A-Kur’an İnsan Psikolojisine Hitap Eder:

Kur’an-ı Kerim, zaman zaman insanların taşıdıklara karakterlere işaret ederek, onlara ait inançların veya davranışların mahiyetini ortaya koyar. Bununla yanlış inançları, batıl ve zararlı davranışları tanıtır. İnsanları ve özelde de müslümanları bu gibi inançlardan ve ahlâktan sakındırır.

         Kur’an, âlemlerin Rabbi Allah (cc) tarafından insanlara bir hayat sistemi olarak gönderilmiş ilâhí bir kitaptır. Bu kitap, insanlık için en kâmil, en kapsayıcı ve insan fıtratına en uygun nizamı öğretir. Onun prensipleri yaratılış kanununa aykırı olmadığı gibi, insan ve toplum düzen ve saadetini de orataya koyar.

Kur’an’ı inceleyenler, O’nun, insan psikolojisini, insan nefsinin gizli veya açık giriş noktalarını, zaaflarını ve duygularını, meyillerini ve bütün yönlerini çok iyi bilen bir Yaratıcı tarafından gönderilmiş bir terbiye sistemi içerdiğini görürler. Kur’an insan nefsinin özelliklerini bütün yönleriyle ele almakta,  doğrudan insana ve onun duygularına hitap etmektedir. İnsan psikolojisine ait manzaraları, tablolar halinde göz  önüne sermekte, insanın özelliğini canlı sahneler şeklinde ortaya koymaktadır.

         Kur’an’ın bu anlatış tarzı ve örneklendirme yöntemi, insanı uzun uzun düşündürür. Kur’an’ın örnekleriyle tefekküre dalan bir kimse, özellikleri anlatılan kişileri ve karakterleri net bir şekilde tanıyabilir, kimi zaman onları toplum içerisinde yürürken, faaliyette bulunurken görebilir. Kur’an’ın tanımlarıyla belli bir ölçüye ulaşanlar, öyle insanları gördükleri zaman belki de yüksek sesle; ‘İşte Kur’an’ın anlattığı kimseler bunlardır’ diyebilirler. (S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an, 1/203)

         Kur’an, hayali şeylerden bahsetmez. O’nun örnekleri insan cinsine ait canlı, olabilen, benzeri görülmüş, ya da görülmesi mümkün kişilerdir. Karakterleri çizilen tipler ya hidayet bulmuş insan tipleridir, ya da batıla dalanlardır. Bu örnekler bazen said, yani vahye tabi olarak dünyada ve Ahirette saadet bulmuş kimselerdir; ya da şâki, yani batıla uymakla bedbaht olmuş, eşkiyalığa düşmüş, kendi kendini mahvetmiş kişilerdir.

         Kur’an’ın çizdiği tipler, çoğu zaman birer nümûnedir. Kendi davetinin odak noktaları ve canlı tanıklarıdır. Bazıları ise ilâhí davetten yüz çeviren azgınların kötü görüntüsüdür. Kur’an bunları ortaya koyarak ‘işte böyle olun; ama sakın şu tipler gibi olmayın’ demektedir.

Bu bir anlamda Kur’an’ın davet, uyarı, irşad ve inzar (korkutma) üslûbudur.

Bakara Sûresinin 204üncü ilâ 206ncı âyetlerinde ilginç bir insan tipi çizilmekte, ona ait özellikler kısa ve vurgulu ifadelerle orataya konulmaktadır. 207nci âyette ise bu tipin zıddı farklı bir tip anlatılmaktadır. Böylece iki tip arasındaki belirgin farklılıklar nefis bir üslûpla insanlığa duyurulmaktadır. Bu aynı zamanda bir sakındırma ve insanlar için bir uyarıdır.

         Biz burada yukarıdaki âyetlerde anlatılan olumsuz bir insan tipinin özelliklerini tesbit etmeye çalışacağız. Kur’an’ın ‘eleddü’l hısâm-hasımların en yamanı’ dediği tipin özellikleri üzerinde duracağız. Sonra da bu tipin tam karşısında yer alan olumlu bir mü’min karakterinden de kısaca söz edeceğiz.

         Ama Kur’an’ın ikna metodlarının dört tanesinden bahsetmek istiyoruz.

 

1-Müjdeleme/Teşvik

Kur’an, muhataplarını hayırlı işlere teşvik ediyor ve bunları yapanları müjdeliyor. Bundan amaç müslümanı salih amellere özendirmek, hayr yapma konusunda neşe ve istek uyandırmadır. Kişinin kazacaklarını ve kaybedeceklerini kendisine etkileyici bir yöntemle haber vermektir. (Zamahşerî, el-Keşşâf 1/109)

Bu gibi teşvik ve müjdelerin her biri, haber verilen şeyin ağırlığına, konunun akışına ve muhatab alınan kişilerin durumuna göre değişebilir.

 Peygamberler konumları itibarıyla iyi, sevindirici, yüzü aydın eden haber getiren insanlardır. Onlar; iman edip salih amel işleyenleri dünya hayatının güzellikleri ve ahiretin sonsuz kurtuluşu ve cennetiyle müjdelerler. Azgınları ise dünyada mutsuzluk ahirette ise yakıcı bir pişmanlık duyacakları konusunda uyarırlar. (33 Ahzab/45-46. 35 Fatır/24. 48 Feth/8. 11 Hûd/2)

Zira insan bu dünyaki amellerinden dolayı ya ödülü, ya da cezayı hak eder. İşin tabiatı budur. İyi işler yapanların müjdeli haberlere, mükâfatlara, iyi sonuçlara kavuşması, suç işleyenlerin cezaya çarptırılması aklın ve adaletin gereğidir.

Kur’an ‘müjde’ metodunu çeşitli formlarda kullanıyor. Genelindeki ana tema sevindirici, özendirici, mutlu edici haberlerdir. Bu haberler bazen insanı mutlu eden önemli bir müjdedir, bazen de erdemli davranışlara, Allah’a itaate ve iyi davranışlara teşvik etmedir.

Müjde olayında gelecekte gerçekleşecek, gerçekleştiği zaman da ilgiliyi sevindirecek ve mutlu edecek bir olgu söz konusudur. Bu bağlamda müjde geçmişe değil, geleceğe dönüktür diyebiliriz.

 

2-Uyarma/Korkutma

Kur’an, özellikle vahy’den yüz çeviren, ona karşı savaş açan ve bundan dolayı da azıp kötülük işleyenleri farklı biçimlerde uyarıyor.

Kur’an’ın uyarılarında tehdit unsuru olmakla birlikte, daha ziyade kötü bir sonucu haber verip tehlikeden sakındırma tarzında yer alır.        

         ‘Nezr’ kelimesinden türeyen ‘inzar’ kavramı sözlükte, içerisinde korkutma olan bir haberi vermektir. Bir şeyin sonucundaki tehlikeyi haber verip sakındırmak, uyarmak ve dikkatini çekmektir.

‘İnzar’, korku verip uyanık kılmak anlamına da gelmektedir ki, ‘tebşir’, yani müjde vermek kelimesinin karşıtıdır.

Bir tehlikeyi haber vererek başkasını ‘inzar’ edene (uyarana) ‘nezir/münzir’ denir ki peygamberlerin sıfatıdır.

İnsanın zayıf taraflarını, şeytanın ve nefsinin onu devamlı olarak yanıltacağını bilen Allah (cc) onu sürekli uyarmıştır.

Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği Din ve öğrettiği Kitap, bütün insanlar için sürekli bir ‘nezir’dir/uyarıdır. (41 Fussilet/3-4)

Yani Son Vahy, insanı hem müjdeleyerek, hem tehlikeleri haber vererek eğitmeye devam etmektedir. Karşılacağı kötü bir sonucun farkına varan bir kimse davranışlarına dikkat eder.

Buradaki uyarı Allah’ın rızasının, rahmetinin ya da sevgisinin azalması uyarısıdır. Bunların azalması demek, kulun ulaşması gereken makamdan uzaklaşması anlamına gelir.

 

          3-Örneklendirme

         Kur’an, muhataplarını ikna etmek, onları düşünmeye sevketmek için zaman zaman örnekler verir. Bunlara ‘emsalü’l-Kur’an/Kur’an’ın getirdiği örnekler’ denir.

         Bu örneklerin bir kısmı geçmiş topluluklarla ilgilidir ki, okuyanın veya duyanın ibret alması, ders çıkarması istenir.

         Allah’ın değişmez yasası (sünnetullah) gereği, iyiler mükâfatı, suçlular cezayı hak eder. Geçmişte kimileri elçilerin uyarılarına kulak asmayıp azdılar, yeryüzünde fesat çıkardılar, zalim oldular. Yani suç işlediler. Adaletin gereğei olarak cezalandırıldılar.

