İnsanlar birbirleri hakkında karar verirken dikkatli olmak zorundadırlar. Elde kesin bilgi, belge, haber ve şâhit olmadan birisi hakkında verilecek hüküm yanlış olabilir. Yanlış hüküm, yanlış karar, yanlış fetva da vebâldir ve zararlıdır.

Bu konuda müslümanların daha titiz olması beklenir. Zira müslümanlar Allah’tan gelen değişmez, eskimez, mükemmel ölçülere ve âhirete, yani amellerinden ve ağızdan çıkan sözlerden hesaba çekileceklerine inanırlar. Hesabını veremeyecekleri işleri yapmamaya,altından kalkamayacakları sözleri sarfetmemeye özen gösterirler.

Ama ne yazık ki pratikte bu böyle değil. Müslüman toplumlarda da, diğerlerinde de başkaları hakkındaki görüşlerde ölçü kaçırılıyor. İnsanlar birbirlerinin aleyhinde olumsuz konuşuyorlar, yanlış karar veriyorlar. Çok erken kızıyorlar, başkasını hasım edinmekte acele ediyorlar. Hasım edindiklerinin aleyhine de ölçüsüzce davranıyorlar.

Hele bazı olaylarla birlikte, anlaşmazlık olduğu zamanlarda, ortalık karıştığında, gruplar- kesimler arasındaki rekabetlerde; aman Allah’ım! ne ölçü kalıyor ne teenni, ne insaf kalıyor ne merhamet, ne hakşinaslık kalıyor ve adalet.

Son aylarda özellikleTürkiye’de olan olaylar dolaysıyla bu hassasiyeti tekrar hatırlamak gerekir. Sorumlu  insana düşen ulu orta, delilsiz, mesnetsiz karar vermek, atıp tutmak, başkasının kayığına binmek değil; teenni ile hareket etmek, kimsenin hakkını tecavüz etmemek, insaf ve merhametle hareket etmek, yarın pişman olacağı sözleri söylememek, işleri yapmamaktır.

İnsan, bir şey veya bir kimse hakkında karar verirken, yani hükmederken neye dayanır? Eğer akıl hakka ve adalete değil; çıkara, hevâya (keyfine), tarafgirliğe ve ırkçılığa (asabiyete), düşmanlık saplantısına, ya da bilgisizliğe dayanırsa, hata yapar. İsabetli ve âdil karar veremez.

Piyasadaki, medya ve politikadaki yerli yersiz eleştirelere, iftiralara, hakaretlere, insafsız suçlamalara, demogojilere, ön yargılara, yargısız infazlara bir de bu açıdan bakmak gerek.

İslâm müslümanlara başkaları hakkında, insanlararası ilişkilerde, hüküm vermede ve tavır belirlemede değişmez değerler, en mükemmel ölçüler, isabetli prensipler veriyor. Her konuda ve herkese karşı adaletli olmayı, merhametle davranmayı, özellikle hakka riayet etmeyi emrediyor. 

Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl 16/90. Ayrıca bakınız: Mâide 5/8, 42. Nisâ 4/58. En2am 6/152. Hud 11/85. A’raf 7/181 ve diğerleri)

 

İşte İslâmın değişmez değerlerinden bir kaç örnek:

1-Her duyulana itibar etmemek:

Kur’an, Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz” (Hucurât 49/6) diyor.

Bir fâsık (aşırı günah işleyen biri) size bir haber getirirse onu araşatırmadan, incelemeden, doğruluğundan emin olmadan inanmayın, o şaibeli haber üzerine hüküm bina etmeyin. Olur ki bilmeden bir kişiye, bir topluma zarar verirsiniz, iftira atmış olursunuz. Dolaysıyla kendinize de zarar verirsiniz.

Ya duyduğumuz haberi araştırma imkanı yoksa? O zaman da en iyisi susmak, hemen karar vermemek.

Günümüzde haber kaynaklarının çoğu yalan üretme fabrikası gibi çalışıyorlar.  Sahipleri de bırakınız fasık olmayı, Kur’an’ın inkarcı, müfsit, kezzab, münafık, şeytanın evliyası (dostları) dediği kimseler.

Bunun için yazılı ve görsel medyanın verdiği, sosyal medyada dolaşan ve hızla yayılan haberlere, dedi-kodulara, montajlanmış kurgulara, propaganda amacı taşıyan düzmece haberlere ihtiyatla yaklaşmak, hemen inanmamak gerekir. 

