Ya da

MUTLULUĞUN YENİDEN KEŞFİ

Saadetin yollarını gösteren ve imkanlarını sunan, bu yolları ve imkanları arayabilmek için aklı hibe eden, Allah’a hamdolsun.

Saadetin diğer adı olan İslâmı tebliğ eden, yaşayıp gösteren, örnek ve önder olan son peygamber Muhammed’e salat ve selâm olsun.

O ki, asr-ı saadetin (mutluluk devrinin) kurucusu, o ki huzur evinin reisi, O ki huzur toplumunun başkanı, O ki, insana saadetin nasıl olmasını gerektiğini öğretti, O ki, kendisini görenler için, kendisini sevenler için, kendisini izleyenler için mutluluğun ta kendisidir.

Mutluluğun yeniden inşası için...

Kaybettiğimiz çok şey var. Biri mutluluk...

Biri de her birimizin şahsında, evinde ve çevresinde, her birimize gönül neşesi veren huzur.

Kur’an’ın deyimi ile ‘tayyibe bir hayat’.

Hoş, memnuniyet verici, huzurla dolu bir hayat. Gözü arkada komayan, bıktırmayan, bunaltmayan, sersemletmeyen, utandırmayan bir yaşama biçimi.

Pişman ettirmeyen, verimli, üretken, dolu dolu bir yaşayış.

Nerede kaybettik? Niçin bulamadık?

Herkes kendine göre bunu bilir. Bunun cevabını herkes kendine göre verebilir.

Mutluluk üzerine bunca söz söylenmişken, bunca yazı ve kitap yazılmışken, yine de mi bulamadık, bulamıyoruz?

İnsan mutluluğa nasıl ulaşabilir?

Ya da gerçekten bir mutluluk var mıdır?

Herkes kendine göre bir mutluluk tanımı yapabilir. Ya da pek çoklarına göre ayrı mutluluk çeşitleri vardır.

Kimilerine göre de mutluluk izafidir. Kişiden kişiye, zamandan zamana, toplumdan topluma değişebilir.

Mutlu, huzurlu, hoş ve tatlı bir hayat.

Hani yaşamanın tadı derler ya, öyle.

Hani yaşama sevinci derler ya, işte öyle...

Herkesin hayal ettiği, özlediği, şiirini yazdığı, hayalinde destanlaştırdığı hayat.

Belki Farabî’nin Medinetü’l-Fadılâ’sı,

belki Dante’nin İlâhî Komedya’sı,

belki Mevlanâ’nın Mesnevi’si,

belki Tanpınar’ın Huzur’u,

belki Yahya Kemal’in Mehlika Sultan’ı.

Kimbilir, belki de bir hindunun nirvanası budur?

Ya da Mecnun’un çöllerde aradığı Leylâ, şehla bakışlı prensin kafdağında bulmaya gittiği altın bülbül...

Yoksa, kırkıncı odada saklı ebedî bir sır mı ki, ne kapı açılıyor, ne sır çözülüyor?

Bu hayat, Hasan Sabbah’ın yalancı cennetleri, ya da Babil’in asma bahçeleri değil.

İrem bağının ağaçları, köşkleri, sarayları arasına saklanan, kendini aratan bir şey de değil.

Gerçek saadeti sağlayan, taddıran, yaşatan bir hayat.

Bir hayat anlayışı, ya da o hayatı yaşayanların kurduğu bir toplum. Kişinin asr-ı saadeti. Toplumun saadet çağı, saadet anı, mutluluk devri...

Belki uzaklarda aranan ama yakınlarda duran amaç. Başka vasıtalarla elde edilmeye çalışılan, ama çok kolaylıkla elde edilebilen bir kazanç.

Belki de başka diyarlarda, başka sevdalarla, başka imkanlarla aranan, bir türlü bulunmayan bir uzak hedef.

Felsefeye, sanata ve edebiyata konu olmuş bir tatlı hülya... Romanların, filimlerin, şiirlerin anlatmaya çalıştığı bir heves...

Bu, her türlü araç denenerek anlatılmaya çalışılan, ama hâlâ anlatılmaya muhtaç bir hayal mi?

Ya da bir serap mı?  Elde edilmesi mümkün olmayan bir ufuk mu?

Hani sen gidersin, o gider, sen ona kavuşmak için koşarsın, o habire kaçar. Öyle bir şey mi?

Yahut altından geçilmeye çalışılan, ama bir türlü yanına varılamayan gökkuşağı mı?

Hep naz eden, kendini ağırdan satan, bir türlü olduğu gibi görünmeyen, hain bir sevgili, kurnaz bir işgüzâr, elem vermekten zevk alan bir dolandırıcı mı?

Acaba mutluluğu nasıl tarif etmek gerekir?

Belki de tanıma ihtiyacı olmayan, sadece tadılan, hissedilen, insanın iç âleminde çok özel bir yeri olan iç huzur mu?

Belki de onu tarif etmeye kalkışarak insanoğlu onu iyice tanınmaz hâle mi getirdi. Ona yakın olayım derken, bu tanımlarla ona iyice yabancı mı kaldı?

Acaba onun tarife ihtiyacı var mı? Hadi diyelim ki birileri onu tarif etti, duyanlar, okuyanlar, dinleyenler ondan bir şey anlayacaklar mı?

En iyisi balı kavanozun dışından yalamaya kalkışmamak. En iyisi balı tarif edenlerin anlatımından değil, kendi dilimizle tadarak anlamaya çalışmak. En iyisi işi kaynağından öğrenmeye çalışmak.

“Güneşi cebimizde kaybettik” diyenler doğru söylüyorlar. Başkalarının ufuklarında güneş arayanlar, bir de ceplerine baksınlar. Güneşi orada, aydınlığı orada, ısıyı orada bulacaklar.

Kendi evindeki karın doyuracak yiyeceği küçümseyenler, başkalarının evinde ballı börek yendiğini hayal ederler.  

Bazen uzaklarda aranan, kişinin çok yakınındadır. Biraz daha yakından bakmayı becerenler, hemen yanıbaşındaki hazineye ulaşabilirler. Kimileri de yıllarca başka adreslerde aradıklarını bulamazlar da, sonunda kendi muhitinde istediklerine kavuşurlar.

Mutluluğu farklı yerlerde, farklı zevklerde, farklı davranışlarda, farklı şeylere sahip olmada arayanlar, sonunda eli boş kalabilirler.

Hikâye bu ya...

         “Adamın biri çift sürmeye gitmiş. Tarlası uzakmış. Sabah erkenden öküzleri, malzemeleri, azığını almış, sabanın kayışı da kaybolmasın diye boynuna asmış ve yola çıkmış.

Gitmiş, gitmiş, belki bir saat, belki daha fazla. Yorulmuş, oturmuş, kahvaltı yapayım demiş, bu arada öküzler de hem dinlenirler, hem de biraz otlarlar. Öyle yapmış. Dinlenmiş kahvaltı yapmış. Bu orada öküzler de otlamış, karınlarını az da olsa doyurmuşlar.

Adam tam vakti deyip taralayı sürmek üzere öküzleri yanaştırmış. Boyunduruğu boyunlarına koymuş, bağlarını bağlamış. Öküzleri sabana yanaştırmış, Kayışı boyundurukla sabana bağlaması gerekiyor. Bakmış ki kayış yok. Öteye bakmış, beriye bakmış, azık torbasının altına, üstüne, içine bakmış; yok, yok. Telaşla her tarafı aramış ama bulamamış. Eyvah demiş, galiba evde unuttum. Eh, kayış olmasa nasıl çift sürülebilir ki? Mutlaka olması lazım. Üzülmüş, hayıflanmış. Ama çare yok. Olan olmuş.

Demiş ki bari tekrar eve döneyim de kayışı alıp geleyim. O zamana kadar öğle de olur ama hiç olmazsa öğleden sonra tarlayı biraz sürerim.

Sonra o kadar yolu katederek, tekrar eve gelmiş.

Onu gören karısı telaşla:

-Bey, hayrola niçin döndün, bir şey mi oldu?

-Hanım kayışı unuttum da onu almaya geldim. Hanımı demiş ki:

-Bey, kayış boynunda ya.

Adam bir de bakar ki kayış boynunda. Sabahleyin kaybolmasın diye boynuna asmış. Sonra da unutmuş. Eyvah demiş, gaflet olur da bu kadar olur. Biz kayışı uzaklarda arıyoruz, meğer o bizim yanımızda imiş.”

Saadeti aramak da böyle bir şey mi?

Saadetin anahtarı hemen yanıbaşımızda da biz onu başka adreslerde mi arıyoruz?

Evet, o yanı başımızda, çok yakınımızda... Nasıl mı? Bakınız.

 

-Hayatü’n-Tayyibe (Tayyibe Bir Hayat)

Biz mutluluk konusundaki farklı düşünceleri bir tarafa bırakıp Kur’an’ın bütün toplumlar ve kişiler için önerdiği, her devirde ve her ortamda geçerli saadet bir ilkesini söz konusu etmek istiyoruz.

Kur’an güzel davranan bütün insanlara ‘tayyibe bir hayatı’  müjdeliyor.

Bu ifadeyi ‘Hoş-güzel bir hayat’ diye çevirebilebiliriz. Bu da  insanın aradığı mutluluktan başka bir şey değildir.

Bu ifade iyi davranışlarda bulunanlara sunulan ödüllerin dünya hayatındaki bir görüntüsü, bir sonucu, bir karşılığıdır.

Ya da dünyada cennet gibi bir hayat yaşabilmenin, cenneti dünyada tadmanın yolu yordamıdır.

Ya da Kur’an’daki kullanılışla, ‘TAYYİBE BİR HAYAT’...

Bu ifade bu haliyle Kur’an’da bir âyette geçmektedir.  Bunu ‘hoş-güzel bir hayat’ diye çevirebilebiliriz.

Kur’an bütünlüğü içerisinde düşündüğümüz zaman bunun iman  eden ve imanın gereği olarak hep hayırlı, faydalı ve İslâma uygun işler yapan, başka bir deyişle salih amel işleyen insanlara muazzam bir müjde olduğunu görürüz.

Allah (cc) iman edenleri ve kulluğu yalnızca kendisine yapanları müjdelemekte; onlar için hiç kimsenin bilmediği nimetlerin hazırlandığını haber vermektedir. Bu ifade ya iman edenlere sunulan ödüllerin dünya hayatındaki bir görüntüsü, ya da cennette kavuşacakları nimetlerin bir örneği, bir numûnesi gibidir.

Şimdi ‘hayatü’n tayyibe-tayyibe bir hayat’ ifadesini incelemeye çalışalım.

-Konuyla İlgili Âyetler:

Allah (cc) şöyle buyuruyor:

وَلاَ تَشْتَرُواْ بِعَهْدِ اللّهِ ثَمَناً قَلِيلاً إِنَّمَا عِندَ اللّهِ هُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ {95}

مَا عِندَكُمْ يَنفَدُ وَمَا عِندَ اللّهِ بَاقٍ وَلَنَجْزِيَنَّ الَّذِينَ صَبَرُواْ أَجْرَهُم بِأَحْسَنِ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ {96} مَنْ عَمِلَ صَالِحاً مِّن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيَاةً طَيِّبَةً وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَجْرَهُم بِأَحْسَنِ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ {97}

“Öyleyse, Allah’la yaptığınız sözleşmeyi az bir pahaya değişmeyin! Bir bilseniz Allah katında (bulacağınız paha) sizin için elbette en iyisidir.

