İnanılır gibi değil.. İnanılır gibi değil. İnanılır gibi değil ama gerçek...

Soru: Ne inanılır gibi değil?

Şu: İslâmı şiddet (terör) ile birlikte anmak.

 

Her nasılsa bazıları , bazı müslümanların hatalarını İslâma fatura ediyorlar.

Nasıl oluyorsa bazıları İslâm ile kavgayı, savaşı yanayana görmek istiyorlar.

Bazıları İslâmın şiddete izin verdiğini sanıyorlar veya iddia ediyorlar. 

Onlara göre İslâmdaki cihad emri, başka din mensuplarına şiddet uygulamaktır, onları İslâma dönmeye zorlamaktır, dinden dönenleri cezalandırmaktır.

Dünyada, özellikle İslâm dünyasındaki son olaylardan sonra...

Biz buna ‘inanılır gibi değil ama bir gerçek’ diyoruz. Zira bir din ki adı bile barışı, selâmeti, selâmı içinde barındırıyorken,  bütün ilkeleriyle insanın kendisiyle, insanın çevresiyle, insanın Rabbi ile barışmasını, barış içinde yaşamasını hedefine koymuşken, nasıl oluyor da bu kadar yanlış anlaşılabiliyor?

Bir din, bırakın başkasını haksız yere öldürmeyi; başkasını  silahla korkutmayı, tehdit etmeyi, başkasının hakkına tecavüz etmeyi dahi haram sayıyor. Bir din ki, insanların her türlü haklarına saygı göstermeyi ibadet, herkesin hak ettiğini vermeyi adalet, insanların haklarına saldırıyı da kul hakkı sayıp en büyük günah kabul ediyor. Bir din ki, çekişme ve savaşı değil sulhu ve selâmeti (barış ve güvenliği),  düşmanlığı değil kardeşliği, sömürmeyi değil yardımlaşmayı, insanları öldürmeyi değil diriltmeyi hedef alıyor.

Nasıl oluyor da bu dine taraftar olanlar bile yukarıdaki iddiaların yanlış olduğunu anlatamıyorlar.

Bir din ki, insana dünyada huzur içinde yaşatmayı amaç edinmiş. İnsanın bu hedefe ulaşması için yol göstermiş, önüne yol haritası koymuş, ilkeler ve yöntemler belirlemiş. Hedef: İnsanların huzur içinde, birbirlerinin haklarına saygı göstererek, birbirlerine iyilik ederek yaşasınlar. Yaşadıkları evleri, mahalleleri, ülkeleri ve dünyayı küçük cennetlere çevirsinler. Kendi elleriyle evlerini ve çevrelerini cehenneme çevirmesinler.

Bunu amaç edinmiş bir dini, nasıl olur da bazıları şiddetin, saldırının sebebi sayar?

Yine o bazıları İslâmı yanlış anladıkları gibi İslâmdaki cihad ibadetini de yanlış anlıyorlar. Kendilerine göre bir ‘kutsal savaş’ felsefesi ürettiler, onu cihad sanıyorlar. Halbuki asıl cihad onların zannettiği gibi, insanları rahatsız eden kavga, şiddet, terör, saldırganlık, her şeye rağmen savaş değil; barış ve huzur ortamını sağlamak, insanların haklarına kavuşması, zalimlere engel olabilmek için aşırı çaba göstermek, iyilik uğruna elinden geleni yapmaktır.

Görülüyor ki cihad, tam de herkesin arzu ettiği barış ve güvenlik ortamı için fedakârca çalışmanın diğer adıdır. İyi bir mücahid (cihad eden) iyi bir insan hakları savunucusudur.  

Ama ne yazık ki o bazıları ya cahilce, ya kasten İslâm ile şiddeti ve saldırganlığı beraber anmayı tercih ediyorlar.  Cihad ibadetini etrafa ‘tehlikeli savaş’ diye yayıyorlar.

Halbuki ne İslâm onların zennettiği gibi bir din, ne de cihad onları zannettiği veya  sunduğu gibi şiddet ve terörürdür. Tam tersine İslâm insan ve toplum hayatında gerçek barışı isteyen bir dindir. İslâm barış dinidir, barışı öngörürü, barış içinde yaşanılmasını ister. Toplumda barış ortamını kurmayı müslümanlara bir farz olarak yükler.

Bunlar birer slogan değil, Allah’ın dini İslâmın özellikleri ve hedefleridir.

Biz, İslâmın insanlara barışa çağırdığını iddia ediyoruz. Nasıl mı? Şöyle:

Önce İslâm kelimesi ile barış arasındaki ilişkiye daha yakından bakalım.

 

-İslâm kelimesinin sözlük anlamı

‘İslâm’ kelimesinin aslı Arapça’da, ‘se-li-me’ fiilidir. Bu fiil sözlükte; dış ve iç âfetlerden belâlardan veya dertlerden uzak olmak demektir.

Bu fiilin masdarı “selâm veya selâmet, islâm” şeklinde gelir. Bu da kurtuluş ve (tehlikeden) uzak olma manasındadır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab 7/240)  

‘se-li-me’ fiili ve onun türevleri olan kelimeler; barış, teslim olma, güvende olma, ayıp ve kusurdan uzak olma, barışa girme, hayır ve iyilik içinde olma, gibi anlamlara gelirler.

‘se-li-me’ fiili, selâmet-kurtuluş ve güvenlik, gönül rızası ile teslim olmak manasını da taşır. Bundan türeyen ‘selâm’, emin olmak, güvenlik içinde olmak, barış ve esenlik içerisinde olmak, ‘silm’ ise barış demektir.

Aynı kökten türeyen daha başka kelimeler de barışı ve barış yapmayı, selâmeti, kurtuluşu, emin olmayı, teslim olmayı, güvenlik içinde bulunmayı ifade ederler.

‘İslâm’ kelimesi, inanmanın da ötesinde teslimiyeti, barış ve güvenliği de beraberinde getiren son derece kapsamlı bir kelimedir. Bütün organlarıyla Allah’a teslim olmuş birisi hem imanın emniyetine, hem de İslâmın getirdiği ‘silm’e (barışa) girmiş demektir. Çünkü İslam kendine hakkıyla teslim olana silm’i ve selâm’ı, barışı ve selâmeti söz veriyor.

Müslüman olan kimse, bir taraftan Allah’a teslim olmakta, bu teslimiyetiyle yalnızca O’na boyun eğmekte; bir taraftan da gerçek ‘selâm’a (barışa) ve güvenliğe kavuşmaktadır.

Demek ki İslâm, yalnızca inanç ilkeleri değil, aynı zamanda dünya hayatının barışı ve güvenliği için de bir yoldur.

İslâm, evrendeki bütün varlıkların uyduğu, teslim olduğu ve insanın da isteyerek uyması istenen ‘hayat’tır, yaşama biçimidir. Evrendeki bütün varlıkların hayatı ‘İslâm’dır. Yani bütün varlıklar evrenin Sahibine, yani O’nun kendileri için koyduğu kurallara teslim olmuşlardır. Bunun sonucu olarak barış ve güvenlik içerisinde hayatlarını devam ettiriyorlar. (Âli İmran 3/83)

İnsanlar da İslâmı kendilerine hayat yaparlarsa, aynı sonucu elde ederler. Böylesine Allah’a teslim olmuş insanlardan kurulu toplum da ‘selâm’ toplumudur, barış ve güvenliğe kavuşmuş toplumdur. Onların yaşadıkları yerler o zaman ‘darü’s selâm-barış ve senlik yurdu’ olur.

‘İslâm’, bütün peygamberlere gönderilen semavî (ilahî) dinlerin ortak adıdır. Çünkü İlâhî vahyin kaynağı birdir ve O da Allah’tır. Allah’ın ‘İslâm’ adını verdiği bu ilâhî din, son Peygamber ile olgunluğa ulaşmış ve tamamlanmıştır .

İnsan korkulardan, endişelerden, tehlikelerden emin olmak ister. Güvenlik ister, huzur ister, selâmet ister. Bunu sağlayacak arayışlara yönelir. Kendisine huzur verecek hayat biçimine seçer. Kendisine güven vereceğini tahmin ettiği güçlere sığınır. Hatta gerekirse güvende olabileceği beldelere göç eder.

Allah (cc) insanı bu manada mutlak huzura, mutlak esenliğe, mutlak güvene ve saadete davet ediyor. (Yûnus 10/25) Bunun dünyada da olması mümkündür.

Bu esenliğin, güven ve huzurun olmasını sağlayacak olan yegane hayat biçimi de adı ‘selâm’ ile aynı kökten gelen İslâmdır. Allah (cc) İslâmı insanlar bu kurtuluşa, esenliğe ve güvene kavuşsunlar diye gönderdi.

Yûnus 25. âyette geçen ‘dâru's-selâm-esenlik yurdu‘  terimi sadece -cennet temsîlinde işaret edilen- öte dünyadaki nihaî esenlik ortamını değil, fakat aynı zamanda gerçek müminin bu dünyadaki ruh durumunu, yani onun Allah'la, tabii çevresiyle ve kendisiyle barış ve bağdaşım içindeki huzurlu, güvenli ruh durumunu da ifade etmektedir.” (M. Esed, Kur’an Mesajı, İşaret yay. İstanbul 1996, 1/398)

 

  • Selâm vermek barışa çağrı çağrıdır

İslâmda selâm vermek bir anlamda karşıdakine barış çağrısıdır. 

‘Selâm’ın aslı olan ‘se-li-me’ fiili ve onun türevleri Arapça’da; barış, teslim olma, güvende olma, ayıp ve kusurdan uzak olma, barışa girme, hayır ve iyilik içinde olma gibi anlamlara gelirler. (Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 299 ve 603)

Selâm, insanlar hakkında kullanıldığında, ‘selâm vermeyi’, sözle esenlik, barış ve güven dilemeyi ifade eder.

Araplar İslâmdan önce ‘selâmün aleyküm’ şeklinde selâmlaşırlardı. Bu da onların aralarındaki barışın, tehlikesizliğin, güvenin bir alâmeti gibiydi. Sanki ‘burada savaş yok, tehlike  yok (rahat ol)” demiş olurlardı. İslâm geldikten sonra bunu aynen benimsedi. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/241)

Müslümanlar muhataplarına ‘selâm’ vermekle yükümlüdürler.  Dinde bir şeyi yapmak mükellef (yükümlü) olan müslümana emrediliyorsa o farz anlamında vaciptir.

Allah (cc) Kur’an’da şöyle buyuruyor.

“(Barış) selâmıyla selâmlandığınız (tahiyye ile) -da daha güzel bir selâm ile karşılık verin veya (en azından) benzeri ile. Şüphesiz Allah her şeyin hesabını tutmaktadır.(Nisa 4/86)

 “...Ama bu evlerden (herhangi birine) her girdiğinizde Allah katından bolluk, bereket ve esenlik dileyerek birbirinize mutlaka selâm verin. Allah mesajlarını size işte böyle açıklıyor ki, belki aklınızı kullanmayı (öğrenirsiniz).” (Nûr 24/61. Bir benzeri. Nûr 24/27)

Bu âyette selâm, ‘tahiyye’ kavramı ile ifade edilmiş ve onun Allah tarafından verilmiş mübarek ve güzel bir şey olduğu açıklanmıştır. Şüphesiz ki bu, birbirine selâm verenlerin  arasında sevgi ve barışın, muhabbet ve güvenin artmasını sağlar.  