Bilinmelidir ki haber kaynaklarını ellerinde tutanlar çıkarları için yalan da söylerler, iftira da ederler. Asparagas ve montajlanmış haberler yaparlar. Olmayan şeyleri olmuş gibi gösterirler veya anlatırlar. Bunun yakın tarihte sayısız örnekleri vardır. Özellikle bir tarafın, grubun, devletin, kitlenin; hasım bildiklerine karşı medyayı kullandıkları akıldan çıkarılmamalı.

Kur’an’ın uyarısına ve apaçık gerçeklere rağmen, mü’minler, bu yalancılardan, müfterilerden, fitnecilerden duyduklarına hemen inanır, bunlarla hüküm verirseler, hata ederler, yanılırlar.

Ama maalesef pek çokları safca, özellikle kendilerine yakın kaynaklardan  duyduklarına inanıyolar, inandıkları ile başkaları aleyhine hüküm verebiliyorlar.

 

2-Bir delile dayanmadan hüküm vermemek:

Kur’an “... Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı). Çünkü Allah hakkıyla işitendir, bilendir” (Enfal 8/42) diyor ve iman edenlere, hem iman ederken, hem de bir konuda karar verirken sağlam kaynaklara, delillere, isbatalara dayanmaları gerektiğini öğretiyor.

Hikâye bu ya anlatılır ki; Ebu Hanife Numan b. Sabit (ra) ( ya da alimlerden biri) bir gün talebeleriyle bir yere gidiyormuş. O atın üzerinde talebeler yaya. Yolda giderken muzip bir talebesi İmama sormuş:

-Hocam üzerinde olduğun atın kaç ayağı var?

O da hemen atı durdurup aşağı inmiş. Sonra da atın her bir bacağının yanına gelerek, eliyle tek tek sayarak “bir”, sonra diğer bacağının yanına gelip “iki”, “üç”, “dört” diye saymış ve “evet atın tam dört bacağı var” demiş.

Tabi kimisi tebessüm etmiş, kimisi soru sorana kızmış olmalı, bu koca imama böyle bir soru, “atın kaç ayağı var” diye sorulur mu? Bunu bilmeyecek ne var? Deli olan bile bilir ki atın dört ayağı vardır. Biri noksan olsa at yürüyemez. İmam bunu bilmiyor mu? 

İmam ise o soruyu soran talebesine kızmamış, bilakis attan inip atın bacaklarını saymış. Belki bazıları da imamın bu tavrını garipsemişlerdir. Hem o gencin sorusunu ciddiye aldığı için, ya da bilinen bir şeyi, sayaraak gösterdiği için.

Sonra imam demiş ki:

-“Atın kaç ayağı olduğu bilinen bir şey. Siz de biliyorsunuz ve görüyorsunuz. Ama ben niçin böyle yaptım, biliyor musunuz? Elinizde delil, isbat belge olmadan hüküm (karar) vermeyeseniz diye.”

Hikâye böyle. Oldu mu, olmadı mı, bilmiyoruz. Ama mesajı açık:

Elde delil olmadan, kesin bilgi, sağlam kaynak olmadan bir konuda karar/hüküm (fetva mı demeliydim) vermemek.

Unutmamak gerekir ki sonu “–dır, -dir, -dur, -dür, -tır, -tir, -tur, -tür” ile biten Türkçe cümleler hüküm cümleleridir. Kesinlik ifade ederlar. “O adam kesinlikle üç kağıtçıdır”, “onun babası iyi bir adamdır”, “abdestte yüzü yıkamak sünnettir”, “falanca adam kötü niyetlidir”, “bu işi mutlaka o yapmıştır” cümlelerinde olduğu gibi.

Ama ne yazık ki çevremizde çokları elinde delil, belge, şâhit olmadan, olaylar ve kişiler hakkında ulu orta hüküm verirler. Hatta dinî konularda çekinmeden fetva verirler. “O öyledir, bu böyledir”, “falanca şöyle yaptı, o zaten öyledir, o mu? o bunu yapar” derler, konuşurlar. Konuşurlar da dediklerinin nereye varacağını hesap etmezler.

Kur’an, bir kimse hakkında zina suçlaması için dört şâhit istiyor. Dört sağlam şâhit olmadığı sürece, ya da kendisi itiraf etmediği sürece kimseye zâni (zina ediyor) diyemezsiniz.

Bu Kur’anî ölçü, delilsiz, isbatsız yargılamama ve ön yargılı olmama prensibi; bütün suçlamalarda, bütün olaylarda geçerlidir.