(Çünkü) sizin katınızdaki tükenir gider, ama Allah katındaki kalıcıdır.

Ve kesin olan şu ki: Güçlüklere göğüs gerenleri (sabredenleri) yaptıkları en iyi şey neyse ona göre ödüllendireceğiz.

Erkek ya da kadın, inanmış olması yanında bir de dürüst ve erdemli davranan (salih amel işleyen) kimseye hiç şüphesiz arı-duru, hoş (tayyibe) bir hayatı  taddıracağız; ve yine şüphesiz böylelerini; yapageldikleri en güzel şey neyse ona göre ödüllendireceğiz.”  (16 Nahl/95-97)

 

-Âyetlerin Yer Aldığı Kur’anî Ortam:

“Sizin yanınızdakiler tükenir”, çünkü o belli bir zamana kadardır. “Allah’ın yanında olan ise bakidir.”

“Buradaki âyetler, ahlâkí ve genel sosyal prensipler açısından Kur’an şaheserleri arasında yer almaktadır. Kur’an, her müslümanı bu prensipleri yerine getirmeye çağırmakta, teşvik etmektedir. Verilen sözün tutulması ve iyilikle emredilmesinin gereğini içeren bu âyetlerin etkileyici telkini dikkate değerdir.

İlk olarak hangi durumda olursa olsun, verilen sözün tutulup bozulmamasının Allah katındaki önemi, buna bağlı olarak da fert ve toplum hayatındaki önem ve etkisi, sonuç olarak ulaştığı saygınlık ve güzel akıbet ortaya konmuştur.

İkinci olarak da, bir müslümana insanlarla kuracağı ilişkisinin müsamaha ve güzellik üzerine olmasının önemini hatırlatmaktadır. 

Hatta hak ve adaleti yerine getirmede vaciplik sınırında kalınmamalıdır; zira vacibi yapmak zaten zorunludur, bunun yerine getirilmesi de fazilet sayılmaz, bunu daha fazlasıyla yerine getirdiği takdirde ancak fazilet ve üstünlük olabilir.” (İ. Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, 4/48)

 

-Tayyib/Tayyibe’nin Manası;

Tayyib sözlükte; duyu organlarının ve nefsin lezzet aldığı, hoşlandığı şeydir. 

Şeriat dilinde ‘et-taâmu’t tayyib-temiz yiyecek’;  ya yenilmesi caiz-helâl, ya da zaruret dolaysıyla caiz olduğuna hükmedilen yiyecektir. (R. El-Isfehâní, Müfredât, s: 464)

-Kur’an’da Tayyip Kelimesi;

         -Helâl yiyecekleri (rızkı) nitelendirmek üzere:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُواْ مِمَّا فِي الأَرْضِ حَلاَلاً طَيِّباً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ {168}

“Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri temiz (tayyib) ve helâl olarak yeyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekten o, sizin içi apaçık bir düşmandır.” (2 Bekara/168. Ayrıca bak. Bekara/172. 5 Maide/88.16 Nahl/114. 7 A’raf/160. 20 Tâhâ/81 v.d.)

“Ey iman edenler, Allah’ın sizin için helâl kıldığı güzel (tayyib) şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.” (5 Maide/87)

Temiz olan yiyecekleri tümü (tayyibât)  insanlara helâldir.

قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللّهِ الَّتِيَ أَخْرَجَ لِعِبَادِهِ وَالْطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ قُلْ هِي لِلَّذِينَ آمَنُواْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ {32}

“De ki; ‘Allah’ın kulları için çıkardığı zinetleri ve temiz rızıkları (tayyibât’ı) kim haram kılmıştır.’ De ki: ‘Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır...” (7 A’raf/32)

Allah (cc), kullarına merhamet ettiği için onları  temiz yiyeceklerle rızıklandırmaktadır.

اللَّهُ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ قَرَاراً وَالسَّمَاء بِنَاء وَصَوَّرَكُمْ فَأَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَرَزَقَكُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ فَتَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ {64}

“Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü de bir bina kıldı; size şekil verdi ve şeklinizi de en güzel (bir biçimde) yaptı ve size güzel-temiz (tayyibât) şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Âlemlerin Rabbi ne yücedir.” (40 Ğafir/64)

-Ganimetleri nitelendirmek üzere:

فَكُلُواْ مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلاَلاً طَيِّباً وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ {69}

“Artık aldığınız ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyın. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.” (8 Enfal/69)

-İnsanları nitelendirmek üzere:

İnsanın tayyibi (temizi) ise; cehaletin, dinin emrinden çıkmanın (fıskın) ve küfrün pisliklerinden uzaklaşmış, ilim, iman ve güzel davranışlara sahip kimsedir. (R. Isfehâní, Müfredât, s: 465)

Aşağıdaki âyette bu anlamda kullanılmaktadır.

الْخَبِيثَاتُ لِلْخَبِيثِينَ وَالْخَبِيثُونَ لِلْخَبِيثَاتِ وَالطَّيِّبَاتُ لِلطَّيِّبِينَ وَالطَّيِّبُونَ لِلطَّيِّبَاتِ أُوْلَئِكَ مُبَرَّؤُونَ مِمَّا يَقُولُونَ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ {26}

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara; iyi ve temiz  kadınlar, iyi ve temiz erkeklere, iyi ve temiz erkekler de iyi ve temiz kadınlara (yaraşır)...” (24 Nûr/26)

Burada güzel amellerin temiz kişilerden meydana gelebileceğine işaret edilmektedir. Bir rivâyette geçtiği gibi: “Mü’min amel yönünden en temiz kişi, kâfir ise amel yönünden en pis (ahbes) kişidir.” 

-Müslümanları tanımlamak üzere:

Allah (cc) inkârcılar hakkında habis (kötü-pis), müslümanlar için de tayyib (güzel-temiz) sıfatlarını kullanıyor:

لِيَمِيزَ اللّهُ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَيَجْعَلَ الْخَبِيثَ بَعْضَهُ عَلَىَ بَعْضٍ فَيَرْكُمَهُ جَمِيعاً فَيَجْعَلَهُ فِي جَهَنَّمَ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ {37}

“Bu, Allah’ın murdar olanı (habis’i) temizden (tayyib’ten) ayırdetmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehennem atması içindir. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır.” (8 Enfal/37)

-Amelleri nitelendirmek üzere;

Kur’an, tayyib (temiz-güzel) ve habis (pis-kötü) kelimelerini amelleri (davranışları) nitelemek için de kullanıyor. (R. Isfehâní, Müfredât, s: 465)

وَآتُواْ الْيَتَامَى أَمْوَالَهُمْ وَلاَ تَتَبَدَّلُواْ الْخَبِيثَ بِالطَّيِّبِ وَلاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَهُمْ إِلَى أَمْوَالِكُمْ إِنَّهُ كَانَ حُوباً كَبِيراً {2}

“Yetimlere mallarını verin ve murdar (habis) olana karşı temiz (tayyib) olanı değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu büyük bir suçtur.” (4 Nisa/2)

-İmanî olanı nitelendirmek üzere:

Şüphesiz ki tayyib (temiz-güzel) olan ile, habis (kötü-pis), -habis çok olması insanın hoşuna gitse bile-  bir olmaz.

مَّا عَلَى الرَّسُولِ إِلاَّ الْبَلاَغُ وَاللّهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ {99} قُل لاَّ يَسْتَوِي الْخَبِيثُ وَالطَّيِّبُ وَلَوْ أَعْجَبَكَ كَثْرَةُ الْخَبِيثِ فَاتَّقُواْ اللّهَ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ {100} (5 Maide/100)    

-Sözün güzelini nitelemek üzere;

إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤاً وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ {23}‏ وَهُدُوا إِلَى الطَّيِّبِ مِنَ الْقَوْلِ وَهُدُوا إِلَى صِرَاطِ الْحَمِيدِ {24}

“Şüphesiz yolun en güzeline (tayyib’e) iletilmişlerdir ve onlar övülen dosdoğru yola hidayet ettirilmişlerdir.” (22 Hacc/24)

         -Rasûllerin tasarrufu ile ilgili:

Allah’ın (cc) insanlar içinden seçtiği elçi, Allah’ın izniyle onlara temiz olan yiyecekleri helâl, pis olan (habis) yiyecekleri ise haram kılmıştır.

الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوباً عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ {157}

“... temiz şeyleri (tayyibât’ı) helâl, murdar şeyleri (habisât’ı) haram kılıyor...” (7 A’raf/157)

-Zekeriyya’nın soyunun temizliğini nitelendirmek üzere:

هُنَالِكَ دَعَا زَكَرِيَّا رَبَّهُ قَالَ رَبِّ هَبْ لِي مِن لَّدُنْكَ ذُرِّيَّةً طَيِّبَةً إِنَّكَ سَمِيعُ الدُّعَاء {38}

”Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: ’Rabbim bana katından çok temiz (tayyibe) bir soy bağışla. Sen duayı işitensin’ dedi.”  (3 Âli İmran/38),

-Cennetlerdeki meskenleri nitelendirmek üzere:

وَعَدَ اللّهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِّنَ اللّهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ {72}

“Allah mü’min erkeklere de, mü’min kadınlara da –içlerinde ebediyyen kalmak üzere- altlarından ırmaklar akan cennetler va’detti. Bir de Adn cennetlerinde hoş meskenler... Allah rızası ise hepsinden daha büyüktür. En büyük kurtuluş işte budur.” (9 Tevbe/72)

“Günahlarınızı da bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki çok hoş meskenlere koyar. İşte bu, çok büyük kurtuluştur.”  (61 Sâff/12),

 

-‘Kelimetü’n-tayyibe/Güzel bir söz’;

تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللّهُ الأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ {25}

وَمَثلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِن فَوْقِ الأَرْضِ مَا لَهَا مِن قَرَارٍ {26}

أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاء {24}‏ تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللّهُ الأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ {25} وَمَثلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِن فَوْقِ الأَرْضِ مَا لَهَا مِن قَرَارٍ {26} يُثَبِّتُ اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الآخِرَةِ وَيُضِلُّ اللّهُ الظَّالِمِينَ وَيَفْعَلُ اللّهُ مَا يَشَاءُ {27}

“Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz (kelimetü’n- tayyibe), güzel bir ağaç (şecerâtü’n-tayyibe) gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir.

Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alıp-düşünürler.

Kötü bir sözün (kelimetü’n-habise) örneği ise, kötü bir ağaç gibidir: Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkanı) kalmamıştır.

“Allah, iman edenlerin durumunu sapasağlam ve dosdoğru bir sözle )kal ile), hem dünya hayatında ve hem de ahirette sağlamlaştırır; Zalimleri ise sapıklık içinde bırakır. Çünkü Allah dilediğini yapar.” (14 İbrahim/24-27)

İbni Kesir’e göre âyette geçen ‘güzel bir söz’; ‘Allah’tan başka tanrı olmadığına şahitlik yapmak, ‘güzel bir ağaç’ nitelemesi de ‘mü’min’ anlamındadır.