Selâm, insanlar arasındaki emniyeti, barışı, kardeşliği pekiştirir, insanların birbirine iyi dileklerini sunmalarını sağlar.

Birisine “selâmün aleyküm“ veya „es-selâmü aleyküm“ diyen bir kimse, „selâm senin üzerine olsun, selâm üzere olasın, selâmette olasın, benden salim ol (benden sana zarar gelmez)“ demiş olur. Selâm verenler böylece kendilerinin ulaştığı ‘selâm’ halini diğer kimseler için de isterler, aralarındaki kardeşliği ve güveni sağlamlaştırırlar. Birbirlerine, ‘selâm’ anlayışıyla barışı ve esenliği dilerler. Böylelikle kendilerinin ulaştığı ‘selâm’ halini müslüman kardeşleri için de isterler.

Allah’ın en güzel isimlerinden biri de es-Selâmdır. (Haşr 59/23) Bu kozmik barışın (düzenin), kurtuluşun ve mutluluğun kaynağı, zatı her türlü kusur ve noksandan uzak olan mutlak fail (özne) demektir.  es-Selâm olan Allah, aynı kökten gelen İslâm ile insanları selâmet yollarına iletiyor. Bununla dünyada ‘es-silm’e yani barışa’ veya selâm’a-barışa ve esenliğe’ (Bekara 2/208. Nisa 4/90, 91) ulaştırır.

Âyette söz konusu edilen selâm (selâmet Allah’ın es-Selâm isminin insana hayr olarak yansımasıdır. Selâmet, insanın İslâmla birlikte ulaştığı iç dünyasında ve günlük hayatındaki barışı, sukûneti, dinginliği ve doymuşluğu da ifade eder.

Burada selâm vermek-almak farz mı sünnet mi, gayr-i müslimlere selâm verilir mi verilmez mi gibi bir tartışmalar  faydasızdır. Önemli olan selâm’ın mesajını almak ve gündelik hayata aktarmaktır. Selâm İslâmda boşu boşuna emredilmedi ve o sıradan ve rastgele bir söz değildir.

Hollanda’da yaşıyoruz ve çevremizde her çeşit insan var. Burada barış ve uyum içinde,  karşıdakinin hakkına saygı göstererek, güvenli bir şekilde birlikte yaşamak herkesin arzusudur.

Selâm, insanları barışa, esenliğe, karşılıklı güvene, selâmette olmaya, karşıdakine (her açıdan) güven vermeye bir çağrıdır. Selâm veren müslüman öncelikle karşıdaki bu güveni verir ve barış çağrısı yapar.

 

  • İslam insanları dâru’s-selâm’a (esenlik yurduna) davet ediyor

Siz buna barış ve güvenlik beldesi de diyebilirsiniz.

Bu şu demektir: İslâm insanların önce kendi evlerini , sonra da yaşadıkları beldeleri

huzur, güvenlik, barış ve mutluluk yurdu yapmalarını istiyor.  Huzur ve güveni sarsacak, toplumsal barışı ve emniyeti tehlikeye atacak bütün faaliyetleri yasaklıyor.

Dâru’s-selam nedir? Selâm yurdu, esenlik ve güven yurdu demektir.

“Dârus-selâm” sözünü, müslümanların temiz ve dürüst yaşayışları sayesinde gerçekleştirecekleri düzenli, huzurlu, güvenli ve mutlu bir ülke veya dünya hayatı şeklinde de anlamak mümkün.” (Heyet, Kur’an Yolu Tefsiri, 2/369)

Allah (cc), bütün insanları bu ‘selâm yurduna’ davet ediyor.

(Bilin ki) Allah, (insanı) huzur ve güvenlik ortamına (daru’s-selâm’a) çağırmakta ve dileyeni dosdoğru bir yola yöneltmektedir.” (Yûnus 10/25-26)

Bu âyet, sadece öte dünyada değil bu dünyada da insanın kendisiyle, çevresiyle ve Rabbiyle barışık yaşadığı bir ortamın oluşturulmasına çağrıdır.  (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/376)

İnsan korkulardan, endişelerden, tehlikelerden emin olmak ister. Güvenlik ister, huzur ister, selâmet ister. Bunu sağlayacak arayışlara yönelir. Kendisine huzur verecek hayat biçimine seçer. Kendisine güven vereceğini tahmin ettiği güçlere sığınır. Hatta gerekirse güvende olabileceği beldelere göç eder.

İslâm insanları bu manada mutlak huzura, mutlak esenliğe, mutlak güvene ve saadete davet ediyor. Bunun bu dünyada da olması mümkündür.

 Dâru's-selâm terimi sadece öte dünyadaki nihaî esenlik ortamını değil, fakat aynı zamanda gerçek müslümanın bu dünyadaki ruh durumunu, yani onun Allah'la, tabii çevresiyle ve kendisiyle barış ve bağdaşık bir şekilde huzurlu, güvenli ruh durumunu da ifade etmektedir.” (Esed  M. Kur’an Mesajı, 1/398)

Unutmamak gerekir ki İslâm, bazılarının diğerlerine hayatı zindan etmek için uydurdukları bir inanç, bir fikir veya yol değil,  hayatı minyatür bir cennete, esenlik ve barış beldesine çevirmek için Allah tarafından gönderilmiş bir ilâhi hayat kılavuzudur.

Soruyu tekrar hatırlayalım: Nasıl oldu da adı barış ile aynı kökten gelen İslâm dini son yıllarda şiddetle, terörle yanayan anılmaya başlandı?

İslâm insanları barış çağırdığı halde, çoğu insan İslâm hakkında bu kadar yanlış izlenim edindi?

Yanlışlık nerede acaba, İslâmda mı, müslümanlarda mı, yoksa İslâmı inadına yanlış tanımak/tanıtmak isteyenlerde mi?

Müslüman, bir adı da  es-Selâm olan Allah’tan gelen İslâm’ı kabul eder, onunla silm’e/selâm’a (barışa) ulaşır. Böylece iki dünyada da selâmet (esenlik) ister. Müslüman, İslâmı kabul ederek kendi iç dünyasında huzura, güvene, barışa ve gerçek olgunluğa ulaşır. Sonra da bunu çevresiyle, öncelikle ailesiyle ve giderek içinde yaşadığı toplumla paylaşır.

İslamın hedefi, insanların kişisel, ailevî ve toplumsal hayatlarında huzuru, güvenliği, esenliği ve mutluluğu sağlamaktır. Evleri ve ülkeleri olabildiği kadar ‘selâm yurdu (dârü’s selâm-esenlik beldesi) yapmaktır. 

Esasen müslümanlar böyle bir toplumu oluşturmalı. Ya da içinde yaşadıkları toplumdaki huzura, güvene ve insan haklarına katkıda bulunmalı, bu konudaki çabalara yardımcı olmalıdırlar. Hangi ülkede yaşarsa yaşasınlar.

Bu manada bir müslüman için “o insanlar arasında hak ve adaletin taraftarı, huzur ve emniyetin koruyucusu, esenlik ve mutluluğun yardımcısıdır, doğruluk ve dürüstlüğün örneği, insan (kul) haklarının teminatıdır” diyebilmeliyiz. “İnsanlar arasından çıkarılmış hayırlı ümmet” (Âli İmran 3/104, 110) olmanın özelliği budur. Müslümanlar İslâmla kavuştukları güzellikleri Allah’ın diğer kullarıyla da paylaşmalılar.

 

  • Allah’a saygı kullara şefkat

İslâm nedir ve hedefleri nelerdir sorulsa pek çok cevap verilebilir. İslâm kısaca “Allah’a

saygı, O’nun kullarına şefkat göstermektir” dense yanlış olmaz. Ya da İslâmın hedeflerinden biri de isanların Allah’a hürmet, Allah’ın yarattıklarına da merhamet etmelerini sağlamaktır.

Merhamet, ‘rahmet’ kökünden gelir. Bu da merhamete muhtaç birine ihsanda (iyilikte) bulunmak, ona acımak ve şefkat göstermektir. 

Rahmet ayrıca üzerine titremek, sevgi göstermek, yardım etmek gibi anlamlara da gelir. Yani merhamet, sıradan bir acıma duygusu değil, bununla birlikte diğerinin ihtiyacını bilip onu karşılamak, ona elinden geldiği kadar iyilik etmektir. Rahmetin kapsadığı bütün manalar  ‘merhamet’ kelimesinde de vardır.  (Besmele ve Fatiha’daki Allah’ın Rahmân ve Rahîm isimleri Allah’ın sonsuz rahmetini ve merhametini ifade ederler.)

Yaratılmışların hepsine sevgi ve şefkatle yaklaşma, onlara iyilikte bulunma, onları koruma ve kurtarma, onlara zor durumlarda yardım etme, gerektiği zaman affetme gibi bütün güzel davranışlar merhamet anlayışından, rahmet duygusundan kaynaklanır.  Siz bu duyguya vicdan da diyebilirsiniz.  

Merhamet duygusu olanlar yani vicdanlı olanlar; adaleti yerine getirirler, insanlara ve yaratıklara haklarını verirler. Onlar; zayıflara acırlar, düşkünlerin elinden tutarlar, hak arayanlara yardımcı olurlar, ekmeklerini başkalarıyla bölüşürler.

Merhametli olanlar; çocuklara, kadınlara, yaşlılara, sakatlara, fakirlere, yetimlere, hastalara, mazlumlara, ellerinin altında olanlara acırlar, ihsanda bulunurlar, yani gereken yardımı yaparlar.

Ama katı yürekli merhametsiz/vicdansızlar böyle değildir. Onlar her şeyi kendileri için isterler. Kendi çıkarları için başkalarına zarar vermekten çekinmezler, tabiatı tahrip ederler, toplumun huzurunu bozarlar, başkalarının hakkını yerler, insanlara saygı duymazlar. Kur’an’ın deyişi ile karada ve denizde fesat çıkarırlar. (Rûm 30/41) Onlar; aşağılık çıkarları için bütün dünyayı başkaları için yaşanmaz hale getirebilirler. Kendi keyifleri için başkalarını rahatsız etmekten çekinmezler.

Bütün haksızlıkların kaynağı merhametsizliktir/vicdansızlıktır denilebilir.

Muhammed (sav) merhamet hakkında şöyle buyuruyor: “İnsanlara merhamet etmeyene Allah (cc) da merhamet etmez” (Müslim, Fedâil/15 no: 2319)

“Siz yerdekilere merhamet edin ki göktekiler (Allah ve melekler) de size merhamet etsin.” (Ebu Dâvûd, Edeb/58 no: 4941)

“…Allah, kullarından ancak merhamet edenlere merhamet eder.” (Buharî, Cenâiz/32 no: 1284. Müslim, Cenâiz/6 no:2135)

Merhamet duygusu, insan haklarının, güzel ahlâkın, insanlararası güzel ilişkilerin en önemli teminatıdır.

Kur’an merhamet hakkında şöyle bir çerçeve çiziyor:

“Bilir misin nedir o sarp yokuş (akabe)? Bir kişiyi daha zincirlerinden kurtarmaktır. Veya açlık gününde (muhtaçları) doyurmaktır. (Mesela) yakını olan bir yetimi, ya da evsiz barksız, yurtsuz yuvasız bir düşkünü (doyurmaktır). Daha sonra iman edenlerden olmak ve birbirine sabrı ve merhameti tavsiye etmektir.