         Kimileri de elçileri dinlediler, onlara uydular, güzel işler yaptılar, dünyadan iman ve iyi bir adla ayrıladılar. Böyleleri de dünaya izzet ve şeref kazandılar. Kur’an onların öldükten sonra bitimsiz ödüllere kavuşacaklarını müjdeliyor.

         Bu örneklerde sonra ‘halâ düşünmeyecek misiniz?’, ‘hâla ibret almayacak mısınız?’, ‘düşünen ve ibret alan yok mu?’, ‘bunlar düşünen topluluklar için verilen misallerdir’ gibi ifadeler; vahyin eğitim sürecidir.

         Kur’an ayrıca varlık yapısında Allah’ın kudretine işaret eden oluşumlardan da örnekler vererek, muhatabın dikkatini Allah’ın azametine çeker ve bununla imanın sağlamlaşmasını ister.

 

       4-Hikâye ile etkileme

         Hikâyenin etkisini, hikâye ile eğitimin faydalarını hepimiz biliriz. Kur’an da bu metodu sık sık kullanıyor, yer yer kıssalar anlatıyor. İnsanlık tarihinden ibret verici olaylar, sahneler ve örnekler sunuyor.

Kur’an, tarihin canlı tanığıdır. Kur’an geçmişi en etkileyici, en uyarıcı, en ısındırıcı bir dille anlatarak, insanın geleceğini kurmasını istiyor. İnsanı düşünmeye, anlamaya, inanmaya ve güzel davranmaya davet ediyor. 

Kur’an kıssaları, insanın;  yani hepimizin hikâyesidir.                                                                                                                                                                

         Kur’an, insanın geçmişinde olan, fiilen gerçekleşen olaylardan kendi amacına uygun örnekler veriyor. Kur’an’ın anlattığı kıssalar tarihte fiilen olmuş olaylardır. Hayal ürünü ya da uydurma  hikayeler değillerdir. Sözü kuvvetlendirmek, ya da sanatsal amaçlara ulaşmak için de anlatılmamışlardır. Kur’an; bir hükümdür, hak ile batılın arasını ayırdeden bir kitaptır ve asla bir şaka, bir oyuncak, ya da oyalayıcı bir şey değildir. (86 Târık/13-14)

         Kur’an insanlara, onlara kendi mesajını iletmek, ibret ve örnek vermek, hatta uyarmak için ‘kıssa’ anlatıyor. Kıssada hem olayları olduğu gibi anlatmak yöntemi vardır, hem de bir ders ve ibret verme amacı vardır.  

          Kıssalar, Kur’an’ın asıl gayesini gerçekleştirme araçlarından birisidir. Onun asıl amacı, insanlara doğru yolu göstermek, Allah’ı ve O’nun hükümlerini haber vermek, insanlara ‘hidayeti’ tebliğ etmektir. Kıssalar anlatılırken, yalnızca olay anlatılmaz ve yalnızca sanat amacı güdülmez. Bununla beraber olayın akışı içerisinde sürekli mesaj verilir ve kıssa okuyucuları etkileyecek tarzda en güzel edebi sanat örnekleri halinde anlatılır. Kur’an, bu bağlamda dini gaye ile edebi gayeyi birleştirir ve insan ruhuna sanatın güzellikleriyle hitap eder. Kıssaların bu sanatsal özelliklerini muhatabı, o kıssalardaki fikri idrak etmeye hazırlar. Fikirler çoğu zaman duygu ölçüleri içerisinde verilir. Şüphesiz bu daha etkileyici bir yöntemdir. (S.Yıldırım, Kur’an İlimlerine Giriş s: 106)

         Kur’an kıssaları bir anlamda ‘tevhidin tarihi’dir. Tevhid’i tebliğ eden nebiler ile onlara karşı olumlu veya olumsuz tavır sergileyenlerin geçmişidir. Yüce Yaratıcıdan gelen ilâhi daveti kabul edenlerle, kendi inadının veya iblisin peşinden gidenlerin ibretli hikayesidir.

Kur’an, iman esaslarını isbat edip açıklamak, Hz. Muhammed’in peygamberliğini isbat etmek, bütün peygamberlerin İslâm’ı tebliğ ettiklerini göstermek, Peygamberin (sav) ve mü’minlerin kalbini takviye etmek, insanların ibret almalarını sağlamak, Âdemoğullarını ezelî düşmanları İblise karşı uyarmak, insanları Rabbanî terbiye ile terbiye etmek, müslümanlar arasında vahdeti ve işbirliğini sağlamak için kıssa anlatıyor.

Kur’an’ın anlattığı kıssalarda mekan, zaman ve kişilerinin isimlerine yer verilmez. Çünkü amaç tarihi bilgi vermek değil; uyarmak, ibret alınmasını sağlamak ve mesajı ulaştırmaktır. Olumlu veya olumsuz tavırlara, anlayışlara, kafa yapılarına işaret etmektir.

Aşağıdaki verilen örnek de böyle bir örnektir.

 

B-Hasımların En Yamanı

 

         1-Konuyla İlgili Âyetler:

         “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider. Kalbinde olana (sözlerinde samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Oysa o, hasımların en yamanıdır (eleddü’l hısâm’dır).

         O dönüp gitti mi (ya da iş başına geldi mi) yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çaba harcar. Allah ise fesadı (bozgunculuğu) sevmez.

         Ona, ‘Allah’tan ittika et (korkup-sakın)’ denildiği zaman, büyüklük gururu onu günah işlemeye sürükler. Artık ona Cehennem yeter; o ne kötü bir yataktır.

         İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını aramak amacı ile canını (nefsini) satar. Allah kullarına karşı şefkatlidir.”  (2 Bakara/204-207)

         Burada iki grup insan profilinin açık işaretlerini buluyoruz.

         Birinci grup; olduğu gibi değil de, olduğundan farklı bir görünüm sergiliyor. Dürüst olduğunu, dinde ihlas sahibi olduğunu iddia ediyor. Sözlerini kuvvetlendirmek, ya da karşısındakileri inandırmak için de Allah (cc) adına yemin ediyor. Sözlerine Allah’ı şahit tutuyor. Dili gayet yumuşak ve tatlı. Güler yüzlü ve ciddi bir karakter çiziyor. Böylece muhataplarının kendisinden ve dediklerinden hoşlanmasını sağlamak istiyor. Bunu bazen de başarıyor.

         Bu aslında dünya menfeatını amaç bilen, çıkarından başka bir şey bilmeyen iki yüzlü (mürâí) bir tiptir. Dış görünüşü yönünden insanları kendisine hayran bırakan, içinden ise bambaşka bir niyet taşıyan yanar-döner bir tip. İçi seni yakar, dışı beni yakar cinsinden bir kişilik...

Bu tip, içinde sakladığı kötü niyetini, Allah’a,  peygambere ve müslümanlara, onların yoluna beslediği düşmanlığı, amansız husumeti gizler. Onu açığa vurmaz. Ancak müslümanların yanına geldiği zaman dürüst bir adam olduğunu, inanmakta samimi olduğunu iddia eder. Sonra içinin de böyle olduğuna dair yemin eder. İçindeki nifaka (münafıklığa) Allah’ı tanık tutar.

Halbuki içinde iman, ihlas ve İslâma teslimiyet yerine, amansız bir kin, ölçüsüz bir düşmanlık ve sınır tanımaz bir husumet gizlidir.

         Böyleleri, fırsat buldukları zaman, ya da yetkili bir makama geldikleri zaman insan neslini ve nesillerin geçim kaynağı olan ekinleri/zenginlikleri tahrip etmeye çaba harcarlar, yeryüzünde, Kur’an’ın fesat dediği bozgunculukları yapmaktan geri durmazlar. Allah’ın emrine muhalif olarak zulüm ve kötülükte sınır tanımazlar.

Onlara kendilerini düzeltmeleri, ya da Allah’tan çekinmeleri tavsiye edildiği zaman daha çok kızarlar, kibirlenirler. İzzet duygusuna kapılırlar. Bu kibirle de nefislerini tatmin için, biraz da müslümanlara nisbet olsun diye daha fazla günah işlemeye koşarlar. Takva daveti karşısında büyüklük kompleksine girerler. Azgınlıkta ve fesat çıkarmada daha da gayretli olurlar.

         İkinci grup ise, bütün benliği ile Rabbine teslim olmuş, varlığını Allah’a adamış tiplerdir. Onlar, Rabbinin rızasından başka bir şey talep etmezler. Onların hayatının hedefi yalnızca Allah’ın rızasıdır. Hatta kendi işledikleri amelleri bile çok görmeyerek, Allah’ın azameti karşısında tevazu göstererek O’nun emrine teslim olurlar. Kendi varlıklarını ve sahip oldukları her şeyi Allah için feda etmeye hazır bir karaktere sahiptirler. Böyleleri bütün benlikleriye Allah’a yönelirler, imanlarında sadıktırlar. Ölçülerini, ilkelerini, hükümlerini, hayat prensiplerini, hedeflerini sadece Rablerinden alırlar. Onlar, hayatı Rableri için bilmişlerdir.