Şehâdet kelimesinin kökü müslümanın kalbinde yerleşir, güzel amel olarak ta göklere yükselir. Kötü söz ise, küfür sözüdür, inkârcılıktır. Kötü ağaç ta bir hadiste geçtiği gibi hanzele ağacına benzetilmektedir. (İbni Kesir, Muh. Tefsir, 2/296-297)

Böyle bir ağacın sağlam kökleri yoktur. İnkârcı da böyledir. Onun inkârında sağlam bir delili, amellerinde sağlam bir dayanağı yoktur. O, davranışlarında istikrarlı bir gerekçeye dayanmaz. Onun yücelere yüksecek hayırlı ameli de yoktur.

Yani ‘çirkin (ve asılsız) söz’ büyüsüne kapılan insanların katında ilk ağızda büyük ilgi uyandırsa da nihâî etkisi bakımından gelip geçicidir.” (M. Esed, Kur’an Mesajı, 2/507)

 

-Hadislerde ‘tayyibe’ kelimesi:

Ebu Hureyra’nın rivâyet ettiğine göre Peygamber şöyle demiştir:

“Şüphesiz Allah temizdir, ancak temiz (tayyib) olanı kabul eder. Muhakkak ki Allah Teâlâ peygemberine verdiği emri diğer mü’min kullarına da vermiştir.

Allah buyurmuştur ki:

“Ey Peygamberler! Şüpheden uzak durun, helâllerden yeyip salih amel işleyin.” Yine buyurmuştur ki: “Ey mü’minler! Size verdiğimiz şüphelerden uzak helâllerden yeyin”...  (Müslim, Nevevi, Erbaûn, 10. Hadis)

Ümmü Seleme (ra) anlattığına göre Peygamber (sav) sabah namazının arkasından şöyle dua ederdi. “Allahım senden faydalı ilim, kabul edilecek amel ve tayyip (güzel) rızık istiyorum. (Müsned, 6/351)

Hz. Ali’nin rivâyetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

“Cennette bazı odalar vardır ki dışarıdan içerileri, içeriden dışarıları görünür.”

Bir A’rabi:

“Bunlar kimim içindir Ya Rasûlelleh?” diye sordu. O da buyurdu ki:

“Kelâmı güzel (tâbe), yemeği güzel, insanlar uyurken gece kalkıp namaz kılanlar içindir.” (Müsned, 1/195)

 

-Tayyibe Hayat Ne Demektir?

Bu, Allah’ın salih amel işleyen insanlara bir va’didir, bir lütfudur.  O amel ki Allah’ın kitabına ve Peygamberinin sünnetine dayanır.

Kadın olsun erkek olsun; kim Allah’ı razı edecek işler yaparsa Allah (cc) ona dünyada tayyibe bir hayat verecektir.  

Tayyibe hayat, hangi yönden olursa olsun rahat, mutlu ve hoş bir yaşantıyı kapsar.

İbni Abbas ve bir cemaatten rivayet edildiğine göre onlar, tayyibe hayatı helâl güzel rızık olarak tefsir ettiler. Ali b. Ebi Talib onu kanaat olarak tefsir etti. Bazılarına göre o, mutluluktur.

İlk dönem tefsircilerinden Dahhâk, ‘Tayyibe hayat’ın, Allah’ın bir müslümana itaat etmede başarı vermesidir.

Bir kimse mü’min olarak salih amel işleyecek olursa, ister darlık içinde, ister bolluk içinde olsun; onun hayatı güzel hayattır. Buna karşılık Allah’ı anmaktan yüz çeviren, Rabbine iman etmeyen ve salih amel de işlemeyen bir kimsenin geçimi dardır ve onun hayatında hayır namına bir şey yoktur.

Bazılarına göre ‘tayyibe hayat’, itaatın tatlılığıdır. Abdullah Tüsterí der ki: “Güzel hayat, kulun kendi tedbirinden vazgeçerek tedbirini Hakk’a havale etmesi demektir.”

Cafer-i Sadık da şöyle demiştir:

“Tayyibe hayat, Allah’ın tanımak (ma’rifetullah) ve Allah’ın huzurunda doğru ve samim duruştur.” Bunun, yaratıklara ihtiyaç duymamak ve Hakk’a muhtaç olmak olduğu söylendiği gibi, Allah’ın takdirine razı olmaktır şeklinde de açıklanmıştır. (Kurtubî, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an)

Doğru olan şu ki tayyibe hayat bunların hepsini içerisine alır. “O öyle bir hayattır ki, murdarlıktan uzak tertemiz bir hayattır. Kendisinde ve çevresine etkisinde fesat (bozukluk-zarar) yoktur.”  (M. Tabatabâí, el-Mizan, Tahran 1361, 12/366-367)     

         

-Hadislerde Tayyibe Hayat:

Abdullah b. Amr’ın rivayet ettiği bir hadiste geçtiği gibi. Rasûlüllah (sav) buyurdu ki:

“Kim müslüman olursa, yeterli miktarda geçimliği bulunursa ve Allah’ın kendisine verdiğine kanaat ederse kurtulur.”( Müslim, Zühd/43, Hadis no: 1054, 2/730. Ahmed b. Hanbel, Kitabu’z Zühd, Beyrut 1414-1994, s: 30. Müsned, Beyrut 1413-1993, Hadis no: 6580, 2/228)

Bu hadisin bir başka rivâyeti ise şöyle:

“Kim İslâma hidayet ettirilirse, yeterli miktarda geçimliği olursa ve ona kanaat ederse kurtulur (veya, ne mutlu ona).” (Tirmizí, Zühd/35 (2349). A. b. Hanbel, K. Zühd, s: 30. İbni Hibban, 703, Hakim, 1/35, nak. K. Zühd, s: 30. Müsned ve Nesâí, nak. İbni Kesir, Muh. Tefsir, 2/346)

Ahmed b. Hanbel, Enes b. Malik’ten rivâyet ediyor. Rasûlüllah (sav) şöyle dedi:

“Allah (cc) hasene yönünden haksızlık etmez. Hasenenin karşılığını dünyada mutlaka verir, ahirette de sevabını ona öder. Kâfire gelince; işlediği bütün hasenelerin karşılığını dünyada ona verir. Ta ki o ahirete ulaştığı zaman ona hayır olarak verilecek hiç bir hasenesi kalmasın.”(Müsned, hadis no: 12245, 3/151)  

 “Hoş hayatın, halka muhtaç olmamak, sadece Hakka muhtaç olmak manasına geldiğini de söyleyenler olmuştur. Nitekim en güzel bir ifadeyle Kur’an bunun tayyibe (hoş-güzel) bir hayat olduğunu söylemiştir. Bu, mü’minlerin dünyadaki mükâfatlarıdır. Ahirette ise, Allah (cc) onları yaptıklarının en güzeliyle ve eksiksiz bir şekilde ödüllendirecektir. (M. M. Hicazí, Furkan Tefsiri, çev. M. Keskin, İst. trh. 3/382)

 

-Hoş Bir Hayata Dirilmek:

Âyette ‘onu hoş bir hayata dirilteceğiz’ ifadesi dikkat çekmektedir. Yani ‘ona mutlu bir hayat vereceğiz’ denilmemiş, hayat kelimesi ‘tayyibe’ sıfatıyla süslenmiş ve iman edip salih amel işleyenler böyle bir hayata diriltilecek denmiştir.

Şüphesiz bu vurgu, bu gibi insanlara nasip edilen hayatın ne kadar canlı, ne kadar diri ve ne kadar bereketli olduğunu gösterir. İman edenler, sonra da faydalı işler yapanlar; hayatı canlı ve verimli hale yükseltirler.

Tıpkı işletilmeyen bir arazi veya işyeri gibi atıl bir şekilde duran hayatı canlandırırlar, işe yarar duruma getirirler, insanların faydasına sunarlar.

Hayatı amaçsız, boş, faydasız, ölü gibi olmaktan kurtarıp diriltirler. Kendileri için ve başkaları için verimli yaparlar, bereketlendirirler.

Bu diriliş, kendisi için ve başkaları için hayır üretmek üzere bir diriliştir.

Bu diriliş, insanlara hakkı ulaştırmak üzere bir uyanıştır. Bu diriliş saadet ve huzura, hayra ve iyiliğe bir diriliştir.

Bu diriliş meyva vermeye, ürün vermeye, insanlara faydalı olmak üzere iş yapmaya bir diriliştir.

İşte bu, Allah’ın iman edip samimiyetle güzel davranışta bulunanlara verdiği dünyalık bir ödüldür. Böyle bir hayata kavuşan insan, dünya hayatının güzelliklerini taddığı gibi, daha fazla salih amel işleyerek ölümden sonrasına da hakkıyla hazırlık yapar.

        

-Âyette İşaret Edilen Hususlar;

Bunları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

1-Kadın olsun, erkek olsun, her iki cins te çalışma ve ücret (sevap) konusunda aynıdırlar. Allah ile olan bağlarında veya Allah tarafından mükâfat verilmelerinde hiç bir fark yoktur.  

2-Salih amelin dayandığı köklü bir temeli olması gerekir. Bu da Allah’a imandır. Nitekim bu âyette; ‘İnanmış olarak’ ibaresi ile bu kasdedilmektedir. Zaten iman temeli olmadan hiç bir diní yapı kurulamaz.    

3-İmana dayanan salih amelin bedeli bu dünyada tayyibe (hoş ve güzel) bir hayat geçirmektir. Bu hoş ve güzel hayatın mal ve mülk ile dolu olması şart değildir. Tayyibe hayatın içinde mal olabilir de olmayabilir de. Hayatta malın dışında, onu güzelleştiren ve zevk alınır hale getiren başka şeyler de vardır. Allah’a bağlanmak, O’na güvenmek, O’nun korumasına girmek güzel bir hayat için yeterlidir.

Tayyibe bir hayat için sağlık ve huzur, rahat ve güven içinde olmak, hayır ve bereket, aile yuvasının sakinliği, kalplerin karşılıklı muhabbeti de yeterli bir sebeptir.

İmanla birlikte salih amel işlenince insanın içi huzurla dolar. Vicdanların derinliğinde ayrı bir tesiri, hayatın içinde ayrı bir etkisi olur... Mal ve servet tayyibe hayatı sağlayan unsurlardan sadece bir tanesidir. Yeter ki gönüller Allah’a bağlansın ve insan yalnızca O’na dayansın. Allah’ın katında olanlar ise şüphesiz ki hem daha ulu, hem daha iyi, hem daha devamlıdır.

4-Dünya hayatındaki bu tayyibe hayat, ahiretteki verilecek olan mukâfatı ve nimetleri eksiltmez.

5-Ahiretteki karşılık ta salih amel işleyen mü’minler için dünyadakinden pek çok güzel olacaktır. Bunun yanısıra Allah onların kötü amellerini, yani günahlarını da bağışlar... Ne güzel bir karşılıktır bu.” (S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an, Beyrut 1414-1996 4/2193)

 

-Tayyibe Hayat Nerede?

Acaba tayyibe hayat’a diriltilme mükâfatı dünyada mı olacak yoksa ahirette mi? Âyet, ‘onları tayyibe bir hayata dirilteceğiz’ dedikten sonra, ahiret ödülünü de ayrıca söz konusu ediyor.

Dolaysıyla tayyibe hayatın öncelikle dünyada verileceğini düşünmek yanlış olmasa gerek.

