-Zaman

Zaman sözlükte; kısa veya uzun vakit, az ya da çok süren bölünebilir müddet anlamındadır. Bir önceki olaydan bir sonraki olaya giden süre.

Genellikle fasılasız olarak düşünülen sürekli değişim. İçinde olayların gerçekleştiği türdeş ve sınırsız ortamdır. (Bölek, A. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, 4/263) Bunun çoğulu ezmine/ezmândır. Bunun “bir insanın yaşadığı ömür” anlamına geldiği de söylenir. Bazı dil bilginleri göre zaman iki ay ile altı ay arasındaki müddeti kapsar. Bir yılın çeşitli dönemleri ve mevsimleri, belli olaylar için de kullanılır. (Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 44/111)

 

-Kur’an’da zaman

Gerek zaman gerekse kelâm ve felsefede zamanın süresini belirten “müddet”, sürekliliğini ifade eden “devam”, zamanda öncesizliği belirten “ezel” ve “kıdem” gibi felsefî terimler Kur’an’da geçmez. (Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 44/111)

Ama Kur’an’da zamanı ve zamanın bir bölümünü, bir aralığını, sınırlı bir vakti, kısa veya uzun müddeti anlatan pek çok kelime var. Bunlar çoğunlukla bir işin ya da ibadetin vaktini bildirirler. Böylece vakit ile kulluk arasında bir bağlantı kurarlar. Bir kısmı da tarihî , ya da evrendeki bir olaya işaret ederler. Bunlar hem kozmonolojik bilgi verirler, hem ilâhi kudrete, hemde o vaktin önemine dikkat çekerler. (Fecr 89/1. Duhâ 93/1. Asr 103/1 gibi)

“Gün, ay ve yıllar Allah tarafından bir düzene ve hesaba bağlanmış olup (En‘âm 6/96. Rahmân 55/5), gök cisimlerinin hareketinde matematiksel bir sistem bulunduğu yönünde kişiyi teorik bir fikir vermesi yanında insanların zamanla ilgili işlerini düzenlemeleri hususunda sistemin pratik yararına da dikkat çekilmektedir.

Hilâlin ilk doğuşu yeni bir ayın veya yılın başlangıcını göstermekte olup ramazan orucu (Bakara 2/185) ve hac (Bakara 2/189) gibi her yıl tekrarlanan bazı ibadetlerin ve diğer uygulamaların özel zamanlarını tayin bakımından görülmesi önem taşır.”  (Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 44/112)

Buna göre zaman da Allah tarafından bir hikmete binaen yaratılmış, o da yaratılış amacına uygun olaran deveran edip durmaktadır. Varlık alemindeki bütün olaylar bu kesintisiz müddet içerisinde olmaktadır. İnsana da bu zamandan bir pay (bir müddet, ömür, ecel) veriliyor. Kur’an bunun boşu boşuna olmadığını, ömür denilen sürenin de insana belli bir amaç için emaneten verildiğini haber veriyor.

Zamanların hepsi Allah’a aittir ama müslümanlar için bütün zamanların en değerlisi Kur’an’ın indirildiği, bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesidir. (Kadr 97/1-3)

 

-Kur’an’da zamanı anlatan kavramlar

a-Devam eden zamanla ilgili kavramlar

1-Vakit/mîkât

Vakit, "ve-ka-te" fiilinin masdarıdır ve vakit koymak, vakit tayin etmek demektir. Vakit ya da vakt (çoğulu evkât) “zamanın belirli bir parçası” anlamına gelir.

Bir işin yapılması için ayrılmış veya tayin edilmiş zamanın sonu. (el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, s: 162) Bundan dolayı genellikle kayıtlı olarak kullanılır. Mesela Araplar. “şöyle bir işe belirli bir vakit ayırdım” derler.

Bu kelimeden türeyen “mîkāt da (çoğulu mevâkıt)” bir şey için ayrılmış, belirlenmiş zaman veya kendisine bir zaman tayin edilmiş vaat veya mekanı da ifade eder. Mesela hacıların ihram giydikleri mekanların adı da mîkattır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 830. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 15/254)

Kur’an bununla özellike kıyâmet günü gerçekleşecek olan haşr (Hesap vermek üzere toplanma) gününü ve mekanını hatırlatıyor.

“Şüphesiz (hakkı batıldan ayıran) hüküm günü hepsinin bir arada bulunacağı gündür (kıyâmet günü).” (Duhan 44/40. Bir benzeri: Nebe’ 78/17)

“De ki hem öncekiler hem de sonrakiler, Belli bir günün belli vaktinde toplanacaklar.” (Vâkıa 56/50)

Kur’an mîkatı, Allah’ın belirlediği vakit (A’raf 7/142, 143 ve 155), hz. Musa ile yarışmak isteyen sihirbazların belirlediği vakit (Şuarâ 26/38) anlamında kullanıyor. 

“Mikâ”tın çoğulu olan “mevâkıt” Bakara 2/189da, hilâl hakkında, bir de onun insanlar ve hac için belirlenmiş vakitler anlamında geçiyor.

Secde emrine isyanından sonra Allah’tan mühlet isteyen İblis’e; “Sen bilinen vakte kadar sen kendilerine mühlet verilenlerdensin” dedi.” (Hıcr 15/37-38. Sâd 38/80) Bu malum vaktin dünyanın sonu olan es-Saat olduğu açıktır.

Vakit bir âyette Türkçe’de bildiğimiz vakit, zaman, an anlamında geçiyor. (A’raf 7/187) Burada da vaktin kıyâmetle bağlantılı gelmesi dikkat çekmektedir.

Aynı kökten gelen “mevkût” bir âyette geçiyor:

“Namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yan yatarak hep Allah’ı anın. Güvene kavuştunuz mu namazı tam olarak kılın. Çünkü namaz, mü’minlere belirli vakitlere bağlı olarak (mevkûten) farz kılınmıştır.” (Nisâ 4/103)

Zaman gibi bütün vakitler de Allah katında aynıdır ama bazı vakitler değerini onda icra edilen ibadetten alır. Mesela Kur’an seher vakitlerinde istiğfar edenleri (Âl-i İmrân 3/17. Zâriyât 51/18) ve Kur’an okuyanları (Müzzemmil 73/3-4) övüyor.

Bazı ibadetler vakte bağlıdır. O vakit girdiği zaman o ibadetin eda edilmesi gerekir. Mesela, vakit namazın şartlarından sayılmıştır. Zira günde beş defa kendi vaktinde kılınır. (Nisâ 4/103)

Farz orucun vakti Ramazan ayı içerisinde imsak ile iftar arasıdır.

Haccın vakti –diğer şartlar yerine getirildikten sonra- Arefe  günü ve Kurban Bayramının ilk günüdür.

Zekâtın ödeme vakti, zenginliğin üzerinden bir yıl geçtikten sonradır.

 

2-Dehr

“Dehr; sürekli zaman, çok uzun süre (el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, s: 394), çağ, devir demektir ki şiddetli, güç, zor bir vakti de anlatır. Bazılarına göre bu, âlemin başlangıcından sona ereceği ana kadar ki müddettir. (el-İsfahânî, R. el-Müfredât, s: 173. İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, 5/313)

Dehr, az veya çok olsun zaman hakkında kullanılır.  Bazılarına göre dehr bin sene, bazılarına göre yüzbin senedir. Ezherî’ye göre Araplar zaman ve senenin az da olsa bölümlerine dehr derler. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 309)

Bu kelime aslında âlemin yaratılışından son bulacağı ana kadarki zaman aralığının adıdır. Bununla birlikte süresi çok uzun olan müddet (zaman) aralığı da bununla ifade edilir. Bu yönüyle zaman kelimesinden farklıdır.  Çünkü zaman kelimesi süresi az, kısa veya uzun olan müddeti, geçmişi, şimdiyi ve geleceği kapsar. Dehr ise, "kesintisiz devam eden uzun zamana (âlemin ömrüne)" denir. (Tecrid-i Sarîh Terceme ve Şerhi, 11/180)

Kur’an’da iki âyette geçmektedir. Bir âyette Câhiliye devri insanının dünyada hayatını ve ölümü hiç durmadan akıp giden zamanın öğütücü etkisine bağlayıp âhireti inkâr eden tutumu kınanıyor (Câsiye 45/24).

Cahiliyye insanlarının bir kısmı bütün olayları ve musibetleri dehre nisbet ederdi. Bunlar her kötülüğü dehre nisbet ettiklerinden, Dehriyye adını almışlardı.  İslâm dünyasında genel olarak ateist ve materyalist düşünce akımlarını temsil eden dehriyye, belirgin şahsiyetlerin oluşturduğu bir felsefî akımı ifade etmesi yanında çeşitli felsefe akımlarındaki inkârcı tezlerin de ortak adıdır. (Altıntaş, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 9/107)

Bir âyette de insanın yeryüzünde henüz görünmeden önce “çok uzun bir dönem”in (hînun mine’d-dehr) geçtiğini vurgulamak üzere kullanılmıştır. (İnsân 76/1)

Peygamber (sav) Allah’a nisbet ederek şöyle buyurdu: “Âdemoğlu dehre söverek bena eziyet eder. Halbuki ben dehr(in yaradanıy)ım. Her emir benim elimdedir. Geceyi gündüzü ben idare ederim.” (Buhârî, Tefsir 45/1 no: 4826, Tevhid/35 no: 7491, Edeb/101 no: 6181. Müslim, Elfâz/40 (1-6) no: 5862-5866. Ebû Dâvûd, Edeb/169 no: 5274).

Bir başka sözünde ise; “Sakın sizden biriniz: Vay dehrin musibetine, demesin (böyle sövmesin). Çünkü dehr(in yaradanı) ancak Allah'tır” ve “Dehre sövmeyin. Çünkü dehr ancak Allah'tır" diyor. (Buhârî, Edeb/101 no: 6172. Müslim, Elfâz/4 no: 5864. Muvatta, Kelâm/3)

 

3-Ân

Birbirini takip eden süreler arasında varlığı farzedilen zaman sınırı; ardarda gelmesiyle zamanı oluşturan ve bölünmeyen zaman parçası gibi anlamlarda kullanılan bir kelime.

Aslı ‘eyn veya evân’ olan ‘ân’ zaman dilimi, “kısa zaman” ve “şimdi” mânalarına gelir.

el-Ân Kur’an’da ve hadislerde “zamanın yaklaşması” ve “şimdi” anlamlarında kullanılmıştır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 40. İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, 1/213)

Kelâmcılara göre ân; ardarda gelen ve bölünemeyen zaman parçasıdır. Zamanın bütünü ân’lardan oluşur. (Yavuz, Y. Ş. TDV İslâm Ansiklopedisi, 3/100)

Münâvî’ye göre an, iki zamanın yani geçmiş ile gelecek arasındaki fasıladır, aralıktır ve hazır olanı işaret eder. el-Ân, şu anda içinde bulunduğumuz vakittir.  Hikmet ehli kişiler el-ân; “mazinin sonu hâzırın başlangıcıdır derler. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 18)

el-Ân Kur’an’da sekiz defa geçiyor. Allah (cc) ölüm anında yapılacak tevbeyi makbul saymıyor. Firavunun boğulmak üzere iken yaptığı tevbeyi kabul etmediği gibi. (Yûnus 10/91)

“Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca «Ben şimdi tevbe ettim» diyenler ile kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisâ 4/18. Ayrıca bkz: Bakara 2/71, 187. Enfâl 8/66. Yûnus 10/91. Yûsuf 12/51. Cinn 72/9)

Bu âyetlerin bağlamına bakacak olursak burada el-ân’ın şu an, şimdi anlamına geldiği anlaşılır.

Aynı kökten gelen ve yüksek hararet anlamında “ân ve âniye” iki âyette yer alıyor ve cehennemliklerin durumunu niteliyor. (Rahman 55/43-44. Ğaşiye 4-5)

 

4-Asr

Bunun aslı “a-sa-ra” fiilidir. Bu da hapsetmek, menetmek, vergi vermek, bir şeyi sıkıp suyunu çıkarmak demektir. “Rutubeti çıksın diye bir şeyi sıktım” şeklinde kullanılır. Kur’an’da bir âyette geçmektedir. (Yûsuf 12/36, 49)

Aynı kökten gelen “asîr”; sıkılan şey, meyve suyu, meyve özü,

“mu’sırat”; yağmur yüklü (sıkıştırılmış) bulutlar ki adeta suya boğulmuş gibidirler (Nebe’ 78/14),

“i’sar” yakıcı kasırga anlamındadır. (Bakara 2/266) (el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, s: 441)

Asr (çoğulu: usûr, a’sâr); dehr, mutlak zaman, karn yani 80 veya 100 senelik zaman dilimi, çağ, gündüz ve gece, kabile ve aşiret, yağmur, öğleden sonra, akşam, ya da günün son bölümü, ya da gündüzün zevâlden önce ve sonra iki tarafı (ğudüvv ve aşiyy) demektir.

‘Salatu’l-asr-ikindi namazı’ kullanımı buradan gelir.

el-Asrân; iki asır; sabah Güneşin doğuş öncesi/sonrası ve öğleden sonra, günün son bölümü kasdedilir. Bir gürüşe göre ise bu gece ile gündüz demektir.  (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 503. İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, 10/169)

Sabah namazı ile ikindi namazı da bir hadiste bu kelime ile ifade edilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât/9 no: 428)

Asr kelimesi 103. sûrenin adıdır. Burada Allah (cc) asr’a (zamana veya dehre), kudretinin yüceliğine dikkat çekmek üzere yemin ediyor.

Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr 103/1-3)

Buradaki asrın manası hakkında belli başlı dört görüş vardır: Birincisi; İbni Abbas, Ferrâ ve İbni Kuteybe’ye göre Allah dehre yemin ediyor. Zira gece ve gündüzün devam edip gitmesinde ibret gözüyle bakanlar için dersler vardır. 