        

         2-Sözlükte ‘eleddü’l-hısâm’:

         a-‘Eledd’ Kelimesi:

         Bekara Sûresi 204. âyette geçen  “eledd” sözlükte; hasımlığı şiddetli inat kimse, husûmette ve düşmanlıkta aşırı olan demektir. (Firuzâbâdî, Kamusu’l-Muhîd s: 316.  R. Isfehaní, Müfredât s: 678. Ebu Bekr er-Razí, Muhtaru’s Sıhah s: 595)

         ‘Eledd’, aynı zamanda eğri, hemen meyleden, doğru yoldan kolaylıkla sapan demektir. Hasımların en yamanı, en şiddetlisi olarak nitelenen kimseler, haktan kolaylık meyleden, en eğri, en dönek kimselerdir. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir 1/184)

         Hasımlıkta ve münakaşada ileri düzeyde olanlar hakkında şöyle denir: “O, falanca toplumun hasımlaşanlarının, çekişenlerinin en yamanıdır.” (el-Ferrâí, Meâni’l Kur’an 1/123)

         Bu kelimenin çoğulu olan ‘lüddâ’ Kur’an’da bir âyette geçmektedir:

         “İşte yalnız bu amaçla, (bu ilâhî mesajı, ey Peygamber) senin dilinde kolaylaştırdık ki müttakileri (Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseleri) onunla müjdeleyip, (boş bir) inatla direnip duranları (yaman kimseleri) uyarasın.” (19 Meryem/97)

         Buradaki ‘lüddâ’ kelimesi, batıla taraf olmada, ya da batılı savunup hakka karşı cephe almada aşırı davranan kimse anlamındadır. Ki böyleleri mürâíliğin (iki yüzlülüğün) ve çekişmenin her çeşidine baş vurarak Hakk’la mücadele ederler. (Zamahşerí, el-Keşşâf, 3/46)

         Bu kelime aynı zamanda Hakk’tan eğrilerek batıl’a (sapıklığa) meyledenler, bir istikamet üzerinde olmayanlar, Hakk’ı yalanlama konusunda şiddetli yalancılar, Hakk’a karşı kulakları sağır olanlar, günahkârlar (füccâr-facirler) ve zulümde aşırı davrananlar şeklinde de açıklanmıştır. (İbni Kesir, Muh. Tefsir, 2/468)

         Meryem Sûresi 97. âyette geçen ‘lüddâ’ ile Bekara Sûresi 204. Âyette geçen ‘eleddü’l hısâm-hasımların en yamanı’ da kasdedilmiş olabilir. (İbni Kesir, aynı yer)

         Böylelerinin Hakk’a karşı cephe almada, batıla taraf olup da Hakk’la mücadele etmede, ya da Hakk’a karşı hasım olmada ortak özellikleri vardır. Onlar batılı seçerek Hakk karşısında hasım olmuşlardır. Mahkemede bir başkasıyla hasım olan kimseler gibi sürekli kendilerini savunurlar. Hasımlarını asla haklı görmezler. Kendilerini savunma ve doğru oldukları konusunda inatçı bir tavır içerisindedirler.

         Bu âyette geçen müjde, Allah’tan hakkıyla korkup çekinen, O’na karşı sorumluluk bilinci taşıyan müttakiler (mü’minler) içindir. Buradaki inzar (kötü sonucu bildirerek korkutma) ise Hakk’a hasım olup ta ona karşı inatçı bir mücadele içerisinde olanlar içindir. Bu şekilde müjdeleme ve korkutma da zaten Kur’an’ın amacıdır. (S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an 4/2321)

 

b-‘Hisâm’ Kelimesi:

‘Hısâm’ kelimesinin aslı olan ‘haseme’ fiili; biriyle niza etmek, mücadelede bulunmak, hasım olmak demektir.

Aynı kökten gelen ‘el-hasmu’; husumet, yani çekişmek, hasımlıkta bulunmak, hasım anlamındadır. (Firuzâbâdî, K. Muhîd s: 1102. R. Isfehâní, Müfredât s: 214)

‘Hısâm’ ise, hem ‘haseme’ fiilinin masdarıdır, hem de hasım sözcüğünün çoğuludur. Hasım; husûmette bulunan, çekişmeye ve mücadeleye girişen, tartışma ve çekişmede taraf olan anlamındadır. Türkçede de aynı manaya gelir.

Kur’an, husûmet masdarının fiil kökünü ve türevlerini bir kaç âyette kullanmaktadır:

‘Hasım’ şu âyetlerde davalı, birbirinden şikayetçi kişi anlamındadır:    

“Davacıların kıssasından haberin oldu mu? (Davud’un ibadet ettiği) mabedin duvarına tırmanan (iki davalının hikâyesinden).

Davud onları yanında görünce telaşlanıp korktu. Bunun üzerine: ‘Korkma’ dediler. ‘Biz (sadece) iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti. Şimdi aramızda adaletle karar ver, doğrudan ayrılma ve (ikimize dürüstlük yolunu göster.” (38 Sâd/21-22)

Bu kelimenin bir hadiste de aynı anlamda (davalı manasında) kullanıldığını görüyoruz:

Ümmü Selime (r.anhâ)’den; Allah’ın Rasûlü, kapısının önünde bir topluluğun hasımlaştığını (davalı olarak çekiştiklerini) işitti. Onların yanına çıktı ve onlara şöyle dedi:

“Şüphesiz ki ben de bir insanım; bir davalı (hasım) bana daha kuvvetli olabilecek bir delille gelir ve diğerine karşı daha açık (ikna edici) olabilir. Ben de bunun üzerine onun doğru söylediğini sanarak onun lehine hüküm verebilirim. Bu şekilde kimin lehine hüküm verilmişse; şüphesiz o ateşten bir parça almış demektir. Bu bakımdan o, neyi aldığına ve neyi bırakması gerektiğine (baksın).” (Buharí, Ahkâm/31 (7185))

Dinde ikili oynayan münafıkların kalpleri haktan sapar, hakka karşı içlerinde bir eğrilik vardır. Onların hakka karşı duydukları husumet kalplerinin batıla meyletmesinden kaynaklanmaktadır. Onlar yalan söylerler. Allah’ın gönderdiği hak din aleyhine iftira ederler. Bir istikametleri yoktur. Sağa sola yalpa yapar dururlar. Fırsatını buldukları zaman fücurluk yaparlar (günah işlemeye koşarlar). 

         Tıpkı  şu sahih  hadiste anlatıldığı gibi:

         “Münafığın alameti üç tanedir: Konuştuğu zaman yalan söyler. Ahitleştiği (söz verdiği) zaman, sözünde durmaz. Hasımlaştığı (davalı olduğu) zaman günah işlemeye yeltenir (hasmı aleyhine şirretlik yapar).”  (nak. İbni Kesir, Muh. Tefsir 1/184. Bir benzeri: Buharî, Vasaya/8 (2749)) 

         ‘Hısam’ kelimesi bazı âyetlerde ise hem fiil , hem de masdar olarak çekişme, hasımlaşma, ayrı taraf olma, karşıt grupta yer alma, husûmet duyma manalarında geçmektedir.

         “Biz sana hakikati ortaya koyan bu ilâhí kelâmı indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana öğrettiği gibi hüküm verebilesin. O halde ihanet edenlerle (hainlerle) hasımlaşma (tartışmaya girme).” (4 Nisa/105)

         Dünyada iken Allah’tan başka ilâh edinen, Rasûllerin davetine kulak asmayan bazıları, Kıyamet gününde bu sapıklıklarının suçunu başkalarının üzerine atmaya çalışacaklar. ‘Ben senin yüzünden sapıttım. Beni sen yoldan çıkardın’ diyecekler.Bunun üzerine Allah (cc) onlara şöyle hitap edecek:

         “...Benim önümde çekişmeyin (hasımlık yapmayın! Ey günahkârlar). Çünkü ben sizi (bu hesap gününe karşı) uyarmıştım.” (50 Kâf/28)        

          Birbirine karşıt bu iki taraf (hasım), Rableri hakkında (her zaman) birbiriyle çatışma, tartışma içinde olmuşlardır. (Onlardan) hakkı inkâra kalkışanlar için (öte dünyada) ateşten elbise biçilecek ve başlarının üstünden yakıcı umutsuzluk dökülecek.” (22 Hacc/19)

         “O, insanı (sadece) bir nutfeden (sperma damlasından) yarattı; ama yeri gelince, bu aynı yaratık, düşünme ve karşı koyma gücüyle (husûmetle-hasımlıkla) donatılmış olduğunu hemen ortaya koyuyor.” (16 Nahl/4. Ayrıca bak. 36 Yâsin/77)