Ancak alimler bu konuda ihtilaf ettiler. Bazılarına göre ‘tayyibe hayat’ ancak cennette olabilir. Zira dünya hayatında insan musibet, keder, hastalık, elem, hüzünlerden uzak olmaz. Allah Teâla buyuruyor ki: 

“Çünkü (akıllarını kullansalar bilirlerdi ki) bu dünya hayatı geçici bir zevk ve eğlenceden başka bir şey değildir; oysa Ahiret yurdundaki hayat, tek (gerçek) hayattır: keşke bunu bilselerdi.” (Ankebût/64)

Âyette geçen ‘hayevân’ kelimesi aslında hayat demektir.

Bazı alimlere göre ise ‘tayyibe hayat’ dünyadadır. Bu da Allah’ın kulundan razı olmasına, afiyet ve helâlden rızık vermesine uygundur.  Şu âyetteki dua gibi:

“ Ey Rabbizmi, bize dünyada da, ahirette de iyilik ver. Bizi ateş azabından koru.” (2 Bekara/201) 

Bu âyet ‘tayyibe hayatın’ dünyada olduğuna işarettir. Söz konusu ettiğimiz âyet zaten ahiretteki tayyibe hayata ‘onlara yaptıklarının karşılığını daha güzeliyle vereceğiz...” sözüyle ayrıca tekrar açıklıyor.  (Şankıtî, Edvâü’l-Beyan fi-İzâhi’l-Kur’an bi’l-Kur’an, s: 497)

Hz. Ali’den gelen bir görüş: Tayyibe hayat, kanaattir. Bu da dünya hayatının en hoş olanıdır. İbni Abbas’tan gelen başka bir görüşe göre o, saadettir.

Hasan Basri: Tayyibe hayat, ahiret hayatıdır ve cennet nimetleridir görüşündedir.

Yine ilk dönem tefsircilerinden Hasen, Mücahid ve Katâde gibiler de ‘tayyibe hayatın’ yalnızca ahirette olabileceğini savunarak dediler ki:  ‘Bir kimse için cennetten başka tayyibe hayat olmaz.’  (Kurtubî, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an)         Kadı Ebu Muhammed der ki: Burada ‘tayyibe’ genel bir manadadır. Bu va’din zahiri manasına göre o dünyadadır. Ben derim ki, ‘tayyibe hayat’ salihler için bir lazimedir.  Zira O nefislerin diriliği ve asaleti, ummadaki kuvvetidir. Nefsin umudu ise lezzet veren bir iştir. Bundan dolayı salihlerin hayatı hoş olur. Çünkü onlar dünyayı küçük görürler, bundan dolayı da keder onlardan uzaklaşır. Bu da helâl malı, sağlığı ve kanaati kapsar.  (Abdulhak b. Atıyye el-Endelüsî, el-Muharriru’l-Veciz fi Tefsiri’l-Kitabi’l-Azîz, s. 1114)

  1. Esed bu konuda şöyle bir yorum yapıyor:

“Bu ifade, gerçek bir mü’minin, Allah’tan yana uyanık tutmaya çalıştığı bilinç ve duyarlılıkta bu dünyada erişebilecek en büyük mutluluğu, esenliği  bulabileceği düşünülürse, ya bu dünyada bekleyen mutluluğa, ya da her ikisine birden işaret etmektedir.” (M. Esed, Kurân Mesajı, 2/550)

Kimileri zanneder ki İslâm’ı yaşayanlar, helâl ve haram sınırlarını gözetenler, ya da Allah’ı hesaba katarak davrananlar, bu dünya hayatının zevklerinden mahrum kalırlar. Dünyada mutlu olamazlar. Topluma karışamazlar, zaman ayak uyduramazlar.

Bu âyet, adil, doğru ve şerefli bir tutum içinde olanların ahirette kazançlı çıkmalarına rağmen bu dünyada daima kaybedeceği gibi yanlış bir fikre kapılan mü’minlerin ve kafirlerin bu düşüncesinin doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

Allah (cc) bu yanlış anlamayı ortadan kaldırıyor ve sanki şöyle diyor:

“Sizin bu kanaatiniz yanlıştır. Doğru davranış, sadece ahirette mutlu bir hayat değil, aynı zamanda Allah’ın lütfuyla bu dünyada da temiz ve mutlu (tayyibe) bir hayat sağlar.”

“Şu bir gerçektir ki davranışlarında samimi, doğru, şerefli, adil ve temiz olanlar bu dünyada çok daha iyi bir hayat yaşarlar.

Çünkü onlar, kusursuz kişilikleri ile, bu özelliklere sahip olmayanların yaşamadığı saygı , şeref ve güven içinde yaşarlar.

Başarı kazanmak için pis ve kötü yollar deneyenlerin elde edemediği temiz ve göze çarpan bir başarı kazanırlar. Her şeyin ötesinde, kulübede yaşasalar bile, saraylarda ve köşklerde oturan günahkârların yaşamadığı bir vicdaní huzuru ve tatmini yaşarlar.” (Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, 3/58-59)

İslâm, insanların dünya hayatlarını düzene koymak, dünyada fıtratlarına uygun olarak nasıl yaşayacaklarını göstermek için gönderilmiştir. O, insanlara bir yük, bir eziyet, boyunlarında bir boyunduruk, taşıyamayacakları ağır bir sorumluluk, ya da ağızlarının tadını kaçıracak görev talimatı değildir.

Tam tersine insanın ağır yüklerini hafifleten, ona doğru ve güzeli gösteren, ona mutluluğun yollarını ve insanlığa yaraşan şeyleri öğreten bir yaşama biçimidir.

Ahirette irade, sorumluluk ve kulluk olmadığına göre, İslâm dünya dinidir.

İslâmı yaşamının sonuçları bu dünyada alınmaya başlanır. O, sadece saadettir. O, mutluluğun adresi, kurtuluşun reçetesi, iyiliklerin kaynağıdır. Bütün bunlar da dünyada yaşanır, tadılır ve görülür. O, kendine uygun yaşayanlara dünyada ‘tayyibe bir hayat’, ahirette ise sonsuz kurtuluş müjdeliyor.

İnsanı dirilten, ona hayat ve canlılık kazandıran, iyi işler yapmasına zemin hazırlayan Allah’ın indirdiği vahiy’dir. Vahiyle gelenleri kabul edenler, onunla hayatlarına yön verenler bir nûr kazanırlar. O nûr onların yolunu aydınlatır, onlara mutluluklar getirir.

أَوَ مَن كَانَ مَيْتاً فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُوراً يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ {122}

“Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve ona insanlar içinde yürümesi için ona bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir.” (6 En’am/122)

 

-Tayyibe Hayatı Kazanmanın Şartı: İman ve Salih Amel

-İmanın İşlevi

İnsan, yeryüzünde misafirdir. Doğumdan ölüme doðru bir yolculuk yapmaktadır. Doğumdan öncesi, ölümden sonrası hakkında hiç bir şey bilmemektedir.

İnsan için ölüm sonrası tam manasıyla bir bilinmezliktir.

İnsan yaşadığı hayatı bütünüyle anlamaktan bile acizdir. Buna gücü yetmemektedir. Hayat yolculuğunda ne yapması gerektiğini, hangi yolu izlemesinin en faydalı olacağını bilmemektedir. Bu yolculukta hizmetine sunulan imkanları yeterince tanımamaktadır.

Yolculuğunun hangi gün ve nasıl sona ereceğinden haberi yoktur. Yol arkadaşlarını nasıl seçeceği konusunda tecrübesi  azdır. En kötüsü yolda başına ne geleceğini, dostlarını ve düşmanlarını bilmemektedir.    

Bu şekilde yaratılıp dünyaya gönderilen insanın hem rehbere (yol göstericiğe) hem de yol tarifine, ne yapması gerektiğini öğreten kurallara ve prensiplere ihtiyacı vardır. Bunları aklıyla bulmaya çalışsa da başarılı olamaz. Çünkü aklın kapasitesi yeterli olmamaktadır. Üstelik ‘iblis’ ve insanın kendi nefsi ona hep yanlışı telkin etmektedirler.

         İnsanın rehberi kendi çağının ‘nebisi’dir (peygamberidir). Yol tarifi ise Allah’tan gelen vahy’dir. O vahyin içerisinde insan için dünya hayatında lazım olacak insanî kurallar vardır. Bu yol tarifine uyanlar dünya hayatında mutluluğa ulaşırlar, Ahiret hayatında kurtuluşa ererler.

         Mü’min, bu sonuca ulaşmak isteyen kimsedir. Mü’min, Allah’tan gelenleri kabul edip uygulamak için çaba gösterendir. O, Rabbinin bildirdiklerine güven duyan, onlarý tasdik eden, güvene kavuþan ve insanlara güven veren kimsedir. 

Mü’min, bütün benliği ile, kendisine ulaşan iman ilkelerini alır, öğrenir, tasdik eder ve bunları hayat haline getirir.

 

İman güven verir ve verdirir;

İmanın sözlük anlamı hem güven (emniyet) vermek, hem de emin olmak yani inandığı şeyin verdiği güçle güvende olmak demektir.  

İman ile güven (emniyet) kelimesinin aynı kökten gelmesi tesadüf değildir. İman eden, iam ettiği ilkeleri hayatına uygular, düzenli bir hayat yaşar, ahlâklı ve edepli olur. Böylece ‘emîn’ olur. Emin insanlar toplum arasında güvenilen ve sevilen kimselerdir.

Başkasını rahatsız etmeyen, koılay kolay rahatsız edilmez. Bu da onun için mutluluktur.

İman ‘ben bu dünayaya niçin geldim’ sorusunu cevabını verdiği için, mü’minin bunalıma düşmesi gerekmez. Zira o varoluşun anlamını, hayatın nereden gelip nereye gittiğini bilmektedir.

İman eden, dünyada cevap veremediği pek çok soru karşsınıda şaşırmaz, açmaza düşmez, kafayı yemez. Çünkü iman aydınlıktır ve yüreği tatmin eden doyurucu ilaçtır.

Allah’ın (cc) hükümlerine uydukları için bütün yaratıklar onlardan emindir.

Yalan söylemez, kimseye zulmetmez, kimseyi aldatmaz, kimsenin hakkına saldırmaz. Kendisine emanet edilen, din, can, akıl ve mala ihanet etmez. 

Bütün bunlar mutluluk kaynağıdır.

 

İman sahibini bulmaktır:

İnsanı en mutsuz eden sebeplerden biri de yalnızlık ve sahipsizlik duygusudur.

Ya etrafında kimse yoksa!

Ya dost sandıkları onu terkederse!

Ona ayakta kalmasını sağlayan imkanlar günün birinde elinden çıkarsa!

Ya çaresizliğe düştüğü an hiç kimse ona yardım edemezse!

Ya yaptığı bütün iyiliklerin karşılığını alamam hüsranını yaşarsa!

İman, sahipsiz olmadığını idrak etmektir. Bu da iman edene güven verir.

Mü’min, diğer insanların onun elinden ve dilinden emin olduğu, kimseye zarar vermeyen, herkesin ve her şeyin hakkını veren, kendisine her konuda güven duyulan kimsedir. (Müslim, İman/64-66, no: 40-42)

Gerçek mü’min kendisi için isteyip arzu ettiği şeyi diğer müslüman kardeşleri için de isteyip arzu eder. (Müslim, İman/71-72, no:45) 

 

-Salih Amel İşlemenin Sonuçları ve Tayyibe Hayat:

         Yaratıcı (cc), insanların hep salih amel işlemelerini istiyor.