İkincisi; Hasen ve Katâde’ye göre yatsı vaktidir ki o Güneşin batışı ile doğuşu arasındadır.

Üçüncüsü; Mukâtil’e göre asr’dan maksat ikindi namazıdır. Allah (cc) faziletli oluşundan dolayı ona yemin ediyor. Bakara 238de geçen “salâtu’l-vustâ (orta namazı)” da ikindi namazı gibi. en-Ne’al Fevzî’ye göre “salâtu’l-vustâ” Cuma namazıdır. Buna ikindi namazı diyenler, bu namazın sabah-öğle ile akşam-yatsı ortasında olmasını kıyas ediyorlar. Halbuki vustâ kelimesi Kur’an’da emsâl, efdâl ve ahsen manalarında da kullanılıyor. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 530)

Buna göre Cuma namazı en faziletli, en güzel anlamıyla orta namazıdır.

Dördüncüsü; Hz. Muhammed’in zamanı. Ondan önce dünyayı cehâlet, küfür, şirk ve zulüm karanlıkları bürümüştü. Onun peygamber olarak gönderilmesiyle insanlık adalet, fazilet ve ahlâkî düsturlara kavuşmuştur. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur'an Dili (sad.), 9/422)

 

5-Ebed,

Sözlükte dehr ile yakın anlamlı olarak “mutlak zaman” demektir. (İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 1/32) Zaman gibi parçalanmayan, uzayıp giden, devam eden bir zaman sürecini ifade eder.  “Zemânün kezâ-şöyle bir şeyin zamanı” denir ama “ebedün kezâ-şöyle bir şeyin ebedi” denmez.

Fiil olarak “teebbede” uzun süre baki kalan şeyler hakkında kullanılır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 6)

Ebed zamanın sürekliliğini ifade eder. Sonsuz zaman, zihnen son bulması düşünülemeyen süre. İlâhiyatta ebed; bir şeyin gelecekte sonsuz olan mukadder zamanlar içinde varlığını devam ettirmesidir. (el-Cürcânî, M. b Ali. et-Ta’rifât, s: 11)

Sonu olmamak, daima var olmak. Ki bu sıfat Allah hakkında kullanılır. (Nisâ 4/57)

Dil âlimlerine göre ebed ile dehr ve zaman arasındaki fark vardır. Dehr Kur’an’da bilinen ve kesintiye uğrayan zaman, ebed ise kesintisiz devam eden zamandır. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s:22)

“Zamanın parçalanabilir olmasına karşılık ebed bölünemez bir süreklilik anlamı taşır. Ebed bölünemez olduğuna göre sona ermeyecektir. Bundan dolayı varlığı zorunlu (vâcibü’l-vücûd) olan Allah’ın varlığının sürekliliği ebed terimleriyle ifade edilmiştir. Kur’an’ın her şeyin fâni ama Allah’ın varlığının devam edeceğini söylüyor. (Rahman 55/26-27)

Kur’an’da biri hariç (Kehf 18/3) diğerlerinde hâlidîn (devamlı) kelimesiyle birlikte gelecek zamanı tekid için gelir. “Halidîne ebeda-Sonsuza kadar” gibi.

11 âyette olumsuzluk ifade eden cümleler içinde “asla, hiçbir zaman” anlamında 15 âyette (bkz: Tevbe 9/83, 84, 108. Mâide 5/24. Kehf 18/20, 57. Nûr 24/4, 17, 21. Fetih 48/12. Haşr 59/11. Cumua 62/7),

bir şarta bağlı olarak “sürekli” anlamında bir âyette (Mümtehine 60/4) geçmektedir.

“Hadislerde bu anlamları yanında, Allah’ın doksan dokuz isminin sıralandığı bir hadiste bu isimlerden biri olarak zikredilmiş (İbn Mâce, Dua/10 no: 3861), başka bir hadiste de cennet ehlinin buradaki hayatlarıyla sağlıklarının, gençliklerinin ve faydalandıkları nimetlerin sürekliliği bu kelime ile ifade edilmiştir.” (Ahmed b. Hanbel, 3/38) (Kılavuz, A. S. TDV İslâm Ansiklopedisi, 10/72)

Ebed kelimesi Allah’ın varlığının devamlı ve sonsuz olduğunu anlattığı gibi, iman edip sâlih amel işleyenlerin kavuşacakların nimetlerin sürekliliğini ve Cennetin ebedi olduğunu da ifade eder.

Mü’minler için ebedi hayat Cennettedir: “...onlar orada ebedî kalacaklardır”. (Bakara, 2/25. Bir benzeri: Nisâ 4/57, 122. Mâide 5/119. Teğâbun 64/9. Talak 65/11. Beyyine 98/8)

İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda yoğun çaba göstrenler (cihad edenler) kurtuluşa ererler.

“Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve razılık ile, kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan Cennetler müjdeler. Onlar orada ebedi kalacaklar…” (Tevbe 9/20-22)

İslâmı kabul etmede ve onun uğruna çalışmada öncü olan Ensâr ve Muhâcirlerden Allah razı olmuştur ve onlara içlerinde ebedi kalacakları cenneti hazırlamıştır. (Tevbe 9/100)

Kur’an cehennemin ve inkârcıların azabının da sonsuza kadar süreceğini ebed kelimesi ile anlatıyor. (Nisâ 4/169. Ahzâb 33/65. Cinn 72/23) Kur’an’ın indiriliş amacı insanları cehennem azabından sakındırmak, sâlih amel işleyenlere içinde ebedi kalacakları Cenneti müjdelemektir. (Kehf 18/1-3)

Kur’an insanın elinde olan mülkün, saltanatın, dünyalıkların ebedi olmadığını hatırlatıyor. (Kehf 18/35) Peygamber eşlerinin müslümanlara ebediyyen haram oluşu da bu kelime ile ifade ediliyor. (Ahzâb 33/53)

Ezel ve ebed kelimeleri Allah hakkında kullanıldığında aynı mânayı ifade eder; zira her ikisi de esas itibariyle varlığın zaman üstü oluşunu, sonsuzluk ve devamlılığını gösterir. Ancak zihnen bunu kavramak güç olduğundan şimdiki zaman ayırt edici bir nokta farzedilerek geçmiş ve gelecek denilen iki itibarî boyut düşünülmüş, bunlardan geçmişe ait olan sonsuzluğa ezel, geleceğe ait olana da ebed denilmiştir. (Kılavuz, A. S. TDV İslâm Ansiklopedisi, 10/72)

 

6-Emed

Emed sözlükte; gaye ve sınır, mesafe demektir. Bir kimsenin yaratılışı ve ecelinin sona erişidir. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 100)

Emed ile ebedin manaları birbirine yakındır. Bir sınırı bulunmayan, kayıtlandırılmayan bir zaman süresini ifade eden “ebed”e karşın “emed”; mutlak anlamda kullanıldığı zaman bilinmeyen bir sınırı olan süre hakkında kullanılır.  “emeden kezâ-şunun emedi” gibi. Bazen de sınırlandırılarak kullanılır.

Emed, gaye ve son gözününe alınarak; zaman ise hem başlangıcı, hem de gayeyi, hem de sonu kapsayacak şekilde kullanılır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 29. İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 1/149)

Ebedin sonu bilinmez.  Emed ise bir müddete bağlı olarak kullanılır. “emedün kezâ, zemanun kezâ” denildiği gibi.

Zaman ile emed arasındaki fark: Emed daha çok gaye açısından göz önüne alınır, zaman ise hem başlangıcı hem de ğayeyi kapsar.  Halebî der ki: Ebed ve emed kardeşitr. Aralarında ufak bir farklılık vardır. Ebed, zamandan sınırı olmayan bir müddet, emed ise sınırı bizce bilinmeyen bir müddettir. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 100)

Kur’an’da dört defa yer alıyor. Kur’an iman edenleri, kendilerine kitap verilenler gibi olmamaları konusunda uyarıyor. Zira “onların üzerinden uzun bir müddet (emed) geçti de kalpleri vahye karşı katılaştı, duyarsız oldu” (Hadid 57/16) deniyor.

Ashab-ı Kehf’in mağarada uzun müddet uyutulması da emed kelimesi ile anlatılıyor. (Kehf 18/12)

Peygamber de dahil hiç kimse zalim inkârcılara vadedilen azabın vaktini, Allah’ın onu bir müddet (emed) daha erteleyip ertelemediğini bilemez. (Cinn 72/25)

Emed, Âli İmran 3/30da ise mesafe anlamında kullanılıyor. 

 

7-Sermed

Daimî olan, sürekli veya ebedî bir şekilde devam eden demektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 338. İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 7/176. el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, s: 288)

O gece-gündüz devam eden, birbirini takip eden zamanın diğer adıdır.

Bunun da aslı ‘serd’ kelimesidir ki bu da peşe gelmeyi, takip etmeyi, devamlılığı anlatır. Bazıları bunu, başlangıcı olmaması, sonu olmaması açısından Allah’ın bir sıfatı olarak anlarlar. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 390)

“Gece ve gündüzden birinin ya da diğerinin kıyâmete kadar devamlı kılınması mümkün iken Allah’ın bunları peş peşe getirmesini O’nun eşsiz kudretine delil olarak gösteren âyetlerde “süreklilik” anlamında kullanılır.” (Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 44/111)

Kur’an’da birbirini takip eden iki âyette yer alıyor.

“De ki: “Ne dersiniz? Allah, üzerinize geceyi kıyâmete kadar sürekli (sermeden) kılsaydı, Allah’tan başka hangi ilâh size bir aydınlık getirir? Hâlâ duymayacak mısınız?”

De ki: Söyleyin bakalım, eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse (sermeden), Allah'tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek tanrı kimdir? Hâla görmeyecek misiniz?” (Kasas 28/71-72)

“İslâmî literatürde sonsuz zaman anlamında sermed kelimesiyle birlikte “ebedü’l-âbâd, ebedü’l-âbidîn, ebedü’l-ebed, ebedü’l-ebîd” gibi sonsuzluğu pekiştirici terkipler, “ebedî ve bâkî” yerine “lâ yezâl” tabirleri kullanıldığı görülmüştür.” (Kılavuz, A. S. TDV İslâm Ansiklopedisi, 10/72)

8-Hıkbe/ahkâb

Hıkbe (çoğulu: hıkeb veya hukûb); sene, uzun zaman.

Aynı kökten gelen “hukbu veya hukub (çoğulu: hıkab veya ahkâb); dehr, uzun zaman, bir seneden fazla süre. Bunun 80 yıl anlamına geldiği de söylenmiştir.

Hıkbe aslında belirsiz bir zaman süresini ifade eder. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 180. İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 4/173. Cevherî, es-Sıhâh, 1/174) Bir başka deyişle “ahkâb” günlerin, ayların, senelerin içerisinde toplandığı zaman anlamına gelir. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 257)

Kur’an’da “hukuben” ve “ahkâb” birer âyette yer alıyor.

“Hani Mûsâ, beraberindeki gence şöyle demişti: “İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, ya da uzun zaman (hukuben) gideceğim.” (Kehf 18/60)

Bir âyette de zamanlar boyu, uzun bir zaman anlamında geçiyor.

“Şüphesiz cehennem, bir gözetleme yeridir; azgınlar için, içinde uzun zamanlar boyu (ahkâben) kalacakları bir dönüş yeridir.” (Nebe’ 78/21-23)

Burada da zaman ile inatçı kâfirlerin alacakları karşılık arasında bir ilişki kurulmuş. Şüphesiz ki bu da onlar için bir uyarıdır.

 

8-Hîn

Hîn (çoğulu ahyan veya ehânin); vakit, müddet. Az olsun çok olsun bir müddetin tahdid edilmeksizin devam etmesi demektir. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 270)

Bir şeyin erişme, varma, ulaşma veya meydana gelme zamanını ifade eder. (Mesela; “Hâne hîne kezâ-Şunun zamanı yaklaştı” denir.) Belirsiz olmakla beraber kendisine izafe edilen bir şey olursa özel veya belirli bir süreyi anlatır. (Sâd 38/3, 88)  

Hîn; örfde zamandan bilinmeyen bir miktar hakkında kullanılan zaman zarfıdır. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 270)

Bununla birlikte hîn’in şu anlamlara geldiği de söylenmiştir.: 1-Ecel, yani tayin edilmiş, belirlenmiş süre, an, müddet. (Saffât 37/148. Bakara 2/36)

2-Saat. (Rûm 30/17)

3-Mutlak veya uzun zaman. (İnsan 76/1. Sâd 38/88)

4-Ölüm vakti, mihnet, helâk. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 197. İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 4/291)

5-Sene, ürün dönemi manasındadır. (İbrahim 14/25)

Bu kelime “’âm ve seneh” kelimelerinden farklı olarak ürünlerin yetişme dönemlerini ifade etmekte, bunun mutlak anlamda 365 gün olması gibi kesin bir zaman dilimini içermesi gerekmez. Zira bazı ekin ve meyveler yılda bir kaç defa ürün verebilirler. (Okuyan, M. Kur’an Sözlüğü, s: 274)

Hîn kavramı Kur’an’da 34 defa yer almaktadır. Mesela; kavmi hz. Nuh hakkında şöyle dedi: “Bu yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise bir süreye (hîn) kadar ona katlanıp bekleyin bakalım.” (Mü’minûn 23/25)

 

b-Zamanın bir bölümünü ifade eden kavramlar

1-Ömür

Ömrün aslı “a-me-ra” fiilidir. Bu da; arazisini insan veya hayvanlarla doldurmak, sürüp işlemek, geliştirmek, arazideki perişanlığı, haraplığı gidermek, imar etmek, bayındır hâle getirmek anlamına gelir. Bunun masdarı ömr, imâret ver umrandır.

