-Ahlâk ve önemi

Ahlâk; ‘huluk veya hulk’un çoğuludur. Bu da seciye, tabiat, huy, karakter  demektir.

Arapça sözlüklerde insanın fiziksel yapısı için ‘halk’, manevi yapısı için de ‘hulk’ kelimeleri kullanılır.[1]

İslâmi kaynaklar iyi ve kötü huyları, insanın seviyesini yülselten veya alçaltan davranışları ahlâk kavramıyla anlatırlar. Ayrıca günlük hayatın her alanında takdire değer davranışlara ‘edep (çoğulu: âdap)’ denmiştir. Edep terimi öteden beri kişini özel davranışları hakkında, ahlâk tutum ve davranışların kaynağı durumundaki manevi yetenekleri, insanın olgunlaşmasını sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanı hakkında kullanılmış.[2]

Her insan iyi veya kötü ahlâk sahibidir. Herkesin kendine göre huyları, o huylara yön veren karakteri vardır. İyi ve kötü huy nitelemesi herkese göre veya her inanca kültüre değişse de, kişinin ortaya koyduğu eylemler sonuçta onun huyu, ahlâkı diye isimlendirilir.

İslâm; “Allah’a saygı duymak (ibadet etmek),

Ve O’nun yaratıklarına güzel davranmaktır” şeklinde tanımlanabilir.

Bu da İslâmda güzel ahlâkın yerini ve önemini belirler. 

Kur’an ibadet etmeye ve güzel davranışta bulunmaya ‘sâlih amel’ diyor. Bunun bir kısmı ibadetler ise, büyük bir kısmı güzel ahlâktır. Bundan dolayı “güzel ahlâk İslâmın tâ kendisidir” denilmiştir.

Hz. Muhammed’in elçi olarak gönderiliş amacı da budur. “Ben, ahlâkın güzelliklerini (keremini) tamamlamak için (Allah tarafından peygamber olarak) gönderildim.”[3] 

Hz. Muhammed’e, henüz peygamber olmadan, cahiliyye döneminde ‘el-Emin’ denilmesinin, onun müslümanlar tarafından çok çok sevilmesinin bir sebebi de onun ahlȃkının güzelliğidir.

Onun Rasûl-ü ekrem (en kerâmetli, en kerim elçi) oluşu, ahlâkının güzel, şahsiyetinin örnek, kulluğunun mükemmel oluşundandır.

Sahabeler Peygamber (sav) hakkında şöyle dediler: “Allah’ın Rasûlü, yüz bakımından da insanların en güzeli idi, ahlâkımından da insanların en güzeli idi.”[4]

Kur’an, Peygamberimizin ahlâkını methettiği gibi (Kalem, 68:4), hanımlarından hz. Aişe (r.anha) O’nun ahlâkının Kur’an olduğunu söylüyor.[5] 

İslâmda bütün hükümlerin ve ilkelerin kaynağı Kur’an ve Sünnet olduğu gibi, güzel ahlâkın dayandığı anlayış ve ölçüler de buna bağlıdır. Bu hem Kur’an’daki ahlâki ilkeleri kapsar, hem de Peygamberin örnek ahlâkını. “Bu iki kaynak dinî ve dünyevî hayatın genel çerçevesini çizmiş, amelî kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra geliştirilen ahlâk anlayışlarının temelini oluşturmuştur.

Kur’ân ahlâki konuları herhangi bir ahlâk kitabı gibi sistematik olarak ele almaz. Ama ortaya eksiksiz bir ahlâk sistemi koymuş, bununla ilgili nazarî prensipler ve uygulamaya yönelik kurallar getirmiştir.

Kur’an’da ahlâk kelimesi geçmiyor. Bunun tekili ‘huluk’ ise ‘âdet ve gelenek’ (Şuarâ 26/137), diğeri de ‘ahlâk’ anlamında (Kalem 68/4) geçiyor.   

“Pek çok âyette yer alan ‘amel’ teriminin alanı ahlâkî davranışları da içine alacak şekilde geniş tutulmuştur. Bunun yanında bir (birr), takvâ, hidâyet, sırât-ı müstakım, sıdk, amel-i sâlih, hayır, mâruf, ihsan, hasene ve istikamet gibi iyi ahlâklılık; ism, dalâl, fahşâ, münker, bağy, seyyie, hevâ, israf, fısk, fücûr, hatîe, zulüm gibi kötü ahlâklılık ile aynı veya yakın anlam ifade eden birçok terim vardır. Hadislerde ise bu terimler yanında ahlâk ve hulk kelimeleri de kullanılmıştır.”[6]

Peygamber (sav) pek çok sözünde güzel ahlâkı övüyor ve teşvik ediyor. Buna göre en iyi müslüman kimdir sorusunun cevabı: Ahlaki güzel olandır.[7]

Kur’an’a göre bu âlemde yegane yükümlü ve sorumlu varlık insandır. Onun davranışlarının, ahlâkının da tıpkı yaratışı gibi (Tîn 95:4) güzel olmasını ister. İnsanın mayasında her ne kadar Allahın üflediği bir uh olsa da onun bir de topraktan yaratılan beşeri yönü var. Bu özellik onun ahlâk açısında çift kutuplu olmasını, kötülüğe de iyiliğe meyyili olmasını gerektirmiştir. “Allah insan nefsine fücûrunu da takvâsını da ilham etmiş”, yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte vermiştir. Dolayısıyla “nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense hüsrana uğramıştır” (Şems 91:9-10).[8]

Burada ahlâklı bağlantılı olan kavramlardan bir kaç tanesinden ve güzel ahlâk üzerinde etkilerinden söz edeceğiz.

