[3] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 53

[4] Buhârî, Cihad/1 no: 2782, Hacc/4 no: 1519, Bir benzeri: Hac/102 no: 1688. Müslim, İman/36 (135) no: 248. Tirmizî, F. Cihad/22 no: 1658. Darimî, Menâsik/8, Salat/24

[5] Buhârî, Umre/1 no: 1773. Müslim, Hac/79 (437) no: 3289. Tirmizî, Hac/2 no: 810. Nesâî, Hac/3 no: 2623-2624, 5 no: 2630, 6 no: 2631-2632. İbn Mâce, Menâsik/3 no: 2888

[6] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 53

[7] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/58

[8] Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/66

[9] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı K Ur’an, 1/76

[10] Buhârî, Eyman/1 no: 6621

[11] Ebu Dâvud, Talak/7 no: 2191

[12] Buhârî, Ahkâm/5, 6. Müslim, Eyman/2 (11-17) no: 4271-4277

[13] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı K Ur’an, 2/1144

[14] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/58-59. Mefâtîĥu’l-Ğayb, 5/37’den Toksarı, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/205

[15] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 53

[16] Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur'an Dili (sad.), 1/288

[17] Taberî, İbni Cerir. Câmiu'l-Beyân, 1/297

[18] Toksarı, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/205

[19] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/20

[20] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 53

[21] Toksarı, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/205

[22] Müslim, Birr/14-15

[23] Ahmed Bin Hanbel, 4/182, 194, 227, 228. Dârimî, Büyu’/1-2

[24] Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ Ve’d-Dîn S. 184’den Toksarı, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/205

[25] Buhârî, Edeb/69 no: 6094. Müslim, Birr/29 (103-105) no: 6637-6639. Tirmizî, Birr/46 no: 1971. Muvatta. Kelâm/16. Ebu Dâvud, Edeb/no: 1989

[26] Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ Ve’d-Dîn S. 184’den Toksarı, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/205

[27] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/139

[28] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/139

[29] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 495-496

[30] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 10/111-112

[31] el-Amra, S. C. Ma’ruf Ve Münker (çev.), s: 80

[32] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/139

[33] Tirmizî, Fiten/9 No: 2169

[34] Nesâî, Edeb/108, Zekât/72. Ahmed B. Hanbel, 2/68

[35] Ahmed B. Hanbel, 4/274

[36] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/139

[37] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/139

[38] Müslim, Îmân/78. Ebû Dâvûd, Salât/232

[39] Buhârî, İlim/11, Edeb/80, Cihâd/164. Müslim, Cihâd/6-7. Ebû Dâvûd, Edeb/17

[40] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/139

[41] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/139

[42] İbni Manzur, Lisanu'l-Arab, 4/123-124

[43] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 170

[44] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi; 21/546

[45] Buhârî, İman/37 no: 50. Müslim, İman/1 no: 8. Tirmizî, İman/14 no: 2738. Ebu Davûd, Sünne/16 no: 4695. İbnu Mâce, Mukaddime/9 no: 63,64. Nesâî, İman/6 no: 4994

[46] Müslim, Sayd/57 no: 1955. İbnu Mace, Zebaih/3 no: 3170. Ebu Davud, Edahî/12 no: 2815. Tirmizî, Diyât/14 no: 1409. Nesâî, Zahâyâ/22

[47] Koç, T. İslâm Estetiği, s: 52

[48] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi; 21/546

[49] Koç, T. İslâm Estetiği, s: 55

[50] Müslim, Sayd/57 (11) no: 5055

[51] Koç, T. İslâm Estetiği, s: 53

[52] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 1/275. Beyhâkî, Şuabü’l-Îmân, 4/334. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2/286-287

[53] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi; 21/546

[54] Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, S: 284. http://www.huseyinece.com/makalelerim/uzun-makaleler/1669-kur-an-da-guezelligi-sanati-anlatan-kavramlar.