Ömr: Bedenin hayat aracılığı ile mamur olma sürecidir. “Tâle ömruhu-ömrü uzadı” denirse; bununla, o kimsenin bedeninin ruhu sayesinde mamur oluşunun uzadığı anlatılmış olur.

Ta’mir; fiil olarak ya da yoluyla sözlük olarak ömür verme (Fatır 35/11), “bir canlıya ömür verilmesi...”  (Bakara 2/96) aynı anlamdadır.

“Le-umruke-Ömrüne yemin olsun ki...” (Hıcr 15/72) Buradaki ifade “Allah’tan ömrünün uzun olmasını diledim” anlamına gelir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 518. Cevherî, es-Sıhâh, 2/465)

Bu kökten gelen kelimeler bir kısmı fiil halinde olmak üzere Kur’an’da 27 yerde geçmektedir. Pek çok âyette insana ömür verilmesi Allah’a nisbet ediliyor. Bu demektir ki ömür denilen şey, uzun veya kısa geçici süre Allah tarafında insan için takdir edilir.

Bu ilâhi gerçek Kur’an’da daha çok ömr’ün fiil (ömür verme) hâli ile anlatılıyor.

“Kime uzun ömür verirsek (nu’ammirhu), onu yaratılış itibariyle tersine çeviririz (gücünü azaltırız). Hâlâ düşünmeyecekler mi? (Yâsîn 36/68)

“Onlar cehennemde, “Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, salih ameller işleyelim” diye bağrışırlar. (Onlara şöyle denilir:)

“Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi (nu’ammirkum)? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azabı. Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (Fâtır 35/37)

Bir canlıya ömür verilmesi, uzun ömürlü olması da, kısa ömürlü olması da Allah’a aittir. Ve bir kitapta yazılıdır. (Fâtır 35/11. Bir benzeri: Hûd 11/61)

Kur’an, Musa’dan sonra nesillerin üzerinden nice zamanın gelip geçtiğini (Kasas 28/45),

Musa’nın nice yıllar Firavun’un sarayında kalmasını (Şuarâ 26/18),

kendilerine verilen hayat fırsatının hiç bitmeyeceğini sananların durumunu (Enbiyâ 21/44),

insanın en verimsiz, zayıf çağını (Hacc 22/5. Nehl 16/70), Hz.

Muhammed’in kavmi arasında senelerce ömür sürdüğünü (Yûnus 10/16) bu kelime ile anlatıyor.  

İnsanlardan bazıları yaşamaya karşı çok düşkün olurlar. Onlar kendilerine bin sene ömür verilmesini isterler. Halbuki uzun yaşamak hak edenin azabını azaltmaz. (Bakara 2/96)

 

2-Saat

Sözlükte saat; kısa zaman, an; gece ile gündüzün oluşturduğu yirmi dört zaman diliminden her biri mânalarına gelir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/302. Topaloğlu, B. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/322) 

Kur’an’da zamanla ilgili bir başka kavram olan “sâat” çoğunlukla kâinatın son bulacağı zamanı ifade etmekte, bazı âyetlerde de insanların ecellerinin değişmezliği bağlamında geçmektedir. (Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 44/112)

Kıyâmet ve âhirete dair âyetlerde “kıyâmet günü, son gün, hesap günü, ayırım günü, din günü” gibi ifadeler çok sık geçer.

Saat kelimesi Kur’an’da 48 defa geçiyor. Bunların 40 tanesi es-Saat (belirlilik takısıyla); bu kâinat sisteminin yıkılış, dünya hayatının sona eriş zamanı, dünya hayatının sonu, kıyâmet günü, yeniden diriliş günü, mahşer günü anlamında.

“Özellikle Mekkî sûrelerde insanın dünyadaki her davranışından sorumlu olacağı kıyâmet gününe bu kelime ile vurgu yapılıyor. Bunun yanında içinde bulunduğu zamanı aşamayan ve geleceğin hesabını yapamayan inkârcıların, “Kıyamet ne zaman kopacak?” şeklindeki sorularına karşılık bunun Allah’tan başka kimse tarafından bilinemeyeceği belirtilir; ancak kıyâmetin yakın olduğu ve ansızın vuku bulacağı bildirilir.” (Topaloğlu, B. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/322)   

7 defa da zamandan küçük bir parça, kısa bir müddet, bir an, bir lahza manasında geçiyor. (Bkz: A’raf 7/34. Yûnus 10/45, 49. Nahl 16/61. Ahkaf 46/ Rûm 30/55) 

Bir âyette de vakit veya hîn (müddet, süre) anlamında geçiyor. (Tevbe 9/117) (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 374)

 

3-Ecel,

Ecel (çoğulu: âcâl); bir nesne için ayrılmış veya tayin edilmiş süredir.

Belirlenmiş zaman, muayyen bir müddetin sonu, vakit ve son. Mesela; “borcunun eceli (süresi), vadesi bellidir” denilmesi gibi. “Darabtu lehu ecelen-yani onun zamanın haddini koydum” şeklinde söylenir. 

Ecel; “bu temel anlamdan hareketle iddet süresi ve borcun vadesi için de kullanılır.  

Bazı âyetlerde ay, Güneş ve diğer gezegenlerin düzenli hareketlerinin süresinin belirlenmiş olduğu ifade edilirken (Ra‘d 13/2. Rûm 30/8. Lokmân 31/29), bazılarında göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin tâbi olduğu kozmik düzenin bozulacağı bir vaktin bulunduğu anlatılır. (bkz: En‘âm 6/2, 128. İbrâhim 14/10. Ankebût 29/5, 53) (Tunç, C. TDV İslâm Ansiklopedisi, 10/381)

İnsan hayatı için ayrılmış, ya da tayin edilmiş süreye de ecel denir. Allah’ın takdir ettiği hayata itlak olunur. Bunun için “ecelim yaklaştı” demek “ölümüm yaklaştı” demektir.  Bu da hayat süresinin tamamlanmasını ifade eder. (En’am 6/128) 

En’am 62deki birinci ecel ile dünyada kalış, ikinci ecel ölümden kıyâmete kadar süre veya âhirette kalış kasdedilmiştir. Bir başka görüşe göre buradaki birinci ecel uykuya, ikinci ecel ise ölüme işaret eder. Zümer 39/42de işaret edildiği gibi. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 11. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 1/60)

Ecel terimi, gerek kâinatın gerekse fert ve toplumların ömürlerinin Allah tarafından belirlendiğine dair âyetlerde tayin edilen sürenin sonunu bildirir. (Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 44/111)

Allah indinde her canlı, özellikle insan için tâyin edilmiş bir ecel vardır. Eceli geldiğinde onun dünya hayatı son bulur. (bkz: En’am 6/60. Yûnus 10/49. Nahl 16/61. Mü’minûn 23/43. Lukman 31/29, Fâtır 35/13. Zümer 39/5. Nuh 71/40)

Ecel Kur’an’da toplam 56 yerde ve şu manalarda geçmektedir.

1.Fiil olarak; belirlemek, süre tayin etmek, masdar olarak; belirlenmiş süre, müddet, vade, ölüm vakti. (bkz: En’am 6/2, 60, 128. A’raf 7/34. Âli İmran 3/145)

2-Ertelemek (üccilet) (Murselât 77/12) te’cil etmek, ertelemek demektir.

3.Vakit, süre (Kasas 28/28)

  1. Ecel (bkz: Münafikun 63/11) Buradaki ecel süre anlamındadır ancak konu doğrudan ölümle ilişkilendirildiği için âyette ecel, Türkçedeki ecel anlamındadır. (Okuyan, M. Kur’an Sözlüğü, s: 61)

5.Boşanmış kadınların iddet süresi. (Bekara 2/232)

Kur’an’da vahye uygun yaşayanların tayin edilmiş ölüm vaktine (ecele) kadar güzel bir şekilde yaşatılacakları müjdeleniyor. (Hûd 11/3) Zalimlerin de ecelleri gelinceye kadar cezalandırılmayacağı, ancak zamanı gelince bir anlık öne alış veya erteleme yapılmayacağı belirtiliyor. (Nahl 16/61. Ankebût 29/53)

Bazı insanların hayatlarının ihtiyarlamadan önce sona erdirildiği, bazı kişilerin ise kendileri için belirlenen süreye kadar yaşatıldığı söyleniyor. (Mü’min 40/67)

Bunun yanında fertler gibi toplumların da ecelleri bulunduğu ve yıkılış zamanı gelince bunun bir anlık bir süre için öne alınmayacağı gibi geriye bırakılmayacağı da haber veriliyor (A‘râf 7/34. Yûnus 10/49. Hicr 15/5) (Tunç, C. TDV İslâm Ansiklopedisi, 10/381)

Kur’an, özellikle fert ve toplumla ilgili muayyen zamanı, zalimlere ceza verilme vaktini, dünya hayatının sona erme zamanını Allah’a nisbet ediyor.

İnsana bir ecelinin olduğunun hatırlatılması, onun ölümü hazırlanması için bir uyarıdır.

 

4-Yevm

Güneşin doğuşundan batışına kadar olan zaman.  Bazen de hangisi olursa olsun, zamandan bir müddeti ifade için kullanılır. Yevm (gün), şehr (ay) ve sene (yıl) gibi sınırlı zaman belirten kelimeler içinde en sık kullanılanı yevmdir.

Kur’an’da ‘yevm’ kelimesi yirmi dört saatlik tam gün anlamının yanı sıra süre kaydı olmaksızın zaman dilimi anlamında da kullanılır. (Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 44/111)

Yevm tekil veya çoğul olarak Kur’an’da 486 yerde şu manalarda geçiyor:

1-Kıyâmet/Âhiret günü. Pek çok âyette geçen Yevm veya el-Yevm kıyâmet günü demektir. (bkz: Yâsîn 36/54-55. Bakara 2/254) Ayrıca çeşitli âyetlerde geçen “yevmeizin” kelimeleri de o gün, yani kıyâmet manasındadır. (bkz: Nahl 16/87. Müdessir 74/9) Yevm, bir çok âyette isim tamlaması şeklinde yine Âhiret hayatını ifade eder.

2-Bir günlük zaman dilimi. Pek çok âyette geçiyor. (bkz: Meryem 18/15. Bakara 2/249, 259. Âli İmran 3/155, 166. Mâide 5/3, 5. En’am 6/73, 141. vd.

3.Evre, dönem, belli bir zaman aralığı. (A’raf 7/54. Fussilet 41/9) (Okuyan, M. Kur’an Sözlüğü, s: 901)

Kur’an’da bir tam günü -namaz vakitleriyle de ilişkilendirilerek- sabah (Nûr 24/58), öğle (Rûm 30/18), gün ortası (Bakara 2/238), ikindi (Asr 103/1), akşam (Rûm 30/17), yatsı (Nûr 24/58), sabah ve akşam (İnsân 76/25) gibi zaman dilimlerine ayrılır.

“Eyyamullah-Allah’ın günleri” demektir ve bir âyette geçmektedir. (İbrahim 14/5) Bütün zamanlar ve günler Allah’a it olduğu halde bazı günlerin Allah’a nisbet edilmesi, o günlerin nimet günü olması, dolaysıyla şeref kazanmaları sebebiyledir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 850. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 15/329) Ya da bazı azgın kavimlere verilen cezaları hatırlatması yüzündendir.

Göklerin ve yerin yaratılışıyla ilgili âyetlerdeki “yevm” kelimesinden çok uzun süreli kozmolojik evrelerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Secde 32/4-5. âyetinde kozmik yaratılıştan bahseden açıklamanın ardından gelen “sizin saydıklarınıza göre bin yıl tutan bir gün” sözü de bunu göstermektedir.

Başka bir âyette de meleklerin Allah’a yükselişinin “miktarı elli bin yıl” tutan bir günü aldığı bildirilir. (Hac 22/47. ayrıca bkz: Meâric 70/1-4) (Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 44/111)

 

5-Ems

Ems sözlükte; bugün içinde olunan günün ve gecenin bir öncesi, dün demektir. Bu geçmiş zaman hakkında kullanılır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 1/153)

Lakin mutlak olarak dün anlamında değildir. Yûnus 24de geçtiği gibi dün ve dünden önceki zamanları da ifade eder.

Ems Kur’an’da 4 defa belirlilik takısıyla gelir. Çünkü o belli, bilinen bir zamanı ifade eder.

“(Musa) şehirde korku içinde, (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryat ederek yine ondan imdat istiyor…”  (Kasas 28/18, 19) (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 102)

Allah (cc) Kârûn’u ve sarayını azgınlaştığı için yerin dibine geçirdi. Ancak daha dün onun yerinde olmak isteyenler bunu görünce ona imrenmeden vazgeçtiler. (Kasas 28/82)

İnsan yaşlanınca geçen günleri, Âhiretten dünya hayatını belki de dün (ems) gibi görür.

 

6-Nehâr

Nehâr, leyl’in-gecenin zıddıdır ve ışığın yayıldığı zamandır. (Cevherî, es-Sıhah, 2/579) Güneşin doğuşundan batışına kadar olan vakit.

Şer’î ıstılahta nehâr; fecrin ağarmasından güneşin batışına kadarki zaman aralığı. (bkz: Furkan 25/62) (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 773)

Bazılarına göre yevm ile nehâr arasında fark yoktur. Zira ikisi de günü ifade ederler. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 450)

Nehâr Kur’an’da 53 yerde belirlilik takısıyla, 3 âyette ise nehâr olarak yer alıyor. Bütün bunlarda Allah’ın yüce kudretine işaret edildiği gibi (En’am 6/13, 60. A’raf 7/45. Ra’d 13/3, 10. Enbiyâ 21/33, 42),

gece ve gündüzün nimet olduğu, insanın emrine verildiği (İbrahim 14/33. Nahl 16/12. Neml 27/86. Kasas 28/72),

gündüzün amel işlemek ve geçinmek için var edildiği (Yûnus 10/67. Furkan 25/47. Rûm 30/23. Mü’min 40/61. Nebe’ 78/11) vurgulanıyor.