İşte böyleleri ‘meymen’e (sağduyu) sahipleridir.” (Beled 90/8-17)

Müslüman, imanından aldığı şuurla merhemaetli vicdan sahibi, rahmet ve şefkat duyguları ile dolu olmalı. Müslüman olduğu halde gaddarca davranan, zulüm ve haksızlık yapan, insanlara acımasızca zarar veren, kötülük yapan kimseler, İslama göre kendilerini gözden geçirmelidir.

 

  • İnsanların en hayırlısı

Peygamber (sav) müslümanlara insanların en hayırlısı olmalarını tavsiye ediyor. İnsanların en hayırlısı kimdir? Cevabı yine Peygamber (sav) versin: “İnsanların en

hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Buhârî, Meğâzi/35 no: 4141. Feyzu’l-Kadîr 3/481)

Bunu tersinden düşünecek olursak “İnsanların en hayırsızı/kötüsü kimdir?” sorusuna;

“İnsanlara bir şekilde zarar verendir” diyebiliriz.

Evet İslâmın Peygamberi böyle diyor. En iyi insan Ahmet, Hasan, Hakan, George, Hans, Pieter, Abdulkadir, Aleksandır değil; insanlara faydalı olandır.

Bu sözün sahibine peygamber olarak uyan müslümanların iyi insan olmak için başkalarına hep faydalı olmaları gerekmez mi? İnsanlığın hayrına çalışmaları gerekmez mi? Elleriyle ve dilleriyle kimseye zarar vermemeleri gerekmez mi?

Muhammed (sav) iyi müslümanı da şöyle tarif ediyor: “Müslüman, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir.” (Buhârî, İman/4-5 no: 9-10, Rikak/26 6484. Müslim, İman/64, 65 no: 161-162. Ebu Dâvûd, Cihad/2 no:2481. Tirmizî, Kıyâmet/52 no: 2502, İman/12 no: 2627. Nesâî, İman/8-9,11 no: 4998-4999, 5002)

Peygamber (sav) bir defasında; “Sadaka vermek her müslümanın görevidir” buyurdu. Yanında olanlar “Sadaka verecek bir şey bulamazsa” dediler. Bunun üzerine o; “Amelelik yapar, hem kendisine faydalı olur, hem de sadaka verir” dedi. “Buna da gücü yetmezse” diye sordular. O “Darda kalana, ihtiyaç sahibine yardım eder” diye cevap verdi. Tekrar sordular: “Buna da güzü yetmezse?” “İyilik etmeyi tavsiye eder” dedi. Onlar tekrar “Ya buna da gücü yetmezse” dediler. Bunun üzerine Peygamber (sav); “(İnsanlara) kötülük yapmaktan uzak durur. Bu da onun için sadaka olur” buyurdu. (Buhârî, Zekât/30 no:1445, Edeb/33 no: 6022)

            Bir kimse insanlara faydalı olmıyorsa hiç olmazsa onlara zarar vermemesi de sadaka imiş. Bu tavsiyeleri can kulağı ile dinleyen bir müslüman hayırlı insan olmaya çalışmaz mı? Böyle birisi nasıl olur da -hele din adına- başkalarına haksızlık eder, zarar verir?

 

  • Kul/insan hakkına riayet barışın garantisidir

İslâmın en fazla üzerinde durduğu konulardan biri de hak’lardır. Hak; sabit, gerçek, ortada

ve başkasına ait olan şeydir. Hak gerçekliği ifade ettiği gibi, her yaratığa ait değerleri de ifade eder. Hayvan olsun, insan olsun; her mahlûkun (yaratılmışın) öyle veya böyle hakkı vardır.

İnsanlardan beklenen her şartta ve her yerde bu haklara saygı göstermesidir.

İslâm hukukuna göre üç çeşit hakk vardır:

1-Allah hakkı (hukukullah): İnsanların kulluk görevi, onları Allah’a yaklaştıran şeyler, genelin çıkarına olan ama Allah tarafından belirlenmiş hükümler,

2-Kişinin faydasına olan şeylerin (maslahatının) korunduğu haklardır (hakku’l-ibad). Çok geniş bir alanı vardır. Günümüzde “insan hakları” denilen hakları ve daha fazlasını ifade eder.

3-Allah hakkı ve insan/kul hakkı.  Bazı durumlarda, bazı fiillerde Allah hakkı ile kul hakkı içiçe olabilir. Örneğin, hırsızlık yapmakta iki hak vardır. Hırsızlıktan sakınan müslüman hem Allah’ın emrine uymuş olur, hem de toplum ve kişilerin hakkına saygı göstermiş olur.   

İslâm insanların haklarına ‘kul hakkı’ diyor ve bunun üzerinde titizlikle duruyor.

İslâm, kendisini din ve yaşama biçimi olarak seçen müslümanlardan öncelikle Allah’ın haklarına saygı gösterilmesini ister. Zira O, Cenab-ı Hak’ tır. Hak olan dini (Hakikati) hak olan bir Kitapla ve hak bir Peygamberle gönderendir. Yaratıkları hak üzere yaratan ve onların haklarını verendir. Dolaysıyla en cok saygıyı ve sevgiyi O (cc) hak eder.

İnanan kimsenin ikinci görevi mahlûkatın haklarına saygıdır. Bu saygı da yaratılmışlara merhamet etmek, âdil davranmak, kimsenin hakkını yememektir.

Allah’a saygı duyan O’nunla ilgili her şeye de saygılı davranır. Böyleleri yaratılanların Allah’la olan ilişkisini bilirler. Yaratıkların, Yaratan tarafından bahşedilmiş hakları olduğunun farkında olurlar ve onları ellerinden geldiği kadar korurlar.

Yaratılanı Yaratandan’dan dolayı sevmek/hoş görmek bu olsa gerek.

Buna göre, hakların kaynağı Allah’ın koydugu ölçüler olduğu gibi, haklara saygının veya onları yerine getirmenin sebebi ve gerekçesi de Allah’a saygıdır.

Kul/insan haklarının çiğnenmesi, ihlâl edilmesi büyük bir hatadır. Allah’ın bütün günahları affetmesi mümkün iken (Nisa 4/48, 116) kul hakkının affı çok zordur

İlgililerin zayıf diye nitelediği bir rivâyette şöyle deniyor: “Zulüm üç çeşittir:  

1.Allah’ın affetmeyeceği zulüm, Allah’a ortak (sirk) koşmaktır. Çünkü şirk büyük bir zulümdür. (Kişi müslüman olursa durum değişir)

2.Allah’ın affedeceği zulüm ise, kulların kendileri ile Rableri arasındaki ilişkilerinde kendilerine yaptıkları zulümdür, yani Allah’a işledikleri günahlar.

3.Allah’ın göz ardı etmeyeceği zulüm ise, kulların birbirlerine karşı yaptıkları zulümdür ki, haklarını birbirlerine ödetmedikçe onu terk etmeyecektir.” (Suyutî, el-Câmiu’s-Sağir, 2/94. Mecmâu’z-Zevâid, h. no:18379)

Ebu Hureyre’nin (ra) anlattığına göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Kimin yanında (din) kardeşinin haksızlık (zulüm) ile elde edilmiş bir hak varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı gün gelmeden önce bu gün, dünyada iken helâlleşsin. Yoksa sâlih ameli varsa, haksızlığı kadar alınır, hak sahibine verilir. Şayet hasenatı yoksa hak sahibinin günahları alınır, onun üzerine yüklenir.” (Buhârî, Rikâk/48 no: 6534, Bir benzeri: Buhârî, Mezâlim/10 no: 2249)

Bu hadise göre kul hakları diğer haklardan farklıdır, günahı diğerlerinden farklı boyuttadır ve farklı işlem görecektir. Aşağıdaki âyet bu manayı doğruluyor.

“Sen, o zalimlerin işlediklerinden, sakın Rabbinin habersiz olduğunu zannetme! O, sadece onları, dehşetinden gözlerinin donup kalacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrahim 14/41)

 Kul/insan haklarına bu kadar önem veren, onu ihlâl edenleri cehennem ile tehdit eden bir Dine inanan müslüman, hayatının neresinde olursa olsun kul hakkına dikkat eder. Hiç kimsenin hakkına tecavuz etmez. Yetkili bir makamda ise herkesin hakkını hakkıyla verir.

Bir kimseyi rahatsız etmek, haksız yere dövmek, öldürmek, malına ve şerefine zarar vermek, gıybetini yapmak, ihanet etmek, çalıştırdığı kimseninveya aldığı malın ücretini  ödememek, işini sahte yapmak, birilerinin sırtından haksız kazanç sağlamak, aldatmak, hırsızlık yapmak, sömürmek, sövmek, hakaret etmek, asağılamak, kötü lakapla anmak, sahte evrakla çıkar sağlamak, kamu malını sahtekârlıkla zimmetine geçirmek, hak etmediği parayı hileli yollarla elde etmek, haramı helâl diye pazarlamak, hayır için toplananları veya vakıf mallarını kendi menfeati için kullanmak, işkence etmek, namus ve şerefe el-dil uzatmak ve benzeri davranışlar kul hakkı ihlâlleridir.

Birisi başkasını bile bile aldatıyorsa, onun malını ve değerlerini izinsiz, yani hırsızlama ele geçiriyorsa, ona gücü yettiği yerde işkence ediyorsa, onu sömürüp sırtından geçiniyorsa, kendi çıkarı için başkalarını çok çok zarar uğratıyorsa, onu öldürecek kadar vahşileşiyorsa; böyle birinin insana/insaniyete değer verdiğini kim söyleyebilir?

Kim olursa olsun, nerde yaşarsa yaşasın müslümana İslâm bunları yapmamasını emrediyor. Kul hakkı açısından müslüman gayr-i muslim farketmez. Hiç bir müslüman, başka ülkelerde, yerlerde bir takım hileli yollarla, yanlış fetvalarla başkasının hakkını elinden alamaz.

Ben müslümanım diyen bir kimse, inandığı dinin hükümleri/ölçüleri bu kadar açık iken, başkasına zarar vermeyi, rahatsız etmeyi, işkence  ve baskı uygulamayı, hele hele öldürmeyi  caiz (meşru’) göremez. Görüyorsa, bu onun kendi yanlış görüşüdür. Allah’ın dini İslâmı bağlamaz.

Herkesin hakkını vermek, âdil davranmak, kimseyi rahatsız etmemek, kimsenin malına, canına zarar vermemek, herkese Allah’ın kulu gözüyle bakıp ona ait hakları kısmamak veya elinden almamak, yani kısaca insan/kul haklarına riayet etmek, barışın, huzurun ve insanî ilişkilerin en önemli imkanıdır.

İslâm da öncelikle müslümanları, sonra bütün insanları bu barış anlayışına, huzur iklimine, bu mutluluk sağlayan tavra/ahlâka davet ediyor.

İslâm, insan/kul haklarına böylesine önem verirken, bu kadar titizlikle üzerinde dururken, İslâm ümmeti neden dünyaya bu konuda örnek olamadı?

Niçin bir insan/kul hakları temsilciliği yapamadı?

Neden müslümanlar İslâmın bu güzelliklerini başkalarına anlatmadılar/anlatamadılar?