Çünkü salih amel onlara güzel bir hayat, huzurlu bir yaşantı ve ebedí kurtuluş kazandıracaktır. Kişi salih ameli de ancak Allah’ın ölçülerine uymakla işleyebilirler.

Yeryüzünde sulhün (barışın), salahın (en iyi durumun, yani mutluluğun) olabilmesi için, insanların ‘maslahat/ma’ruf’ olan işleri tercih edip, hallerini, niyetlerini, amellerini ilâhî ölçülerle ‘ıslah’ etmeleri gerekir.

Mefsedet/mazrrat/münker işleri terketmeleri gerekir.

Zira maslahat olan ameller saadet verir, mefsedet olan ameller zarar ve huzursuzluk verir

Salih amel sahipleri dünyada da, ahirette de kurtulurlar, sonsuz güzelliklere, faydalara ve mükâfatlara kavuşurlar.

  وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُكَفِّرَنَّ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَحْسَنَ الَّذِي كَانُوا يَعْمَلُونَ {7}      

“İman edip salih amelde bulunanlar ise; biz şüphesiz onların kötülüklerini örteceğiz ve hiç şüphesiz  onlara yapmakta olduklarının en güzeliyle karşılık vereceğiz.” (29 Ankebût/7.  Ayrıca bak. 22 Hacc/56)

وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْناً يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئاً وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ {55}

“Allah, içinizden inanıp salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için seçtiği dinlerini yerleştireceğine, korkularını güvenliğe çevireceğine söz vermiştir. Çünkü onlara bana kulluk eder, hiç bir şeyi ortak koşmazlar.” (24 Nûr/55)

Salih amel işleyenleri, yani faydalı ve güzel davranışta bulunanları hem Allah sever, hem de insanlar sever.

        Dünya nimetleri, iyi değerlendirilip, onlara şükredilirse ve onlardan bu bilinç ile yararlanılırsa; insanın gerçek saadetine sebep olurlar.

Allah (cc) dünyayı ve içindeki nimetleri geçici olarak yaratmıştır. İnsan bu geçici nimetler ve mutluluklardan ebedí saadeti kazanacak şekilde faydalanabilir.

Bu faydalanma da ancak Yüce Allah’ın koyduğu helâl ve haram hükümlerine, mal konusunda koyduğu ölçülere uymakla olabilir.

         İnsanlardan bazıları dünya nimetlerinden İslâmın meşru kıldığı ölçüde yararlanırlar. Ölçüyü kaçırmazlar, taşkınlık yapmazlar, mal ve dünyalık ile ne şımarırlar ve de başkalarına haksızlık ederler.

İşte dünya nimetleri onlar için gerçek anlamda mutluluk sebebi olur.

         Kur’an diyor ki:

 وَقِيلَ لِلَّذِينَ اتَّقَوْاْ مَاذَا أَنزَلَ رَبُّكُمْ قَالُواْ خَيْراً لِّلَّذِينَ أَحْسَنُواْ فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَلَدَارُ الآخِرَةِ خَيْرٌ وَلَنِعْمَ دَارُ الْمُتَّقِينَ {30}       

“...Bu dünyada güzel davranışta bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir.” (16 Nahl/30)

         İşte âyetlerde anlatılan bu kimseler dünyada hoş ve temiz (tayyibe), huzurlu ve mutlu bir hayat yaşarlar.

Bazıları ise; onlar da dünya nimetlerinden faydalanırlar. Ancak onlar Allah’ın koyduğu ölçülerin dışına çıkarlar. Meşru olmayan yollara başvururlar. Dünyaya aşırı şekilde (ihtirasla) bağlanırlar. Nimetlerin sahibini unuturlar, şükür görevini yerine getirmezler. Dünyalıklarle ve servetle büyüklük taslarlar. Mal ile veya malı elde için haksızlık yaparlar, zulmederler.

         Dünya nimetleri işte böyleleri için ceza ve şekâvet (mutsuzluk ve bedbahtlık) sebebi olur. Onlar bu mutsuzlukla beraber ölümden sonra da zarara uğrarlar. (özetle. R. el-Isfehâní, Mutluluğun Kazanılması, çev. L. Doğan,  s: 108-

111)

Cennette Rabbimiz Hz. Adam’e ve eşine şöyle demişti:

فَقُلْنَا يَا آدَمُ إِنَّ هَذَا عَدُوٌّ لَّكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقَى {117} Tâhâ

       Kim hidayete uyarsa mutsuz olmaz.

قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعاً بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقَى {123} وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكاً وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى {124}

       İyi davrananlara dünyada da güzellik var.

قُلْ يَا عِبَادِ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا رَبَّكُمْ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَأَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةٌ إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُم بِغَيْرِ حِسَابٍ {10}

“(Tarafımdan) de ki: ‘Ey inanan kullarım, Rabbinizden korkup sakının. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah’ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (39 Zümer/10)

كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَأَتَاهُمْ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُونَ {25} فَأَذَاقَهُمُ اللَّهُ الْخِزْيَ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ {26}

“Onlardan öncekiler de yalandılar, bu yüzden hiç farkına varmadıkları bir yönden onlara azap geldi.

Allah, dünya hayatında onlara rezillik taddırdı. Ahiret azabı elbette daha büyüktür, keşke bilselerdi.” (39 Zümer/25-26)

        

-Tayyibe Hayatı Kazandıran Diğer Ameller

      a-En Doğruyu Doğrulamak

فَأَمَّا مَن أَعْطَى وَاتَّقَى {5} وَصَدَّقَ بِالْحُسْنَى {6} فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى {7} وَأَمَّا مَن بَخِلَ وَاسْتَغْنَى {8} وَكَذَّبَ بِالْحُسْنَى {9} فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرَى {10}

“Şüphesiz sizin yaptıklarınız çeşit çeşittir.

Artık kim (infak edip) verir ve sakınırsa,

O el-Hüsna’yı da doğrularsa,

Biz de ona kolay olanı kolaylaştırırız.

Ama kim cimrilik eder ve kendisini müstağni (çok zengin) görür;

O el-Hüsnâ’yı yalanlarsa;

Biz de ona o zor olanı (isyanı) kolaylaştırırız.” (92 Leyl/4-10)

‘el-Hüsnâ’ burada tevhid veya cennet olabilir.

“İhsanda bulunanlara daha güzeli (el-hüsnâ) ve daha fazlası vardır. Yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de horluk kaplar. Onlar cennetliklerdir. Onlara orada ebedi kalıcıdırlar.”  (10 Yunus/26)

Burada ‘el-Hüsnâ’yı müfesirler ‘iman, kelime-i tevhid, en güzel din olan İslâm, namaz, oruç ve zekât, ibadetlerin en güzel karşılığı gibi anlamlarda açıklamışlardır.  Bize göre el-Hüsnâ bu bağlamda inanç, ibadet, muâmelât ve ahlâk ilkeleriyle İslâm inanç ve uygulamaları bütününü ifade eder.

Âyette geçtiği gibi insana dünyada tayyibe bir hayatı ancak salih amel kazandırabilir. İnsan dünyada mutluluğu ancak salih davranışlar sergileyerek yakalayabilir. Gönlü doyuran, kişinin iç dünyasını zenginleştiren, ya da ona hayatın tadını taddıran, hadi beylik ifade ile söyleyelim; ona yaşama sevinci veren şey, onun davranışlarının güzelliği, kulluk görevlerini yerine getirebilmenin rahatlığıdır.

 

-İhsan Etmek:

İhsan ahlâkının iki yönü vardır:

Birincisi; iyilik etmek, yardımcı olmak, nimet kazandırmak ve bu gibi işleri güzellikle yapmak,

         İkincisi; Amelde ihsan, yani bir şeyi güzel bir bilgi ile bilmek ve bir şeyi güzel bir amelle yapmak.

         Eğer insanlar hep ihsan üzere olurlarsa, yani hep güzel işler yaparlar, davranışlarını ‘ihsan’ üzere gösterirler, başkalarına güzel muamelede bulunurlar ve sürekli iyilik ederlerse; bunun karşılığı olarak ‘ihsan’ görürler.  Kendilerine de güzellikle muamele edilir. Onların da başkalarından güzel davranış beklemeye hakları olur.

Bu da insana tayyibe (mutlu) bir hayat kazandırır.

Adalet, herkesin hakkını vermek, dengeli davranmak ve kimseye haksızlık etmemektir. İhsan ise başkalarına adaletten daha fazlasını vermek, onlara daha güzeli ile karşılık vermek, daha fazla iyilikte bulunmak demektir.

         İslâm mü’minlere adaletli davranmayı ve ihsanda bulunmayı emrediyor. Ayrıca yakın olsun, uzak olsun diğer insanlara daha fazla ihsanda bulunmayı da tavsiye ediyor.

 إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ {90}       

“Gerçek şu ki, Allah adaleti ve iyilik yapmayı (ihsanı), yakınlara karşı cömert olmayı emredip, utanç verici ve arsızca olanı, akıl ve sağduyuya aykırı olanı ve azgınlığı, taşkınlığı yasaklıyor. Ve size böyle (tekrar tekrar) öğüt veriyor ki; böylece (bütün bunları) belki aklınızda tutarsınız.” (16 Nahl/90)

Allah (cc), güzellik üreten, güzel davranan ve iyilikte bulunan ihsan sahibi muhsinlerle beraberdir. Onları sever, onları kötülüklerden korur. Onlara hem dünya ve hem de ahirette bol bol iyilikler, bol bol karşılıklar verir. Dünya da verilen iyiliklerden biri de tayyibe bir hayat’a kavuşmak, huzur ve güven içinde yaşamaktır. (2 Bekara/195. 3 Âli İmran/134, 147. 5 Maide/13, 93.  7 A’raf/57. 9 Tevbe/120. 29 Ankebût/69)

         Müslüman, insanlara güzellikle ‘ihsan ahlakıyla’ davranır. Kendisine yapılan ‘ihsan’ları –iyilikleri-, gerek Allah’tan gelsin gerek kullardan gelsin- inkâr etmez, ihsana ihsanla karşılık verir. (55 Rahman/60)

Bu da onu mutlu eder. Daha güzel yaşamasını, insanlardan hep güzel karşılık ve iyilik görmesini sağlar.

         Muhsinler (ihsan sahipleri), bütün işlerini en güzel şekilde yapan kimselerdir.

Onlar, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve faydasız amellerden, faaliyetlerden uzaktırlar.

Onlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler.

Bu da onlar için  huzurlu olmak; daha anlamlı, daha bereketli bir hayat yaşamaları manasına gelir.

    وَمَن يُسْلِمْ وَجْهَهُ إِلَى اللَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى وَإِلَى اللَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ {22}    

“Kim muhsin (ihsan edici) olarak yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse, artık o kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah’a varir.” (31 Lukman/22)

         Sağlam bir kulpa yapışan, sırtını güçlü bir sahibe dayamış olur. Tereddütten, şüpheden, ne yapacağını bilememekten, öteye beriye savrulmaktan kurtulur. Yolunu, anlayışını, düşüncesini düzeltir; işini ıslah eder. Sarsılmaz, yıkılmaz, umutsuzluğa düşmez. Hayatın zorlukları karşısında bunalmaz, sıkıntıları aşacak iradeyi elde eder, zorluklara teslim olup çaresizliğe yenilmez.

