“Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!...” (M. Âkif ERSOY)

 

  • On Muharrem ve âşûre

Abdullah bin Abbas’ın anlattığına göre Hz. Muhammed (sav) Medine’ye hicret edince oradaki yahudilerin Muharrem’in onunucu günü oruç tuttuklarını gördü.

 

Sebebini sorunca; “Bu gün Allah’ın (cc) Firavuna karşı hz. Musa’ya yardım ettiği gündür. Biz ona saygı olsun diye oruç tutuyoruz” dediler. Bunun üzerine Peygamber (sav): "Biz Musa’ya sizden daha yakınız” buyurdu ve (müslümanlara) âşûrâ orucunu emretti.  (Buharî, Savm/69 (2004), Tefsir/20 (4728) Menâkıbu’l-Ensar/52 3943).  Müslim, Sıyam, 127 (1130).  Ebu Davud, Sıyam/64 (2444). İbni Mace, Sıyam/41 (1724).

Aişe’den (r. anha) gelen bir rivayete göre o şöyle demiştir: “Cahiliyye zamanında Kureyş on Muharrem’de oruç tutarlardı. Peygamber de oruç tutardı Hatta Medine’ye hicret ettikten sonra da bu oruca devam etti ve insanlara tutmalarını söyledi. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra âşûrâ orucunu bıraktı. Bundan sonra dileyen onu tuttu, dileyen terketti.” (Tirmizî, Savm/49 (753). Ebu Davud, Sıyam/64 (2442). Buharî, Savm/69 (2001-2002))

Muaviye b. Ebi Süfyan Hac zamanı âşûrâ günü minbere çıktı ve şöyle hitap etti: “Ey Medine halkı, nerede alimleriniz? Ben Rasûlüllah’tan şöyle işittim: “Şu gün âşûrâ günüdür. Allah bu günde size orucu farz kılmadı. Ama ben bugün oruçluyum. Dileyen  o gün oruç tutsun, dileyen iftar etsin.”  (Buharî, Savm/69 (2003))

Katade Peygamber’in (sav) şöyle dediğini rivayet ediyor: “Aşûrâ günü orucunun Allah katında geçen sene için keffâret olmasını ümit ederim.” (Tirmizî, Savm/48 (752))

Abdullah ibni Omer (ra) diyor ki: “Cahiliyye zamanında da aşura günü oruç tutardık. Ramazanla ilgili âyet nazil olunca Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Âşûrâ günü Allah’ın günlerinden bir gündür. Dileyen onda oruç tutsun, dileyen tutmasın.” (Ebu Davud, Sıyam/64 (2443))

Hadiste geçtiği gibi on Muherrem de Allah’ın diğer günleri gibi bir gündür. Ne bir eksik ne bir fazla

Ancak on Muharrem’de tarihte bazı olayların olduğu rivayet edilmektedir.

Hz. Nuh’un (as) gemisi tufandan sonra Cudi dağına o gün oturmuş. Hz. İbrahim (as) nemrudun ateşinden o gün kurtulmuş. Hz. Ya’kub oğlu Yusuf’a o gün kavuşmuş. Hz. Musa ve İsrailoğulları Firavun’un zulmünden o gün kurtulmuşlar. (Yavuz, Y. Şevki, DİA 4/24)

Bütün bu olayların on Muharrem’de olduğunu isbat etmek güçtür.

Âşûre çorbası/tatlısı ise tümüyle kültüreldir ve hz. Nuh’la ilgisini kurmak isbata muhtaçtır. Ancak bu âşûrâ gününü hatırlama ve hediyeleşme açısından güzel bir gelenektir. Âşûre paylaşmanın, ikram ve infak etmenin, birlikteliğin, komşuluğun, hatırlamanın, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Musa sevgisinin, bolluk ve berekete şükretmenin güzel bir örneğidir.

Âşûre aynı zamanda farklılıklara rağmen birarada olmanın, birlikte olup yeni tadlar ve ahenkler oluşturmanın sembolüdür. Bu çorbada/tatlıda farklı malzemeler bir araya geliyor, aynı kapta pişiyorlar ama hepbirlikte yeni ve farklı bir tatla ortaya çıkıyorlar. Tadın, lezzetin, ikramın ve tebessümün malzemesi oluyorlar.

On Muharrem’de gündeme gelen bu âşûre olayı, kişinin kendi benliğini koruyarak farklı olan başkalarıyla toplumsal bir hedef için biraya gelebileceklerine işaret eder. Bu nedenle bu güzel geleneğin yaşatılması gerekir.