Anlatamadılar da şimdi birileri İslâmı ile şiddeti, İslâm ile hoşgörüsüzlüğü, İslâm ile kabalığı, İslam ile fanatizmi yanyana düşünebiliyorlar?

İslâmın barış çağrısını anlatmaya devam ediyoruz.

Evet Allah’ın dini İslâm insanları nefrete, kavgaya, savaşa, başkasına zorbalık ve eziyet etmeye değil; barışa, karşılıklı saygıya, iyilik etmeye, başkasını da düşünmeye, başkasını kendini yerine koymaya (empati yapmaya), kendisi için istediğini başkaları için de istemeye davet ediyor.

İslâmın hedefi toplumda rahatsızlık değil huzur, fesat değil ıslah, karışıklık değil güvenlik, hasımlık değil kardeşlik, yabanîlik değil komşuluk, çıkara dayalı bir ilişki değil hakkı-hukuku önceleyen bir anlayıştır.

İslâm insanları kişisel ve sosyla hayatlarını zindana çevirmeyi değil, hayatı zehir etmeyi değil, minyatür bir cennet inşa etmeyi, hayatı tatlılandırmayı öngörür.

Bu da iyilik yapma konsunda yarış yapmakla mümkün olur.

 

  • İyilik ve takva alanında yarış

Kur’ an müslümanlara iyilik ve takva, yani sorumlu davranma ve iyilik etme konusunda

işbirliğine çağırıyor. Düşmanlık yapma, kin ve nefret duyma, kavga etme, zarar verme, suç ve cinayet işleme, kötülük ve haksızlık yapma konularında işbirliğini, yardımlaşmayı yasaklıyor.

Şu âyetin hükmü çok açık: “ ... Sizi Mescid-i Harâm'dan alıkoyanlara karşı öfkeniz, saldırganlık yapmanıza yol açmasın. Erdemi (iyiligi) ve ilahî sorumluluk bilincini geliştirmede birbirinizle yardımlaşın, kötülüğü ve düşmanlığı artırmada değil. Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun (takvalı davranın)...”  (Mâide 5/2)

Bu şu demektir: Ey iman müslüman olduğunu söyleyenler! Siz ianandığınız Allah’ın emrine uyarak elinizden geldiği kadar iyilik yapın, insanlara iyi davranın, her yerde sorumluluğunuzun bilincinde olun, insan/kul oldugunuzu unutmayın. Başkalarıyla da iyilik etme, hayır üretme ve sorumlu davranma konularında yardımlaşın, bu konuda birbirinizi destekleyin.

Dahası öncelikle kendiniz kimseye kötülük yapmayın, zarar vermeyin, düşmanlık  beslemeyin, kin ve nefrete duygularına kapılmayın, fitne ve fesada düşmeyin.  Sonra da kim olursa olsun -kardeşiniz bile olsa- böyle yapanlara destek olmayın, onlarla kötülük ve zulüm işlerinde yardımlaşmayın.”

Bu âyetin Hudeybiye’ de müslümanların Mekke’ye gidip umre yapmalarına engel olan Mekkeliler hakkında indiği söyleniyor. Ancak getirdiği hüküm geneldir ve bütün müslümanları bağlar.  (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/183)

Peygamberle birlikte Medine’den umre için yola çıkan, ama genel teamüllere aykırı olarak Hudeybiye’de umre yapmaları engellenen müslümanlara Kur’an diyor ki, “buna rağmen öfkenize kapılarak saldırganlık yapmayın, haddi tecavüz etmeyin, kimseye zarar vermeye kalkışmayın, adaletten ayrılmayın. Dahasi iyilik ve sorumlu davranma konusunda  yardımlaşın” deniyor.

Bu müthiş bir şey... Hudeybiye’den umre yapmadan geri dönen sahabelerin psikolojik durumunu, öfkelerini, hayıflanmalarını tahmin etmek zor değil. Ama Kur’an onları frenliyor. “Aman ha, öfkeniz size yanlış yaptırmasın, hakkaniyetten, iyilikten, adaletle iş yapmaktan alıkoymasın. (Mâide 5/8) bu kısım haddi aşmama başlığında tektrar edilmiş bak !!!!

Çünk siz hak dine, Âhirete, Allah’ın adaletine inanan insanlarsınız. Siz hevânıza; yani keyfinize uyarak, işinize geldiği gibi değil, Allah’ın koyduğu ölçülerle hareket edersiniz.

Çünkü siz müslümansınız.”

Görüldüğü gibi Kur’an pek çok yerde olduğu gibi bu âyette de iman edenleri iyiliği, sorumlu davranmaya, olumlu adımlar atmaya yönlendiriyor, kötülük yapmaktan, kötülere destek olmaktan, kin ve düşmanlıktan sakındırıyor.

Bundan daha güzel barış çağrısı olur mu? 

İslâm iman edenlerin muhsin olmalarını, ihsan ahlakına sahip olmalarını da emrediyor.

 

  • İhsan ahlâkı

Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Gerçek şu ki, Allah adaleti ve iyilik yapmayı (ihsanı), yakınlara karşı cömert olmayı emredip utanç verici ve arsızca olanı, akıl ve sağduyuya aykırı olanı ve azgınlığı, taşkınlığı yasaklıyor; ve size (böyle tekrar tekrar) öğüt veriyor ki, böylece (bütün bunları) belki aklınızda tutarsınız.” (Nahl 16/90)

Kişinin değeri/seviyesi/kalitesi bilip yaptıkları kadardır. Kişi bir şeyi doğru bilip yapar. Yaptığı şey sonuçta onun seviyesidir, onun kalitesidir. Ziya Paşa bir şiirinde bunu şöyle ifade etmiş: “Âyinesi (aynası) iştir kişinin, lâfa bakılmaz.”

İnsanlar birbirine iyi veya kötü diyebilirler. Bu, onların bilgileri ve bakış açılarıyla sınırlıdır. Başkalarına iyi veya kötü demek sonuçta subjektiftir. Zira herkes bulunduğu yerden bakar, kendisine göre değerlendirir.

Ancak Kur’an’ın ölçüleri başka. O ölçüler ilâhî olduğu için mutlaktır, dosdoğrudur, sonsuzdur. Kur’an iyi insanlara ‘muhsin’ diyor. Sonra onların nasıl olduklarını, ya da muhsin olmanın ipuçlarını veriyor. Muhsinleri müjdeliyor, onure ediyor, övüyor.  (Mesela; Nisâ 4/125)

Muhsin; ihsan eden, ihsan ahlâkına sahip olan demektir.

İhsan; bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri fade eder.

İhsan ahlâkı; güzel, uygun, doğru olan şeyleri en güzel şekilde yapmak demektir.  İhsanın bir başka manası da Allah’ı görüyor gibi ibadet etmektir.  (Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 284) Meşhur Ciril hadisinde bu anlamda geçmektedir. (Buhârî, İman/37. Müslim, İman/1 (8). Tirmizî, İman/14 (2738). Ebu Dâvûd, Sünne/16, (4695). İbnu Mâce, Mukaddime/9 (63, 64). Nesâî, İman/6)

Muhsin kimdir? Cevap:  İyilik yapmayı ve güzel davranmayı ilke ve kişilik haline getirendir. Muhsinler, hayatlarının her alanında güzellik üretirler, iyilik yapmakta sebat ederler.

Müslüman yalnızca ibadetlerinde değil, bütün davranışlarında ‘ihsan ahlâkıyla’ davranır. Bir hadiste Peygamber (sav) hayvan boğazlerken bile ‘ihsan’ ile boğazlanmasını tavsiye ediyor. (Müslim, Sayd/57 (1955). İbnu Mâce, Zebâih/3 (3170). Ebu Dâvûd, Edahî/12 (2815). Tirmizî, Diyât/14 (1409). Nesâî, Zahâyâ/22)

Peygamber’in (sav) şöyle diyor: “Allah (cc), sizden birinizin yaptığı işi (ameli veya görevi)  sağlam ve güzel yapmasını sever.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, I, 275.  Beyhâkî, Şuabü’l-Îmân, 4/334. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2/286-287) 

Bu da ihsan ahlâkından başka bir şey değildir.

İhsan ahlâkına sahip olan bir müslüman hayatının her alanında güzel davranır, yaptığı işi güzel ve sağlam yapar, iyilik yapar. Bu da onun barış eri olduğunu gösterir.

Allah (cc) güzeldir, her türlü güzelliği sever. (Müslim, İman/147) İhsan sahibi olanlar, yani yaptıkları her şeyi güzelce yapanlar bunun karşılığını yine ilâhî ihsan olarak Allah’tan alacaklar. (Rahman 55/60)

İhsan etmenin bir manası da iyilik etmek yardımda bulunmaktır. İhsan ahlâkına sahip bir müslüman nerede ve hangi şartta olursa olsun iyilik etmeyi temel ilke edinir. Kötülüklere iyilikle karşılık verir. (Fussilet 41/34) Bilir ki iyilik yapan iyilik bulur, kötülük yapan kötülük bulur.

Öyleyse bir müslüman ne yapıyorsa, onu güzel yapmalı, maksada uygun yapmalı, doğru yapmalı. Konuşmasından tutunda yaptığı her işe kadar hepsinde bir güzellik, düzgünlük, doğruluk olmalı. Anne- babasına, büyüklerine, çocuklara, komşularına, ilişkide olduklarına, diğer insanlara, hatta hayvanlara ve tabiata bile güzel davranmalı.

Müslüman, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve faydasız amellerden (işlerden), faaliyetlerden uzak olmalı. O toplumda güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolü olmalı, ısrarlı bir şekilde iyilik yapmaya devam etmeli.

Müslüman, ahirete inanmayanlar gibi olamaz. Allah’ın uygun gördüğü muhteşem ‘muhsin’ sıfatını kazanmak isteyen bir müslüman, kim ne derse desin, kim hangi kötülüğü, kabalığı, ayrımcılığı, ırkçılığı, hasımlığı, hainliği, kirliliği yapsa bile, o iyi davranmaya, güzellik üretmeye, hakkaniyetle hareket etmeye devam eder.

İslâmın müslümanlara emrettiği ihsan ahlâkı hem ailede, hem toplumsal hayatta huzurun, birlikte yaşamanın, haklara saygı göstermenin, başkalarını kendisine tercih etmenin  anahtarıdır. Bütün bunlar da barışa ve güvene bir çağrıdır.

 

 -Bir insana hayat vermek

Kur’an şöyle diyor: “İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları'na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur...”  (Maide 5/32)

Allah (cc), ilk insandan beri insan hayatının dokunulmaz ve değerli olduğunu bildirmiş, bir canı korumayı üstün bir fazilet, haksız yere cana kıymayı ise büyük bir cinayet saymıştır. (Heyet, Kur’an Yolu, 2/206)

Görüldüğü gibi, bir insanı hangi sebeple olursa olsun haksız yere öldüren, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Bir insanın hayatını kurtarmak, onun yaşamasına yardımcı olmak, insanların daha iyi şartlarda yaşaması için çaba göstermek bütün insanlara hayat vermek gibi bir eylemdir. (Mevdûdî, Tefhimu’l-Kuran/Türkçesi: 1/477) 

Haksız yere bir kimseye kin ve düşmanlık beslemek, nefret etmek, hakaret edip aşağılamak, özelde Allah’ın emeğine saygısızlık, genelde insan varlığına hürmet etmemektir. Bir cana kıymak hayatın özüne, hayatı var eden Kaynağa saldırmaktır. Hayatın kutsallığına inanmamak, haddi olmayan bir konuda hevasına (kendi yanlış görüşüne) uyup haksız karar almak, bir diğer açıdan Allah’tan rol çalmaya kalkışmaktır.