         “Ve ‘Hengisi daha iyi, bizim ilâhlarımız mı yoksa o mu?’ derler. Ama onlar bu mukayeseyi, yalnızca, sırf muhalefet olsun diye senin önüne getirirler: Evet onlar, kavgacı/tartışmacı (hasım olan) bir topluluktur.” (43 Zuhruf/58. Ayrıca bak: 39 Zümer/31. 3 Âli İmran/44. 26 Şuarâ/96. 27 Neml/45) 

         Bu kelimenin aşağıdaki hadiste de yine davalı olmak, birbirine karşı hasımlıkta bulunma anlamında kullanıldığını görüyoruz:

         Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor:

         “Rasûlüllah (sav) kapıda yüksek sesle münakaşa edenlerin (hasımlıkta bulunanların) gürültülerini işitti. Bunlardan biri, diğerinden borç indirmesini istiyor, bu hususta merhametli olmasını tavsiye ediyordu. Öbürü de:

         ‘Vallahi yapmam’ diyordu. Rasûlüllah (sav) yanlarına gitti ve:

         ‘Hanginiz, ma’ruf (iyilik) yapmamak üzere Allah adına yemin etti?’ diye sordu. Birisi:

         ‘Benim ey Allah’ın Rasûlü! (Borç indirimi ile, merhametli davranmadan) hangisini dilerse onun olsun, (teklifini kabul ettim)’ dedi.” (Müslim, Müsakât/19, (1557). Buharí, Sulh/10 (2705))

 

3-‘Eleddü’l Hısâm’ın Kalıp Olarak Manası:

Buna göre ‘eleddü’l hısam’; hasımların, çekişenlerin, hakla mücadele edenlerin en yamanı demektir. Bir başka deyişle; husumeti mübalağa ile yapan, husumet açısından en aşırı hasım anlamına gelir. (Zamahşerí, el-Keşşâf, 2/248, M. H. Tabatabâí, el-Mizan 2/97)

Bir başka deyişle hasımların en eğrisi, hakla mücadele edenlerin en inatçısı demektir.     

Böyleleri tatlı konuşan kimselerin en eğrisi, fiilleri ise en çirkin olanıdır.

Sözleri işte böyle; yani süslü, ikna edici, inandırıcı, etkileyici... Ama buna karşın işleri, çirkin, kötü ve haktan uzak. Bunların sözü yalan, itikadı bozuk, işleri ise hap fesattır. Çabaları da tıpkı Kur’an’ın firavunun gayreti hakkında söylediği gibidir. (İbni Kesir, Muh. Tefsir 1/184)

“Fakat o Musa’yı yalanladı. Sonra sırtını döndü, (Musa’nın getirdiklerini iptal etmek için) çalışmaya koyuldu (çabaya girişti). (Adamlarını) topladı, (onlara) bağırdı: ‘Ben sizin en büyük rabbiniz değil miyim?’” (79 Nazi’ât/21-24)

 

4-Âyetlerin Nüzûl Sebebi:

Kur’an bütün insanlığa ve bütün zamanlara hitap eder. Onun muhatabı; bölge, ırk ve devir farkı olmaksızın Hz. Muhammed (sav) zamanından beri yaşayan ve bundan sonra da yaşayacak olan bütün insanlardır.

Onun daveti Allah’ın hidayetinedir. Hükümleri ilâhí tekliflerdir. Onun ilkeleri, hükümleri, emir ve tavsiyeleri, yasakları ve sakındırmaları insanlığın saadeti ve kurtuluşu içindir.

Kur’an bu amacı gerçekleştirmek için  kendine özgü bir metod uygular. Özel bir dil kullanır ve insan idrakine seslenir. Akıllara hitap eder ve insanların kendi tefekkürleriyle meseleyi anlamalarını ve kendi iradeleriyle Allah’a kulluğu seçmelerini ister. Bunun için o, bazen özel bir olay hakkında hüküm verir, diyeceğini der. Ancak orada ortaya konulan hüküm geneldir. Kur’an’ın muhataplarını doğrudan ilgilendirir.

Onun bazı âyetlerinin belli bir sebebe dayalı olarak indiği kaynaklarda rivâyet edilmektedir. Buna ‘nüzûl sebebi’ denilmektedir. Nuzûl sebepleri hiç bir zaman âyetlerin kasdının, tek bir olay olduğunu göstermez. Bilakis nüzûl sebepleri Kur’an’ın maksatlarını anlamamızda bize açılım sağlar. Hayatın herhangi bir safhasında olan bir olaya kıyas yapmamıza ve o olay hakkında sağlıklı bir sonuca gitmemize yardım eder.

Nüzûl sebepleri âyetlerin hitap alanlarını, ihtiva ettikleri hükümleri daraltmaz.

Konumuz olan âyetlerin nüzûl sebebi ile ilgili kaynaklarda bazı haberler yer almaktadır. Kur’an’ın tanıttığı ‘eleddü’l hısâm’ gibi olumsuz bir tipi tanımak için bu nüzûl sebeplerine bakmakta fayda var.

Süddí’nin rivayetine göre Sakafí kabilesinden Ahnes b. Şurayk (ya da Şerík) Medine’ye, Beni Zühre’nin  temsilcisi olarak Hz. Peygamber’in huzuruna geldi ve müslüman olduğunu açıkladı. Arkasından da ‘Allah biliyor ki ben bu konuda doğru söylüyorum’ diye ekledi. Onun bu şekilde konuşması Peygamberimizin hoşuna gitti. Ahnes b. Şurayk bir müddet sonra Medine’den ayrılınca  müslüman bir topluluğun ekinlerinin yanına uğradı ve ekinlerini ateşe verdi. Orada rastladığı binek hayvanlarını da telef etti. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu. (el-Vahidí en-Nisabürí, Esbabu’n Nüzûl s: 43. İbni Kesir, Muh. Tefsir 1/183. Abdulfettah el-Kâdí, Esbab-i Nüzûl s: 62. Zamahşerí, el-Keşşâf 1/248. M. H. Tababtabâí, el-Mizan 2/101. Elmalı, Tefsir (sad.) 2/64

Bu olayı nakleden Kurtubí, el-Mehdeví’ye göre Kalem Sûresi 10-11inci ve Hümeze Sûresi 1inci âyetlerinin de bu adam hakkında nazil olduğunu ilave ediyor. Ebu Bekr İbni A’rabí, Ahkâmu’l Kur’an 1/201, dip not)

Abdullah b. Abbas (ra)’tan, şöyle dediği rivayet olunmuştur:

“İçinde Asım b. Sabit ve Mersed’in bulunduğu seriyye baskına uğrayıp, seriyyedekiler şehit olunca münafıklardan iki kişi; ‘Yazık oldu bu zavallılara, helâk olup gittiler! Ne ailelerinin yanında oturabildiler, ne de arkadaşlarının görevlerini yerine getirebildiler’ dediler. Bunun üzerine Allah Teâla bu âyetleri  münafıklar hakkında indirdi.” (İbni Hişam, Siyer 3/183. Abdülfattah el-Kâdí, Esbab-i Nüzûl s.61. İbni Kesir, İbni Abbas’tan bu rivayeti; ‘Rici’ olayında öldürülen Hubeyb ve arkadaşları hakkında ileri geri konuşan münafıklarla ilgili olarak indi’, şeklinde naklediyor. İbni Kesir, Muh. Tefsir 1/183)

Yine İbni Abbas’tan bir başka rivâyete göre bu âyetler; olduğundan başka şekilde görünen mürâíler hakkından inmiştir. (M. H. Tabatabâí, el-Mizan 2/101)

 

5-Eleddü’l Hısam’ın Özellikleri:

Âyetler elbette yalnızca Ahnes b. Şurayk’ı anlatmıyor. Öyle olsaydı Kur’an isim verirdi veya hükmü tahsisi ederdi. Kur'an bir karaktere, olumsuz davranış sahibi kişilere, hain, dönek, inatçı ve fesattan hoşlanan tiplere işaret ediyor. Onların ruh yapısını ortaya koyuyor.

Bu tipler (ya da bu gibiler), dinde iki yüzlü bir tavır içindedirler. İslâm’a gönülden iman etmezler. Ancak içinde bulundukları konum açısından bunu açıkça ortaya koyamazlar. Müslümanların sahip olduğu statüyü, ya da bir çıkarı elde etmek için müslümanlık taslarlar. Bazen de İslâm’a inanmadıklarını açıklamaktan çekinirler, korkarlar. Bunu açıkladıkları zaman bazı foyalarının ortaya çıkmasından veya bazı şeyleri kaybetmekten endişe ederler.

Bunlar, işlerinde ve sözlerinde ciddiyet olmayan, gevşek tabiatlı, mürâí tiplerdir. İçlerinden bazıları İslâm’a ve müslümanlara aşırı bir hasımlık duyarlar.

Burada Kur’an belağâtının (özlü ifadesinin) en üstün örneğini görüyoruz. Kâinatı yoktan var eden yüce Yaratıcı, yakından tanıdığı insan karakterini, bu karakterin bir yönünü bize net bir şekilde tanıtıyor.