İslâm hukukunda şöyle bir kural vardır:

 

3-“Berâeti zimmet asıldır”:

Bir kimsenin suçlu olduğu yetkili tarafından isbat edilinceye kadar o kişi suçsuzdur. Hiç kimse ona kendi kafasına göre suçlu muamelesi yapamaz, kafasına göre ceza kesemez.

Hikâye bu ya;

“Endülüs devleti zamanında bir papaz kilisenin damında az bulunan bir çiçek yetiştirir.  Papaz o çiçeği çok sever. Kilisenin damında bir de keçisi vardır. Keçisini de çok sever. Bir gün bakar ki çiçek yenmiş. Oraya kimse çıkmadığı için bu çiçeği keçi yedi zannıyla keçiyi damdan aşağıya atar ve keçi ölür.

Papaz, müslüman hâkimin huzuruna çıkarılır. Hakim, hayvanların yaptıklarından sorumlu olmadıkları, eğer hayvanlar başkasına zarar verirlerse hayvan sahibinin zararı ödeyeceğini bildirdikten sonra papaza sorar:

-Keçinin bu çiçeği yediğini sen gördün mü? Papaz:

-Hayır görmedim.  

-Peki gören var mı?

-Hayır yok ama dama benden başka kimse çıkmaz. Keçiden başka o damda kimse yoktu, der.

Hâkim, hayvanların yaptıklarından sorumlu olmadıkları halde hayvanı damdan aşağı atmaktan papazı ta’zir (kınama) cezasıyla cezalandırır.

Aradan uzun zaman geçer. Bir gün papaz, akşam karanlığında evine doğru giderken bir adam “Yandımmm” diyerek yere yıkılır. Papaz yere yıkılanın yanına varır. Hançeri adamın bağrından tam çıkarırken muhafızlar gelir ve derdest edip aynı hâkimin önüne çıkarılır. Papaz, olayı olduğu gibi anlatır ama elinde kanlı bıçakla ölenin üzerinde yakalandı. Hâkim:

-Eğer sen keçinin o çiçeği yemediği ihtimalini kabul etseydin ben de senin öldürmediğin ihtimalini kabul ederdim. Ama İslâmda “Berâeti zimmet asıldır” kuralı vardır.  Suçun, delillerle sabit oluncaya kadar sen suçsuzsun, der. Sonra gerçek kâtil bulunur da Papaz beraat eder.”

Ama bu hukukun temel ilkesine rağmen müslümanlar da, başkaları da, özellike medya kendilerine göre, bazı olaylarla ilgili birilerini suçlu ilan ederler, hatta hâkime işi bırakmadan ceza bile keserler. Bu işlerde çek de aceleci davranırlar.

Suçladıkları kimsenin suçlu olup olmadığına bakmazlar.

Kesin bilgiye ulaşıncaya kadar araştırma gereği duymazlar.

Bu konuda iman edenlere Allah’ın bir uygulaması ders vermeli, örnek olmalı değil mi?

Müslümanlar inanır ki Allah (cc) el-Alîm’dir, yani her şeyi bilir. Ona gizli olan birşey, O’nun bilmediği hiç bir şey yoktur. Müslümanlar Allah’ın (cc) âdil olduğuna da inanırlar. Bu konuda onların hiç bir tereddütleri yoktur. Kıyâmette herkese yaptığını bildirecek ve ona göre herkesin hak ettiği karşılığı verecek.

Buna rağmen Allah (cc) Kirâmen Kâtibin meleklerine insanların yaptıklarını kaydetmeleri görevini verdi. (İnfitâr 82/10-11) Bu melekler insanın her yaptığını bu “amel defterine” kaydederler. Hesap Gününde Allah (cc) bu “amel defteri”ni insanlara gösterecek ve herkes yaptığını bizzat orada görecek.  (İsrâ 17/13-14. Kehf 18/49. Câsiye 45/28)

Allah (cc) bile insanların hesabını yazılı bir belge üzerinden yapacak. Bir bakıma kesin bir bilgiye, yazılı belgeye göre hüküm verecek.

Orada Allah (cc) kullarına dilediği gibi hükmetse, “ben her şeyi biliyorum. Sen şunları şunları yapmıştın” dese kullar itiraz mı ederler? Hayır, etmezler, edemezler.

Allah’ın belgeye mi ihtiyacı var? Ama böyle yapmayacak. Kullarına dünyada iken melekler tarafından kayıt altına alınan, bir anlamda kameraya çekilen amellerini (yaptıklarını) gösterecek.