Bunun tertsi bir cinayete engel olmak, hayatın devamını sağlamak, insan hayatını tehlikeye atabilecek her türlü işlerden uzak olmak ise bütün bir insanlığa hizmet, hayatın özünü savunmaktır. Zira bir insan bütün insanlığı temsil eder.

Müslüman olduğunu söyleyen biri Kur’an’ın bu ölçülerine uyar, haksız yere cana kıymaya kalkışmaz, kimseye haksızlık ve adaletsizlik yapmaz, zalimler hariç hiç kimseye düşmanlık besleyip kin duymaz. (Bekara 2/193)

Kur’an’ın bu açık hükümlerine rağmen bazı müslümanlar haksızlık yapıyor, saldırı ve tecavüzlerde bulunuyor, cinayet işliyorlarsa burada büyük bir soru işareti var demektir. Neden bu böyle?  Allah’ın çizdiği sınırları rahat bir şekilde çiğneyenler ya cahiller ve ne yaptıklarını bilmiyorlar, ya İslâmı yanlış anlıyorlar, ya da bunlar İslâm kıyafeti giymiş farklı yaratıklardır. Ya da birilerinin çıkarı için İslâm ismini kullanan piyonlardır.

 Yukarıdaki âyet insanları/müslümanları barışa, haklara saygı göstermeye, insan onurunu/hayatını korumaya, huzur içinde insanca yaşamaya çağırıyor.

 

-Emin olmaya davet

Atalarımız “müslümanın sözü senettir” demişler. Asırlık tecrübelerden süzülüp gelen bu söz müslümanların güvenilir oluşlarını ifade eder. 

İman'ın filolojik açıdan iki anlamı olduğunu hatırlayalım: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. Mü’min, iman ettiği esasların gerçek oluşundan, Allah’tan ve O’nun va’dlerinden güven içindedir. O bu imandan aldığı bilinçle çevresine güven veren, her açıdan, her alanda kendisinde güven duyulan insandır. Bu konuda onun örneği cahiliyye döneminde bile güzel ahlâk sahibi ve güvenilir olduğu için el-Emin sıfatını kzanan hz. Muhammed’tir.

İman insanı emin yapıp emanetleri hakkıyla taşımasını sağlamak için vardır. Bir müslüman imanının gereğini yapmak üzere emin (güvenilir) olmalıdır. Kendisine  emanet edilen her şeyi gözü gibi korumalı, emanete ihanet etmemeli. (Emanete hıyanet münafıklık belirtisidir. Bakınız: Buhârî, İman/24. Müslim, İman/107-108 no: 59. Ebu Davûd, no: 4688)   İnsana verilen her şey; mallar, evlat, görevler, komşular, vatan, toplumsal ahenk ve sorumluluklar, insan hakları, adalet, kulluk yapmak v.b. emanet olduğuna göre, bunları ancak emin (güvenilir) kimseler taşıyabilir, hakkıyla yerine getirebilir.

Emin kimse, insanların kendisine her açıdan itimat ettikleri kimsedir. Mü’min, diğer insanların onun elinden ve dilinden emin olduğu, kimseye zarar vermeyen, herkesin ve her şeyin hakkını veren, kendisine her konuda güven duyulan kimsedir. (Müslim, İman/64-66 no/40-42. Buhârî, İman/4-5)

Gerçek mü’min kendisi için isteyip arzu ettiği şeyi diğer insanlar için de isteyip arzu eder. (Müslim, İman/71-72 no:45)  Gerçek müslüman bu açıdan yeryüzünün huzur ve adaleti için bir direktir diyebiliriz. İnsanlar onun hakkında emniyettedir. Ondan gelebilecek zarar konusunda korkuları gitmiş, yerine güven gelmiştir. Emîn insana mal da teslim edilir, can da. Mülk de teslim edilir, devlet de. Zira emîn insan dürüstlüğü madde ile değiştirmez.

Görüldüğü gibi İslâm iman edenleri ‘emin-güvenilir’ olmaya davet ediyor. Bu da barışa, huzura, insan haklarına saygıya, adalete, güvenliğe, haksızlık ve zulüm yapmamaya bir çağrıdır.

 

  • İslâm’da insanlararası ilişkinin esası barıştır:

İslâm, müslümanların birbiriyle ve diğer ümmetlerden insanlarla olan ilişkilerini düzenlerken  insanların bir ana-babadan dünyaya geldikleri ve eşit oldukları (Hucurât 49/13. Nisa 4/1) gerçeğini esas almış, insanları hak ve sorumluluklarda eşitliğe çağırmıştır. Adalet  ise bu birliğin şiarıdır. (Nisâ 4/135. Maide 5/8)

İslâm,  yardımlaşma ortamının doğması ve toplumda faydalı işlerin artması için barışı; insan ilişkilerinin bir temeli olarak kabul etmiştir. Bu noktada tek istenen müşriklerin İslâm davetine engel olmamaları, müslümanlara sataşmamaları, fitne çıkarmamalarıdır. 

Gayr-i müslimlar barış durumunu korudukları sürece İslâm nazarında onlar ve müslümanlar insan olarak birbirlerinin karındaşlarıdır. Nimetlerden ortaklaşa pay almak için işbirliği yaparlar, herkes kendi dinine uygun olarak yaşar, herkes birbirine tahammül eder. Kimse diğerine zarar vermez, kimse bir başkasının hakkını çiğnemez.

Kur’an şöyle diyor: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir.” (Enfal 8/61)

Müslümanlara zarar vermek isteyenler saldırganlığı bırakıp, baskı ve zulümlerine son verirlerse, barış içinde yaşamayı tercih ederlerse, artık müslümanların da saldırgan olmamaları, barışı seçmeleri gerekir.

         İslâm bir kişinin, bir kesimin veya bir toplumun faydası için diğerlerini yok etmeyi, başkalarına zarar vermeyi caiz görmez. Kendi mutluluğunu başkalarının felaketinde gören anlayış ne kötü bir anlayıştır. İslâm iman edenlere özelde kişilerin, genelde insanlığın kurtuluşunu, mutluluğunu, huzurunu düşünmelerini emreder.  

        Kur’ani ölçü şöyledir:  “İnancınızdan dolayı size karşı savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan sürmeyen (inkârcılara) gelince, Allah onlara nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz; çünkü Allah adil davrananları sever.” (Mümtehane 60/8)

 

  • Fitne felaketine karşı meşru savaş barış içindir

İslâmda fiili savaşın en önemli gerekçesi fitnedir. Yani zalimlerin, işgalcilerin veya

saldırganların müslümanların vatanına, canına veya malına saldırmalarıdır. İslâm, saldırıya uğrayanlara kendilerini savunma izni verir. Bu durumda bile aşırıya gidilmemesini, adaletten sapılmamasını, haksızlık yapılmamasını emreder. (Bakınız: Bekara 2/217)

… Şayet onlar sizden uzak durup sizinle savaşmazlar ve sizinle barış içinde kalmak isterlerse, artık Allah size onların aleyhine bir yol bırakmamıştır.” (Nisâ 4/90)

            İslâm, kendisine düşman eli uzanmadıkça, insanlara çile çektirecek ve fitne yaratacak engellerle karşı karşıya kalmadıkça doğal durumu muhafaza eder. Ancak bu durumlarda İslâm, barışı korumak, adaleti tekrar ikame etmek için müslümanlara kendilerini koruma hakkı verir. Bu durumlarda bile yakıp yıkmayı, ekonomik kaynakları yok etmeyi, düşmanlık etmeyi, haksızca zarar vermeyi haram kılmıştır.

“Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.

Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.”  (Hacc 22/39-40. Bir benzeri: Bekara 2/190)

İşte Kur’an’a göre fiili savaşın gerekçesi. Görüldüğü gibi bu gerkeçe ne dünyalık çıkar, ne ganimet elde etme, ne başkasının ülkesini ele geçirme, ne de başkalarını zorla müslüman yapma anlayışı vardır. Sadece ve sadece fitneyi ve haksızlıkları ortadan kaldırmak, hem müslüman hem de gayr-i müslimler için barış, huzur ve güven ortamını, adaletin herkese ulaşmasını sağlamaktır. Kısaca zalimlerin zulmüne ngel olma prensibi vardır.

İslâma göre, “def’i mefâsid celb-i menâfid’den evlâdır. Yani fesadı, bozgunculuğu ortadan kaldırmak menfeatleri (insanların faydasına olan şeyleri) elde etmekten daha önceliklidir.”   Bu da âyette geçen meşru savaşın gerekçesinin başka bir şekilde ifade edilmesidir. İslâmın bu hedefi de insanlara ulaşan zararları en aza indirmek, onların huzur ve murtluluk içinde yaşayabilecekleri ortama katkı da bulunmaktır.  

Kaldı ki saldırganlara karşı böyle bir meşru savaşı bile kişiler tek başlarına ilan edemezler. Bunu ancak müslümanların başındaki otorite yapar. Hiç bir müslüman kendi yorumuyla, kendi anlayışı ile, ya da hak etmediği halde kendi kendini otorite sayıp müslümanlar adına savaş çıkaramaz. İslâm adına zulüm işleyemez.

 

  • İyi bir âdete öncülük etmek barışa hizmettir

İslâm’a göre toplumda iyi bir çığır açmak, insanların hayrına ve iyiliğine bir âdeti başlatmak devam eden sadakadır. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu:“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz.” (Müslim, Zekât/69; İlim/16. İbn Mâce, Mukaddime/1. Nesâî, Zekât/64. Ebû Dâvûd, Sünnet/6. Bir benzeri: Müslim, İmâre 133. Ebû Dâvûd, Edeb 115; Tirmizî, İlim 14)

Bu ölçüyü esas alan bir mü’min, toplumun huzurunu ve barış ortamını bozan işlere öncülük etmez. İnsanlar arasında fitneye yol açacak, nefret ve husumeti artıracak, kesimler arasında anlaşmazlığı ve düşmanlığı körükleyecek faaliyetlerde bulunmaz.

Tam tersine hayır ve iyilik, sevgi ve kardeşlik, huzur ve barış, yardımlaşma ve dostluğu artıracak işlere öncülük eder. Bu amaçla yapılan faaliyelere katılır, yardımcı olur.

Bu çaba da şüphesiz toplumsal barışa, sosyal ahenge ve huzura daha çok hizmet eder.

 

  • Zulme karşı duruş barışa hizmettir

İnsanlar arasındaki normal ilişkileri ve toplumsal barışı bozan faktörlerin başında zulüm gelir. Zulüm yapan zalimlerin kötülükleri sebebiyle pek çok insan huzursuz, mağdur ve mazlum olur, en tabii haklarından bile mahrum kalır.

Zalimlerin faaliyetlerine Kur’an fitne diyor (Tevbe 9/47). Böyle bir fitnenin de savaştan daha berbat bir şey olduğunu ekliyor (Bekara 2/191 ve 217). Zalimlerin sebep olduğu fitne ve fesadın olduğu yerlerde karışıklık, emniyetsizlik, hak ihlalleri, eziyet ve işkence, baskı ve yıldırma, korku ve dehşet, şiddet ve terör olur. Zulmün olduğu yerde haklar kaybolur barış olmaz.