İnsan duygularını canlandıran bu ifadeler; Kur’an’ın kaynağının beşer olmadığını isbat etmektedir. İnsana ait ifadeler, örnek kişilerin özelliklerini bu kadar açık va kapsayıcı bir şekilde ortaya koyamazlar. Bu âyetlerde geçen her kelime, duyguları canlandırmada, bir resim fırçasından çıkan çizgilerden daha canlıdır. Tipolojisi çizilen örnekler, canlı bir varlık olarak gözler önüne seriliyor. Kur’an’ın ifadelerini iyi anlayanlar, milyonlar içerisinde bile onun tarifini yaptığı kimseleri tanıyabilirler. (özetle, S. Kutub, fi-Zılali’l Kur’an 1/204)

Kur’an’ın verdiği örnekler her zaman ve her yerde tıpatıp karşılıkları olabilecek kimselerdir. Dikkat edilirse Kur’an kişilerin üzerinde değil, tavırların, inançların, davranışların ve karakterlerin üzerinde durmaktadır. Bunları ortaya koyarak hak ile batıl arasındaki kesin çizgiyi, mü’minler ile diğerleri arasındaki açık farkı belirlemektedir.

İncelemekte olduğumuz âyetlerin hedefi münafıklarla, dinde ihlas sahibi müslümanları, onların  bazı olaylar karşısındaki tavırlarını karşılaştırmaktır. Âyetlerin inişinden önce bir müslüman ile bir münafığın başından geçen iki olay karşısında sergilenen iki zıt tutuma da işaret edilmiş olabilir. Birinin övülmesi, diğerinin ise tenkit edilmesi söz konusudur.

Âyetlerin ifade tarzı mutlaktır. Dolaysıyla her zaman ve her ortamda olabilecek bu iki tip insanla ilgili evrensel bir ölçüyle karşı karşıyayız.  (İ. Derveze, et-Tefsiru’l Hadis Ter. 5/216)  

 

6-Hasımların En Yamanı;

Âyetlerin akışına tekrar bakalım:

“İnsanlardan öylesi vardır ki; dünya hayatına dair sözleri hoşuna gider. Ve kalbinde olana da Allah’ı şahit tutar. Halbuki o hasımların en yamanıdır.”

Burada , insanların özellikleri ve o özelliklerin sonuçları açısından başka bir ayrıma tabi tutulduklarını görüyoruz. “İnsanlardan öyleleri vardır ki; dünya hayatına dair sözleri hoşuna gider...” Kur’an bu taksimi zaman zaman yapar. İnsanlar arasındaki farkı bu ifadelerle ortaya koyar. Onların hepsi bir değildir.  Nitekim bu âyetlerden biraz önce gelen iki âyette müslümanların Allah’tan isteme (dua) noktasında farklı oldukları şu şekilde vurgulanıyor:

“...İnsanlardan bazısı; ‘Rabbimiz, bize dünyada ver’ der. Onun Âhirette bir nasibi yoktur.

Onlardan kimi de; ‘Rabbimiz, bize dünyada hasene (her türlü güzellik ve iyilik) ver, Âhirette de hasene ver. Bizi ateş azabından koru’ der.” (2 Bakara/200-201)

Âyetler insanları, Ahiret veya dünya taleplerine, Ahirette ve dünyadaki beklentilerine göre iki gruba ayırıyor. (M. H. Tabatabâí, el-Mizan 2/97)

Böyleleri aslında İslâm’ın batıl dediği şeylere sevgi duyarlar. Böylesine tatlı konuşmalarla da dünyalık bir lezzet elde etmeyi umarlar, Ahirete ait bir şeyi kasdetmezler. İmanda ihlas sahibi mü’minler, gerçek bir imanla, Peygamber’e bağlılıkla Ahirete ait bir lezzeti, Ahiret nimetlerini arzu ederler.

Halbuki ‘eleddü’l hısam’ olanlar; sırf müslümanları kandırmak için iman iddiasında bulunurlar. Çok güzel, etkileyici konuşurlar. Dünyaya ait kelimeleri, ifadeleri hoşa gidecek kadar tatlıdır. (Zamahşerí, el-Keşşâf 1/248)

Burada konuşan kimse, kendi nefsinde hayırdan, ihlastan, sevgiden, doğruluktan, yücelikten bahsediyor. İçinde dürüst olduğunu, hak tarafını tuttuğunu, insanlığa iyilik etme arzusu taşıdığını iddia etmektedir. Dünya hayatına dair sözleri parlaktır, etkileyicidir. Ballandıra ballandıra konuşmaktadır. Dürüst bir insan görüntüsü vermektedir. Sözleri dinleyenlerin hoşuna gider. İfadelerini beğenirler. Sesinin nağmesi kalplere hoş gelebilir. Hayırdan, ihlastan, iyilikten, ıslahtan bahsetmesi senin hoşuna gider. Üstelik dediklerinde samimi olduğuna dair de yemin eder. “...Allah’ı kalbindekine şahit tutar...”

“...Halbuki o hasımların en yamanıdır.”

İslâma ve müslümanlara  husûmet duymakta, hakla mücadele etmekte, Hakkın gönderdikleriyle çekişmekte çok yamandır, çok şiddetlidir. İçinde sakladığı kin ve husumeti gizlemekte usta bir yalancıdır. İnsanlara farklı bir yüzle davranmayı becerebilmekte, onları kolaylıkla aldatmaktadır. Aslında onun içinde müsamahaya ve ihsana yer yoktur. Onun nefsinde güzellik ve fedakârlıktan eser bulunmaz. (S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an 1/204)  

İçi dışına uymayan işte bu tiplerdir. Adam kandırmada, yalan söylemede, hile yapmakta ustadırlar. Müslümanların arasında iyi insan rolü oynar. Hatta onların hayrını istediğini, yeri gelince de onların iyiliği için çalıştığını iddia eder. Ancak zamanı gelince, kendisi için uygun faaliyet ortamı yakalayınca; içindeki husumeti, amansız düşmanlığı ortaya döker. İçinde sakladığı kin, zulüm, şer ve haset duygularını işletmeye başlar. Nitekim arkadan gelen âyet onların bu faaliyeityle ilgili önemli tesbitlerde bulunuyor.

Onlar, iyi olduklarını iddia etseler de âyet onların yalancı olduklarını, dediklerinde samimi olmadıklarını, kalplerinde küfür ve nifakın yer ettiğini ortaya koyuyor. Onların durumu şu âyet daha açık bir şekilde bildiriyor:

         “Onlar yaptıklarını  insanlardan gizleyebildiler ama Allah’tan gizleyemezler. Çünkü gecenin karanlığında O’nun istemediği düşünce ve inançları ne zaman tasarlasalar, Allah onların yanıbaşındadır. Ve Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle) kuşatır.” (4 Nisa/108)

Taberí’ye göre âyetin şöyle anlaşılması da mümkündür: Böyleleri müslümanların yanına gelerek müslüman olduklarını açıklarlar. Bunun doğru olduğuna dair yemin ederler. Kalplerinde olanın dilleriyle söylediklerine uygun olduğuna Allah’ı  şahit tutarlar. (İbni Kesir, Muh. Tefsir, 1/184)

 

C-Hasımların En Yamanı ve Fesat

1-Fesada Koşanlar:

Âyetleri okumaya devam edelim:

“Ancak o ayrılıp gitti mi (ya da iş başına geldi mi) yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini (ürünü) ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise fesadı sevmez.”

         Âyette geçen ‘tevellâ’; yüz çevirmek, dönüp gitmek, terketmek demektir. (R. Isfehâní, Müfredât s: 838. Heyet, Mu’cemu’l Vasít 2/1057)

Bu kelime aynı zamanda; yardım etme, bir işi yüklenme, birinin veliliğini (velâyeti) üslenme, iş başına gelme, hakimiyeti eline alma anlamlarına da gelmektedir. (Mu’cemu’l Vasít 2/1057)      

Tabatabâí, bunu; velâyeti veya sultayı (hükmetmeyi) eline almak, üslenmek şeklinde açıklıyor. (Tabatabâî, el-Mizan 2/98)  

Muhataplarının beğenisini dünya hayatıyla ilgili tatlı sözlerle kazanan böyle bir kimse,  konuştuğu ortamdan, süslü sözlerle gönüllerini çeldiği muhataplarından ayrılıp gittiktan sonra, ya da iş başına geçince asıl yüzünü gösterir. İçinde sakladığı kin ve husumeti ortaya koyar. Batınında gizlediği fesadı yaymaya başlar. Özellikle içinde yaşadığı müslüman toplumu bozmak, ifsat etmek, huzurunu kaçırmak, fitne çıkarmak için çaba göstermeye başlar. Hayatın kaynağı olan ekinleri (ürünleri) ve nesilleri yok etmeye, dejenere etmeye kalkışır.