Gece ile gündüzün peşpeşe gelmesi Allah’ın âyetlerindendir. (Bakara 2/164. Âli İmran 3/190. Yûnus 10/6. İsrâ 17/12. Mü’minun 23/80. Nûr 24/44. Furkan 25/62. Fussilet 41/37)

Ellerinde imkanı olup da bunları gece-gündüz (leylü nehâr) Allah yolunda infak edenler (Bekara 2/274), gece-gündüz Allah’ı tesbih edenler (Enbiyâ 21/20) övülüyor.

Kıyâmette tekrar dirilip haşrolunmaya gidecekler dünyada sanki günün bir saatinde kalmış gibi zannedecekler. (Yûnus 10/45. Ahkaf 46/35)

Hak edenler için Allah’ın azabı gece veya gündüz ansızın gelebilir. (Yûnus 10/24, 50)  

İki âyette Allah (cc) gündüz vaktine yemin ediyor. (Şems 91/3. Leyl 92/2) Bu hem onları Yaratan Allah’ın gücüne, hem de gündüzün insanın görevlerini yapması için kendisine ihsan edildiğini hatırlatmadır. Hem de insanın bundan gafil olmaması için bir uyarıdır.

Nehâr kelimesi isim tamlaması olarak da geliyor. Mesela “Veche’n-nehâr-gündüzün çehresi, yani sabahleyin. Bununla kitap ehlinden bazılarının vahye karşı ikiyüzlü tutumları anlatılıyor.

Kitap ehlinden bir grup, “Mü’minlere indirilene günün başlangıcında inanın, sonunda da inkâr edin, belki onlar (size bakarak) dönerler” dedi.” (Âli İmran 3/72)

-Etrafu’n-nehâr

“Etrafu’n nehâr veya tarfeyi’n-nehâr-gündüzün (uç) tarafları”. “Tarafu’ş-şey”, bir şeyin yanı, bir tarafı demektir. Cisimler, zaman ve şeyler hakkında kullanılır. Bunun çoğulu etraftır.

“Tarafu’n-nehâr” gündüzün iki yanı. Tarafu’l-evvel; sabah, tarafu’s-sâni; zuhur (öğle) ve asırdır (ikindidir).  (Hûd 114) (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 365)

(Resûlüm!) Sen, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbîh et ki, hoşnutluğa eresin.” (Tâhâ 20/130)

“(Ey Muhammed!) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür.” (Hûd 11/114)

Fecr bu anlamda “tarafu’n-nehâr’ın ilk başlancıdır. Akşam da ikinci tarafın sonudur. Yani günün başlangıcında ve sonunda namaz kıl demektir. Bunlar da sabah ve akşam namazının vaktidir. Yani işrak ve aşiyy, ya da ğuduvv ve âsal’dır. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 82)

Bu âyet namazın vakit sayısının beş olduğunun dilsel delilidir. “Gündüzün iki ucunda” ifadesinin iki vakte tekabül ettiği açıktır. “Gecenin gündüze yakın vakitlerinde” diye çevrilen “zulefen”, “gecenin gündüze sarkan saatleri ve gündüzün geceye sarkan saatleri” için kullanılır (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 9/105-108). Ya da “etrafu’n-nehâr; sabah öğle, ikindi ve akşam namazlarını; “enâe’l-leyl” de yatsı namazını işaret eder.

Kelime olarak çoğul kipindedir ve dilde çoğulun alt sınırı üçtür (zira Arapça’da ayrı ikili forum vardır). Âyetten de çıkartılacağı gibi, Allah Rasûlü “gündüzün iki ucunu” öğle ve ikindi, “gecenin gündüze yakın vakitlerini” de akşam, yatsı ve sabah olarak uygulamıştır. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/423)

Aynı kökten gelen tarfu; göz kapağını hareket ettirmek demektir. Buradan hareketle bakma anlamına ulaşılmış. (bkz: Neml 27/40) Bu kelime bir açıdan iffetli olmayı anlatır. “kasirâtu’t-tarfu”; iffetlerinden dolayı göz kapaklarını kısan demektir. (bkz: Rahman 55/56)

Tarfu’nun bir başka anlamı da, bir nesneyi zayıflatmaya, ortadan kaldırmaya onun yanlarından eksiltilmesi yoluyla ulaşılmasıdır. (Ra’d 13/41) (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 451)

 

7-İdbâru’n-nücûm

Bunun aslı; bir şeyi arka kısmı, geri kısmı, arka tarafı anlamına gelen “dübür”, çoğulu “edbâr”dır. Önün zıddı zuhur (arka) gibidir.

Bunun fiili hâli “ed-be-ra” sözlükte; dönmek, yüz çevirmek demektir. (Müdessir 74/23, 33. Meâric 70/17. Naziât: 79/22)

Nitekim bir âyette geçen “idbâre’s-sucüd-secdelerin ardından demektir. (Kaf 50/40)

Arkasını dönüp, gerisin geriye dönüp kaçmaya “vellâ edbâr” denir. (bkz: Âli İmran 3/111. Enfal 8/15-16, 50. Ahzâb 33/15. Feth 48/22. Haşr 59/12) 

Aynı kökten gelen “tedebbüra” bir şeyin arkasını, gerisini düşünmek (bkz: Nisâ 4/82. Muhammed 47/24), “dâbir” ise her şeyin arka kısmı veya akıbeti anlamındadır. (En’am 6/45)

Yine aynı kökten gelen “idbâr” ise bir âyette yıldızların batışını ifade eder. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 237. Okuyan, M. Kur’an Sözlüğü, s: 317)

“İdbâr”; zaman zarfı olarak bir şeyin arkasını, kendisinden sonrasını işaret eder. “debera en-nehâru debûren-gün sonuna yaklaştı” şeklinde söylenir. 

“İdbâru’n-nücûm”; yıldızların gökten kaybolmaya, sabahın ışığının parlamaya başladığı zamandır. Şeriat açısından bu zaman sabah namazını ikâme vaktidir. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s:42) Aşağıda gelecek olan işrak, ya da ğudüvv olarak da anlatılan vakit.

Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin, kalktığında Rabbini hamd ile tespih et. Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından (idbâru’n-nücûm) sonra da O'nu tesbih et.” (Tûr 52/48-49)

Âyet muhatabına zımnen; “geceni dirilt ki gündüzün dirilsin! Bugününü dirilt ki yarının dirilsin!” demektedir. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1052)

 

8-Seher

Seher sihir ile aynı köktendir. Sihir; aldatma, hile, hiç bir gerçekliği olmayan hayaller gösterme. Bir göz bağcının ve hokkabazın el çabukluğu ile gözleri asıl yaptığından başka bir görüntü vermesi, yaldızlı sözlerle bir kimsenin hakikati duymasını engelleme demektir. (bkz: A’raf 7/116. Tâhâ 20/66. Hicr 15/15)

Aynı kökten gelen “seher veya suhratü (çoğulu: eshâr)”; gündüzün ilk ışıklarının gecenin karanlığına karışmasına denir. Ya da bu zaman dilimin adı. Bu vakitte hem gündüzün hem gecenin belirtileri olur. Bu sırada ufkun üst tarafı hafifçe aydınlanır. Aydınlığın başladığı, küçük yıldızların kaybolmasıyla anlaşılır.  

Aynı kökten gelen “sahur” seher vaktinde yenen yemektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 331. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/135)

Bir hadiste şöyle deniliyor: “Bizim orucumuzla ehl-i kitabın orucunu ayıran şey, seher yemeğidir.” (Müslim, Sıyâm/46 (1096) no: 2551)

Kur’an Lût’un ve ona inanan mü’minlerin seher vaktinde kurtarıldığını haber veriyor. (bkz: Kamer 54/34)

Seherin çoğulu “eshâr” iki ayette mü’minleri istiğfarları hakkında geçiyor. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 388)

“Bunlar), “Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru” diyenler, sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir.” (Âli İmran 3/17)

“Muttakiler, geceleri az uyuyanlardı.. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (Zariyât 52/17-18)

Bu âyetler sabah vaktinde tesbih ve zikretmeyi emreden âyetlerle birlikte anlaşılmalı. Burada muttakilerin özelliği sayılırken muhataba zımnen “seherin değerini bil, uyku ile değil, sabah namazını kılarak, tesbih yaparak ve zikrederek, istiğfar ve dua ederek değerlendir” denmektedir.

Burada da vakit ile istiğfar, vakit ile kulluk, vakit ile tesbih-zikir arasındaki hoş bağlantı dikkat çekmektedir.

 

9-Fecr

Güneşin doğmaya başlama zamanı, tan vakti, güneşin doğmasından önceki alacakaranlık.

Fecr’in aslı “fe-ce-ra” fiilidir. Bu da sözlükte yarmak demektir. İnfial kalıbında inficâr; suyun yerden toprağı yararak çıkıp akmasıdır.

Sabah aydınlığına, şafak sökmesine ve tan yerinin ağarmasına da fâil manasında masdar olarak fecr derler ki, geceden aydınlığı ortaya çıkardığından dolayı ona bu isim verilmiştir. Fecr sabah namazı vaktinin geldiğini ve imsâk vaktinin başladığını bildiren bir zaman parçasını anlatmaktadır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/131)

Fıkıh terimi olarak fecr, tan yerinin ağarması ve sabah vaktinin başlangıcı demektir. Gecenin bittiğini ve gündüzün başladığını, oruç için yeme ve içmenin sona erdiğini ve imsâk olduğunu bildiren vakti ifade eder. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 561. Eskicioğlu, O. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 2/161)

Fecr Kur’an’da 6 âyette geçiyor. Mesela orucun başlama vaktini bildiren âyette: “Fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar (yani tan atana kadar) yiyebilirsiniz...” (Bekara 2/187) deniyor.

Kadir gecesinin tan yerinin ağarmasına kadar devam ettiğini bildiren âyette de; “O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir selâmdır.” (Kadr 97/5) buyruluyor.

Güneşin zevâlinden (öğle vaktinde Batı’ya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli vakitlerde) namazı kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü ‘kur’âne’l-fecr’ şâhitlidir.” (İsrâ 17/78) Buradaki “kur’âne’l-fecr” sabah namazı veya fecirde okunan Kur’an olarak anlaşılmış.Tefsircilere göre bu âyet de beş vakit namaza işaret etmektedir.

Henüz akil baliğ olmayan çocukların anne-babalarının odalarına salâtu’l-fecir-sabah namazından önce izinsiz girmemeliler. (Nûr 24/58)

Fecir aynı zamanda 89uncu sûrenin de adıdır. Allah (cc) gündüz, gece, kuşluk vakti gibi bu sûreye fecre yemin ederek başlıyor. Bu yemin vahyin fecrinin doğmasına işaret olabileceği gibi, fecirle başlayan güne dikkat çekilmiş olabilir. Kimilerine göre de burada sabah namazının önemine dikkat çekiliyor.

Fıkıhta fecr-i kâzib (birinci fecir) ve fecr-i sâdık (ikinci fecr) terimleri vardır. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 574) Birinci fecr, herhangi bir vaktin başlangıcı değildir. Fecr-i sâdıkla sabah namazı vakti girer, oruç yasağı başlar.  Ancak fecr-i sâdık Güneşin doğuşu da demek değildir. (Eskicioğlu, O. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 2/161)

Fecr, aynı zamanda namazların evveli olan sabah namazı vaktidir. “Ve’l-fecr”; buradaki yemin namazların birincisini ve sonuncusunu, “ve’l-leyli izâ yesr” ise namazların sonuncusunu içine alır.  (İbni Kayyim el-Cevziyye, et-Tibyân fi Aksâmil’l-Kur’an, s: 47)

 

10-İşrak

İşrakın aslı ‘şe-ra-ka-Güneş doğdu” fiilidir. Masdarı ise “şark veya şurûk”tur.

Aynı kökten gelen “eşraka”; Güneş parladı, Güneş ışık saçtı anlamında. Bunun masdarı “işrak”tır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 8/64)

Aydınlık, Güneşin doğuşu sırasındaki ışıma, aydınlanma, parlama, tan ağarışıdır.

İşrak aynı zamanda Güneşin parladığı, ışığını yaymaya başladığı zamana da denir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 380)

“Eşrakati’ş-şems işrâken-Güneş parlamaya başladı”, “eş-şemsu şaraket şurûken-Güneş doğdu” şeklinde söylenir. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s:55)

Kur’an’da bir yerde geçiyor.

Doğrusu biz akşam (aşiyy) sabah (işrak) onunla beraber tesbîh eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Hepsi O'na yönelmiştir.” (Sâd 38/18)

 

11-İbkâr/bükrâ

Bunun aslı “be-ke-ra” fiilidir. Bu da başarmak, ihtiyaç duyulan bir şeyi elde etmek üzere erkenden çıkmak, erken davranmak, acele etmek, öne geçmek demektir.

“bekerahu fülânun” yani “falanca kişi günün başlarında çıktı, gitti” denir.

Bu fiil kökünden türeyen kelimeler genelde bir şeydeki aceleciği, öne geçmeyi, erken gelmeyi ve sür’ati anlatırlar. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 75)

Aynı kökten gelen “bikr (çoğulu: ebkâr)” diç doğurmamış ineğe denir. (Bakara 2/68)

İki âyette Türkçedeki bâkire anlamında (Tahrim  66/5) geçiyor.

“Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bâkire (ibkâr), eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.” (Vakıa 56/36)

İbkâr ve bükrâ aynı manadadır. Birbirlerinin müradifidir. İkisi de sabahın erken vaktini, günün Güneş doğuncaya kadar olan başlangıcını, sabahı ifade ederler. (bkz: Furkan 25/5) (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/131. en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 24)

Bükrâ ayrıca, yarın anlamında da kullanılır.