 ‘Zulüm’, sözlük anlamı olarak, bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymaktır. Kur’an bu kavramı küfür, şirk, kötülük, baskı, işkence ve haksızlık anlamlarında kullanmaktadır.

Zulmün aslı cevr ve haddi tecavüzdür.  Kim başkasının hakkını kısarsa veya hak ettiğinden fazla verirse bu zulümdür.  

Türkçe'de  'zulüm' genellikle tecavüz, haksızlık, işkence ve baskı anlamlarına gelir. Zalim de, merhametsiz, haksızlık yapan, gaddar ruhlu, işkence eden, baskı yapan, hakkı hak sahiplerine vermeyen ve aşırı kötülük edendir. Bu anlamlar doğru olmakla beraber yetersizdir.   

Zulüm, yaratılış düzenindeki bozukluğun sebebidir. Yaratılış düzenini, tabiatı ve toplum bünyesindeki dengeyi, adaleti ve barışı hep bu kötü insan tipi bozmaktadır. Öyleyse bu anlamda en büyük zalim kötü insandır.

‘Zalim’, zulüm yapan kimsedir.  Zalim kavramı, zulmün taşıdığı bütün olumsuz anlamların bizzat yapıcısı, meydana getiricisidir. 

Kur'an göre genel manada üç çeşit zalim tipi vardır.

Birincisi; Allah’ı bile bile, inadına, hatta O’na karşı adeta savaşarak inkâr veya Allah’a haksız yere ortak koşanlar, Allah’tan rol çalmaya kalkışan ahmaklar. (Bakınız: Lokman 31/13. Kehf 18/18, 57. Cumua 62/5. Zümer 39/32. En’am 6/93. Bakara 2/ 92-93. Necm 53/52)

İkincisi; Toplum ve kişi haklarına tecavüz edenler. Bu zulüm, kamu haklarına saldırı ve kişinin, -ister doğuştan ister sonradan elde ettiği- hakları gasbetme, kişiye ve topluma her türlü işkence, baskı ve hak ihlâli şeklinde ortaya çıkar. (Bakınız: Şûra 42/42. Nisâ 4/10)

Hak ve adaleti dağıtma makamında olanlar, adaletten ayrılırlarsa zalim olurlar. 

Kim olursa olsun toplumun ve kamunun haklarına tecavüz edenler, onların haklarını vermeyenler, hakların kullanımını rüşvet, torpil, baskı, şiddet ve terörle engelleyenler zalimdirler. Bu zalimler, müslümanlardan da olabilir, inkârcılardan da.

Üçüncüsü; Büyük hata yaparak, günah işleyerek Allah’ın, bedenin, ruhun ve insanların hakkını vermemek de Kur’an’a göre kişinin kendi kendine zulmetmesidir. Böyleleri bu zulümleriyle bedendeki, toplumdaki ve çevredeki dengeyi bozarlar. 

Kur’an onlar hakkında, “Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler.” demektedir.  (Bakınız: A’raf 7/23. Kasas 27/16. Âli İmran 3/133-135. Bakara 2/229. Fatır 35/32. Bekara 2/229. Yunus 10/44. Zuhruf 43/76. Nahl 16/33 ve diğerleri)

Zulüm ve zalinm hakkında bu bilgiyi verdikten sonra şunu eklemek gerekiyor. İslâmda zulmün her çeşidi büyük günahtır ve şiddetle yasaktır. Peygamber (s.a.s.) Allah’ın (cc) şöyle buyurduğunu söylüyor: 

Ey Kullarım! Ben nefsime zulmü haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım. Öyleyse birbirinize zulmetmeyin...” (Müslim, Birr/15 no: 2577)

Buna göre aklı başında bir müslüman asla zalim olamaz, zulüm sayılabilecek bir faaliyetin içinde bulunamaz.

Dininin ilkeleriyle hareket bir müslüman bir kimseye inacından, kavminden, ülkesinden, kabilesinden, renginden, partisinden, cemaatinden veya mazhebinden dolayı düşmanlık ve nefret duyguları beslemez. Zira bilir ki öncelikle bütün insanlar Allah’ın kuludur. İslâma göre herkes insandır ve insanı Allah (cc) şerefli olarak (İsrâ 17/70) ve halife adayı olarak yaratmıştır. (Bekara 2/30)

Hiç bir insan doğuştan başkasının nefretini, düşmanlığını, hasımlığını hak etmez. Bütün insanlar günahsız doğar. İnsan ancak âkil-bâliğ (ergen) olduktan sonra hareketlerinden sorumlu olur. Yaptıkları sebebiyle zalim sıfatını kazanır, iyi veya kötü bir kimse olur.

İslâm başkalarına , bizden olmayanlara, diğerlerine, gayr-i müslimlere değil; zalimlere düşmanlık beslemeye, buğzetmeye izin veriyor. Kur’an bu konuda müslümanlara şöyle bir ölçü getiriyor: 

“ve’l-udvâna illâ ale’z-zâlimin-Düşmanlık ancak ve ancak zalimleredir.” Fakat; “… Eğer (zalimler) yaptıkları yanlışlara son verirlerse, zulmedenlerin haricindekilere düşmanlık da sona erecektir.” (Bekara 2/193)

İşte ölçü bu, hüküm bu. Müslüman düşman olacaksa sadece zalimlere düşman olabilir. Ancak bu konuda da dikkatli olup kafasına göre birine zalim deyip, sonra da buğzetmesi isabetli olmayabilir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da adaletten ayrılmamalı, hevâya (nefsin temelsiz kararlarına) uymamalı.

İslâm müslümanlara zalim olmayı yasakladığı gibi; zalimlere yanaşmayı, onlara dost olmayı, onlara maddi ve manevi yardımda bulunmayı da yasaklamaktır.  Kur’an, her türlü zulmü mahkûm ediyor, zalimleri ise en ağır cezalarla tehdit ediyor. Adalet, merhamet ve insaftan yana olan müslümanları da şöyle uyarıyor:

“Zalimlere yanaşmayın, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah´tan başka veliniz (dost ve yardımcınız) yoktur. Sonra (O´ndan da) yardım görmezsiniz.” (Hûd 11/113)

“Zalimlere sakın ha yanaşmayın!” Ürpetici bir uyarı: “Sakın ha… Aman ha... Yoksa; evet, ateş size de dokunur!”  Bu ateş cehennem ateşi olabileceği gibi, dünyada fitne-fesat, huzursuzluk, kaos, anarşi, güvensizlik ve korku da olabilir. Yani zalimlerin sebep olduğu kötülükler herkese dokunabilir. Nitekim bu gerçek bir hadiste şöyle haber veriliyor:

“İnsanlar zalimi görüp de elini (zulümden alıkoymayacak olurlarsa), aradan fazla zaman geçmeden, Allah’ın onlara genel bir azap göndermesi yakındır.” (Tirmizî, Fiten/8 no: 2168, Tefsir/Mâide no: 3057. Ebu Dâvud, Melâhim/17 no:4338)

Âyette, “zalimlere destek/ortak olmayın” denilmeyip de “meyletmeyin” denilmesi gerçekten dikkat çekici. Müslümana, zalime meyletmek değil, aksine ona yardımcı olması emrediliyor. Nasıl mı? Peygamber (s.a.s.) buyuruyor ki:

“Mazluma da zalime de yardım edin. Soruluyor. “Mazluma yardımı anladık da zalime nasıl yardım edebiliriz?” “Onun zulmüne engel olmaya çalışın, bu da ona bir yardımdır.”  (Tirmizî, Fiten/68, 2255)

İşte bu anlamda her müslüman bulunduğu yerde elindeki imkanlarla, gücü yettiği kadar, meşru araçlara başvurarak, ancak kendisi zulme sapmadan zulümlere engel olmaya çalışır. Zalimlerle uygun araçlarla, eliyle, diliyle, kalemiyle, kurumlarla, olabilecek imkanlarla mücadele eder. Bütün bunlara gücü yetmiyorsa, hiç olmasa zalimleri tanır, onlara “sen zalimsin” deme cesareti gösterir. (Ahmed b. Hanbel, 2/190) Onlara meyletmez, onlara yaltaklanmaz, onlara hiç şekilde yardımcı olmaz, onların değirmenine bir şekilde su taşımaz.

İşte bu da barışa, barış ve huzur ortamına, insanlığa bir hizmettir.

 

  • Adaletli ve insaflı olmak barışın bir başka imkanıdır.

İnsaflı olmak hakka hukuka riayettir, haklara saygıdır, şefkat ve merhametin özüdür. İnsaflı insanlar âdil olurlar, insanların haklarına saygı gösterirler.

Adalet; eğrilikten doğruya yönelmek, herşeyin ve herkesin hakkını vermek, dengede tutmak, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutmaktır.

Adalet bir başka açıdan her şeyi ait olduğu yere koymak, her şeye hak ettiğini vermektir. Bunun tersi zulümdür. Yani her seyi ait olduğu yere koymamaktır, hakkını vermemektir. 

Adalet dengeli ve düzenli olmayı gerektiren bir şeydir. Bir şeye hak etmediği muameleyi reva görmek haksızlık ve zulümdur.

Adaletin anlam sahasında doğruluktan da söz edilir. Yani işinde, sözünde, özünde doğru olmak. Hak üzere olmak, haktan sapmamak, hakkaniyet ölçüleri içerisinde hareket etmek.

Böyle bir tavır insanı insaflı, dikkatli olmaya ve adaletle davranmaya sevkeder.  Böyle davranmak da insanlar arasındaki iyi ilişkiyi sağlamlaştırır, güveni ve barış halini artırır.

İnsanları '’muâdil'’ bir şekilde, yani bütün organlarını dengeli, biçimli ve maksada uygun yaratan Allah (cc) (İnfitar 82/6-7)  onlara âdil olmayi emrediyor. İnsanın yapısına (fıtratına) yerleştirilen bu adalet (denge) aynı zamanda insanın da adaletle hareket etmesine, hayatını dengeli ve düzenli sürdürmesi gerektiğine bir işaretttir.

İslam'da adaletli, insaflı ve merhametli olmak bir müslüman icin güzel ahlâktır, vicdanlı olmaktır. Bu ahlak da dağ başında değil, sosyal hayatta, insanların olduğu yerde işe yarar. İslâm bu anlamda insanların ahlâklı ve adaleti yerine getiren kimseler olmalarını istiyor. (Bakınız: Nahl 16/90. Mâide 5/8) 

Müslüman bilir ki o hem kendi kisiliğinin, hem de inandığı dinin temsilcisidir. Nerede yaşarsa yaşasın bu ilkelerden hareket eder. Âdil ve insaflı olmanın, insan ilişkilerinde son derece önemli olduğunu, barışa hizmet ettiğini, karşılıklı saygıya ve güvene yardımcı olduğunu bilir.

Kur’an iman edenlere şöyle sesleniyor:

“Ey iman edenler, adaleti ayakta tutarak Allah için şâhitlik edenlerden olun. Kendinizin ana ve babanızın aleyhinde bile olsa (şahidlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakirde olsalar da adaletten ayrılmayın. Çünkü Allah ikisine de daha yakındır.