 

  • On Muharrem’de ne olmuştu?

Bilindiği gibi 10 Muharrem’i Âşûrâ günü yapan Hz. Hüseyin’in ve yakın akrabalarının Kerbelâ’da şehit edilmesidir. İslâm tarihinin en hazin, en acıklı ve en haksız bir katlimanın gerçekleştiği gündür on Muharrem. O gün diğer olayları gölgede burakacak kadar,  tarihten beri müslümanların hafızasına kazılmış hüzün ve matem günüdür.

Muharrem haram aylardan biridir. Yani savaşın yasak olduğu bir zaman.

Haram aylar Kur’an’da çoğul olarak iki âyette, tekil olarak da dört âyette yer alıyor.

“Bilin ki, Allah'a göre ayların sayısı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı

gün koyduğu ölçü uyarınca onikidir; [ve] bunlardan dördü haram aylardır; işte [Allah'ın] her zaman geçerli sapasağlam yasa[sı] budur. O halde, bu [aylar] konusunda artık kendinize yazık etmeyin…” (Tevbe 9/36. Bak.:Tevbe 9/36. Bekara 2/194, 217. Maide 5/2, 97)

Genel kanaate göre bu aylar Receb, Zülkâde, Zülhicce ve Muharrem’dir.  (H. Algül, DİA 16/105)

Muharrem aynı zamanda Allah’ın ayı (şehrullah) ünvanını alan bir aydır.

Bir hadiste şöyle deniliyor:

“Ramazandan sonra en faziletli oruç şehrullah (Allah’ın ayı) olan Muharrem’de tutulan oruçtur.” (Müslim, Sıyam/38 (2755). Tirmizi, Sıyam/40 (740). Nesâî, K. Leyl/6 (1614))

“Bir zat Peygamberimize geldi ve sordu:

"Ramazan'dan sonra ne zaman oruç tutmamı tavsiye edersiniz?" Peygamber (sav):  "Muharrem ayında oruç tut. Çünkü o, Allah'ın ayıdır (şehrullah’tır). Onda öyle bir gün vardır ki, Allah o günde bir kavmin tevbesini kabul etmiş ve o günde başka bir kavmi de affedebilir"  buyurdu. (Tîrmizî. Savm: 40 (741))

Muharrem ayı haram aylardan biri, Allah’ın ayı alacak kadar saygı gösterilmesi gereken bir ay. Fakat iktidar hırsı, çıkara ve dünyalıklara düşkünlük, gücü kutsama hastalığı ne muharrem dinliyor, ne haram, ne de ölçü. 

O günün iktidar güçleri 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61)  tarihinde Muharrem’e saygı duyması gerekirken  tam tersine  Hz. Peygamberin erkek evlatlarının/torunlarının biri hariç hepsini, bir âşûrâ gününde Kerbelâ’da öldürmekten çekinmediler.

Hz. Hüseyin’in ve yetniş yârân’ının şehit edilmesi olayına farklı açılardan bakılabilir. Ancak ben bu olaydan alınması mümkün olan derslere dikkat çekmek istiyorum.

Ya da bu olayı günümüze nasıl taşıyabiliriz?

Hüzünlenmek, matem tutmak, gözyaşı dökmek, karşı tarafa lânet okumak mümkün de, sonuçta bize iman, cihad ve takva açısından, islami ahlak ve tavır yönünden ne kazandırabilir?

Ona bakmak gerekir.

 

  • Kerbela olayından çıkarılabilecek dersler

Kerbelâ olayından on tane önemli ders çıkarabiliriz.

 

Birincisi; Zâlim ve mazlum karakterlerini tanımak

Zâlim, açıkça hakkı çiğneyen, başkasına haksızlık yapan, hakkı ait olduğu yere değil de başka bir yere koyan, Allah’ın koyduğu ölçüleri tanımayan demektir. Aynı zaman da Allah’ın indirdikleriyle hükmeyenlerdir. (Maide 5/45)

Mazlum, zâlimin zulmüne uğradığı halde ona boyun eğmeyendir. Mazlum, pısırık, cesaretsiz, haline razı, zulme uğramaya hazır kimse değildir.

Kerbelâ olayı bir taraftan zulmün sınır tanımaz cürmünü ve aşağılık yüzünü gösterirken,  bir taraftan mazlum konumundaki Hz. Hüseyin ve taraftarlarının haksızlığa razı olmayan örnek tavrınını önümüze koymaktadır.