         Bu duygu da onun için hoş, temiz ve güzel  bir hayattır. Ona hedefi belli bir yaşantı sağlar. 

 

-Kanaatkâr Olmak

Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Rasûlüllah (sav) buyurdu ki: “Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilâkis zenginlik göz tokluğuyladır.” (Buharî, Rikâk 15. Müslim, Zekât 120, no: 1051. Tirmizî, Zühd 40, no: 2374)

Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Rasûlüllah (sav) buyurdu ki:

         “Sizden biriniz, mal ve yaradılışca kendisinden üstün olana bakınca, bakışını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini görmeniz için gereklidir.” (Buharî, Rikak 30. Müslim, Zühd 8, no: 2963. Tirmizî, Kıyâme 59,no: 2515)

GERÇEK ZENGİN KİM

“Varlıklı bir kişi İbrahim Edhem'e yardım etmek istedi. İbrahim Edhem:

-Yardımını gerçekten zenginsen kabul ederim, dedi.

Adam gerçekten zengin olduğunu, bir şeye ihtiyacı bulunmadığını söyledi. Büyük veli sordu:

- Ne kadar paran var?
- Üç bin altınım var.
- Dört bin olmasını istemez misin?
- Elbette isterim.
- Beşbin olmasını?
- İsterim.
- On bin altının olsa çok sevinirsin değil mi?
- Şüphesiz çok memnun olurum.

- Zengin olduğunu söylüyorsun ama, sen gerçekte züğürdün birisin. Sen, on bin değil yüz bin altının olsa yine kanaat etmez, fazlasını istersin. Kanaati olmayan insan zengin sayılmaz. Gerçekten zengin olsaydın yardımını kabul edecektim.”

 

-İyi İnsanlarla (Sadıklarla) Arkadaşlık:

‘Sadık’ kelimesi ‘sıdk’ fiilinin fail ismidir.  Bu da, sözün geçmişte ve gelecekte aynı olmasıdır. Bir başka deyişle sıdk; haber verilen ile içte saklanılan şey arasındaki uygunluk veya kişinin içinin ve dışının aynı olmasıdır. (R. el-Isfehâní, Müfredât, s: 408-409)

Buna göre, İslâmı din olarak kabul eden kimseler ‘sadık’ kişilerdir. Onlar, hem ‘Elest Bezminde’ Allah’a verdikleri sözlerini (misaklarını) yerine getirirler, hem doğru söyleyen sadık bir Peygamberi tasdik ederler (doğrularlar), hem de dilleri ve kalpleriyle gelen vahyin doğruluğuna inanırlar. Buradan aldıkları şuurla da hayatlarının her alanında doğru davranırlar, doğruluktan ayrılmazlar.

İşte bunlar sadık; doğru, iyi ve dürüst insanlardır.

Sadıklar, sözlerinde dururlar, ahidlerine bağlıdırlar, yeminlerini yerine getirirler. İçleri ve dışları birdir. Yalan söylemez, hile yapmaz, kimseyi aldatmaz, işlerini düzgün yaparlar. Gittikleri yol sırat-ı müstakím’dir (en doğru yoldur).

         ‘Sıdk’ sahibi olmaya ‘sadâkat’ denir. Sadıklar aynı zamanda sadâkat sahibi kimselerdir. Kimseyi aldatmadıkları gibi, arkadaşlarına, sözlerine ve dostluklarına güvenilir. Onlar hıyanetten, aldatmakdan, hile yapmaktan uzaktırlar. Onlarla arkadaşlık yapan onlardan etkilenir, ahlâklarını kendine örnek alır. Güzel, faydalı ve iyi davranışlarda bulunur.

         Bütün bunlar da ona güzel, hoş ve tatlı bir hayat, mutluluk  kazandırır.

 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ {119}

“Ey iman edenler, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket edin ve sadık (doğru) olanlarla birlikte olun.” (9 Tevbe/119)

         Sadık kimselerle beraber olmanın yolu da Allah’a ve Peygamberine samimi bir şekilde itaat etmektir.

         وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَـئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَـئِكَ رَفِيقاً {69}

“Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse iste onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sadık olanlar (doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdirler. Ne iyi arkadaştır onlar.” (4 Nisa/69)

         Ebu Musa (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber buyurdular ki:      

“İyi arkadaşla kötü arkadaşın örneği, misk taşıyanla körük çeken kimseler gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut de sen onun pis kokusunu alırsın.” (Buharí,  Büyû/38, 3/82, Zebâih/31, 7/125. Müslim, Birr/146, Hadis no: 2628, 4/2026)

         Ebu Hureyre şöyle diyor: Peygamber buyurdu ki:

         “Kişi dostunun dini üzerindedir. Öyleyse her biriniz, kimlerle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb/19, no: 4833. Tirmizí, Zühd/45, no: 2378)

         “Körle yatan şaşı kalkar.” Kötü insanlarla arkadaşlık zamanla insanı kötülüğe alıştırır. Kötülük yapanlar da güzel, dengeli ve mutlu bir hayatı kaçırırlar.

         Kötü ve ahlâksız insanlarla arkadaşlık yapanlar, günün birinde onlar gibi yapmaya başlarlar. Fazilet duyguları kaybolup, kötülüklere karşı duyarsız olurlar. Zaman gelir ki arkadaşlık kurdukları kimselerin zulümlerine ve haksızlıklarına göz yumarlar.

         İyi kimselerle yapılan arkadaşlık yapan, onları güzel davranışlarından etkilenirler. Onlar gibi iyi olan davranışlara alışırlar. Onların gülümsemesi, tatlı sözleri ve doğrulukları insana mutluluk verir. Onlarla beraberlik insanı huzura götürür.

   

-Kimseye Zulmetmemek ve Kimsenin Hakkını Yememek:

         Zulüm karanlıktır, huzursuzluktur, düşmanlıkların sebebidir. Zulmün olduğu yerde insanlıktan, huzur ve rahatlıktan söz edilemez.

Adaletin olmadığı yerde barış, insan haklarına riayetin olmadığı yerde karşılıklı sevgi ve saygı, güven ve iyilik duygusu olmaz.

         Biribirlerine kötülük eden, haklarını gasbeden, elinden geldiği kadar başkasının zararına çalışan kişilerin yaşadığı toplumlarda huzurun olması mümkün değildir.

         İnsanlar arasında düşmanlığı körükleyen, güveni sarsan ve sevgiyi öldüren şey zulüm ve haksızlıklardır.

Mazlumların, kendilerine zulmedenleri sevmesi, zalimlerin de zulümden dolayı mutlu olmaları imkansız bir şeydir.

Başkalarına haksızlık ve zulmedenler sürekli bir korkuyu yaşarlar. Tadirginlik içindedirler. Haklarını yedikleri insanların, ya da emniyet güçlerinin günün birinde yakalarına yapışacakları sıkıntısını yaşarlar. Bundan dolayı rahat değillerdir.

        “Çalma komşunun kapısını, çalarlar kapını”, “Eden bulur” diyenler ne güzel demişler.

        Bu gün olmazsa yarın, yarın olmazsa bir başka gün; hak yiyenler, zulüm yapanlar, başkalarına kötülükte bulunanlar, mutlaka bunun karşılığını kötü bir şekilde alırlar.

         Hz. Muhammed (sav) şöyle buyuruyor:

         “Zulümden sakının. Çünkü zulüm, kıyamet günü karanlıklar olacaktır. Cimrilikten de sakının. Çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirlerinin kanlarını dökmeye, haramları helâl saymaya sürüklemiştir."”(Müslim, Birr/56, no: 2578)

“Kim bir mü’mine zarar verirse Allah da ona bir zarar verir. Kim de mü’mine meşakkat (sıkıntı) verirse Allah da ona meşekkat verir.” (Tirmizí, Birr/27, no: 1941)

Bu gibi kötülüklerden kaçınan, kimsenin hakkını yemeyen, kişilerin haklarına, şereflerine ve kutsal değerlerine saygı duyanlar; onları koruyanlar bunun karşılığını saygı, mutluluk, huzur, yani tayyibe bir hayat olarak görürler. 

 

-Allah’ın Zikrine Uymak:

         Allah’ın zikrinden yüz çeviren, O’nun Kitabını reddeden, ya da O’nun davetine sırtını dönüp göderdiği ölçüleri terkedenlerin dünyadaki hakkı dar, sıkıntılı ve zor bir geçimdir. Doymamışlık, aç gözlülük ve cimriliktir. Sürekli bir korku, ardı arkası gelmeyen endişeler ve dünyalık üzerine hesap içinde olmaktır. Böylelerinin iç huzura (sekine’ye),  güzel bir hayata, iç zenginliğe ulaşması mümkün değildir.

         Hz. Âdem’le eşi cennette yasak ağacın meyvasından yedikleri için dünyaya gönderildiler. Allah (cc) onları dünyaya gönderirken, onlara dünyada nasıl hareket etmeleri gerektiğini de bildirmişti.

       قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعاً بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقَى {123} وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكاً وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى {124} قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَنِي أَعْمَى وَقَدْ كُنتُ بَصِيراً {125}‏ قَالَ كَذَلِكَ أَتَتْكَ آيَاتُنَا فَنَسِيتَهَا وَكَذَلِكَ الْيَوْمَ تُنسَى {126} 

“...Artık size benden bir yol gösterici gelecektir; kim benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz da olmaz.

        Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı (dar) bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.

         O da (şöyle) demiş olur: ‘Ben görmekte olan biri iken, beni niye kör olarak haşrettin, Rabbim?’

         (Allah da) der ki: ‘İşte böyle, sana âyetlerimiz gelmişti, fakat sen onları unuttun, bugün de sen işte böyle unutulmaktasın.’” (20 Tâhâ/123-126)

Kur’an’a uyanlar, din’e gönül rahatlığı ile teslim olurlar. Kanaat etme ahlâkı kazanırlar, Allah’a hakkıyla tevekkül ederler ve O’nun taksimine razı olurlar. Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiğinden severek infak ederler (harcarlar). Yüksek bir hayat yaşarlar.

Allah’ın ‘onları tayyibe hayata dirilteceğim’ dediği de bu olsa gerektir.

Allah’ın gönderdiklerinden yüz çevirmek, insanı hırsa sürükler de dünyalıklarını daha artırma tamahından bir türlü kurtulamaz. 

Ona cimrilik musallat olur da elini infak etmekten keser. 

Zulüm içinde sıkıntılı bir hayat yaşar. 

Bazı mutasavvıfların dediği gibi: Kim Allah’ı zikretmekten yüz çevirirse, kendine ve vaktine zulmeder, rızkını daraltır. (Zamahşerí, el-Keşşâf, 3/92) 

         Allah’ın gönderdiği hidayete uymayanlar hem sapıtırlar; hem de şâki, yani kendi yaptıkları yanlışlar yüzünden bedbaht ve mutsuz olurlar.