Adalet konusunda hevâ ve hevesinize (yanlış kanaatinize) uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa 4/135) 

Görüldüğü gibi Kur’an ısrarla, “ey iman iddiasında bulunanlar, kendi aleyhinize, kendi akrabanızın aleyhine olsa bile sakın ha, adaletten ayrılmayın. Kimsenin hakkını herhengi bir sebeple yemeyin” diyor. Eğer insan hevasına, yani kendi keyfine, çıkarına veya yanlış/temelsiz kararlarına uuyarsa hata yapar, zarara sebep olur. O yüzdan Kur’an mü’minlere: “hevanıza değil, adaletin gereklerine uyun” diyor.

 Hayatın daha süslü, daha mutlu, daha sakin ve daha selâmette olmasını isteyenler Kur’an’ın bu emrine kulak vererek; insaf, merhamet ve adalet sahibi olmalılar. İnsanlara bu prensiplerle davranmalılar. Sonuçta Kur'an’ın pek çok ilkesi ve ölçüsü insanlar arasındaki ilişkilerde adaleti ve barışı, birarada huzur içinde yaşamayı gerçekleştirmeye yöneliktir.

Yaratılmışların hepsine sevgi ve şefkatle yaklaşma, onları koruma ve kollama, yardım etme gibi bütün güzel davranışlar insaf ve merhamet duygusundan kaynaklanır. 

Rahman ve Rahîm olan bir Allah’a iman eden, her işine Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlayan, her rek’at namazda Rahman ve Rahîm isimlerinin geçtiği Fatiha’yı okuyan, âlemlere rahmet olarak indirilen bir Peygamber’e (Enbiya 21/107) uyan, insanlara rahmet olsun diye indirilen Kur’an’ı (Lukman 31/3. En’am 6/157. Nahl 16/64, 89) rehber edinen mü’min insaf ve merhamet ahlâkı kuşanır. Merhamet ahlâkı da insan haklarının, güzel ahlâkın, insanlararası güzel ilişkilerin, barış ve insana deger vermenin en önemli garantilerinden biridir.

Baskalarına insanca ve adaletle davrananlara gıbta edilir, örnek alınır, böyleleri iyilik ettikleri kimselerden saygı kazanırlar. İnsanlar arasındaki saygı ve sevgi ne kadar çok olursa emniyet ve barış da o kadar güçlenir.

İşte İslâm insanları böyle ahlâka, merhametli olmaya, adaletle davranmaya  çağrı yapıyor.

Kur’an iman ettikten sonra birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenleri övüyor. Merhamet ve insaf sahiplerine “ashâbu’l-meymene-sağ ehli, yani uğurlu ve hayır sahibi kimseler, vicdan sahibi erler” diyor. (Beled 90/16-17) Onlar merhametin gereğini yaptıkları gibi, birbirlerine merhametli olmayı öğütlerler. İnsanlar arasında merhamet yaygınlaşsın, merhametli kimseler çoğalsın diye çaba gösterirler. Merhameti olmayanda meymenet de yoktur. Böyleleri yarın hesap gününde ceza haberlerini/kitaplarını sol taraflarından alacaklar. Bunlar ‘meş’um’ (uğursuz, kötü, meymenetsiz) kimselerdir. (Beled 90/19-20)

Mes’um (uğursuz) adamların çok olduğu toplumlarda maalesef hak ihlalleri, suçlar, saldırılar, haksızlıklar, hatta savaşlar olur. İslâm ise insanları meymenetli, insaflı ve merhametli olmaya, adaletle iş görmeye davet ediyor. Zira bu dört ahlâk toplumsal barışı, huzur ve emniyeti, karşılıklı güveni sağlayan, sağlamlaştıran en önemli imkandır.

Bir ülkede , bir beldede insanlar zalimlerin elinde inliyorlarsa, haksızlık yapanların gadrine uğruyorlarsa, bu yüzden kalp kırıklığı, üzüntü, hak kaybı ve göz yaşı oluyorsa; orada barıştan, huzurdan, toplumsal ahenkten söz edilemez.

Başkasına merhamert edip acıyan, yüreğinde şefkat ve iyilik duygusu olan başkasını rahatsız eder mi?

Başkasının hakkını yer mi? Başkasını ağlatarak gülmeyi dener mi?

Kendi çıkarı, ucuz dünyalıklar için, daha çok kazanmak hileye, yolsuzluğa, haksızlığa baş vurur mu?

Vicdan sahibi bir yiğit kendi rahatı için başkalarını rahatsız eder mi? Kendi menfeati için başkalarını ateşe atar mı? Yükselmek için başkasını sırtına basar mı?

İslam iman edenlerin insaf ve merhamet sahibi, yani icdanlı olmalarını emrediyor. Zira toplumsal barışı ancak böyle insanlar korur. Hakları sahiplerine ancak böyleleri verirler.

Böyleleri nerede olursa olsun, yetki sahibi olduklarında adaletle davranırlar. Ancak böyleleri yetime, yoksula, güçsüze el atarlar. Ancak böyle kimseler; “aman kimse rahatsız olmasın, aman kimse incinmesin, aman benim yüzümden kimse zarar görmesin” diye dikkat ederler.

Evet iddia ediyoruz ki, İslâm insanları kavgaya, anlaşmazlıklara, sürtüşmelere, düşmanlıklara, savaşa değil;

barışa, kardeşliğe, karşılıklı anlayışa, haklara saygıya, adaletli olmaya ve yerine göre başkalarını kendine tercih etmeye, toplumda başkalarını da hesaba katmaya davet ediyor.    

Gerçek barış olsun diye çaba gösteren ahlâklı ve insaflı adalet erlerine selâm olsun. 

 

-Empati yapmak barışa hizmet eder

Bir atasözünde şöyle denir: “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır”. Bu ders ve hikmet dolu atasözü der ki: Sen küçük acıyı kendine taddır, buna dayanabilirsen, o zaman başkası için daha büyük acıyı düşünürsün.

Bu atasözü bize ‘empati’ anlayışını hatırlatır.  Empati, “Sen olsaydın ne yapardın?” sorusunu sorabilmektir. Kendini başkasının yerine koyabilmektir. Başkasını anlamaya çalışmak, onun duygularına ortak olmaktır.

Ü. Dökmen, Rogers'ten naklen empatinin tanımını şöyle verir: “Bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu durumu ona iletmesi sürecine empati adı verilir.” (http://dergipark.ulakbim.gov.tr/eruifd/article/view)

            Başkasının yerine kendini koyup düşünmek, ona göre davranmak. Gerçekten bu anlayış kişiyi frenler, geri adım attırır. İnsana kendi durumunu hatırlatır. Bir kimse başkasına bir şekilde zarar vermeye kalkışıyorsa, hemen aklına gelmeli, “acaba onun yerinde ben olsam ne düşünürüm?  Birisinin bana bunu yapmasına razı olur muydum?” diye. (Arkadaş hırıszılıktan hapse giren birine soruyor: Senin alın teriyle kazandığın, değer verdiğin bir şeyi birisi senden izinsiz alıp gitse ve sen onunla ıssız bir yerde karşılaşsan ne yaparsın? Cevap: Oyarım. Demek ki senin malını çalan hırsızı oyarsın ama sen başkasının malını çalmakta sakınca görmezsin???)

            Kişi, başkasının hakkına tecavüz ederken, zarar verirken, haksızlık veya rahatsız ederken empati yapmalı. “Acaba ben olsam buna razı olur muyum? Bana yapılsa bu kabul eder miyim?” diye düşünmeli. Böyle düşünürse belki vicdanı hareket geçer. Yaptığının yanlış olduğunu anlar ve geri adım atar.

            Müslümanlar empati ahlâkını daha çok kullanmaları gerekir. Zira Peygamber (sav) bunu bütün iman edenlere tavsiye ediyor.

            -Kendin için istediğini başkaları için de istemek

Hadis kaynaklarında farklı sözlerle yer alan bir haberde Peygamber (s.a.s.) özetle şöyle diyor: “Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizden biriniz kendisi için sevip istediğini, din kardeşi için de sevip istemedikçe tam iman etmiş sayılmaz.” (Buhârî, İman/7 no 13. Müslim, İman/71-72 no:170-171. Tirmizî, Kıyamet/59 no: 2515. Nesâî, İman/19 no: 5015. Darimî, Rikak/29 no: 2743. Ahmed b. Hanbel 3/176, 272)

Bir kaynakta geçtiğine göre Peygamber (s.a.s) ile bir sahabe arasında şöyle bir konuşma geçiyor: “-Cenneti seviyor musun?” - Evet.“-O halde nefsin için sevdiğini, din kardeşin için de sev!” (Taberânî’nin el-Mu'cemu'l-Evsat’ından Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8/186)  Yani, o zaman cenneti kazandıcak bir amel (iş) yapmış olursun.

Kişi herhalde kendisi için hep iyi şeyleri ister. Mesela; huzur, güvenlik, asgari ihtiyaçlarını karşılayabileceği insanca bir hayat, iyi komşuluk, iyi akraba ilişkisi, dostlar, ahbaplar, mutluluk ve benzerleri. Bunları kim istemez ki. İşte iman edenler bunları ve benzer iyi şeyleri, kendileri için istedikleri gibi başkaları için de istememeliler.

Görüldüğü gibi Peygamberin hadisinden kaynaklanan empati duygusu insanı başkasına kötülük yapmaktan, zarar vermekten, kin ve düşmanlık gütmekten, dedikodu ve gıybetten, aleyhine çalışmaktan alıkor. Zira hiç kimse bunları kendisi için beğenip istemez.

Hadis âlimi İbni Salâh “Kendin için istediğini kardeşin için de istemek” olgusunu açıklarken şöyle demiş: “Bu durum imkânsız gibi gözükse de aslında öyle değildir. Kişiden istenen, onun elindeki nimet/imkan değil; kendinde olanın benzerini diğeri için arzu etmektir. İnsan bunu kardeşi için de isterse maksat gerçekleşir. Bu dilekle kişiden bir şey eksilmeyeceğine göre iyi kalpli birisi için bunu yapmak kolaydır. (http://dergipark.ulakbim.gov.tr/eruifd/article/view)

 

-Kendine yapılmasını istemedigin şeyi sen de başkasına yapma.

            Açık değil mi? Kendine yapılmasını istemediğin bir bir muameleyi sen de başkasına yapma. Eğer dediğinde samimi isen. Eğer kendin için iyilik düşünüyorsan. Eğer kendine değer veriyorsan. Başkasına kötülük edenler aslında kendilerine değer vermeyenlerdir. Çünkü bütün kötülükler, haksızlıklar ve zulümler; döner dolaşır  eninde sonunda asıl sahiplerini bulur. Kötülük ve zulüm yapanın yanında kâr kalmaz. Kim olursa olsun.

Bunu bilenler hiç başkasına kötülük ve haksızlık ederler mi? Hiç bunları gereği gibi düşünenler kendi kendilerine zulüm ederler mi? Kendi huzurlarını kendileri kaçırırılar mı? Kendi zindanlarını kendileri örerler mi?