Bükrâ Kur’an’da 7 defa yer almaktadır.

Derken Zekeriyya ibadet yerinden halkının karşısına çıktı. (Konuşmak istedi, konuşamadı) ve onlara “Sabah akşam Allah’ı tesbih edin” diye işaret etti.” (Meryem 19/11)

“(Cennetlikler) orada boş söz işitmezler. Yalnızca (meleklerin) “selâm!” (deyişini) işitirler. Orada sabah akşam rızıkları da vardır. (Meryem 19/62)

“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin.” (Ahzab 33/41-42. Bir benzeri: Fetih 48/9. İnsan 76/25)

Lût kavminin hak ettiği azap bir gün sabah erkenden başlarına geldi. (Kamer 54/38)

İbkâr şeklinde iki âyette yer alıyor. “Zekeriya, “Rabbim! (çocuğum olacağına dair) bana bir alâmet ver” dedi. Allah da şöyle dedi: “Senin için alâmet, insanlarla üç gün konuşamaman, ancak işaretleşebilmendir. Ayrıca Rabbini çok zikret, akşam-sabah (aşiyy ve ibkâr) tesbih et.” (Âli İmran 3/41) 

Hz. Muhammed’e de zikir ve tesbih ibadeti emrediliyor: “Ey Muhammed! Sabret. Allah’ın va’di şüphesiz gerçektir. Günahının bağışlanmasını iste. Akşam-sabah (aşiyy ve ibkâr) Rabbini hamd ederek tesbih et.” (Mü’min 40/55)

 

12-Subh/sabah

‘Subh veya es-sabah’; gündüzün başı, yani ufkun Güneşin ilk ışıklarıyla kızardığı vakit. 

Aynı kökten gelen ‘misbah’, kandilin veya lambanın sabit durduğu yer. (Nûr 24/35) Bunun çoğulu olan mesâbih: yolculara yol gösteren yıldızlar veya yıldız kümeleri demektir. (Fussilet 41/12. Mülk 5/5) (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 403. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 8/190)

‘es-Subhu’ fecirdir. Sabah da buna benzer, yani gündüzün evveli.  Güneşin doğmasıyla ufkun kızarma vakti. ‘Mesâ’nın-akşam’ın tersidir. Arap örfünde sabah gecenin yarısından zevâl vaktine kadarki süredir. Bundan sonra da mesâ-akşam başlar ve gecenin yarısına kadar devam eder.

‘Esbahnâ, sabaha girdik demektir. 

Aynı kökten gelen ‘ısbâh’ gökyüzünde gündüzün ilk ışıklarının belirmesi, karanlıktan sabahın (yavaş yavaş) doğması demektir. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 450)

Allah (cc) “fâliku’l-ısbâh”tır. Yani “O, karanlığı yarıp sabahı çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da ince birer hesap ölçüsü kıldı. Bütün bunlar mutlak güç sahibinin, hakkıyla bilenin takdiridir (ölçüp biçmesidir).” (En’am 6/96)

“Haydi siz, akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı tesbîh edin (namaz kılın), ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.” (Rûm 30/17)

‘es-Subh’ Kur’an’de 5 defa, ‘sabah’ ise bir defa geçmektedir. Mesela;

“(Melekler:) “Ey Lût, bak, biz senin Rabbinin elçileriyiz! (Korkma,) (düşmanların) sana asla ilişemeyecekler! Artık, ailenle beraber gecenin bir vaktinde yola çık; aranızdan kimse arkasına bakmasın, karının dışında (ailenden kimse arkada kalmasın): çünkü, bil ki, onların başına gelecek olan onun da başına gelecek.

Onlar için belirlenmiş vakit tam da (bu) sabah (subh); eh, sabah da zaten yaklaşmadı mı?” dediler.” (Hûd 11/81)

Buradaki sabah vakit olarak gündüzün ilk saatleri olduğu gibi, darlık, sıkıntı, bunaltıdan sonra gelebilecek kurtuluş, ferahlık ve sevinç de olabilir. (Allahu a’lem)

Allah (cc), tıpkı geceye, gündüze, kuşluğa ve fecre yemin ettiği gibi sabah üzerine de yemin ediyor. Bu sözü kuvvetlendirme olduğu gibi sabahın önemine ve sabahı Yaratanın gücüne bir işaret de olabilir. 

Hayır, hayır öğüt almazlar. Aya, dönüp gelen geceye, ağarmakta olan sabaha and olsun ki, içinizden öne geçmek veya geri kalmak isteyen kimseye, insanoğlunu uyarıcı olarak anlatılan cehennem büyük olaylardan biridir.” (Müdessir 74/32-37)

“Nefes aldığı (ağarmaya yüz tuttuğu) vakit, sabaha!” (Tekvir 81/18)

“Buradaki ‘sabah’ sûrenin başından buraya kadarki kozmik geriye sarılış ve dürülüş sürecinin bitiminden sonra yeniden yaratılışın ilk sabahını ifade etse gerektir. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1227)

Azap yurtlarına indiğinde, uyarılanların (fakat yola gelmeyenlerin) sabahı ne kötü olur!” (Saffat 37/177)

“Eski Arap dilinde “felâket (yahut “belâ) şunun evi üstüne çöktü (nezele)” sözü, felâketin orada yaşayan kişi veya kişilerin üstüne inmesini veya onları kuşatmasını ifade eder. Buradaki sabah terimi ise, ‘uyanma’nın bir simgesidir.” (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/922) 

 

13-Ğeda/ğudüvv

‘Ğeda veya ğudüvv’; günün ilk bölümüne denir. Kur’an’da âsal’ın karşıtı olarak şeklinde geçiyor. (bkz: A’raf 7/205)

‘Ğeda’: İçinde bulunulan günün hemen ardından gelen güne denir, yani yarın. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 537) Kur’an’da 5 defa geçiyor.

“Allah'ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe) hiçbir şey için «Bunu yarın yapacağım» deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve: «Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir» de.” (Kehf 18/23-24. Ayrıca bkz: Lukman 31/34. Yûsuf 12/12)

‘Ğeda-yarın’ iki âyette yaklaşmakta olan Son Saat veya kıyâmet anlamında kullanılıyor.

“(Allah:) “Onlar yarın (ğeda) kimin küstah ve yalancı olduğunu görecekler!” dedi,” (Kamer 54/26)

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın (ğeda) için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Haşr 59/18)

“Yani herkes, hesaba çekilmeden önce kendisini hesaba çeksin. Kıyâmet günü için “yarın” ifâdesi, kıyâmetin, yarın olacakmış kadar yakın olduğuna veya Allah’ın katında “bu günün” dünya hayatı, “yarının” da Âhiret hayatı olduğuna işaret olabilir.” (M. Türk meali)

‘el-ğedâtü/ğudüvv’: İkisi de aynı anlamdadır ve günün evvelini işaret ederler. Yani fecrin ağarmasıyla güneşin doğuşu arasındaki vakit. Bükrâ ve ibkâra benzerler. Bunlar aynı zamanda “aşiyyi-akşamın mukabilidir. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 552)

Kur’an’da “ğudüvv” 5 defa geçiyor.

Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam (ğudüvv ve’l-âsal) zikret ve gafillerden olma.” (A’raf 7/205)

Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez kendileri de gölgeleri de sabah akşam (ğudüvv ve’l-âsal) Allah’a boyun eğer.” (Ra’d 13/15)

“Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam (ğudüvv ve’l-âsal) O'nu tesbih ederler. (Nûr 24/36)

“Süleyman’ın emrine de, sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay(lık yol) olan rüzgârı verdik...” (Sebe’ 34/12)

Firavun ve adamları hak ettikleri Cehennemde sabah-akşam (ğudüvv ve’l-âsal) ateşe sunulurlar. (Mü’min 40/45-46) Ancak biz âhiretin sabahının ve akşamının mahiyetini bilmiyoruz.

‘el-ğedâtü’ şeklinde ise 2 defa yer alıyor.

Rab’lerinin rızasını isteyerek sabah (el-ğedâtü) akşam (el-aşiyyi) O’na dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından sana bir şey yok, senin hesabından da onlara bir şey yok ki onları kovasın. Eğer kovarsan zalimlerden olursun.” (En’am 6/52)

Sabah (el-ğedâtü) akşam (el-aşiyyi) Rablerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (Kehf 18/28)

 

14-Duhâ

“ed-Duhâ”; Güneşin yayılmasını ve günün uzamasını ifade eder. Ayrıca bu vakit de ‘duhâ’ olarak isimlendirilmiştir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 479)

Fiil olarak; “sıcaklığını hissedecek şekilde kendini Güneşe maruz bıraktı” demektir. Allah (cc) hz. Âdem’i cennette şöyle uyardı:

“Ey Âdem! Doğrusu bu (iblis), senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun. Doğrusu cennette ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın; orada ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın” dedik.” (Tâhâ 20/116-119)

Allah (cc) gecenin karanlık olmasını, onun içerisinden kuşluğun bir anlamda sabahın veya gündüzün çıkarılmasını kendisine nisbet ediyor.

“Sizi yaratmak mı daha güç yoksa gökyüğzünü mü? Ki onu Allah bina etti, onu yükseltip düzene koydu. Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa çıkardı.” (Nâziât 79/29)

Bu da O’nun yüce kudretinin ayetlerinden (belgelerinden) biridir.

Kuşluk vakti. “Güneşin doğup “bir mızrak boyu” yükselmesinden, yani 45-50 dakika geçmesinden sonra başlayıp zevâl vaktine kadar devam etmekle birlikte ulemâ tarafından genellikle tercih edilen vakit gündüzün ilk dörtte birinin geçtiği, güneşin sıcaklığının yakmaya başladığı zamandır. (Şener, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 26/475)

Duhâ kelimesi Kur’an’da sözlük anlamıyla 3ü bir zamirle isim tamlaması olmak üzere 6 yerde geçiyor. 

Azgın kavimlere, ya da şehir halkına hak ettikleri azap, afet, belâ veya musibet beklemedikleri bir anda, belki mutluluk içinde oldukları bir kuşluk vaktinde geliverir.

“Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Ya da o memleketlerin halkları kuşluk vakti gülüp oynarken kendilerine azabımızın gelmesinden emin mi oldular?” (A‘râf 7/97-98)

Musa kendisiyle yarışmak isteyenlere buluşmak zamanı hakkında şöyle dedi:

“Buluşma vaktimiz, bayram günü, insanların toplandığı kuşluk vaktidir” dedi.” (Tâhâ 20/59)

“Kıyâmeti gördükleri gün onlar, sanki dünyada ancak bir akşam, yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış gibidirler.” (Naziât 79/46)

Burada dünya hayatının, kişilere göre ne kadar uzun zannedilirse zannedilsin, âhirete nisbetle çok kısa, bir an oluşuna dikkat çekiliyor.

Allah (cc) iki defa kuşluk (duhâ’ya) vaktine yemin ediyor. (Şems 91/1. Duhâ 93/1) Şüphesiz bu şekilde çeşitli vakitlere yapılan yeminlerdeki hikmet burada da sözkonusudur.   

Aynı kökten gelen ‘udhiyye’, kuşluk vakti kesilen kurbana denir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 434. İbni Manzru, Lisânu’l-Arab, 9/21)

ed-Duhâ Mekke devrinde nâzil olan resmi sıralamada 93. Sûrenin adıdır. Kuşluk vaktine yeminle başladığı için bu ismi almıştır.

Vahyin bir müddet kesilmesi sebebiyle Mekke müşrikleri arasında çıkan, “Rabbi Muhammed’i terketti, ona küstü” şeklindeki dedikodulardan Hz. Peygamber’in duyduğu üzüntü üzerine nâzil olmuştur. (Buhârî, Tefsîr/93 4950-4951, Teheccüd/4 no: 1125, Fezâilü’l-Kur’ân/1 no: 4983. Müslim, Cihâd/115 (39) no: 4657. Tirmizî, Tefsîr/93 no: 3345).  

Duhâ sûresinin, İslâm güneşinin yükselişini sembolize eden kuşluk vaktiyle küfür ve şirk döneminin, bitmeye yüz tutmuş karanlık bir geceyi andıran haline işaret ettiği söylendi. (Şener, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 26/475) 

 

15-Zuhur/zahîra

“Zuhur ve zahîra”nın aslı bir şeyin görünür (âşikâr) olması, gizli olmaması anlamındaki “za-he-ra” fiilidir. Her ikisi de öğle vakti demektir.

Bunun if’al kalıbından “ezhera” öğle vaktinin geldiğini bildirir. Araplar “ezhara fülânün-falanca öğle vaktine girdi” derler. (Bu da esbaha-sabahladı, sabaha girdi; emsâ-akşamladı, akşama girdi fiillerine benzer.)

Aynı kökten gelen ‘zâhir’; bâtının zıddı olarak dış yüzey, açık, görünür, belli, yeryüzü,

‘zahr’; sırt, arka, yeryüzünün görünür tarafı, binek,

‘zahîr’ ise yardımcı, sırt veren,

‘zihâr’ birinin karısına “sen bana anamın sırtı gibisin” demesidir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 473. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 9/199)

Bir kaç âyette farklı kelimelerle sabah ve akşam mü’minlere Allah’ı hamd ile tesbîh etmeleri emrediliyor. Bu âyette ise öğle saatlerinde de Allah’ı tesbîh emrediliyor.

“Haydi siz, akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı tesbih edin (namaz kılın), ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.” (Rûm 30/18)  

“Zahîra”; bir defa da çocukların anne babalarının odasını ne zaman gireceklerini edeb ölçüsüne bağlayan âyette geliyor.

Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunanlar (köleleriniz) ve sizden henüz bulûğ çağına ermemiş olanlar, günde üç defa; sabah namazından önce, öğleyin (zahîra) elbiselerinizi çıkardığınız vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza girecekleri zaman) sizden izin istesinler...” (Nûr 24/58) (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 507)

“Salatu’z-zuhr”; öğle namazı demektir.