Peygamber buyuyorur ki: “Bu ümmet zalime zalim deme cesareti göstermediği zaman kıyameti bekle.”  (Müsned, 2/190)

“İnsanlar zalimi görüp de elini (zulümden alıkoymayacak olurlarsa), aradan fazla zaman geçmeden, Allah’ın onlara genel bir azap göndermesi yakındır.” (Tirmizî, Fiten/8 (2168). Tefsir 5/17 (3057). Ebu Davud, Melâhim/17 (4338). Bir benzeri: İbni Mace, Fiten/20 (4005))

Hz. Hüseyin, zâlime ‘sen zâlimsin’ deme cesareti gösteren yiğitlerden biridir.

Bize de sanki  “siz de zalimi tanıyın ve hiç olmazsa ona zâlimsin deme cesareti gösterin’  demektedir. (Bir düşünür; “Zinciri kıramazsan bari onu kemir” demiş.)

 

İkincisi; Tuğyan karşı tavır almak

Burada Allah’ın ölçüleri dururken kendi işine gelen ölçüleri esas alan, azan, yani tuğyan eden bir gürûha karşı nasıl bir tavır sergilenmesi gerektiğini görüyoruz.

Bu olayda savaştan, döğüşten, yiğitlikten, kahramanlıktan önce Hz. Hüseyin’in yüreğindeki kıyam anlayışına, yanlışa teslim olmama, tuğyanı kabul etmeme tavrına, İslâmî olmayan şeylere karşı içindeki yiğitliğe dikkat etmemiz gerekiyor.

Zaten Hz. Hüseyin yüreğinde o kıyamı yaşamasaydı, kalbine o onuru yerleştirmeseydi, o şuurda olmasaydı sonu kesinlikle ölüm demek olan Kerbelâ’ya gidemezdi.

Tuğyana tavır almak şu ayette ve şu hadiste öğretilen İslâmî sorumluluktur.

“Andolsun ki biz, "Allah'a kulluk edin ve Tağut'tan sakının" diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!” (Nahl 16/36) 

 "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman/20 (177) . Tirmizî  Fiten/11 (2172).  Nesaî, İman/17 (5011). İbn Mâce, Fiten/20 (4013)).

 

Üçüncüsü; Sâdıklarla birlikte olmayı öğrenmek

 “Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisa 4/69)

Hz. Hüseyin ile birlikte canlarını verenler sâdık bir insanla birlikte olduklarının farkında idiler.

Bize de aynı mesaj ulaşıyor. Ey mü’minler! Siz de geçmişte ve zamanızdaki sâdıkları sevin, onların ahlâklarını benimseyin, zamanınızdaki sâdıkları sevin, destekleyin, birlikte olun, siz de sâdık olmaya gayret edin deniliyor.

 “Ey iman edenler! Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve sâdıklarla (dürüst insanlarla) beraber olun.” (Tevbe 9/119)

Kişi sevdiği beraberdir. Bir bedevi Peygambere (SAV):
“- Ey Allahın Rasûlü! Kıyamet ne zaman?” diye sordu.Rasûlüllah (sav);

“Kıyamet için ne hazırladın?” dedi. Adam“Allah ve Rasulünün sevgisini” dedi. (Bunun üzerine) Rasûlüllah şöyle buyurdu: “Sen sevdiklerinle berabersin.” (Riyâzus-Salihîn s. 282. 45. Bab)

 

Dördüncüsü; Zalimlere yanaşmanın tehlikelerini öğrenmek

Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz!” (Hûd 11/113)

Zâlimlere yanaşmak; onlara sevgi beslemek, onlara farklı şekillerde destek olmak, onlarla ittifak kurmak, görüşlerini, sistemlerini, iddialarını ve yaptıklarını  savumak, çıkar beklemek şeklinde olur.

Kur’an, bırakın zâlim olmayı ‘zâlimlere yanaşmayın bile’ diyor. Eğer bir şekilde zâlimlere yanaşırsanız, ateş hem bu dünyada, hem öteki dünyada size de dokunur. O ateşin de nereden geldiğini ve nasıl olduğunu kimse bilemez. Kur’an bu gerçeği baska bir âyette şöyle ifade ediyor:

Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz...” (Enfal 8/25)

 

Beşincisi; Asabiyyenin zararlarını görmek

Asabiyye, haksız tarafgirlik demektir. Siz buna ırkçılık, fanatiklik, kabilecilik, kavmiyyetçilik deyin farketmez. Haksız da olsa kendi adamını tutmak, kendi tarafını  körü körüne savunmak, kendi grubununun çıkarı için başkasını hor görmek, aşağılamak, ezmek, yok etmeye çalışmak.