Önümüzde bu ilâhi ölçü varken, iman edenlerin başkaları hakkında delilsiz, belgesiz, kesin bilgisiz karar, hüküm, fetva vermeleri Kur’an açısından yanlıştır.

 

3-Kötü zandan sakınmak:

Kur’an başkaları hakkında kötü zan (sû-i zan)’da bulunmayı müslümanlara haram kıldı.

“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır...” (Hucurât 49/11)

Yani öyle olmadığı halde, bilgisizce, elde delil ve kesin bilgi olmadan, biraz da kötü niyetle birileri için “zannımca o şöyledir”, “sanıyorum o böyledir”, “zannediyorum bu işi o yapmıştır”, “zannımca onun niyeti kötüdür” diye kesin ama olumsuz hüküm/karar vermek kötü zandır. İsterse “zannetme veya sanma” kelimelerini kullanmasın.

Eğer birisi başkaları hakkında bilmeden bu şekilde hayalen olumsuz karar veriyorsa, bunu da toplum içinde yapıp, ilgili kişinin zan altında kalmasına, hakkında haksız yere kötü düşünülmesine, rencide edilmesine, şerefinin lekelenmesine sebep oluyorsa; bu Kur’an’ın onay verdiği bir şey değildir.

Tam tersine İslâm’da müslümanlara tavsiye edilen mü’min kardeşi hakkında sû-i zan değil, hüsn-i zan (iyi niyet, olumlu düşünme) olmasıdır.

 

4-Gıybet etmemek:

Aynı âyette Allah (cc) müslümanlara;

“... Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurât 49/11) emrediyor.

Peygamber (sav) gıybeti; “birinizin, (din) kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır” şeklinde açıklıyor. (Ebu Dâvud, Edeb/40 no: 4874. Tirmizî, Birr/23 no: 1935. Müslim, Birr/70 no: 2589)

Peygamber (sav) der ki: “Bana dünyanın en kıymetli şeylerini verseler, ben yine de  bir insanı hoşlanmayacağı bir şekilde taklid edip anmayı  kesinlikle istemem.” (Ebu Dâvud, Edeb/35. Tirmizî, Kıyâmet/51)

Görüldüğü gibi Kur’an gıybet etmeyi, yani bir müslümanın aleyhine onun hoşlanmayacağı şekilde konuşmayı ölü eti yemek kadar çirkin olarak niteliyor ve haram kılıyor. Buna rağmen iman edenler, yanlarında olmayanların aleyhinde, gerçeğe uygun olmayan şekilde konuşurlarsa, kötülerlerse, aşağılarlarsa hata etmiş olurlar.

Başka toplumlar şöyle bir tarafa dursun... Müslümanlar bile maalesef bu hatadan kendilerini kurtarabilmiş değil. Neredeyse gıybet etmeyen kişi, gıybet edilmeyen bir biraraya gelmeler, gıybet edilmeyen ev yok gibi. Müslümanlar gıybetin haram olduğunu sık sık duymalarına rağmen.

Şimdilerde gıybetin alanı sosyal medya sayesinde daha da genişledi. Üstelik kontrolü de mümkün değil, cezalandırılması da yok. Dileyen dilediği gibi konuşuyor, atıp tutuyor, paylaşıp duruyor. Ne sınırı var, ne sorumluluk duygusu.

Ancak yaptıklarının ve sözlediklerinin yanında, yazdıklarının da günün birinde hesabını vereceğine inanan sorumluluk sahibi bir müslüman böyle yapmaz. O eline, diline, kalemine, parmaklarına sahip olur. Ne söylediğine ve ne yazdığına dikkat eder. Tabi neyi paylaştığına da.

Müslüman Allah’ı hesaba katmadan yaşayanlar gibi değildir. Gıybetin kul hakkına tecavüz olduğunu ve kul hakkının Allah tarafından –helâlleşme olmadan- affedilmeyeceğini bilir. (Kaldı ki sanal dünyada başkasını gıybet edenler kimden, nasıl helâllik alabilirler ki?)

 

5-İftira etmemek:

Değişmez değerlerden bir tanesi de kimseye iftira etmemek, kimsenin hakkında bilmeden, kesin delil olmadan hüküm vermemektir.