 

16-Dulûk

‘Dulûki’ş-şems’; Güneşin batışa yaklaşması demektir. Şu âyette geçtiği gibi:

Güneşin zevalinden (öğle vaktinde Batı’ya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli vakitlerde) namazı kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir.” (İsrâ 17/78)

Bu kullanım arapların “delektu eş-şems-Güneşi-elimin ayası ile engelledim” sözünden gelir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 247. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 5/290)

‘Dulûk’, Güneşin günün ortasında batıya doğru meyletmesi, zevâle varması anlamındaki “deleke” fiilidir. Güneş zevâl vaktinde doğu cihetinden batı cihetine yani ğuruba doğru meyleder.

Dil bilgini Ezherî’ye göre Arabın kelâmında “dulûk” zevâldir. Bundan dolayı günün yarısı zâil olduğu zaman Güneş hakkında kullanılır diyor. Müfessirlere göre bu âyette “dulûkiş-şemş” öğle ve ikindi namazlarını kapsar. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 304)

-Tulû’/matla’

‘Tulû’; Güneşin veya yıldızın doğması demektir. Kur’ân’da iki yerde “tulû’uş-şems” şeklinde geçiyor.

“(Resûlüm!) Sen, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından (tulû’u’ş-şems) önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.” (Tâhâ 20/130)

“O hâlde onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan (tulû’u’ş-şems) önce de, batışından önce de Rabbini hamd ederek tesbîh et.” (Kaf 50/39)

“Sabah-akşam tesbih et” emri burada “Güneşin doğmasından önce ve Güneşin batmasında önce tesbih et” şeklinde tekrar ediliyor.

‘Tulû’ kökünden gelen “matla’; zaman ve mekan ismidir. Doğuş yeri, doğma zamanı, doğu, bir şeye giriş demektir. Kur’an’da özel olarak mekan ve zaman hakkında kullanıldı.  (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 712) Kur’an’da Zülkarneyn’in yolculuğundan bahseden bir pasajda geliyor.

“Güneşin doğduğu yere (matlı’ı’ş-şems’e) ulaşınca, onu kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.” (Kehf 18/90)

Matla’ zaman ismi olarak da fecr kelimesiyle birlikte bir yerde geliyor.

Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner. O gece, tan yerinin ağarmasına (matla’ı’l-fecr’e) kadar bir esenliktir.” (Kadr 97/5)

 

17-Âsal

Akşam vaktine ‘esıl, asîle’ de denir. Bunun çoğulu “usul veya âsal” şeklinde gelir.

‘Esıl’; Güneş batı ufkunda sararmaya başladığı vakittir.

Kur’an’da  ‘ibkâr’, ‘aşiyy’ ile, ‘ğuduvv’ ise ‘esıl’ ile geliyor. Buna göre ‘esıl ve aşiyy’ aynı anlamda, ‘ibkâr, ğuduvv, bükrâ ve işrak’ yakın anlamdadır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 1/114. en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 82)

Kur’an’da ‘esîl’ dört defa ‘bukraten’ ile birlikte yer alıyor. Furkan hariç diğer üçünde Allah’ı çokça zikretme ve O’nu tesbîh etme emri tekrar ediliyor.  (bkz: Ahzâb 33/42. Fetih 48/9. İnsan 76/25)

Kur’an’ın Allah tarafından vahyedildiğini kabul etmeyenler onun hakkında şöyle derler:

“(Bu Kur’an, başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsanelerdir. Bunlar ona sabah akşam okunmaktadır” dediler.” (Furkan 25/5

“Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam (ğudüvv ve’l-âsal) zikret ve gafillerden olma.” (A’raf 7/205)

Yerde ve gökteki varlıkların, hatta gölgeleri bile isteyerek veya mecburen Allah’a sabah akşam (ğudüvv ve’l-âsal) secde ederler. (Ra’d 13/15)

Allah’ın adının yükseltiği mescitlerde de sabah-akşam (ğudüvv ve’l-âsal) tesbih yaparlar. (Nûr 24/36)

Bütün bunlar “ey iman edenler siz de sabah akşam, günün her saatinde Rabbinize secde edin, O’nu çokça zikredin ve O’nu tesbîh edin” demektir. Bunun vaktini bu âyetler bu sefer (ğudüvv ve’l-âsal) olarak belirliyor.

 

18-Şafak

Güneşin batışı esnasında, gündüzün ışığının gecenin siyahına karışması, alacakaranlık demektir.

Şafak ‘işfâk’ masdarından gelir. Bu da korkuyla karışık ihtimam veya ilgidir. Bu şekilde başkasına ilgi gösterene “müşfik” denir. Müşfik ilgi gösterdiği şeyin başına bir şey gelmesinden korkar. Bu bir anlamda merhamettir.

Kur’ân’da mü’minlerin Son Saat hakkındaki endişelerini anlatmak üzere geliyor.

“Onlar, görmedikleri hâlde Rablerinden içten içe korkarlar. Onlar kıyâmet gününden de korkarlar.” (Enbiyâ 21/49)

Burada min harf-i cerr ile geçişili yapılırsa korku anlamı öne çıkar. Alâ harf-i cerri ile yine geçişli yapılırsa ihtimam ve ilgi göstermek alamı öne çıkar. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 386)

‘min’ ile; “Allah, onların önlerindekini de arkalarındakini de (yaptıklarını da yapacaklarını da) bilir. Onlar, O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler ve hepsi O’nun korkusuyla titrerler. (Enbiyâ 21/28. Ayrıca bkz: Mü’minûn 23/57)

“Onlar, Rablerinin azabından korkan kimselerdir.” (Meâric 70/27)

“Kitap ortaya konur. Suçluları, kitabın içindekilerden korkuya kapılmış görürsün. “Eyvah bize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük, büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” derler. Onlar bütün yaptıklarını karşılarında bulurlar. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49. Ayrıca bkz: Tûr 26. Şûrâ 42/18, 22. Mücâdile 58/13. Ahzab 33/72)

Şafak bir âyette geçiyor:

Hayır! Şafağa, geceye ve onda basan karanlığa, dolunay olmuş aya yemin ederim ki, halden hale geçersiniz.(İnşikâk 84/16-19)

 

19-‘İşa/aşiyyi

Ezherî’ye göre ‘aşiyyi’ akşamdan sonraki zamandır. Bir görüşe göre ‘aşiyyi’ asr vaktinden ğuruba kadar veya Güneşin zevâlinden mağribe kadar ya da akşam namazından sonra gecenin üçte birine kadar olan vakit. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 10/162. en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’âniyye, s: 304)

‘İşa’ ise; gündüzün sonu, gece karanlığının başlangıcı, akşam namazından sonra gecenin üçte birlik bölümüne kadar olan zaman dilimidir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 502) Yatsı namazının vakti.

Kur’ân’da “işa” iki âyette geçiyor. “(Kardeşleri Yûsuf’u kuyuya bırakıp) akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler.” (Yûsuf 12/16)

Henüz bülüğa ermemiş çocuklar anne babalarının odasına sabah namazından önce, öğle ortasında ve yatsı namazından (salâtu’l-işa) sonra girmek isterlerse izin istemeliler. (Nûr 24/58)

‘Aşiyyi veya aşiyyen’ Kur’an’da üç âyette (Rûm 30/18), hz. Süleyman’a gösterişli atların vakti anlatmak üzere (Sâd 38/31), ‘aşiyyeten’ bir âyette (Naziât 42-46 yukarıda geçti), yer alıyor. 

Bunun yanında aşiyyi ‘ğedâtu’ ile iki âyette Allah’ı tesbih eden mü’minleri övmek üzere (En’am 6/52. Kehf 18/28),

‘ğudüvven’ ile bir âyette (Mü’min 40/46),

‘ibkâr’ ile iki âyette “Allah’ı tesbih et” emriyle (Âli İmran 3/41. Mü’min 40/55),

‘bükraten’ ile cennetlikleri rızıklarının sabah akşam hazır olduğunu anlatmak üzere (Meryem 19/62),

‘işrâk’ ile de bir âyette hz. Davud’la birlikte kuşların da Allah’ı tesbih ettikleri vakti anlatmak üzere (Sâd 38/18) yer alıyor.

 

20-Leyl

‘Leyl’; zifiri karanlık demektir. Çoğulu leyâli, leylât veya leyâil şeklinde gelir. Güneşin batışından doğuşuna kadar olan zaman. 

Şeriatte güneşin batışından fecrin doğuşuna kadar olan vakit. “Nehâr”ın zıddıdır. Leyl tabiki gündüzü takip eder. Güneşin batışıyla başlar, fecri sadıka kadar devam eder. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 13/267. en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 670)

Leyl Kur’an’da 74 yerde tekil ve çoğul olarak geçmektedir. Allah (cc) tıpkı Güneşe, kuşluğa, fecre yemin ettiği gibi geceye de 6 âyette yemin ediyor. (Leyl 92/1. Fecr 89/2, 4. Tekvir 81/17. İnşikâk 84/17. Duhâ 93/2) Bu hem Allah’ın kudretine, hem de gecenin yaratılmasının hikmetine ve faydalarına bir işarettir. Nitekim Kur’an gecenin ve gündüzün insanın faydasına yaratıldığını söylüyor. (İbrahim 14/33. Nahl 16/12)

Gece ve gündüz Allah’ın varlığını ve büyüklüğünün en önemli belgelerindendir. (İsrâ 17/12. Enbiyâ 21/33, 42. Mü’minûn 23/80. Furkan 25/62 Yâsîn 36/37. Fussilet 41/37 vd.)

Gece ve gündüz önemli bir nimettir ve insanın emrine verilmiştir. (İbrahim 14/33. Nahl 16/12. Neml 27/86. Kasas 28/72)

Ancak gecede gündüzde barınan her şey O’nundur. (En’am 6/12) Geceleyin insanları ölü gibi kendinden geçirip alan (uyutan) ve gündüzün kazandıklarını bilen O’dur. (En’am 6/60. Rûm 30/23)

Geceyi insanlar için dinlenme zamanı (En’am 6/96. Yûnus 10/67. Neml 27/86. Kasas 28/72, 73 Mü’min 40/61 vd.) veya bir elbise gibi yapan (Furkan 25/47. Nebe’ 78/10)

geceyi gündüze bürüyen, sarıp sarmayan (Zümer 39/5) O’dur.

Gece ile gündüzün peşpeşe gelmesi de Allah’ın âyetlerindendir (varlığının belgelerindendir). (Bekara 2/164. Âli İmran 3/190. A’raf 7/54. Yûnus 10/6. İsrâ 17/12. Mü’minûn 23/80. Nûr 24/44. Furkan 25/62 vd.)

Geceyi gündüzden, gündüzü geceden çıkaran, karanlıkta aydınlığı, aydınlıkta karanlığı yaratan (Âli İmran 3/27. Hac 22/61. Lukman 31/29. Fâtır 35/13. Hadid 57/6), geceyi gündüze dolayan Allah’tır. (Zümer 39/5)

Allah /cc) Peygamber’e (elbette onun şasında iman edenlere) geceyi ikâme etmesini (ibadetle değerlendirmesini) (Müzemmil 73/2), secde etmesini ve geceler boyu tesbih etmesini (İnsan 76/26) emrediyor.

“Göklerde ve yerde kim varsa hep O’nundur. O’nun katındakiler, ne O’na ibadetten çekinir (ve büyüklenir) ne de yorgunluk (ve bıkkınlık) duyarlar. Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz (Allah'ı) tesbih ederler.” (Enbiyâ 21/20)

 

21-Beyat

Gecelemek anlamındaki “bâte” fiilinden gelen “beyât”ın anlamlarından biri de gece vakti, geceleyin demektir. İnsanlar onda istirahat ettikleri için geceye “beyât” denmiştir.  (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 170. Okuyan, M. Kur’an Sözlüğü, s: 162)

Kur’ân’da üç âyette gece anlamında geçiyor. Vahyin davetine meydan okuyan azgınlara gelebilecek azabın zamanından söz eden bir bağlamda yer alıyor.

De ki: “Söyleyin bakalım, O’nun azabı size geceleyin (beyâten) veya gündüzün (ansızın) gelecek olsa, suçlular bunun hangisini acele isterler?!” (Bunların hiçbiri istenecek bir şey değildir.)” (Yûnus 10/50. Ayrıca bkz: A’raf 7/4, 97)

 

22-Ânâe’l-leyl

“Ânâe” burada boyunca, süresince demektir. “Ânâe’l-leyl” gece boyunca demektir. Kur’an’da üç âyette daha çok geceler boyu ibadet edenler, dua ve istiğfar edenler; bir anlamda geceyi diriltenler hakkında kullanılıyor. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 35. Okuyan, M. Kur’an Sözlüğü, s: 104)

Kitap ehlinden de geceleri secde edenler vardır.

Onların (Kitap ehlinin) hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta duran, secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyan bir topluluk da vardır.” (Âli İmran 3/113)

Allah (cc) Peygamber’e geceler boyu Rabbini tesbih etmesini emrediyor: “O hâlde, onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Geceler boyu ve gündüzün uçlarında da tesbih et ki hoşnut olasın.” (Tâhâ 20/130)

Bu demektir ki mü’min gündüz kulluk yaparak Rabbini hatırladığı gibi, geceleri uyandığı zaman, ya da bazen özellikle uyanarak Rabbini zikretmeli, O’nun tesbih etmeli, O’nu noksan sıfatlardan uzak bilmeli, layık sıfatlarla anmalı. Ya da Rabbine teheccüd namazı ile şükretmeli, zikretmeli.