Böyleleri Allah’ın âyetlerinin gereğini, bir anlamda dünya ve ahiret saadetinin reçetesi olan İslâm nizamını reddettikleri için, sıkıntılı, dar, stresli, korkulu ve endişeli bir hayatı tercih ederler.

İçinde sürekli geçim endişesi taşıyan, ‘acaba geçinebilecek miyim? Dünyalık yönünden ne olacak benim halim?’ diye devamlı düşünen birinin huzurlu olması , ya da elindekileri başkasıyla paylaşması imkansızdır. 

         Kur’an, Allah’ın indirdiği yiyecekleri beğenmeyen ve Hz. Musa’yı dinlemeyen İsrailoğulları için şu gerçeğin altını çiziyor:

        ....ْ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَآؤُوْاْ بِغَضَبٍ مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُواْ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ الْحَقِّ ذَلِكَ بِمَا عَصَواْ وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ {61}‏

“... Onların üzerine horluk ve yoksulluk damgası vuruldu ve Allah’tan bir gazaba uğradılar...” (2 Bekara/61)

         Karınları doysa da yoksulluktan kurtulamadılar. Malları olsa da fakirlik duygunu içlerinden atamadılar. Sürekli bunun sıkıntısını duydular. Bütün bir ömürlerini dünyalık peşinde koşuşturmakla geçirdiler.

         “Ve eğer onlar, Tavrat’ı, İncil’i  ve kendilerine Rablerinden indirileni (Kur’an’ı) ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (sayısız nimetleri) yiyeceklerdi...” (5 Maide/66)

         Evet ölçü bu. Kur’an’ı hayatta ayakta tutmak, onu yaşanır hale getirmek... Onun ölçülerini kişi ve toplumda hayat yapmak... Bunun sonunda bereketler, rahatlıklar, mutluluklar ve ahirette sonsuz kurtuluş olacaktır.

         Allah’ın indirdiği hükümlere inandıktan sonra Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile yaşayanlara işte Kur’an’ın müjdesi:

    وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُواْ وَاتَّقَواْ لَفَتَحْنَا عَلَيْهِم بَرَكَاتٍ مِّنَ السَّمَاءِ وَالأَرْضِ وَلَـكِن كَذَّبُواْ فَأَخَذْنَاهُم بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ {96}    

“Eğer o ülkeler halkı iman etselerdi ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler)  açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri ile yakalayıverdik.” (7 A’raf/96)

         Böyleleri az bir dünyalığa sahip olsalar da kazandıklarında bereketler olur. Helâlindan kazanırlar, helâla harcarlar.

Kazançları bereketli olduğu için hiç tükenmez.

Muhtaçlara verdikleri için ellerindeki durmadan artar. İçlerinde geçim endişesi, ‘aç kalırım’ korkusu, ‘ya yarın yiyecek bir şey bulamazsam’ saplantısı olmaz.

Mal elde etme, kazanma, yeme ve içme sevdası onları deli divane etmez.

İçlerini burgu gibi oyan bu düşüncelerden kurtulurlar. Dünyalık yönünden rahat ve huzura kavuşurlar.

         İşte bu Allah’ın, iman edip te salih amel işleyenlere (takva sahiplerine)  dünyalık bir ödülüdür. O, takva sahiplerine her türlü çıkış, kolaylık ve başarı  yollarını da gösterir:
          وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مَخْرَجاً {2}

وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْراً {3} Talak

“...Kim Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyarsa (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir.” (65 Talak/2)

وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مِنْ أَمْرِهِ يُسْراً {4}

 

-Şefkat ve Merhamet:

İslâm Allah’a ibadet, yaratılmışlara merhamet etmektir.

Kişi müslüman olarak ve inandığı dini hakkıyla yaşayarak önce kendi içinde huzura kavuşur. Sonra da çevresini selâm yurdu (daru’s selâm), yani barış ortamı, saadet ülkesi ve huzur beldesi yapar.

Bunu da ancak Allah’a, emredildiği ibadetle ve Allah’ın yarattığı varlıklara şefkat ve merhamet ederek, onlara iyi davranarak, onlara iyilik yaparak gerçekleştirebilir.

Allah (cc) kendi dinine iman edip salih amel işleyenleri böyle bir güvenliğe, böyle bir selâmete (kurtuluş ve barışa) ulaştırır.

Bütün varlıklara iyi davranmanın, her varlığın hakkını tanımanın kaynağı şefkat ve merhamet duygularıdır. Bu ulví ahlâka sahip olmak, insana saadet verir. Onu başkalarına kötülük ve haksızlık yapmaktan korur.

Ebu Hureyre’nin rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle dedi:

“Merhamet, ancak şaki’nin (iki dünyada da bedbaht olanın) kalbinden çıkarılır.” (Tirmizí, Birr/16, no: 1923. Ebu Davud, Edeb/66, no: 4942)

Şaki, yaptığı hatalar yüzünden zarara uğrayan, hüsrana düşen ve mutluluğu kaybeden demektir.

Bu gibi kimseler, katı yürekli, gaddar huylu, kaba ve sert insanlar oldukları için ne insanlara, ne hayvanlara, ne de tabiata merhamet etmezler.

Onların kalbinde merhamet duyguları ölmüştür. Merhametin kazandırdığı saadetten, iyi duygulardan, sevinçlerden habersizdirler.

Onlar öylesine bedbaht insanlardır ki, şefkat ve merhametin getirdiği bütün iyilikleri, kendi hataları sebebiyle kaybederler.

 

-Hırs ve Hasedi Terketmek:

Hırs; tamahkâr olmak, cimrilik ve aç gözlülük yapmaktır. İnsanın rahatını ve huzurunu kaçıran, hayatını zehir eden, hatta kötülük yapmasına, yüz kızartıcı suç işlemesine sebep olan kötü bir duygudur.

Hırs, insanın gözünü kör eder, iyi duyguları öldürür. Kişiyi bir ömür boyu mal peşinde koşturur. Karnı doysa da gözü doymaz. Gözü azıcık doyar gibi olsa duyguları aç gözlülük yapar. Dünyalıkları çok sever, onların üzerine titrer, onları kimseyle paylaşmak istemez. Hatta malını artırmak için her yolu meşru görür.

İnsanın saadetini elinden alan diğer kötü bir ahlâk da tamahkâr olmaktır.

Şüphesiz insanda dünyalıklara ve geçim araçlarına karşı bir meyil, bir arzu vardır. (3 Âli İmran/14) Ancak bu arzu ve meyil hırs ve tamah derecesine yükselirse, bu arzu ve istekler kontrol altına alınmazsa zararlı olmaya başlar.

İnsanın mutluluğuna engel olur.

Hased, bir başkasının bir nimetin olmasından hoşlanmamak ve ondan o nimetin gitmesini istemektir. (R. Isfehâní, Müfredât, s: 169)

Yani kıskanmak, başkasının iyi durumundan rahatsız olmaktır.

Bu hasetlik kıskançları rahatsız eder. Kendi kendilerini yerler, bitirirler. Başkalarında olan üstünlükler ve iyi haller onlara rahat yüzü vermez. Sıkıntıya girerler. Hatta fırsat bulsalar kıskandıkları kişilere kötülük bile yaparlar, tuzaklar kurmaktan geri kalmazlar.

Böyle olanların rahat etmesi, mutlu olması, dengeli bir yaşantıya sahip olması mümkün değildir.

Akıllı insan başkalarıyla mal ve dünyalık konusunda değil, takva va salih amel konusunda yarışır. Zaten Kur’an cennetliklere sunulacak içeceklerin bir kısmını anlattıktan sonra;

خِتَامُهُ مِسْكٌ وَفِي ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ {26}

“Şu halde yarışmak isteyenler bunun için yarışsınlar” diyor. (83 Mutaffifín/26)

Hased öncelikli olarak hased edicinin kendine; din ve dünyasına zarar verir.  Başkalarını kıskanan her şeyden önce dünya hayatının imtihan olduğunu unutur. Allah’ın taksimine karşı çıkar. Ya da Allah’ın adeletinden şüphe eder. Bu da onun dinine zarar verir.

Hasetçi sürekli üzüntü, gam ve keder içindedir. Başkalarında bir nimet, iyi bir hal gördükçe onun canı sıkılır, kendi kendini yer durur.

Böyle bir insanın rahat ve huzur yüzü görmesi mümkün olabilir mi? O kendi mutluluğunu kendi eliyle cehennem azabına çevirir.

 

-Şeytandan Yüz Çevirmek:

Şeytan, kendi bedbahtlığının ve bu duruma düşmesinin sebebi olarak insanı görmektedir ve bu nedenle o insanın amansız düşmanıdır. “Şüphe yok ki şeytan sizin düşmanınızdır. O halde siz de onu düşman tutun. O kendi taraftarlarını ancak alevli ateşin arkadaşlarından olsunlar diye davet eder.” (35 Fatır/6. ayrıca bak. 7 A’raf/16-17, 22. 36 Yasín/60. 20 Tâhâ/117. 17 İsra/53.. 18 Kehf/50. v.d.)

Şeytan bu amansız düşmanın da kendisi gibi azabı hak edip, sonsuza kadar cezaya çarptırılmasını, yani onun kendisi gibi lânetli, huzursuz ve mutsuz olmasını sağlamak için elinden gelen çabayı göstermektedir. (7 A’raf/16-17. 17 İsra/62-64)

O insana dost görünür. (7 A’raf/21) Allah’ın sevmediği amelleri süslü ve güzel gösterir.

“Bari azabımız geldiğinde yalvarsalardı. Fakat kalpşeri katılaşmıştı. Şeytan da yaptıklarını kendilerine süslü göstermişti. “ (6 En’am/43. ayrıca bak. 16 Nahl/63. 27 Neml/24. v.d.)

İnsanları fakir olmakla korkutup, cimriliği ve Kur’an’ın fahşa (utanmaz çirkinlik) dediği işleri yapmalarını öğütler. Günah işlemenin daha mutluluk verici olduğunu fısıldar. (2 Bekara/268. 24 Nûr/21)

İçki içmelerini ve kumar oynamalarını sağlayarak aralarına düşmanlık sokar, onlara zarar verir. Dolaysıyla onların saadetlerini ellerinden alır. (5 Maide/91)  

Şeytanın davetinden yüz çevirmek, onun adımlarını izlememek, onun vesveselerine kanmamak; kişiyi, onun öğütlediği kötülük  ve sapıklıklardan korur, aldanışlardan kurtarır ve ona tayyibe bir hayat kazandırır.

        

-Takvada Yardımlaşmak:

 ...وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ {2}

“...Birr (iyilik) ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (5 Maide/2)

Birr, bol bol iyilik, iyilikte geniş olma demektir.

Kur’an, asıl birr’in iman esaslarını kabul etmek olduğunu söyledikten sonra sonra şöyle diyor: mala olan sevgiye rağmen, onu yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara ve diğer ihtiyaç sahiplerine verenlerin, temel kulluk görevlerini yapanların, sözlerini yerine getirenleri ve sabredenlerin tutum ve davranışı birr’dir.

İyilik ve takva konusundaki yardımlaşma hem iyiliklerin yaygınlaşmasını sağlar, hem de bunu yapanları sevindirir, mutlu eder. Bu cabalar sonucunda insanlar arasında kötülükler, haddi aşmalar, haksızlıklar, kavgalar azalırsa; bu hem diğer insanlara huzur getirir, hem de bu işde birbirlerine destek olan kimselere.