İşe başlayınca, şer ve fesat yönü bütün şiddeti ile belirir. Bitki yetiştirmenin, ziraatın ve meyva elde etmenin mekanı olan hars’i (ekini), yaşamanın uzayıp gitmesinin yeri olan nesilleri ifsat etmeye çabalar.

“Âyeti kerime lafzí olarak; “O yeryüzünde fesat yaymak, ürünü ve nesli yok etmek için koşturup durur (yahut çaba gösterir).”

Pek çok tefsirci, bu cümlede bu şekilde tanımlanan kişinin bilinçli bir niyet taşıdığına işaret edildiği görüşündedirler. Ancak, ‘ifsat etme’ sözcüğünün başında kullanılan ‘-lâm’ eki sonuç bildirme eki de olabilir. Buna göre âyetin anlamı; öyleleri biliçli niyet taşıyarak veya taşımaksızın sürekli fesat işleriyle uğraşırlar şeklinde olabilir.

Ayette geçen ‘hars’ ifadesi –ki ürün olarak çevrilmiştir-, bunun asıl anlamı, emek yoluyla sağlanan ‘kazanç veya gelir’dir. 

Çoğunlukla dünyeví malları ve özellikle de toprağın işlenmesiyle elde edilen ürünü, hem de bizzat işlenmiş tarlanın kendisini gösterir. ‘Hars’ bu bağlamda ‘ürün’ olarak anlaşılırsa, bu, mecazi olarak genelde insan davranışlarına ve özelde de toplumsal davranışlara uygulanabilir.

Ancak bazı müfessirler, “Kadınlar sizin tarlanızdır (hars’ınızdır)...”  (2 Bekara/223) âyetine dayandırarak ‘hars’ın burada ‘eşler’i ifade ettiğini söylerler.

Bu durumda ‘ürünün ve neslin yok edilmesi’, aile hayatının sarsınytıya uğraması ile ve sonuçta bir toplumsal yapının çökmesi ile eş anlamlı olur. Bu iki yorumun her ikisine göre de pasaj şu anlama gelmektedir: Yukarıda tanımlanan zihniyet, genel bir kabul görüp sosyal davranışları yönlendirir hale gelir gelmez kaçınılmaz bir şekilde yaygın bir ahlâkí çürüme ve sonuç olarak sosyal bir çözülme ile noktalanır.” (M. Esed, Kur’an Mesajı 1/60)

Âyette sözü edilen ‘hars’; hayatın devamını sağlayan mahsüller, ekinler, meyvalar, ziraat veya eşler şeklinde anlaşıldığına göre, biz bunu daha geniş bir anlamda düşünebiliriz.

İnsanların ve hayvanların geçimini sağlayan her türlü ekonomik faaliyet bu bağlamda değerlendirilebilir. İnsanlardan kimileri, içinde sakladığı husumeti, kişilerin ve toplumların ekenomik hayatlarını altüst etmeye, onların geçim kaynaklarını bozmaya çalışarak ortaya koyar.

Âyetin ifadesine göre böyleleri iş başına geldikleri, yani insanların velayetini eline geçirdikleri zaman,  “Nesilleri helâk etmeye...” de koşar. Bu hem maddi anlamda, hem de manevi, yani ahlâkí anlamda olabilir. Âyet, her ikisine de işaret etmiş olabilir. (Allahü a’lem.)

 

2-Fesat Anlayışı

Nesiller maddi olarak; savaşla, anarşi ile ve fitne ortamında helâk olurlar. Böyleleri toplumların fitneye düşmesine gayret edebilir, savaş kışkırtıcılığı yapabilirler.

Nesilleri kötü ahlâka düşürerek onları mahvederler. Onların bağlandığı değerlerinden koparmaya çalışırlar. Kişiliklerinin zayıf ve dayanaksız olmasını isterler.

Özellikle gençlerin kendi çizgilerinde olması için, onları ellerinden geldiği kadar ahlâksızlığa teşvik ederler. Nefislere hoş gelebilecek günah tuzakları kurarlar. Eğlence türü işlerle onları meşgul edip, ciddi işlerden ve hedeflerden saptırmaya uğraşırlar. Onları içkiye, kumara, tembelliğe, gayri meşru ilişkilere, boş vermişliğe alıştırırlar. Müslüman nesillerin dinden ve dinin öngördüğü hayattan uzaklaştırmak için, el altından İslâmí değerlerle  mücadele ederler. Bu mücadeleyi yapan kişi, kurum ve çabaları desteklerler.

Bilindiği gibi İslâm insan ve tolum hayatında dinin (inancın), aklın, nefsin, malın ve neslin korunmasını öngörür. Gayri meşru ilişkiler, şehveti tahrik edici giyimler, unsurlar, tavırlar ve yayınlar neslin bozulmasına sebep olur. Temiz ve kaliteli bir nesil sağlam bir aile ve iffetli kişler eliyle yetiştirirlir. Zina ve zinaya götürücü yollar, insanlardaki yüce duyguları öldürür, nesileri tahrip eder.

‘Hasımların en yamanı’ olan  kötü niyetliler insan neslini bu anlamda tahrip etmek üzere çaba harcarlar. Özellikle İslâm’ın getirdiği giyim ölçülerine, karı-koca ilişkilerine, ailede geçerli kıldığı kurallara, hatta büyüklerle-küçükler arasındaki ahlâk ilişkilerine ve terbiye kurallarına karşı çıkarlar.

Onlar gayri meşru kazanç yollarını da teşvik ederler. Faizli sistemler, ya da zenginlerin egemen olduğu ekonomik sistemler sürekli fakirlerin ve zayıfların aleyhine işler, sömürüyü doğurur. Sınıflar arasındaki uçurumu derinleştirir, kıskançlığı ve düşmanlığı artırır. Bu da bir manada ekinleri (ürünlerin) yani iktisadi hayatı tahrip etmektir. 

Ancak bütün bu olumsuz faaliyetleri yapan bu gibi kişiler, halkın karşısına çıktıkları zaman iyi insan rolü oynarlar. Toplumun ıslahı için çalıştıklarını iddia ederler. Haktan, hukuktan, inanç özgürlüğünden, eşitlikten, ahlâktan, iyilikten ekonomik faydalardan bahsederler.

Halbuki bunların yeryüzünü ifsat etmekten başka iyi bir faydaları yoktur.

 

3-Allah Müfsitleri Sevmez:

“...Halbuki Allah fesat çıkaran müfsitleri sevmez.”

Evet, ifadeler gayet açık. İnsan ve toplum hayatını ıslahı, düzelmesi ve fıtrata uygun olarak devam etmesi, ancak Rabbimizin koyduğu ölçülere uyulması ile mümkün olabilir. Allah’ın koyduğu ölçülere karşı gelenler, ya da o ölçülere uygun olarak yaşanmasına engel olanlar; yeryüzünü ifsat edenlerdir.

Islaha karşı çıkanlar, fesadın yaygınlaşmasını isteyenlerdir.

Onlar küfrün, şirkin, günahın hakim olmasını arzu ederler. Fertleri, toplumları ve onların sahip olduğu değerleri, huzuru ve barışı bozmaya çalışanlara ‘Kur’an ‘müfsit’ demektedir.

Allah (cc) ise müfsitleri (fesat çıkaranları) asla sevmez.

Buradaki ‘Fesad’ın teşrí (şeriat gönderme) ile ilgili olması da muhtemeldir. Çünkü Allah (cc) din’de insanlar için teşri edeceği şeyleri (din hükümlerini) haber verdi. Kullar dinin bu hükümleriyle amellerini ıslah edebilirler. Ahlâklarını düzeltebilir, kabiliyetlerini işletebilirler. İnsanlık bu hükümlere uyarsa toplumların hali denge üzere olur. Bu hükümlerler dünya hayatı düzene konulur, Âhiret hayatı onlarla kazanılır. (Tabatabâí, el-Mizan 2/98)

Münafık müfsitler, içlerinde taşıdıkları amansız husûmet, gayz ve kin sebebiyle yeryüzünde fesat çıkardıkları zaman, kendilerine bu yaptıklarının yanlış olduğu, yapmamaları gerektiği hatırlatılarak;

“...Allah’tan çekinerek kork (O’na karşı sorumluluk bilinciyle hareket et)...” denilirse rahatsız olurlar. Hatta kızar, köpürür, böyle söyleyenlere karşı, kibirlenerek, büyüklük kompleksine girerek Allah’ın yasaklarını çiğnemeye koşarlar. İzzet-i nefisleri kabarır. Çekinmeden, belki de müslümanlara nisbet olsun diye günak işlemeye başlarlar. Nefisleri bu şekilde davranmayı onlara güzel gösterir.