“(Küfür ehlinden bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, Âhiretten korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar. (Zümer 39/)

 

23-Zülef/zülfâ

‘Zülfeh’; aslında derece konum veya mertebe, ya da itibar pâye anlamına gelir. (Mülk 67/27)

Bir görüşe göre bu âyetteki ‘zülfeh’; mü’minlerin hak ettiği makamı karşın cehennemliklerin karşılaştığı azabı anlatır.

Aynı kökten gelen ‘zülfâ’; itibar, pâye demektir. (Zümer 39/3)

‘Zülef’ ise; gecenin derecelerine, katmanlarına denir.

(Ey Muhammed!) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde (zülefen) namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür. (Hûd 13/114)

Bunun fiil hali ‘ezlefe’, yaklaştırme demektir. (Şuarâ 26/64, 90) Müzdelife de aynı kökten gelir. Bunun sebebebi; hacıların Arafat’tan ayrıldıktan sonra o gece Mina’ya yakın olmalarındandır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 314. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/49)

Bazılarına göre ‘zülef’ mağrib ve yatsıdır. Kurtubî Mücahid’den, Peygamberin mağrib ve yatsı hakkında “onlar gecenin iki zülefidir” dediğini rivâyet etti. (İbni Atiyye, el-Muharriru’l-Veciz, s: 974)

İbni Abbas ve Hasen’den bir görüşe göre ‘zülef’ yatsıdır. Bazılarına göre o yatsının ve sabahın karanlığıdır. Taberî de onun sabah ve akşam olduğu görüşünü tercih ediyor. (en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 365)

Görüldüğü gibi Kur’an ‘zülef’ kelimesi ile de geceye, fecir vaktine ve gece yapılabilecek ibadetlere, zikre dikkat çekiyor.

 

24-Sene

Kur’an’da 20 âyette geçen sene (çoğulu; sinîn) Türkçedeki bilinen sene, yıl demektir. ‘Sene’ 8 defa (bkz: Bekara 2/96. Mâide 5/26. Hacc 22/47 vd.), bunun çoğulu olan ‘sinîn’ 12 defa (A’raf 7/130. Yûsuf 12/42, 47. Kehf 18/11 vd.) geçiyor.

Sene-i şemsiyye; dünyanın Güneş etrafında devrini tamamladığı 12 aylık süre.

Sene-i kameriyye ise; Ayın dünyanın etrafında on iki ayda oniki defa dönüş zamanıdır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/282. s: 357. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 314. en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 412)

Güneşin, Ayın, gece ve gündüzün yaratılmasının bir hikmeti de insanların senelerin hesabını bilmesi içindir:

“O, güneşi bir ışık (kaynağı), ayı da (geceleyin) bir aydınlık (kaynağı) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları (boş yere değil) ancak gerçek ile (hikmeti gereğince) yaratmıştır. O, âyetlerini, bilen bir topluma ayrı ayrı açıklamaktadır.” (Yûnus 10/5)

“Biz geceyi ve gündüzü (kudretimizi gösteren) iki alâmet yaptık. Rabbinizden lütuf isteyesiniz, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye gece alametini giderip gündüz alametini aydınlatıcı kıldık. İşte biz her şeyi açıkça anlattık. (İsrâ 17/12)

-‘Âmun (yıl)

Oniki Aydan meydan gelen her iki zaman dilimine sene denildiği gibi “âam/yıl” da denir.  (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 10/342. en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 304)

Kur’an’da tekil, ikili ve tamlama şeklinde 7 defa geçiyor. 

Yahut altı üstüne gelmiş (ıpıssız duran) bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, “Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek (acaba)?” demişti. Bunun üzerine, Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: “Ne kadar (ölü) kaldın?” O, “Bir gün veya bir günden daha az kaldım” diye cevap verdi. Allah, şöyle dedi: “Hayır, yüz sene kaldın...” (Bakara 2/259.

Onlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.” (Tevbe 9/126. Ayrıca bkz: Yûsuf 49.  Tevbe 9/37. Ankebût 14. Tevbe 28. Lukman 31/14)

-Havl (yıl)

Sene yerine ‘havl’ de kullanılıyor.

“İçinizden ölüp geriye dul eşler bırakan erkekler, eşleri için, evden çıkarılmaksızın bir yıla (havl) kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Ama onlar (kendiliklerinden) çıkarlarsa, artık onların meşru biçimde kendileri ile ilgili olarak işlediklerinden dolayı size bir günah yoktur. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bekara 2/240,

Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl (havleyn) emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur...” (Bakara 2/233)

 

25-Şehr/şuhur

Hilâlin görülmesiyle ya da Güneşin bir noktadan aynı noktaya dönüşünden oluşan on iki cüzden biri. Bu da herkesce bilinen, açık olan süre. Türkçe’de ay. Bunun çoğulu; eşhur veya şuhûr’dur. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 10/342. 8/154. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 390)

Şehr Kur’an’da tekil, ikili ve çoğul olarak 21 defa geçiyor. (bkz: Bakara 85, 194. 217 . Mâide 6/2, 97. Sebe’ 34/12.  Kadr 3. Tevbe 9/36. Ahkaf 46/15 vd.)

Ayların sayısı Allah tarafından on iki olarak tesbit edilmiştir. Bu ayların şemsi ve kameri aylar olarak, yani Güneş takvimine göre ve Ay takvimine göre iki çeşit olduğunu hatırlayalım. Kameri aylardan dördü haram aylardır.

Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin...” (Tevbe 9/36)

Kur’an’da bu oniki aydan yalnız Ramazan ayının adı geçer. Allah (cc) oruç ibadetini, içinde Kur’an’ın inmeye başladığı Ramazan ayına tahsis etmiştir.

(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlığa rehber olan, bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıyan ve hakkı bâtıldan ayıran Kur’an işte bu ayda indirilmiştir: Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun...” (Bakara 2/185) 

 

26-Karn

Bunun aslı yakın olma anlamındaki ‘ka-ra-ne’ fiilidir. Aynı kökten gelen ‘iktiran’; iki veya fazla nesnenin herhangi bir şekilde biraraya gelmesi demektir.

‘Karn (çoğulu; kurûn)’ ise; aynı zaman diliminde bulunma açısından biraraya gelmiş topluluktur. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 605) Nesil veya aynı zamanın ehli kimseleri ifade eder.

Bazı tefsircilere göre ‘karn’ süresi belli bir devrin adıdır. İbni Sîrîn’e göre o kırk yıl, İbni Abbas’a göre 80 yıl, el-Mazinî’ye göre de yüz yıldır. (İbni Manzur, Lisânu’l –Arab, 12/87. en-Ne’âl, M. Fevzî. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 605)

Günümüz arapçasında yüzyıl anlamında da kullanılıyor. (Sarkis, el-Müncid, s: 625)

Karn Kur’an’da tekil ve çoğul olarak 20 âyette ve daha çok cezayı hak eden nesillerin helâk edilmesi bağlamında geçiyor.

“Onlardan önce nice nesilleri (karn’ı) helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkân ve iktidarı onlara vermiştik. Onlara bol bol yağmur yağdırmıştık. Topraklarından nehirler akıttık. Sonra da günahları sebebiyle onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik.” (En’am 6/6)

“Biz onlardan önce, mal-mülk ve görünümü daha güzel olan nice nesilleri helâk ettik.” (Meryem 19/74. Ayrıca bkz: Sâd 38/3. Yûnus 10/13. Hûd 11/116. Tâhâ 20/51 vd.)

 

27-Şitâ

‘Şitâ veya iştâ’ şeklinde hem zaman ismi, hem de mekan ismi olarak  kullanılır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 375)

Bu kökten gelen ‘eştât’ ayrı ayrı demektir. (Nûr 24/61. Zilzâl 99/6)

Yine bu kökten gelen ‘şettâ’, çeşitli anlamındadır. (Tâhâ 20/53. Haşr 59/14. Leyl 92/4)

‘Şitâ’ ise kış, kış mevsimi demektir. Kur’an’da bir âyette geçiyor.

“(Başka sebepten olmsa da bari) Kureyş’e kış (şitâ) ve yaz seyahatleri kolaylaştırıldığı için bu Beyt’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş 106/1-3)

İbni Sikkît demiş ki: Araplara göre ‘sene’ bir özel isimdir. Onlar seneyi altı ay altı ay olarak ikiye böler, sonra seneyi şitâ (kış) ile başlatırlardı. Zira onlara göre şitâ eril, sayf (yaz) dişil bir kelimedir. Sonra şitâ’yı da ikiye böler, birinci kısma ilk kış, ikinci kısma da bahar derlerdi. Böylece ilk kış üç ay, bahar da üç ay olurdu. Yazı da böyle üçer ay olarak iki kısma ayırırlardı.

Şitâ bilindiği gibi senenin dört parçasından biridir. Bazılarına göre şitâ şetvetün’ün çoğuludur. Bazılarına göre bu türemiş bir kelime olmayıp senenin fasıllarından biridir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 8/21)

 

28-Sayf

‘Sayf-yaz’ bilinen bir zamandır. Şitânın (kışın) zıddıdır. (Çoğulu: esyaf veya suyûf’tur) Araplar sıcak güne ‘yevmün sâif’ derlerdi.

‘Sayf’ aynı zamanda yaz yağmuru demektir. Baharda yağan yağmurlara ‘rabîğ’ denildi gibi, yazın yağan yağmurlara da ‘sayf’ denilmiş. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 8/315. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 428)

Bu da ‘şita’ gibi Kur’an’da bir yerde, Kureyş’in yaz ve kış ticaret yolculuklarını hatırlatma bağlamında geliyor.

“(Başka sebepten olmsa da bari) Kureyş’e kış ve yaz (sayf) seyahatleri kolaylaştırıldığı için bu Beyt’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş 106/1-3)

 

29-Kıtau’n mine’l-leyl

‘Leyl’ gece, ‘kıta’’ bir parça; bu da ‘geceden bir parça’ demektir.

Bunun aslı kataa fiilidir. Bu da ister gözle görülen somut bir şey, isterse basiretle idrak edilen soyut bir şey olsun; herhangi bir şeyi aralarında aralık veya yarık olacak şekilde kesmek, ayırmak demektir. Mesela organların kesilmesi... (A’raf 7/124. Mâide 6/38. Muhammed 47/15)

Cehennemliklere ateşten elbisenin kesilmesi (kat’u’s-sevb) (Hacc 22/19) gibi.

Bir de kat’t’-tarık diye bir deyim var. Bununla ya, yolculuk yapma, yola girme, koyulma kasdedilir, ya da yolculardan, yola koyulanlardan ellerindekini zorla alma da (yol kesme) anlatılır. (Ankebût 29/29. Burada şu âyetlere de atıf var: A’raf 7/45. Neml 27/24)

‘Kat’u’l-vasl’; bir kimseden ayrılma, hicrana düşme demektir.

‘Kat’u’r-rahm’; bir yakın akrabadan uzaklaşma, onlara iyilik yapmaktan, ihsan etmekten, şefkat göstermekten kendisini ayırmak, akrabayla ilgiyi kesmek. (Muhammed 47/22. Bekara 2/27)

‘Kat’u’l-emr’; bir konuda söz sözü söyleyip kesin karar vermek. Bir anlamda kestip atmak. (Neml 27/32)

Kat’ kelimesi bir kaç âyette de öldürmek, helâk etmek, kökünü kesmek anlamında kullanılıyor. (Âli İmran 3/127. En’am 6/45. Hıcr 15/66)

Aynı kökten gelen ‘kıta’an’; parça, kısım, cüz, kütle demektir.  (Yûnus 10/27. Ayrıca bkz: Ra’d 13/4)

Zaman olarak gecenin bir kısmını, bir parçasını, bir bölümünü ifade eden “kıtau’n mine’l-leyl” iki âyette geçiyor. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 615)

Her ikisi de hz. Lût’la ilgili bir pasajda geliyor. 

Allah (cc) onu azgın, suçlu ve ahlâksızlıkta ileri gitmiş bir kavme elçi olarak gönderdi. Kavmine Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını, kendisine itaat etmelerini söyledi. Yaptıkları ahlâksızlığı terketmelerini, Allah’a ibaet etmelerini tebliğ etti. Ancak onlar, işlerine karışırsa sürgün etmekle tehdit ettiler. “Eğer doğru söylüyorsan bizi tehdit ettiğin azabı getir” diyerek meydan okudular.

Allah (cc) Hz. Lut’un duasından sonra (A‘râf 7/80-81. Şuarâ 26/160-166. Neml 27/54-55. Ankebût 29/28-30) Allah (cc) bu azgın kavmi cezalandırmak üzere melekler gönderdi. (Hûd 11/69-70. Hicr 15/57-58. Ankebût 29/31)

“Konukları (melekler) şöyle dedi: “Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar. Gecenin bir vaktinde (parçasında) aileni al götür. İçinizden kimse ardına bakmasın. Ancak karın müstesna. (Onu bırak.) Çünkü onların (kavminin) başına gelecek olan azap, onun başına da gelecektir. Onların azabla buluşma zamanı sabahtır. Sabah yakın değil midir?!” Hûd 11/81

“Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından git. Hiçbiriniz arkaya bakmasın. Emrolunduğunuz yere (doğru) geçin gidin.” (Hıcr 15/65)

 

30-Cum’a (cumua)

‘Cum’a’ kelimesinin aslı ‘ce-me-a’ fiilidir. Bu da bir şeyin (parçalarını veya bölümlerinin) birbirlerine yaklaştırarak biraraya getirmek, toplamak demektir. “Onu, parçalarını biraraya getirdim, o da toplandı” denir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 3/196. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 135)

Bu fiil ve türevleri Kur’ân’da bir çok âyette geçiyor.