Kötülük yapma, zulüm ve azgınlık konularında yardımlaşanlar ve bu gibi yanlışları destekleyenler, hem kendi saadetlerini, hem de toplumun huzurunu, bilerek veya bilmeyerek dinamitlemiş olurlar.

Allah’a iman edenler ve İslâm’ı din ve yaşama biçimi olarak seçenler; insanlar arasında güzelliklerin (ma’rufun) yerleşmesini, çirkinlik ve kötülüklerin (münkerin) azalmasını isterler. Bu konuda çalışan, çaba harcayanlara destek olurlar. Onlarla beraber hareket ederler. Ellerindeki her türlü imkanla hayırlı işlere, insanlara faydalı faaliyetlere arka çıkarlar. Bunu da takva bilinci ile yaparlar.  Birbirlerine her şart ve durumda takva ahlâkı ile, ya da takvaya uygun işlerde yardım ederler.

 

-Sabretmek:

‘Sabır’, aklın ve şeriatın gerektirdiği durumlarda nefsi hapsetme, kendine hakim olmadır. (R. el-Isfehâní, Müfredât, s: 404)

Acıya, sıkıntıya, musibete veya zorluklara katlanmak, dayanmak, onlara karşı koymak, sonra da onları atlatabilmek için harekete geçmek, çalışmak ta sabırdır ki; işte böyle yapmak güçlüklerin üstesinden gelmenin, rahatlamanın ve başarının yoludur.              

Sır saklamak, dili gereksiz şeyleri konuşmaktan korumak ta sabırdır. Bunun karşıtı ise boşboğazlıktır.

Onun bunun sırlarını öğrenmeye çalışıp sonra da onları başkalarına anlatanlar, pek çok anlaşmazlıklara, pek çok kavgalara sebep olurlar. Başkalarına zararları dokunur, zarar görenler de bu gibi boşboğaz kimseleri rahatsız ederler.

‘Sabır’, içine düşülen darlığın, musibetin ve zorluğun aşılabilmesini sağlar. Allah’ın yardımı çoğu zaman sabredip dayandıktan sonra  kazanılabilir.

Sabır, insanı iç dünyasını ona ızdırap veren şeylerden, dili şikâyet etmekten ve organları da zararlı davranışlardan korur.

Sabır aynı zamanda bir direniştir. Zorluğa, güçlüklere, imkansızlıklara, darlıklara, felaketlere, sınamalara, Allah yolunda çekilen çile ve sıkıntılara, amellerin getirdiği yüklere, nefsinin arzularına karşı bir direniştir. Bu da pasif bir direniş, pasif bir şekilde beklemek, hele hele her şeye katlanma, zillete boyun eğip razı olma hiç değildir.

İnsanın en zayıf  tarafı midesi, yani yeme-içme ihtiyacı ile şehvetidir. Bu konudaki aşırı isteklerini dizginleyebilen, aşırı isteklerin ve şehvetlerin getirdiği zararlardan ve rezilliklerden de kurtulurlar.

“Cennet zorluklarla çevrilmiştir. Cehennem ise aşırı arzularla çevrelemiştir.” (Müslim, Cennet/1, no: 2822. Darimí, Rikak/117, no: 2846. Tirmizí, Cennet/21, no: 2559)

Allah’ın desteğini kazanan, Allah’tan yardım gören kimse de tayyibe bir hayata kavuşur, rahat ve huzura ulaşır.

Sabırlı olmak insana saadet ve huzur, güzel olan bir hayat kazandıracak denli geniş bir nimettir.

Peygamber (sav) şöyle buyuruyor:

“…Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır.” (Müslim, Zekât/124, no: 1053.  Ebu Davud, İstiğfar/1, no: 1644. Buharí, Rikak/20. Tirmizí, Birr/77, no: 2024. Muvatta, Sadaka/7, Nesâi, Zekât/85)

Nefsin boyunduruğundan ve esaretinden kurtulup özgür olmanın sonuçlarından ve meyvalarından biri de sabırlı olmaktır. Bu anlamda ‘sabır’, hürriyeti elde etmede en önemli etkendir. Kişi sabrı sayesinde kötü şartlara, nefsin insanı zillete düşüren isteklerine direnir ve özgürlüğünü kazanır.

Özgürlük duygusu insana elbette ki mutluluk verir.

 

- Hatalardan ve Günahlardan Pişmanlık:

Tevbe, kişinin yaptığı hatayı anlaması ve ondan vazgeçmesidir. Kişi kendini hesaba çeker, ne yaptığını, ne söylediğini, ne ile meşgul olduğunu gözden geçirirse, belki hatalarını anlar, onları terekedebilir, eksikliklerini tamamlar, yanlışlarını düzeltebilir.

Böylece onu sıkan, huzursuz eden, düşündüren pek çok yanlıştan kurtulur.

Bununla berber birinin hakkını yemişse onu ödemeye gayret eder.

Birini kırmışsa, üzmüşse, ondan özür dileme, onun bağışlamasını isteme imkanı olabilir.

Gönül almanın, hatasını bilmenin, bir kimseden özür dileyebilmenin, kişiyi mutlu ettiği, onun derecesini yükselttiği bilinen bir şeydir.

Tevbe, pişmanlık ve hataları anlamak insana haz ve mutluluk verir. Onun ağır yüklerini hafifletir. Temiz olma duygusu verir. Bu da tayyibe hayatın bir başka güzelliğidir.

Hatalarından vazgeçip işlerini düzeltenler, kendilerine zarar verecek olan şeylerden kurtulurlar.  

 

-Temiz Olmak

Temiz bir evde, temiz bir çevrede, temiz bir beldede yaşamak... Kim istemze ki? Temiz çamaşır giydiği zaman sevinmeyen olur mu? Temiz bir mekana girenin ruhu açılmaz mı, içi şenlenmez mi? Yüzüne gülücük, içine sıcaklık dolmaz mı?

Temizlik aydınlıktır, canlılıktır, rahatlıktır. Pislik ise, can sıkıcılığı, kasvet ve huzursuzluktur.

Ya yüreğin temizliği... Söylemeye gerek yoktur ki, kalp temizliği huzur ve mutluluk sebebidir. 

 

-Çalışmak

Çalışmak ibadettir.

Nefsini meşgul edersen, o seni meşgul edemez.

Çalışmak, insanın pek çok ihtiyacını karşıladığı gibi, manevi açıdan da onu rahatlatır.

Takdir edilirki, çalışmadığı için maddi sıkıntılarla boğuşan bir kimsenin çok mutlu olduğu söylenemez.

 

-Zalimlere Meyletmemek

وَلاَ تَرْكَنُواْ إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء ثُمَّ لاَ تُنصَرُونَ {113}

“Öyleyse asla zulümde ısrar edenlerden yana eğilim göstermeyin. Yoksa size ateş dokunur; ve Allah’tan başka koruyucunuz olmadığına göre, o zaman (O’nun tarafından da) yardım edilmez size.” (11 Hûd/113)

Zalimlere meyledenler, ya onların destekçisi olurlar, ya bir müddet sonra onlardan zulüm öğrenirler. Kötülük öğrenirler.

Kötülük yapanların da mutlu olduğu söylenemez.

 

-Haramlardan Yüz Çevirmek

İslâm, kendisine teslim olan müslümanlara bazı şeylerin yapılmasını, bazı şeylerin yenilip içilmesini yasaklamıştır (haram kılmıştır). Çünkü bunlar insana zarar verir, mutluluğuna engel olur.

Peygember (sav) buyuruyor ki:

“Beş şey vardır ki beş şey (musibet) e sebep olur. Bir toplum sözleşmesini bozarsa düşmanları üzerine musallat olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlarda fakirlik yaygın hâle gelir. Aralarında fuhuş artar. /Ve bu durum önelemzse aralarında ölüm çoğalır. Ölçüleri eksik yaparlarsa, bitkilerden bereket kalkar ve kıtlıkla karşılaşırlar. Zekâtları hak sahiplerine vermezlerse bol rahmetten mahrum bırakılırlar.” (Feyzü’l-Kadîr, 3/452. no: 3945. nak. Doğan, L. Huzur ve Saadetin Esasları, s. 228)

 

-Tayyibe Bir Hayatı Destekleyen Düşünceler

-Hayatın İmtihan Olduğunu Bilmek

لَتُبْلَوُنَّ فِي أَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ أَذًى كَثِيراً وَإِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأُمُورِ {186}

“Muhakkak siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan size eziyet verici bir çok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'dan gereği gibi korkarsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.” (Âli İmran/186)

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz.” (21:35)

“Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (16:92)

 

-Umutlu Olmak

قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعاً إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ {53}

“(Tarafımdan onlara) de ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (39 Zümer/53)

 

-Dünyanın Fani Olduğunu Düşünmek,

 وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَلدَّارُ الآخِرَةُ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ {32} En’am 32. Ankebût 64. Muhammed 26)

 

-Sorumluluk Duygusu

بَلَى مَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ وَاتَّقَى فَإِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ {76} Âli İmran

يَا بَنِي آدَمَ إِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِّنكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِي فَمَنِ اتَّقَى وَأَصْلَحَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ {35} A’raf

 

-Başkalarını da Hesaba Katmak

Kendisi muhtaçken başkalarını düşünme (isar)

لِلْفُقَرَاء الْمُهَاجِرِينَ الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَاناً وَيَنصُرُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ {8} وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ {9}

“(Böylece, bu ganimetlerin bir kısmı) zulüm ve kötülük diyarını terketmiş olanlar (muhacirler) arasındaki yoksullara (verilecektir). Yurtlarından ve mülklerinden sürülmüş, Allah’ın lütfunu ve rızasını arayan ve Allah’a ve Elçisi(nin davası)na yardım edenler: Sözlerinde duranlar (sâdıklar) işte bunlardır.

Onlardan önce bu yöreyi yurt edinmiş ve (gönüllerine) imanı yerleştirmiş olanlar (arasındaki yoksullara da ganimetin bir kısmı verilecektir), bir sığınak arayışı içinde kendilerine gelenlerin hepsini seven ve başkasına verilmiş olanlara karşı kalplerinde hiç bir hased olmayan, aksina kendileri yoksulluk içinde bulunsalar bile diğerlerini kendilerine tercih edenler; işte böyleleri açgözlülükten korunanlardır, mutluluğa ulaşacak olanlar onlardır.” (59 Haşr/8-9)

“Böylece, cimrilik, açgözlülük ve ihtiras, burada, inasanını hem bu dünyada ve hem de öteki dünyada mutluluğu elde etmesinin önündeki başlıca engeller olarak gösterilmiştir.” (M. Esed, Meal, 3/1131)

 

-İnsanları Sevmek

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ {34} Fussilet

 

-Kin ve Nefretten Uzak kalmak

 وَالَّذِينَ جَاؤُوا مِن بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلّاً لِّلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ {10} Haşr

-Huzur makamı

“Efendi umma hîç âb-ı hayât-ı bâdeden hisse

Onu insâna tahsîs ettiler, hayvâne vermezler!”  (15.1.07 H. Hatemi, Yeni Şafak)

 

Hüseyin K. Ece

29.10.2009

Zaandam