Ne yazık ki Vahyin gelişi ile yasaklanan asabiyye duygusu Emevîlerle ve o zamanki gruplarla yeniden hortladı ve tarihin en acı katliamlarından birisinin yapılmasına yol açtı.

“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere (asabiyye uğruna) ölen Bizden değildir." (Müslim, İmâre/53, 57 (1850). İbn Mâce, Fiten/7 (3948). Nesâî, Tahrim/27, 28 4119-4120))

Rasûlullah (s.a.s.)'a soruldu: "Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi:

"Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir (kavmiyetçiliktir)." (İbn Mâce, Fiten/7 (3949))

Bu berbat asabiyye günümüzde maaslesef hâla yaşıyor. Hatta İslâm ülkelerinde, müslümanların arasında bile. İlişkilerde ölçüler hak ve adalet, hakkaniyet ve ehil olma değil de; kabile, ırk, cemaat, parti ve tarikat mensubu olmak, bir yerlere taraftar olmak, hemşehri veya tanıdık olmak ise bu asabiyyedir.

Halbuki vahyin inşa ettiği akıl her işde çıkarı, asabiyyeyi, torpili değil; hakkı, vicdanı ve  Allah rızasını esas alır.

 

Altıncısı; Gerçek kazanç ve gerçek kayıbı öğrenmek

Görünürde Emevî saltanatı hz. Hüseyin ve arkadaşlarına karşı kazandı, galip geldi. O günün iktidar sahipleri belki de ‘bir isyanı daha bastırdık, asilere hak ettikleri cezayı verdik’ diye zafer çığlıkları atmışlardı.

Ama gerçekte kim kazandı?

Kâtiller mi, şehitler mi?

Hz. Hüseyin mi, yezid mi?

Peygamberin duasını mı alanlar, bedduasını mı?

Bundan sonra kim kazanacak? 

Hz. Hüseyinden yana olanlar mı, yezidlikten yana olanlar mı?

Âdem’in ilk katil oğlu da kardeşini öldürdüğü zaman kazandığını zannetmişti. Ancak Kur’an’ın hükmüne göre sonsuza kadar pişmanlık duyanlardan,  zarar edenlerden oldu.

Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Haksız yere öldürülen hiç bir kimse yoktur ki onun günahından Ademin ilk oğluna bir pay ayrılmış olmasın. Çünkü cinayet içlemeyi ilk başlatan odur.” (Buhari, Enbiya/1 (3335). Diyat/2 (6867). İ’tisam/15 (7321). Müslim, Kasâme/27 (4379).

Ne zaman yeryüzünde bir hüseyin (yani Hz. Hüseyin gibi bir mazlum) haksız yere öldürülürse, onun günahından bir pay da Emevî kâtillerine yazılır. Zira Kur’an’ın gelişinden sonra aşağılık saltanat uğruna hüseyinleri öldürme cinayetini ilk defa onlar başlattılar.

Şu hadis de bu gerçeği başka bir açıdan açıklıyor:

Peygamber (sav) buyuruyor ki: “İslâmda iyi bir çığır açan kimseye bunun sevabı verilir. O cığırda yürüyenlerin sevabından da ona verilir. Fakat onların sevabından bir şey eksilmez. Her kim İslâm’da kötü bir çığır açarsa (kötü bir adet başlatırsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından ona da bir pay ayrılır. Fakat onların günahından bir şey eksilmez.” (Müslim, Zekât/69 (2351). Nesâî, Zekât/64 (2555). İbni Mâce, Mukaddime/14 (207))

Asıl kimin kazandığını Bi’r-i Maûne faciasında (M. 625 - H. 4) yaşanan bir olay anlatıyor.

Bu fâcia günü baskın yapanlar arasında bulunan Cebbâr bin Sülmâ kendisini İslâm’a davet eden Âmir bin Fuheyre’ye mızrağını sapladı. Mızrak göğsünü delip geçmiş ve o bu haldeyken “Vallahi kazandım!” demişti. 