“Mal toplayan ve onu durmadan sayan, insanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline!” (Hümeze 104/1-2)

“Gözler kamaştığı, ay karanlığa gömüldüğü, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman, o gün insan “kaçış nereye?” diyecektir.” (Kıyâmet 75/7-9)

“De ki: “Rabbimiz hepimizi kıyâmet günü bir araya toplayacak, sonra da aramızda hak ile hüküm verecektir. O, gerçeği apaçık ortaya koyan, hakkıyla bilendir.” (Sebe’/34/26. Ayrıca bkz: Âli İmran 3/157. Kehf 18/99. Yâsîn 36/32)

Aynı kökten gelen ‘yevmu’l-cem’, toplanma günü, yani mahşer günü, haşrolma zamanıdır.

“Böylece biz sana Arapça bir Kur’an vahyettik ki, şehirlerin anası olan Mekke’de ve çevresinde bulunanları uyarasın. Hakkında asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları uyarasın. Bir grup cennette, bir grup ise cehennemdedir.” (Şûrâ 42/7. Ayrıca bkz: Teğâbun 9. Hûd 11/13)

Bu fiil her türlü toplanmayı, bir araya gelmeyi, topluluğu, toplanma yerini, bir fikirde birleşmeyi anlatır. (bkz: Tâhâ 20/64. Yûnus 10/71. Âli İmran 3/173. Hıcr 15/30. Yûsuf 12/93. Bakara 2/38 v.d.)

Aynı kökte gelen ‘câmi’’, toplayan, bir araya getiren kişi ve zamanı ifade eder. Bunun çoğulu ‘cevâmi’ ise bukağılar demektir. El, ayak, baş gibi bedenin organlarını bir araya getirdiği için böyle denir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 136)

Haftanın yedi gününden birini adıdır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 3/199) Ancak İslâm’dan önce Cum’a isminin kullanıldığına dair sağlam bir delil yoktur.

İslâm’dan önceki dönemde Araplar haftanın altıncı gününe arûbe denirdi. Bu ismin de yahudilerden alındığı sanılıyor. Bazılarına göre Hicretten önce Medine’de Ensâr tarafından toplantı ve ibadet günü olarak seçtikleri gündür.

Cumua Suresi 9. âyet cuma namazının farz kılınmasından önce de günün bu adla anıldığına ve bir toplantı günü olduğuna işaret etmektedir.

Bu günün Cuma adını alması bilhassa toplantı günü olmasından kaynaklanır. (Karaman, H. TDV İslam Ansiklopedisi, 8/85)

‘Câmi’, cemâ‘ah, ictima‘ gibi kavramlarla akraba olan Cum’a, Kur’an vahyinin orijinal kavramlarından biridir. (İslamoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, )

‘Cum‘a’ kelimesi kendi adıyla anılan sûrede ‘yevmu’l-cum’a’ şeklinde geçmektedir. (Cumua 62/9)

“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” (Cumua 62/9)

Çeşitli hadislere göre cum’a, haftalık ibadet günü olarak daha önce yahudi ve hıristiyanlar için takdir edilmişti. Fakat onlar bu konuda ihtilâfa düşerek yahudiler cumartesiyi, hıristiyanlar pazarı haftalık toplantı ve ibadet günü olarak benimsediler. Allah da Cum’a gününü müslümanlara hediye etmiştir. Bu da hakkın ta kendisidir. (Müslim, Cumʿa/6 (19-23) no: 1978-1983)

Buna göre İslâm’da haftalık toplu ibadet günü ve çeşit haftalık bauram günü Cum’a’dır. (Beyhakî, 3/243’den Karaman, H. TDV İslam Ansiklopedisi, 8/85)

Hz. Peygamber, “Güneşin doğduğu en hayırlı gün Cum’adır; Âdem o gün yaratılmış, o gün cennete girmiş ve o gün cennetten çıkarılmıştır; kıyâmet de Cum’a günü kopacaktır” buyurdu. (Müslim, Cumʿa/5 (17-18) no: 1976-1977)

Peygamber (sav) hicret etmeden önce Medineli müslümanlar cum’a namazı kılmaya başlamışlardı. Kendisi de Hicret sonrası Kuba’dan ayrıldığı gün Sâlim Oğulları yurdunda ilk Cuma namazı kıldı ve kıldırdı. (İbni Hişâm, Siyretü’n-Nebeviye, 2/494)

Cum‘a günü ve cum’a ibadeti çeşitli hükümleri bakımından bir çok hadiste de yer almaktadır.  

 

31-Sebt

Bunun aslı sakin olma, dinlenme, ara verme anlamındaki ‘se-be-te’ fiilidir.

Sebt’in kelime anlamı dinlenmek, zaman (dehr), zamandan bir an demektir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/101. el-Cevherî, s-Sıhâh Tâcu’l-Lüga, 1/374)

Sebt, Cuma ile Pazar günleri arasında haftanın yedi gününden biri, Cumartesi günü. (Sarkis, el-Müncid, s: 317)

Bugüne sebt denilmesinin sebebi şöyle açıklanıyor:  Allah (cc)  bu günde yaratma işine başlayıp, yine bu günde yaratmaya son verdi. İsrâiloğulları’na bu günde işe ara vermelerini emretti. (Gürkan, S. L. TDV İslâm Ansiklopedisi, 36/256) Bu kanaat Vahyin değil, Tevrata inananların kanaatidir. Yahudiler Allah’ın kâinatı altı günde yaratıp, yedinci günde dinlendiğine inanırlar. O yüzden Cumartesi günü onlar için dinlenme günüdür.

Kur’an’a göre Allah yaratmaya devam ediyor. O her an bir işdedir. (Rahman 55/29)

/Eğer sahih ise) bir hadiste şöyle deniyor: “Allah toprağı Cumartesi, dağları Pazar, ağaçları Pazartesi, mekruh şeyleri Salı, nuru Çarşamba günü yaratmış, binek hayvanlarını Perşembe günü yaymış ve Âdem’i Cuma günü ikindi vaktinden sonra gündüzün en son saatinde en son mahlûk olarak yaratmıştır.” (Müslim, S. Münâfikin/1(27) no: 7054)

Kur’an’da hz. Âdem’in çeşitli aşamalardan geçirilerek yaratıldığı söyleniyor. Onun Cuma günü yaratıldığını söylemek belki onun yaratılışının son aşaması olan ‘ruh üfleme’dir. (Allahu a’lem)

Kur’an’da ‘sebt’ kelimesi İsrâiloğulları’na atıfla beş âyette yer alıyor.  Bir âyette (A‘râf 7/163) fiil şekliyle (yevme lâ yesbitûn) şeklinde geçiyor.

Bu âyetlerde avlanma yasağı ile bağlantılı olarak anılan sebt gününe saygı Hz. Musa’dan beri İsrailoğullarına farz kılınmıştı.

“Verdikleri sağlam söz(ü yerine getirmemeleri) sebebiyle “Tûr”u üzerlerine kaldırdık ve onlara, “Tevazu ile kapıdan girin” dedik. Yine onlara, “Cumartesi (yasakları) konusunda haddi aşmayın” dedik ve onlardan sağlam bir söz aldık.” (Nisâ 4/154)

Bir âyette ‘sebt’ gününün kısıtlama ve yükümlülüklerinin ancak bu konuda ihtilâf edenlere farz kılındığı söyleniyor.

“Cumartesi gününe saygı, ancak onda görüş ayrılığına düşenlere farz kılındı. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düşmekte oldukları şeyler konusunda kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.” (Nahl 16/124)

İhtilâftan maksat, Allah’ın İsrâiloğulları’na avlanmaktan uzak durup bu güne saygı göstermelerini bildirmesinden sonra onlar bu günde avlanmayı bazan helâl, bazan haram saymalarıdır. (Zemahşerî, el-Keşşaf 2/618)

Ama onlardan bir kısmı bu güne saygı göstermediler. Yasağı çeşitli hilelerle çiğnediler.

“Şüphesiz siz, içinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz onlara, “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.” (Bekara 2/65)

“(Ey Muhammed!) Onlara, deniz kıyısında bulunan kent halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi (yasağı) konusunda haddi aşıyorlardı. Zira tatil yaptıkları Cumartesi günü balıklar onlara akın akın geliyor, tatil yapmadıkları (diğer) günlerde ise gelmiyorlardı. İşte onları yoldan çıkmaları sebebiyle böyle imtihan ediyorduk.” (A’raf 7/153)

Allah tıpkı diğer ümmetlere yaptığı gibi Cuma gününü İsrailoğulllarına da ibadet ve saygın gün yaptı. Musa bunu onlara söylediği zaman onlar Cumartesi gününü tanrının dinlenme günü olduğu için seçtiler. Allah bu isteklerini kabul etti. “Hz.Mûsâ’nın dinine göre, cumartesi günü çalışmayıp ibadetle meşgul olmak bir esastı. (İsrailoğullarının bu esası çiğnemeleri ile ilgili olarak ayrıca bakınız: Nisâ 4/47-54. A’râf 7/163. Nahl 16/124” (Diyânet Meali (yeni) âyet açıklaması)

Onları denemek için de bazı yasaklar koydu. Bunlardan birisi balık avlama yasağı idi. Onlardan bazıları hem Cuma gününe saygısızlık ettiler, hem de Allahin koyduğu sınırları çiğnediler. Yasağı delmek için Cumartesi öncesinde balıkların geçebileceği su yolları yaptılar. Ya da ağlarını suya atıyorlar, yasak bitince çekiyorlardı. Böylece kendilerince hem yasağa uymuş oluyorlar, hem de balık avlamış oluyorlardı. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/370-373)

Ashabu’s-sebt bir âyette geçiyor. Bundan maksat da Cumartesi yasağına saygı göstermeyenler ve bundan dolayı Allah’ın lânetine uğrayıp meshedilenler, yani sireten (ahlâken) maymunlar gibi olan İsrailoğullarından bir gruptur. (Nisâ 4/47)

 

32-Mesâ

‘el-mesâ’; öğleden akşama yahut gece yarısına kadar olan vakit. Sabahın zıddı olarak akşam demektir. ‘Beyaz-siyah’ denildiği gibi ‘sabah-akşam’ denir.

‘Mesâu ems’; dün akşam demektir.

Bunun fiil hâli ‘emsâ’;  akşamlamak, akşama kalmak demektir. Birisine “keyfe emseyte-akşam vaktinde hâlin nasıl?” şeklinde sorulur. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 14/76)

‘Emsâ’ fiili Kur’an’da bir âyette geçiyor.

“Haydi siz, akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı tesbîh edin, ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.” (Rûm 30/17-18)

 

33-Ruveyd

Bunun aslı olan ‘ravd’; birine yavaş yürü, yavaş ol demek, ‘ruveyd’ ise mühlet demektir. Ki bu hem azlığı, hem de tehdid anlamı taşır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 6/261)

Bu da Kur’an’da bir âyette geçiyor.

“Artık sen inkârcılara mühlet ver; onlara az biraz mühlet ver.” (Târık 86/17)

“Allah (cc) Peygamberine diyor ki: ‘Ey Muhammed kâfirlere mühler ver, onlar hakkında acele etme, az bir zaman tanı. Göreceksin ki onlara vadedilen kötü zamanlar (felaketler) başlarına gelecek.

‘Ruveyd’ İbni Abbas’a göre ‘yakın (bir zaman), Katâde’ye göre; biraz, az bir şey demektir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/541)

“inkârcılara mühlet ver” Bu onlar için bir tehdittir. Verilmesi istenen mühletin anlamı sabret, bekle; Mekkeli müşrikler yakın bir zamanda helâk veya mağlup olacaklar. Nitekim bunu Allah Bedir’de yaptı. (Bir âyette buna benzer bir ifade var: “... Zulmedenler, hangi inkılaba (hangi akıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (Şuarâ 26/227)  

‘Ruveyd’; İbni Kuteybe’ye göre verilen mühlet, ya da az bir müddettir. (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesir, s: 1536)

 

         -Sonsöz

         “Asra (zamana) andolsun ki insan hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.”

Zamanı yaratan Allah (cc) insana bu zamandan bir müddeti, süreyi, yani hayatı veriyor; kısa veya uzun. Zamanı ve onun çeşitli kısımlarını Kur’an’da zikrederek, bazılarının üzerine yemin ederek önemini, o sürede olan önemli olayları hatırlatıyor. İnsanın bundan gafil olmamasını, zamanını, ömrünü, fani olan hayat süresini, süresiz (ebedî) hayat için iyi değerlendirmesini tavsiye ediyor.

Buna göre zaman ve onun çeşitli katmanları insana verilen bir emanet, bir imkan, bir nimet, ama aynı zamanda bir fırsattır. Kişi Âhirette kendine emâneten verilmiş vakti nasıl geçirdiğinden sorguya çekilecektir.

Diğer nimetlerden sorulacağı gibi. Zamanı ne yaptık? Zamanı nerede harcadık? Zamanı nasıl değerlendirdik?

Nitekim Peygamber (sav) insanın beş şeyin hesabını vermeden masher yerinden ayrılamaz derken bunların arasında “ömrünü nerede harcadığından” maddesini de sayıyor. (Tirmizî, Kıyâmet/1 no: 2416-2417)

Eskiler derler ki, “zaman; içinde yaşadığın andır. Dün geçmiştir, onu geri getirmen, geçmişi yeniden yaşaman mümkün değildir. Yarın henüz gelmemiştir. Yarına çıkıp çıkmayacağın ise belli değildir. Öyleyse sen bugünü değerlendirmeye bak.”

Hayatın geçici (fâni) olduğunu herkes bilir. Ancak kimileri kabul etmese de, bu hayatın devamı var. Ve yapılanların bir hesabı var. (Zilzâl  99/7-8)

Şair şöyle demiş:

“Saatin çaldığı evkât değildir her bâr

Müddet-i ömrü gelip geçtiğine eyler âh-Saatin her saat başı çalmasının sebebi vakti bildirmek değil; belki ömrünün gelip geçtiğine âh eylemektir.”

 

Hüseyin K. Ece

07.04.2018

Zaandam