Allah’tan hakkıyla çekinip kendilerini düzeltecekleri, hatalarını anlayıp vazgeçecekleri yerde; böyle yapmakla izzet kazanacaklarını zannederler. Günahlarıyla, hatalarıyla, müfsitlikleriyle gururlanırlar. Suçlu oluşlarına bakmadan kendilerini bir şey sanmaya başlarlar. Allah’ın huzurunda korkmadan, utanmadan, sonunu düşünmeden isyan ederler.

Günahları onları kuşatmıştır ve Allah’ın yasakları konusunda duyarlılıklarını yitirmişlerdir. ‘Hakka dön’ çağrıları onları rahatsız eder. Cahiliyye hamiyetine (gururuna) girerler ve Haktan ve hakka davet edenlerden yüz çevirirler. Onların hali bir başka âyette anlatılanlara ne kadar da benziyor;

“Kendilerine apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman, hakka karşı inkâra şartlanmış olanların yüzündeki inkârcı tavrı hemen farkedebilirsin. Kendilerine âyetlerimiz okuyanlara neredeyse saldıracak gibidirler.

De ki: ‘Peki size şimdi hissettiklerinizden daha vahim olanı haber vereyim mi? Bu (Ahiret Gününün) ateşidir ki Allah onu inkâra şartlanmış olanlara vaad etmiştir. Varılacak ne kötü bir sondur o!” (22 Hacc/72)

Bu tip insanlar, dıştan hayırlı, iyi, ihlaslı, iyilik sever, fedakâr görünürler. Ama içlerindeki nifakla iş başına geldikleri zaman böylesine zararlı kimselerdir. Bunlar, kalplerinde gizledikleri bu çirkeflere bir de utanmadan Allah’ı tanık getirirler.

İşte bu özellikler Kur’an’ın kesin işaretlerle ortaya koyduğu  münafık insan tipidir. Bu tip hayali bir tip değildir.

 

       4-Günümüzün Müfsitleri

Bunlara her zaman her yerde rastlamak mümkündür.

Çevremize baktığımız zaman bunları canlı tablolar, canlı kişilikler halinde bulabiliriz.

Müslümanların yanında, onlardan olduğuna dair yemin edip, onların hayrına çalışacağına söz verenler...

Süslü ve tatlı sözlerle kitleleri kendine bağlayanlar...

Onların iyiliğini istediklerine yemin eden laf cambazları...

İnsanların yararına iş görecekeleri hususunda tatlı lâflarla akıl almaz vaadlerde bulunanlar...

Ayrılıp gittikten, ya da iş başına gelince, yetkili bir makama çıkınca, emir ve sultayı ele geçirince içlerinde olan husûmeti, kin ve kötü niyeti açığa vururlar. Fesat işlerle uğraşırlar. Fesat işlere destek olurlar. Diğer müfsitlerle işbirliği yaparlar. Başkalarının fesat yapmasına ortak olurlar. İnsanların geçim kaynaklarını (ürünlerini) ve nesillerini her açıdan tahrip etmeye yönelirler.

Bunlar, kurnazca lâf ederler, sözlerini allayıp pullayarak insanları kandırırlar, fakat içleri fesat doludur.

Kimi de vardır ki bir araba dolusu lâf eder, zerre kadar iş başaramaz.

Kimseyi de beğenmez, kendini herkesten dha üstün ve daha akıllı zanneder.

Kendisine yanlış yolda olduğu, Allah’tan korkup kendini düzeltmesi  hatırlatılınca zoruna gider. Böyle sözlere tahammül edemez, kaba sözlerle muhatabanın gönlünü kırar.

İşte İslâm, gerek bu ve gerek benzeri âyet ve hadislerle sözden çok özün önemli olduğunu beyan etmekte, öze uymayan sözün bir değeri olmadığını anlatmaktadır.” (S. Ateş, Y. K. Ç. Tefsiri 1/350)

Burada, özellikle bu münafık insan tipinin ahlâkí yapısı ve karakteristik özelliklerine ilişkin tanımlamalar son derece etkileyicidir.  Bu tür insanlar genellikle zarar verme ve kötülük bakımından çok şiddetli olurlar. Gerek bireysel ve gerekse toplumsal alandaki davranışlarının bozguncu yapısı toplumda derin yaralar açar. (İ. Derveze, Tefsir 5/216)

Yeryüzünü ifsat etmenin, insanlara iktisadí açıdan zarar vermenin, onların nesillerini mahvetmenin, bu da yetmezmiş gibi günah işlemekle izzetlenmenin, büyüklük taslamanın karşılığı olmalıdır.

Kur’an bu haddini bilmeyen kötü tiplere kesin ifadelerle layık oldukları cevabı şöyle veriyor:

“...Böylelerinin payına Cehennem düşecektir. Ne kötü bir yataktır (konaklama yeridir) orası.”   

Evet, böylelerine Cehennem yeterlidir. Yakacağı insan ve taş olan, acısı kalplere dek işleyen, ne ileri, ne de geri bırakmayan, kükreyen Cehennem onlar için çok uygun bir karşılıktır.

Burada Cehennem için ‘yatak’ kelimesini kullanılması ‘eleddü’l Hısam-hasımların en yamanı’ hakkında  korkunç bir alaydır. Bunca kibirlenmeden, bunca hava atmadan, bunca izzetlenmeden sonra yatacağı yer Cehennem olanlara ne kadar yazık!. (S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an 1/205)

Peygamber (sav) de ‘hasımların en yamanı’ hakkında şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz ki Allah’ın insanlardan en çok gazap ettiği (kızdığı) ‘eleddü’l-hısam’dır/hasımların en yamanıdır.” (Buharí, Tefsir-Bakara/37 (4523), Mezalim/15 (2457). Tirmizí, Tefsir/3, (2976). Sünen-ü Kübra, 10/8. Müsned, 6/55. Nak. İbni A’rabí, Ahkâmu’l-Kur’an 1/202)  

 

D-Hasımların En Yamanına Karşılık

1-Nefsini Allah’a Satanlar:

İnsanlardan bir kısmı böyledir. Bu şekilde kötü sıfatlara sahiptirler.

Yaptıkları işler ve seçtikleri kötü yol yüzünden ateşten bir yatağı hak ederler.

Üstelik Allah (cc) onları sevmediğini de açıkça söylemektedir.

İnsanlar içerisinde bir başka topluluk daha vardır ki, onun durumu ‘eleddü’l hısam’ olanların durumunun tam zıddıdır.

Onlar münafıkların taşıdığı karakteri taşımazlar. Dinde iki yüzlü olmadıkları gibi, dinde öylesine ihlas sahidirler ki, canları dahil her şeylerini Allah yolunda verebilir.  

Allah (cc) böylelerinin bu niyetini, çabasını ve amelini asla karşılıksız bırakmayacağını söylüyor.

“Ama insanlar arasında öylesi de vardır ki Allah rızasını kazanmak için kendisini satar (feda eder). Allah ise kullarına karşı daima merhametlidir.” (2 Bekara/207)     

Bu tip, Bekara 204. âyette çizilen profilin tam tersi bir karakterdir.

Bir tarafta günah işlemekle izzet kazanacağını, üstün olacağını zanneden, ama münafıklığı işerisinde saklı bir tip; diğer tarafta Allah’a teslim olup hevasına (aşırı tutkularına) uymayan başka bir tip.

Böyle olan bir kimse bilir ki mülk kendisinin değil, Allah’ındır. İnsan için en üstün amaç da dünyalıklara sahip olmak değil; Allah (cc) rızasıdır. Allah (cc) rızası için nefsini feda edebilen, onu o yüce rıza uğruna satabilen; ebedi olarak acılardan, sıkıntı ve üzüntülerden uzak olur.

Önemli bir ticaret yapmış ve bu ticaretin sonunda da büyük bir kazanç elde etmiş olur.

Bunlar Allah’ın seçkin kullarıdır. Allah uğruna her türlü faaliyeti yaparlar, O’na ibadet konusunda bütün zorluklara göğüs gererler. Allah yolunda gerekirse cihad  ederler. Mallarını ve canlarını bu uğurda feda etmekten çekinmezler. Zorluğa düşeceklerini bilseler bile, Allah için ma’ruf’u (iyiliği) tavsiye etmekten, münker’den (kötülükten) sakındırmaktan usanmazlar.

Bunların bütün amacı, hedefi ve beklentisi sadece Allah rızasıdır. Nefislerini dünyalık bir gaye için değil Allah (cc) rızası için satarlar. Bir şeyi Allah için severler, ya da Allah için terkederler. Nefislerini Allah rızası için satmakla, bir anlamda kendilerini kötülüğü emreden nefsin kötülüklerinden azat ederler, kendilerini ebediyyen satın alırlar. (Elmalılı, Tefsir 2/65)

Bu satış ve teslimiyetin gerisinde Allah’ı sevmekten başka bir amaç yoktur.

Bu satışta kendileri için düşündükleri bir bedel de sözkonusu değildir. Bunun arkasında maddi bir çıkar da beklemezler.