Sözlükte; “yalan söylemek, uydurmak, asılsız isnatta bulunmak” gibi mânalara gelen iftirâ, terim olarak “bir kimseye asılsız olarak suç, günah yahut kusur sayılan bir söz, davranış veya nitelik isnat etmek” anlamında kullanılmaktadır. Ancak günlük dilde iftira yaygın olmakla birlikte hukuk ve ahlâkta daha çok ifk ve bühtan terimleri, zina iftirası için de kazf kelimesi kullanılmaktadır. (Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklodisi, 21/522)

Peygamber (sav) gıybeti; “birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” şeklinde açıklıyor.  “Ya benim söylediğim anda varsa, (bu da mı gıybettir?)”sorusuna ise; “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir” cevabını vermiştir. (Ebu Dâvud, Edeb/40 no: 4874. Tirmizî, Birr/23 no: 1935. Müslim, Birr/70 no: 2589)

Bazı yorumcular; “Kim bir hata yapar veya kasıtlı günah işler de onu bir suçsuzun üzerine atarsa büyük bir bühtan ve apaçık bir günah yüklenmiş olur” (Nisâ 4/112) âyetinde geçen “bühtan” kelimesini, “Din kardeşine kendisinde bulunmayan bir kusur ve kötülük isnat etmendir” diye açıklarlar.

Bir de “kazf” kelimesi var. “Kazf”, terim anlamıyla Kur’an’da yer almamakla birlikte hadislerde hem genel olarak iftira hem de özellikle zina iftirası için kullanılmıştır. Büyük günahların sayıldığı bir hadiste, kötülükten habersiz iffetli bir kadına zina iftirasında bulunmak bu günahlar arasında gösterilmiştir. (Buhârî, Vesâyâ/23 no: 2766, Hudûd/44 no: 6857. Müslim, İmân/145 no: 262) (Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklodisi, 21/522)

Said ibnu Zeyd (ra) anlatıyor: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Faizin en kötüsü haksız yere (bir) müslümanın ırzını (manevi şahsiyetin) rencide etmektir.” (Ebu Davud, Edeb/40 no: 4876)

Peygamber (sav) bir müslümana “kâfir” diyerek iftira eden kimsenin onu öldürmüş gibi günah işlemiş sayılacağını söylüyor. (Buhârî, Edeb/44 no: 6047. Tirmizî, İmân/16 no: 2636)

 “Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir” (Buhârî, İmân/4, 5 no: 10, 11. Müslim, İmân/64-66 no: 161-163) Buna benzer âyet ve hadisler genel olarak doğruluk, dürüstlük ve adaleti emrederek; yalancılık, haksızlık, suizan gibi kötülükleri yasaklayarak insanların birbirine asılsız suç ve kusur isnat etmelerini de önlemeyi amaçlamaktadır. (Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklodisi, 21/522)

İslâm’da iftira haram kılındığı gibi asılsız olması muhtemel, doğruluğu henüz kesinleşmemiş haberlere doğruymuş gibi ilgi göstermek ve bunlara araştırmadan inanmak da yasaklanmıştır. (İsrâ 17/36. Hucurât 49/6) Böyle haberlere inanmak haram da, bunları araştırmadan, doğru olduğundan emin olmadan, eldeki imkanlarla başkasıyla paylaşmak caiz (helâl) olur mu? Bugün sosyal medyada bunun sayısız örneğini görüyoruz.

Kur’an’da, Hz. Âişe’ye yapılan iftira (ifk) karşısında o günkü müslümanların (shabelerin) tutumu değerlendirilirken bütün müminlerin, böyle bir habere hemen inanmayıp iftiraya uğrayan hakkında hüsnüzanda bulunmaları gerektiği vurgulanmakta, bu tür asılsız isnat ve iftiraların yayılmasından hoşlananların dünyada ve âhirette ağır bir şekilde cezalandırılmayı hak ettikleri bildirilmektedir. (Nûr 24/12-19)

İslâm ahlâkında, ilke olarak insanlar aleyhinde onları kötüleyici ve incitici mahiyetteki her türlü konuşma ve dedikodu (gıybet, nemîme) yasaklanmıştır. Şuna da dikkat etmek gerekir; birinin aleyhinde yapılan konuşmanın, yazılan yazının gerçeğe dayanması çoğu zaman onu gıybet olmaktan çıkarmaz. (Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklodisi, 21/522)

Hadislere göre de iftira İslâmda büyük günahlardandır ve insanın âhiret hayatını iflâsa götürecek, hüsrana uğratacak olan kul hakları arasındadır. (Bakınız: Müslim, Birr/59 no: 6579. Tirmizî, Kıyâmet/2 no: 2418)  