Âmir b. Füheyre’nin ölmek üzere, üstelik sevinçle söylediği bu söz Cabir’i şaşkınlığa uğratmış. Bu adamı böyle sevindiren ve “kazandım” dedirten şey ne idi acaba? Bunun üzerine günlerce düşünmüş, sonunda bunun İslâmdan kaynaklandığını anlamış ve müslüman olmuş. (İbn-i Hişâm, Siyer 3/186)

Zamanımızdaki bütün kâr ve zarar hesaplarına bir de bu açıdan bakmak gerek. Şimdi insanlara kâr gibi görünen nice şey, gerçek acı bir kayıp olabilir.

 

Yedincisi; Allah için sevmeyi ve Allah için buğzetmeyi öğrenmek

Allah için sevmek imandır, imanın kemâlâtındandır. Allah için sevenler hesap peşinde değillerdir. Onlar hasbîdir; içten, samimi, fekakârdırlar.

Hz. Hüseyin (ra) kimi, neyi, ne kadar sevmemiz gerektiği öğretti. Allah için sevmenin bedelini gösterdi.

Onun yanında olanlar onu Allah için sevmeleri sebebiyle uğrunda can verdiler.

Müslümanlar Hz. Hüseyin’i Allah için severler. Zira onda sevilecek çok şey var. O gerçekten sevilmeye layık bir şahsiyetti. Onun katillerine de kabile, mezhep veya grup taassubuyla değil, Allah için buğzederler. Zira onlar bunu hak etmişlerdi.

Mü’mine yakışan Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir. Nitekim Peygamber’e (sav); “Amellerin en faziletlisi hangisidir” diye sorulduğu zaman “Allah için sevmen, Allah icin nefret etmendir...”  buyurdu. (Buharî, İman/1, 9 (16). Ebu Davud, Sünnet/2 (4599))

 

Sekizincisi; Gerçek özgürlüğü öğrenmek

Özgürlük sınırsızlık, ölçüsüzlük, her istediğini yapabilme değil; gerçek

özgürlük hakka teslim olmak, ölçü sahibi olmak, çıkara, tutkulara (mideye ve şehvete), nefs-i emmareye (kötülüğü öğütleyen nefse) kul/köle ve esir olmamaktır.

Hz. Hüseyin bunu yaşadı ve gösterdi. İnsanların hükmüne tabi olma esaretin, zâlimlerin İslâma zıt hükümlerini kabullenmek zilletin ta kendisi idi. O’nun seçtiği özgürlük o kadar önemli idi ki, uğrunda can vermeye değerdi. Ve canını verdi de.

        

Dokuzuncusu; İzzeti ve zilleti tanımak

O gün hz. Hüseyin (ra), “Heyhâte mine’z-zilleh-Zillete boyun eğenlere yazıklar olsun” demişti. On Muharrem Cennet gençlerinin efendisi’nin yürek yakan uyarısını hatırmanın günüdür.

Siyah ve beyaz, gece ve gündüz, hayat ve ölüm ne kadar birbirinden ayrı ise, ne kadar birbirine zıt ise; izzet ve zillet de öyledir. Birbirinden fersah fersah uzaktırlar. Birbirinin eşi (ezvâc) değil, birbirinin zıddı (ezdâd)dırlar. Birisi varsa diğeri yoktur.

Üstelik mü’minlere izzet yakışır. (Münafıkûn 63/8)

On Muharrem mü’minlere bu farkı apaçık görebilmeyi öğretir.

 

Onuncusu; Hüznün şuura döndüğünü görmek

Haksızlığa uğramak, öldürülmek veya işence çekmek acıdır. Çığlık yürekleri

dağlar. Firak (ayrılık) insanın içine ateş koyar. Bütün bunlar hüzne sebep olur. Ama bu hüzün bitmenin, tükenmenin, teslim olmanın, terketmenin, davadan vazgeçmenin sebebi değil; bilakis şuurlanmanın, toparlanmanın, yeniden ayağa kalkmanın, yeniden yola koyulmanın sebebidir.

Kerbelâ’daki hüzün; yas, matem, perişanlık, ah-vah, döğünme, kendine eziyet etmeyi değil; şuur vermeli, cesaret vermeli, zâlime ve zulme karşı olma direnci yeniden hatılatmalı.

 

  • Son söz

Bugün uğrunda can vermeye değer özgürlükler/değerler bulmalı.

Ya da miras aldığımız değerleri/özgürlükleri uğrunda can verilebilecek

seviyeye yükseltmeli.

 

Hüseyin K. Ece

16.11.2012

Zaandam-Hollanda