Bu satışta bir tereddüt, bir şüphe, bir pişmanlık yoktur. Bu tam bir satıştır. Allah’tan başkasından bir alacak beklentisi de bulunmamaktadır.

        

a-Bu Âyetin Nüzûl Sebebi:

Yukarıda geçen üç âyet münafıkaların tenkit edilmeye layık tavırlarından örnekler veriyor. Bakara 207. Âyetinde ise mü’minlerin methedilmeye layık ahlâkından bahsediyor.

Bu âyetin nüzûl sebebi ile ilgili üç rivayet bulunmaktadır.

Birincisi:

İbni Abbas’tan gelen bir rivâyete göre bu âyet Süheyb b. Sinan er-Rûmí hakkında nazil olmuştur.

Mekke müşrikleri onu tutmuşlar ve İslâmdan dönmesi için işkence etmişler. Süheyb onlara;

"Ben ihtiyar bir adamım, malım ve servetim de var. Benim sizden veya düşmanlarınızdan olmamım size hiç bir zararı olmaz. Ben bir söz söyledim, ondan caymayı iyi görmem. Malımı ve servetimi size veririm, dinimi sizden satın alırım” demiş. Onlar da buna razı olmuşlar ve onu salıvermişlerdi.

Oradan Medine’ye hicret ederken bu âyet nazil olmuştu. Medine’ye girerken Hz. Ebu Bekr’e rast gelmiş ve ona ‘Alış-verişin kârlı olsun ey Süheyb!’ demiş. O da; ‘Senin alış-verişin de zarar etmesin’ diye karşılık vermiş. Sonra da ‘o kâr nedir?’ diye sorduğun da Hz. Ebu Bekr; ‘Allah Teâla senin hakkında bu âyeti indirdi’ deyip bu âyeti okumuş. (Zamahşerí, el-Keşşâf, 1/249. Elmalılı, Tefsir, 2/65)

         İbni Kesir, “Süheyb Merdine’ye varınca onu Hz. Ömer’in de içinde bulunan bir grup karşılamış ve ‘alış-verişin kârlı olsun’ demişler. O da onlara ‘sizin alış-verişiniz de zarar etmesin. Ama o kâr nedir’ demiş. Onlar da bu âyetin kendisi ile ilgili olarak indiğini haber verdiler” şeklinde naklediyor.  ( İbni Kesir, Muh. Tefsir 1/184)

         Said b. Museyyib , Süheyb b. Sinan’ın şöyle dediğini anlatıyor:

         “Rasûlüllah (sav)ın yanına hicret etmek için yola çıkmıştım. Ancak Kureyşlilerden bir grup yolumu kestiler. Ben de bineğimden indim. Sadağımdaki okları çıkarıp yayına yerleştirdim ve onlara dönerek şöyle dedim:

         -‘Ey Kureyş topluluğu! Biliyorsunuz ki içinizde en iyi ok atanlardan biriyim.  Allah adına yemin ederim ki sadağımdaki bu okların hepsini size atmadıkça ve şu elimdeki kılıcım  yere düşmedikçe bana yanaşamazsınız. Sonra ne isterseniz yapın.’  Kureyşliler:

         -‘Ey Süheyb! Sen aramıza, malsız ve fakir birisi olarak geldin. Ama aramızda zengin oldun. Yemin ederiz ki senin malınla birlikte Mekke’den çıkmana izin veremeyiz. Bize malının yerini söyle’ dediler. Ben;

         -‘Size malımın yerini söylersem bana izin verir misiniz?’ dedim. Onlar;

         -‘Evet’ dediler. Bunun üzerine Mekke’deki malımın yerini onlara söyledim. Böylece beni serbest bıraktılar. Yola koyuldum ve Medine’ye geldim. Durumdan haberdar olan Rasûlüllah (sav);

         -Alış-verişin kârlı olsun ey Ebu Yahya! Buyurdu. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve Peygamber (sav) de onu okudu.” (el-Vahidí, Esbabu’n Nüzûl s: 43. A. El-Kâdí, Esbab-i Nüzûl s: 62. Tabatabâí, el-Mizan 2/101)

         Bir başka rivayet,  Peygamberimizin Süheyb b. Sinan hakkında iki defa; ‘Süheyb kazandı. Süheyb kazandı’ dediği şeklindedir. (Elmalılı, Tefsir 2/66)

         İkincisi:

         Hz. Ömer ve Hz. Ali’den nakledilen bir görüşe göre, bu âyet iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışan müslümanlar hakkında inmiştir. (Elmalılı, Tefsir 2/66) 

         Üçüncüsü:

         Ali b. Hasen’den rivâyet edildiğine göre bu âyet; Hicret gecesinde Peygamberimizin yatağında korkusuzca, canını Allah yoluna koyarak yatan Hz. Ali (ra) hakkından inmiştir. (Tabatabâí, el-Mizan 2/101. Elmalılı, Tefsir 2/66 )

         Başka kanallardan gelen rivâyetlere göre, Süheyb b. Sinan ve Ebu Zer mallarını ve nefislerini Allah için satmışlardır. Âyet onlarla ilgili olarak inzal oldu.

         Hz. Ali’den nakledilen bir mecmuada, ‘İnsanlardan öylesi vardır’ cümlesinde geçen ‘adam’; iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamak üzere çaba harcarken şehit edilen kimsedir, denilmektedir. (Tababatâî, el-Mizan 2/102) 

İbni Kesir, Süheyb b. Sinan’la ilgili rivayeti verdikten sonra şöyle diyor:

“Ancak çoğunluğun görüşüne göre bu âyet Allah yolunda cihad eden bütün mücahitler hakkında nazil olmuştur. Tıpkı şu âyette olduğu gibi:

         “Bilesiniz ki, Allah yolunda savaşan ve öldürülen mü’minlerden Allah, canlarını ve mallarını satın almıştır, hem de karşılığında onlara Cenneti söz vererek. Bu, O’nun, yerine getirilmesini Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da bizzat güvence altına aldığı gerçek bir vaadtir. Kimdir verdiği sözü Allah’tan daha iyi tutan?

         Sevinin öyleyse, O’nunla böyle bir alış-veriş yaptığınız için; çünkü budur en büyük bahtiyarlık.” (9 Tevbe/111)

         Bir savaşta Hişam b. Amir düşman saflarının arasına dalmıştı. Bazıları onu bu hareketinden dolayı kınadılar  (bu yaptığını doğru olmadığını, kendini tehlikeye atmak olduğunu söylediler) Orada bulunan Hz. Ömer, Hz. Ebu Hureyra ve başkaları onların bu tavırlarını reddederek Bekara  Sûresi, 207. âyeti okudular. (İbni Kesir, Muh. Tefsir 1/185)

 

       b-Samimi bir tip

         Âyet ister bu olaylar üzerine inmiş olsun, isterse başka olaylara dayandırılsın; ifade ettiği mana ve kapsadığı hüküm bir olaya veya bir kişiye ait olmaktan uzaktır. Kur’an her zaman olduğu gibi bir insan tipi çiziyor ve onun sıfatlarını ortaya koyuyor.

Bu âyetin ‘eleddü’l hısam-hasımların en yamanı’ tipinden hemen sonra gelmesi de oldukça dikkat çekicidir.

         Burada anlatılan iki tipten birincisi tatlı dilli, güler yüzlü, hoş sohbet ve müslümanlık iddiasında olan biri. Ama onun içi kapkara, tıyneti bozuk, ahlâkı fena, niyeti ise kötü. Husûmetini içinde saklayan riyakâr bir tip. İnsanlara zararı dokunan, nesilleri ve geçim kaynaklarını tahrip etmeye çaba harcayan ve fesat peşinde koşan birisi.

         İkinci tip ise İslâma gönülden inanmış, Rabbine teslim olmuş bir kimse. Dinde gerçekten ihlas sahibidir. Dünyalık şeylere değer vermez. Bütün varlığını, -canı ve nefsi de dahil- hepsini vermeye, kendini Allah yolunda feda etmeye hazır bir tip.

         Birinci tip münafık tipi, ikincisi ise samimi müslüman tipidir. Kur’an, bütün insanları böylece birinci tipten olmaktan sakındırıyor, ikinci tipten olmalarını teşvik ediyor.

         Kur’an her iki tipin özelliklerini verdikten sonra müslümanları Allah’a tam olarak teslim olmaya, ya da ‘silm’e-barışa’ girmeye davet ediyor. Çünkü iki dünyada da kurtuluş ve mutluluk ancak bu teslimiyetle mümkündür.

         “Ey iman edenler! Allah’a kendinizi tam olarak teslim edin ve şeytanın ardından gitmeyin, zira o sizin apaçık düşmanınızdır. Ve eğer Hakikatin bütün delilleri size geldikten sonra tökezlerseniz bilin ki, Allah kudret ve hikmet sahibidir.” (2 Bakara/208-209 

Hüseyin K. Ece

2010

Zaandam