Bir kimsede olmayan kötü bir şeyi onda var diye kesin bir dille, ısrarla düşünmek, söylemek ve yazmak doğru olur mudur. “O kesinlikle hırsızdır, o zanidir, o üç kağıtçıdır, o mel’undur, o dedi-koducudur, o aç gözlüdür, o falancıdır, o haindir, o münafıktır, o zındıktır, şu’cudur, bu’cudur, o fâlancanın adamıdır” gibi, ya denilenler o kişide yoksa bu iftira olmaz mı? Bu böyle yapanlar için vebâl olmaz mı? Böyle yapmak kardeşler, akrabalar, toplum arasında güveni sarsmaz mı? Şüpheleri, nefreti, mesafeleri artırmaz mı? Kardeşliğe, barışa, huzura zarar vermez mi? 

Ama üzülerek söyleyelim ki Kur’an’ın ve hadislerin açık hükümlerine rağmen müslümanlar gıybetten, birbirleri hakkındaki suçlayıcı, önyargılı fikirlerden, diğerlerini onda  olmayan kötü sıfatlarla anmaktan yeterince vazgeçemiyorlar. Akla gelen her fikir, ağza gelen her kelime, rüya gibi görülen her hayal doğru diye anlatılmaz ki. Hele konu başkasının şerefi, hakkı ve ırzı söz konusu ise. Nihayet kişi sözünün nereye gittiğini, başkaları hakkında konuşmanın sonuçları olacağını, konuştuklarından da hesaba çekileceğini unutmamalıdır.

Hele hele iftiranın en büyüğü de Allah’a yapılan iftiradır.

Kur’an her ne sebeple olursa olsun, hangi şekilde olsun Allah’a karşı veya Allah adına yalan uyduranları kınıyor ve tehdit ediyor. Mesela; bir kimsenin Allah’a isnat ederek kendi kafasından hükümler, kurallar, ölçüler koyması (Bakınız: En‘âm 6/138-140), kendine bir şey vahyedilmemişken, “bana vahyolundu” demesi, Allah’a karşı yalan uydurması (Bakınız: En’am 6/2, 63, 144, 156-157. A’raf 7/37. Yûnus 10/17. Kehf 18/14-15. Ankebût 29/68 v.d.) Allah’a iftiradır.

Birisinin dindarlığını ölçmek, ona gruplardan grup, kendine göre dinde ona bir yer ayarlamak, hatta birilerini kendine göre cennete veya cehenneme göndermek Allah’ın işine karışmak, Allah adına konuşmak değil midir? Kimin ne kadar müslüman olduğunu, hangi ibadetlerinin kabul edildiğini, kimin cennete gideceğini bir insan nereden bilebilir ki?

Sonuç olarak başkası hakkında yerli yersiz söylenenler, verilecek yanlış kararlar, önyargılar, suçlamalar, aşağılamalar, incitici, yaralayıcı ifadeler, gıybet, suizan ve iftiralar  (bühtanlar) hem olgun müslümana yakışmaz, hem de toplumda herkese zarar verir.

 

6-Ayıpları örtmek:

Kur’an müslümanlara şöyle emrediyor: “... Birbirinizin kusurlarını araştırmayın...” (Hucurât 49/11) Âyette “casus” kelimesi geçiyor. Yani birbirinizin aleyhine casusluk yapmayın. Zira casusluk olayında gizlenen bir şeyi, bir mahremi öğrenmeye çalışıp onun başkasına ulaştırma anlamı vardır.

Müslümanlara tavsiye edilen, din kardeşinin ayıbı yaymak değil; örtmek, gizlemek. Herkesin ayıbı, başkasının duymasını istemediği sırları olabilir. Olgun müslşümana yakışan birinde gördüğü ayıpları, kusurları, eksikleri yaymak, dedikodusunu yapmak değil, gizlemektir. Böylece hem müslüman kardeşinin onurunu korumuş olur, hemde ayıpların toplum içinde yayılmasını önlemiş olur. Bir günah ve ayıp toplum içinde ne kadar yaygınlaşırsa o kadar çok sıradanlaşır, normal görülmeye başlar.

Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah’ta ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse Allah’ta onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim de bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse Allah da kıyâmet günü o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Müslim, Birr/58 no: 2580 (6578). Tirmizî, Birr/19 no: 1930. Bir benzeri: İbni Mâce, Mukaddime/17 no: 225. Müslim, Zikir/38 no: 2699 (6853). Ebu Dâvud, Edeb/38 no: 4891)

Bunun tersi de var. “...Kim mü’minlerin kusurlarını araştırıp açıklarsa, Allah da onun açıklarını ortaya çıkarıverir...” (Ebu Dâvud, Edeb/35 no: 4880. Tirmizi, Birr/86 no:2033)

Bu âyet ve hadislere rağmen müslümanların başkalarının ayıbını, kusurunu, günahını marifetmiş gibi başkalarına duyurmak İslâm edebi ile bağdaşmaz. Bunu sözlü yapmakla yazılı yapmak, dedikodu ile yapmakla sosyal medya aracılığı yapmak arasında fark yoktur.

Unutmamak gerekiyor ki –eğer Âhirete inanıyorsak- yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimiz gibi, sözleyip yazdıklarımızdan da hesaba çekileceğiz. Başkasını sözüyle, yazısıyla haksız yere incitenler, hayr işlemiş olmazlar.

Nerede yaşıyorsak yaşayalım -müslüman isek-, İslâmın bütün ilkeleri (ahkâmı, ahlâk hükümleri) her yerde geçerlidir.

 

7-Kendisi için istediğini kardeşi için de istemek:

İşte barışın, kardeşliğin, sosyal ahengin, suçları azaltmanın en kestirme yolu, en ucuz, en sonuç alıcı, en gönülden yapılan metodu.

Peygamber (sav) buyuruyor ki: “Sizden biriniz, kendisi için istediği şeyi başkası için de istemedikçe (gerçekten) iman etmiş sayılmaz.” (Buhârî, İmân/7 no: 12. Müslim, İmân/71 no: 45 (170))

Buyurun, gerçek müslüman olmak için en güzel nebevî yöntem. Kendisi için istediğini, başkaları için de istemek. Kendisine uygun görmediğini başkaları için de istememek. Pek çok örnek verilebilir. Mesela; bir kimse kendine, ana-babasına sövülmesini, kendisine iftira edilmesini, malına, ırzına zarar verilmesini, hakkının gasbedilmesini, aleyhinde olumsuz konuşulmasını ister mi? Gıybetinin yapılmasını, hakkında yalan haberlerin uydurulmasını, yapmadığı şeyle suçlanmasını, damgalanmasını, hakaret edilmesini, dışlanmasını, ayrımcılığa uğramayı ister mi? Elbette istemez...

Öyle ise kendisi de bütün bunları başkasına yapmamalı. İğneyi kendisine, çuvaldızı başkasına...

Kendisine iyi davranılmasını, işinin görülmesini, hakkının verilmesini, insan yerine konulmasını ister. Öyleyse o da bütün bunları başkasına yapmalı.

Ölçü böyle iken bir müslüman bunun tersini yaparsa hata yapıyor demektir.

 

8-Başkasını kendine tercih etmek:

Kur’an olgun, cömert, fedakâr, yapıcı olan ilk dönem müslümanlarını şöyle övüyor ve herkese örnek gösteriyor: Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr 59/9)

Abdullah ibni Ömer bir gün Kâ’be'ye bakmış ve “Şânın ne yüce, hürmetin ne yüce! Ancak mü'minin Allah yanındaki hürmeti (saygınlığı) senden de yüce!” dedi.” (Tirmizî, Birr/85 no: 2033)

Böylesine değerli olan Allah’ın kullarına kötülük edilmez, iyilik edilir. Âyete göre şuurlu müslüman, başkalarını kendine tercih eder. Yanin onların iyiliğini ister, ihtiyaçlarını –gücü yetiyorsa- giderir, onların incinmesini, aldatılmalarını, zulme uğramalarını istemez.

 

9-Müslümanları kardeş bilmek:

Kur’an müslümanları kardeş ilan ediyor. “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât 49/10)

Buna göre dünayanın neresiden yaşarsa yaşasın, hangi ülkenin vatanadaşı, hangi ırktan, hangi cemaatten olursa olsun; Kur’an’a göre bütün müslümanlar birbirinin dinde kardeşidir. Birbirlerine karşı sorumlulukları, karşılıklı hakları vardır.

Bu âyeti çok sık duyarız. Pek çok müslüman bunu bilir. Ama önemli olan bunu duymak, ya da bilmek değil; gereğini yapmaktır. Allah (cc) müslümnanlara “kardeş” diyorsa, onlara düşen hayatın her alanında diğer müslümanlara kardeşce davranmaktır. Kardeşliğe uymayacak davranışlardan uzak durmaktır. Hiç insan çok sevdiği karındaşına kötülük, eziyet, zulüm eder mi? Hiç onu incitir mi, hiç onun hoşlanmaycağı şeyleri yapar mı?