Ahmed b. Hanbel ez-Zühd adlı kitabında şöyle bir haber naklediyor: “Bir kimse İsâ’ya (a.s) gelerek: “Ey hayırlı şeylerin öğretmeni, onu bana öğretir misin, o bana fayda versin, sana zarar vermesin. İsa (a.s); “Neyi öğretmemi istiyorsun?” dedi. O kişi; “Bir kul Allâh’a (c.c.) karşı gerçekten nasıl takvâ (korkup sakınma) sahibi olur?” diye sordu. İsâ (a.s.) “Bu kolay bir iştir: Allah’ı gerçekten yüreğinle seversin. O’nun rızâsı için gücün yettiği kadar amel (hayırlı işler) işlersin. Kendi cinsinden olan bütün insanlara da, kendine merhamet gibi merhametli davranırsın” cevâbını verdi. O kişi; “Aynı cinsten olan dan amaç nedir? dedi. İsâ (a.s.); “Âdemoğullarının hepsi.“Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma. O zaman Allâh’a karşı hakkıyla takvâ sâhibi olursun” dedi. (Ahmed b. Hanbel, Kitabu’z-Zühd, Dâru’l-Ciyl, Beyrut 1414-1994, s: 113)

Müslüman bir kimse de elinde olan nimetlerin başkaları tarafından ondan haksızca alınmasından memnun kalmaz. Başkası tarafından rahatsız edilmeyi istemez. Başkalarının kendi malına, canına, ırzına, şerefine el atmasından hoşlanmaz. Bırakınız başkası tarafından öldürülmeyi, teröre maruz kalmayı, hayat kaynaklarının tahrip ve dünyalıklarının talan edilmesini; sert bir bakıştan bile kimse razı gelmez. Başkasının kendisini aşağılamasını, hor görmesini, alay etmesini, aleyhinde konuşmasını, iftira etmesini, kötü lakapla anmasını, renginden, etnik kökeninden, inancından, kılık-kıyafetinden dolayı dışlamasını sevmez. Bütün bunlardan nefret eder.

Eğer bu iddiasında dürüst ise o da başkalarına bunları yapmamalıdır.

Kendi hakkına halel gelmesini istemeyen, başkasının da hakkı olduğunu hesaba katar. Kendi bedenine batan bir dikenin acı verdiğini bilen, başkasının bedenine iğne batırmaya kalkışmaz. Kendi huzur ve mutluluğuna düşkün birisi, başkalarının da huzur ve mutluluk hakkı olduğunu bilir. Kendi mutluluğu için barış ortamı isteyen, barış ortamını bozacak tavırlardan kaçınır.

Empati, evet, kendini başkasının yerine koyup öyle davranmak.... Barışa hizmet eden en önemli çabalardan biri. Kendisi için sevip hoşlandığı şeyi başkaları için de istemek. Kendine yapılmasını istemediği herhangi bir şeyi, başkalarına yapmamak. Güzel Peygamber’in (s.a.s) tavsiyesi de budur.

Görüldüğü gibi bu tavsiyelerde kavga, düşmanlık, çekişme, döğüş ve savaş değil; barış, başkasının hakkına saygı, bencillik değil başkasını da hesaba katmak, kendi çıkarı için başkalarına zarar vermek değil; hayatı birlikte paylaşmak ve huzur ortamına katkıda bulunmak esastır.

Kim ne derse desin, İslâm empati ahlâkı ile de özelde müslümanları, genelde insanları barışa, karşılıklı anlayışa ve anlaşarak birarada yaşamaya davet ediyor.

 

  • Haddi aşmama emri barışa katkı sağlar

Kur’an müslümanları ölçülü hareket etmeye, çizilen sınırları aşmamaya, saldırganlık yapmamaya davet ediyor. Daha önemlisi kendi aleylerine, akrabaların aleyhine olsa bile her durumda adaletten ayrılamamalarını onlara emrediyor. (Mâide 5/8)

Kur’an, meşru savaş gibi çok ciddi ve olağanüstü şartlarda bile müslümanların kendilerini frenlemelerini, öfkelerine kapılıp  haksızlık ve zulüm yapmamalarını istiyor. “Size savaş açanlara karşı Allah yolunda savaşın, ama (amacınızı aşıp) saldırganlık yapmayın. Doğrusu Allah haddi aşanları sevmez.” (Bekara 2/190)

Bu ve bundan sonraki âyetler, müslümanlar için savaşın meşruiyetinin yalnızca (kelimenin en geniş anlamıyla) kendini savunma amacına bağlı olduğunu tereddütsüz bir şekilde ortaya koymaktadır.  Bu savunma amaçlı savaşın da “Allah yolunda”, yani Allah tarafından konulmuş ahlâkî ilkeler uğrunda olması gerekir. Hac 39. âyette “.... kendilerine haksız yere saldırılan kimselere (savaşma) izni verilmiştir” sözleriyle bu amaç daha da açık bir şekilde ifade edilmiştir.  (Ayrıca bakınız: Mümtahane 60/8. Nisâ 4/91) (Esed, M. Kur’an Mesajı,  1/54)

Hicretin 5. yılında Hudeybiye’de Peygamberle (s.a.s.) anlaşma yaptıktan sonra bu anlaşmaya ihanet etmekle kalmayıp ellerinden geldiği kadar müslümanlara ve İslâma zarar vermeye devam eden inkârcı zalimler hakkında Mekke’nin fethinden sonra takip edilmeleri, bulundukları yerde yakalanıp ya hapsedilmeleri veya cezalandırılmaları hükmü verildi. Ancak âyetin devamında görüldüğü gibi onlara bile af yolu açık bırakıldı. Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse, yani tevbe ederlerse serbest kalacaklardı. (Tevbe 9/5)

Bu İslamın mü’minlere saldırgan ve ceza verici değil, affı ve gönül kazanıcı olmayı, yani barış ortamı hazırlayıcı olmalarını tavsiye ettiğini gösterir.

Âyette bir kaç hüküm bir arada bulnuyor. Haklarında yakalama ve cezalandırma emri çıkarılanlar o gün Hicaz’da yaşayan bütün müşrikler ve kafirler değil, anlaşmalarına ihanet ettikten sonra müslümanlara zarar verenler, yani suç işleyenlerdi. Onlar da tevbe edip af dilerlerse, ya da müslüman olup İslâmın kurallarına uyarlarsa cezadan kurtulacaklardı. 

Burada şu soruyu sormak gerekir: Kur’an’ın o günkü suçlulara verdiği bu görevi kim yerine getirecekti? Bu âyeti duyan veya okuyan o günkü her sahabe mi, yoksa otoritenin, yani Peygamber’in (s.a.s.) görevlendirdiği kimseler mi?

Şüphesiz bu âyeti her okuyan, ‘âyet bana hitap ediyor, bundan ben sorumluyum’ deyip kendine göre müşrik/kafir cezalandırmaya kalkamaz. Ona böyle bir yetki verilmemiştir. Her Kur’an okuyan ayeti böyle anlarsa hem yanlış anlamış olur, hem de haksızlıklara sebep olur.

Kaldı ki bu âyette hem o dönemde İslâmı arkadan vuranlar hakkındaki hüküm, hem de daha sonradan müslüman otoriteler ile anlaşma yaptıktan sonra anlaşmalarına ihanet edenlere ve müslümanları arkadan hançerleyenlere karşı nasıl bir tavır takınılacağının hükmü var.

Bir başka âyette haddi aşanlar, saldırganlık yapanlar hakkında şöyle deniyor: “Ancak (başka) insanları baskı altına alan ve yeryüzünde gaddarca davranarak her türlü haksızlığı yapanlar suç işlemişlerdir: onları şiddetli bir azap beklemektedir.” (Şûra 42/42)

Kur’an’ı okuyup anlayan her müslüman bu âyetin hükmü karşısında yüreği titrer, şiddetli azabı hak edecek her türlü saldırganlıktan geri durur. Bu da toplumsal barışa bir katkıdır.

Kur’an tarihte peygamberi ve Allah’ın indirdiklerine kulak asmayıp, isyan edip taşkınlık yapanların aşağılık (zillet) ve yoksulluk cezasına çarptırıldığını anlatıyor. (Bekara 2/61)

Bir çok âyette Allah (c.c.) haddi aşanları, konulan ölçüleri ve hükümleri dinlemeyip kendi hevâsına (keyfine) uyanları kınıyor. Onların yanlış yaptıklarını söylüyor. (Bakınız: Bekara 2/229. Nisâ 4/14. Talak 65/1)

Mü’minler Rablerinin bu çağrısını ve tehdidini ciddiye alır, her türlü saldırganlıktan, haksızlıktan ve başkasının hakkına tecavüzden titizlikle kaçınırlar. Bir toplumda bu anlayışa, bu ahlâka sahip insanların sayısı ne kadar çok olursa, o toplumda o kadar barış olur, hak sahipleri rahat eder, haksızlıklar aza iner.

Kur’an Hudeybiye’de Peygamberle (s.a.s.) birlikte olup Mekkeli saldırganlara karşı vakarını ve metânetini koruyan, Peygamberin emrinden dışarı çıkmayıp öfkelerine hakim olan, saldırganlığa kalkışmayan sahabeleri örnek veriyor: “O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet (sekîne) ve güvenini indirdi, onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna layık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.” (Fetih 48/26) 

Müslümanlar da her zaman ve her yerde Kur’an’ın ve sünnetin (Peygamberin) ölçüsünden sapmamalı, öfkelerine  ve hevâlarına kapılıp yanlış yapmamalı, kimseyi rahatsız etmemeli, kimsenin hakkını yememeli. Huzur ve barış ortmanını bozmamalı.

 

  • “Dinde zorlama yoktur” gerçeği de barışa katkı sağlar

Kur’an şöyle buyuruyor: “Dinde zorlama yoktur. Gerçekten rüşd yolu (iman) ile

sapıklık yolu (ğayy) ortaya çıkmıştır...” (Bekara 2/256)

Bir başka âyette de şöyle deniliyor: “Biz, insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu deneyeceğiz. Onun için onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister  nankör.”  (İnsan 76/2-3)

İnsanı yaratan, ona fıtratını veren, onu insanlık görevi ile görevlendiren ve görevini yerine getirebicek kabiliyetlerle donatan Allah’tır. O Allah (c.c.) bu kabiliyetlerin yanında insana doğru yolu da, sapıklık yollarını da akıl, vahiy ve peygamberlerle göstermiştir. Bundan sonra insan ister inanıp şükredici olur, ister inkâr edip nankör birisi olur. Bu seçim insanın hür iradesine bırakıldı. Sonuçta insan serbest seçimiyle yaptıklarından sorumludur.

Bu yüzden Kur’an “dinde zorlama yoktur” diyor. Yani insanlar diledikleri dini seçebilirler. İnandıkları din ne kadar yanlış ve saçma olsa bile bu konuda zorlama söz konusu değildir. Çünkü inanma bir gönül işidir. Bir şeyin doğruluğu ve hakk oluşu kalp ile kabul edilmezse, yumruk ve silah zoruyla, baskı ve tehditle kimseye bir şey sevdirilemez.  

Buna göre müslümanlar başkalarını müslüman olmaya zorlayamazlar. Bu hüküm dünyanın her yerinde geçerlidir. Zorlama olmayacağına göre bu anlamda onlar kimseyi rahatsız etmezler. 

Zaten İslâmın hedefi zorlama, baskı, haksızlık, sömürü, hakları ortadan kaldırma, işgal ve benzeri kötülükler değil; bunun aksine hayatı ve işleri kolaylaştırma, insanların mutlu olabileceği şartları, bir anlamda herkes için barış ortamı hazırlamadır.

 

Hüseyin K. Ece

18.08.2016

Zaandam