Kur’an müslümanlar aynı zamanda birbirlerinin velisi olduklarını da söylüyor. Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler...” (Tevbe 9/71 Bir benzeri: Enfal 8/72)

Yani birbirlerini seven, ilgilenen, yardımcı olan, görüp gözeten, kollayan, ortak düşmanlara karşı birbirlerinin müttefiki, hayırlı ve meşru işlerde destekçisidirler. Hatırlamak gerekir ki velilik bağı kardeşlik bağından daha öte ve daha kuvvetlidir. Müslüman kimse velisi olduğu diğer kardeşine hainlik etmez, aleyhine çalışmaz, kötülüğünü istemez, ayağının altına sabun koymaz, ona karşı hasımlarına yardım etmez, onunla savaşıp onu asla öldüremez.

Elbette bu ölçüler kuvvetli imana sahip mü’minler içindir.

 

10-Fitneye sebep olmamak:

Kur’an’a göre “fitne” katl’den (savaşmaktan, vuruşmaktan) daha kötüdür. (Bakınız: Bekara 2/191, 217) Fitnenin bir çok anlamı vardır. Bunlardan bir tanesi ve Türkçe’de yaygın olarak bilineni; karışıklık, anlaşmazlık, kavga, düşmanlıktır. Fitneye sebap olmak büyük bir vebâldir. Bir yerde tutuşturulun fitne ateşi tez yayılır. Söndürmesi de çok zordur.

Fitneye sebep olanlar bazen neye sebep olduklarını bilmezler. Ancak bazıları iki kişiyi, akrabaları, toplum kesimlerini, cemaatleri, mezhep mensuplarını, grupları, tarafları, devletleri birbirine düşürmek isteyen fitneciler bunu bilerek yaparlar. Böyleleri fitnenin ne kadar zararlı olduğunu bilirler.

Günümüzde fitne ateşini yakmak ve yaymak daha kolay oluyor. Medya, özellikle sosyal medya bu iş için son derece uygun. Akıllı kişi kendisi fitneye sebep olacak, müslümanların arasındaki anlaşmazlıkları, husumetleri artıracak işler yapmaz, bunlara alet olmaz. Söylediklerinin, yazdıklarının, paylaştıklarının doğru olup olmadığına, buradan hareketle başkaları hakkında vereceği kararlara dikkat eder, fitneye, düşmanlığa, hasmâne duyguların artmasına sebep olmaz.

 

10-Yapılanın karşımıza geleceğini unutmamak:

“Men dakka dukka-aldatan aldatılır”, “çalma komşunun kapısını çalarlar kapını” demişler. Doğrudur, tecrübe ile sabittir. Zulümler, haksızlıklar, aldatmalar, zarar vermeler; günün birinde, öyle veya böyle yapanın başına gelir. Bu Allah’ın tabiata ve sosyal olaylara koyduğu yasadır.

Birileri yanlış iş yapar, bundan dolayı başkalarına maddî veya manevî zarar verir, hakkı olmayan şeyleri gasbeder; sonra da kâr ettiğini zanneder. Hayır, hayır, asla. Hiç kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. Bugün başkasını bir şekilde incitenler, yarın kendileri başkaları tarafından incitilebilirler.

Kur’an diyor ki: Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir...” (Şûrâ 42/30)

Aklı başında bir müslüman bunu hesaba katar. Yarın bumerang gibi kendisine dönecek yanlışlardan, haksızlıklardan, başkasını incitmekten, aldatmaktan, gıybet etmekten, iftira atmaktan, müslüman kardeşi hakkında kötü düşünmekten mümkün olduğu kadar kaçınır. Eline, diline, beline (bedeninin yaptıklarına) sahip olur, medyada dediklerine ve yazdıklarına, konuştuklarına dikkat eder.

Unutmamak gerekir en iyi müslüman ahlâkı güzel olan insandır. (Bakınız: Buhârî, Menâkıb/23 no: 3559, Edeb/38-39 no: 6029, 6030. Müslim, Fezâil 68 no: 2321 (6033). Tirmizî, Birr/47 no: 1975, 71 no: 2018. Darimî, Rikâk/74)

 

Hüseyin K. Ece

15.09-22.12.2016

Zaandam