 

1-Ahlâk-Âhiret

‘Âhiret’ kavram olarak, öbür dünya, ölümden sonraki hayat demektir.

Dünya hayatı için ilk (ûla), ölümden sonraki hayat için ise ‘ahiret (son hayat)’ denmiştir. Bu anlamda dünya, yakın, ‘âhiret’ ise son ikâmet yeridir.

Kur’an, ‘âhiret’ kavramını sık sık dünya kelimesi ile birlikte kullanmaktadır. Her ikisi arasında sıkı bir ilişki vardır. Ahiret dünya hayatını takip eden, ama ölümsüz bir hayatın adıdır.

Bir başka deyişle ‘âhiret’, dünya hayatının sonuçlarının alınacağı, dünya hayatının değerlendirileceği yerdir.

İslâma göre, hayat ölümle bitmiyor ve dünya hayatı da sonsuz değildir. Günün birinde tıpkı diğer canlılar gibi dünya hayatının tümü sona erecek, yani Son Saat, arkasından da Kıyamet, yani yeniden diriliş, hesap (mizan) gerçekleşecek. Sonra da dünyada herkes ne için çalışmışsa ona kavuşacaktır. (Bkz: Hacc 22:2. Kıyâme 72:1. Zümer 39:68. Nebe’ 78:17-18. A’raf 7:8-9. Kâria 101:6-11. Mü'minûn 23:102-103) Kim zerre kadar hayr işlerse onu, kim de zerre kadar şer işlerse onu görecektir. (Zilzâl 99:7-8)

Bu demektir ki âhiretteki kişinin karşılaşacağı sonuç, kendi elleriyle kazandığı, hak ettiği karşılıktır.  Kim orada hangi karşılık istiyorsa, bu dünyada onun için çalışır.

Âhirete iman etmek aslında ‘Hesap’ bilincidir. Yani hayatın, nimetlerin, amellerin  ve emânetlerin hesabını verme inancıdır. Ahiret inancı, yaratılışın, yani dünya hayatının niçin var olduğu sorusunun da cevabıdır.

Dünya hayatında insanın yaptıkları iyi veya kötü, er veya geç karşısına çıkar. Kişi ne için çaba gösteriyorsa ona ulaşır. Ulaştığı şey onun ne için çalıştığına bağlıdır.

Âhiret hayatı bu hayatın devamıdır. Sürekli olan âhiret hayatının iyi veya kötü temelleri dünyada iken atılır. Burada yapılanlar, oradaki hayatın rengini belli eder. Buradaki tercihler, aslında orada hedeflenen şeyin tercihidir. Kısa ve anlık zevkler isteyenler çok kısa, geçici ve evcilik oyununa benzeyen dünya hayatına razı olurlar. Bunun karşılığında ise, sonsuz mükâfatı ve mutluluğu kaçırırlar. (Hadid 57:20. Muhammed 47:36. En'am 6:32)

İslâm Allah’a ve âhirete iman etmeyi esas alır. Kur’an baştan sonra insanlara Allah ve âhiret gerçeğini hatırlatır. Pek çok âyette kıyâmet sahneleri anlatır, orada gerçekleşecek olaylardan ve sonuçlardan söz eder. Yani muhatabı uyarır. O güne burada hazırlanması gerektiğini haber verir. Zira âhirete iman kişinin dünya hayatını düzenlemesini, aklını başına almasını, sâlih amel dediğimiz yarayışlı eylemler yapmasını sağlar. Üstelik dünya hayatı fâni, ölümden sonraki hayat ise bâki ve gerçek hayattır. (Ankebût 2:64)

 

-Âhiret yoksa dilediğini yap

Yaptığının hesabını vermeyeceğinden emin olan, polisten, mahkemeden kurtulacağını adı gibi bilen bir kimse; niye canının istediğini yapmasın ki? “Bana kimse karışamaz, bana hiç kimse hesap soramaz” diye düşünen kimse istediğini yapar.

Bunları frenleyecek bir kurum, engel olacak bir formül yok. Zalimler böyle düşündükleri için zulmetmeye devam ederler ya. Pek çok cani, katil, hırsız,  gasıp âhireti kabul etmedikleri için böyle olmadılar mı?

Ancak âhirete iman eden böyle değildir. Onlar yaptıklarının kayıt altına alındığından emindir. Bu kayıt altına alınan belge günün birinde kendi lehinde ve aleyhinde tanık olacak. (Bkz: İsrâ 17:13-14. İnfitar 82:10-12. En’am 6:59) Mü’min bilir ki, insan bu dünyada her ne kadar bazı davranışlarına biraz karşılık alsa bile, asıl karşılıklar öte dünyada verilecektir. (Yûnus 10:27. Şûrâ 42:40. En’am 6:160. Kehf 19:88)

Yaptıklarının kayıt alındığına ve günün birinde bunlardan hesaba çekileceğine inanan bir kimse kötülüklerden, haksızlıklardan,günahlardan  kaçınmaya çalışır. Bu iman ve bu şuur onu kötü fiillere karşı frenler. Onu iyi amellere, güzel davranışlara teşvik eder.

Ölümü hesaba katmayan hayat ve dirilişi olmayan bir ölüm anlamsızdır. Hesabı verilmeyecek olan bir hayat her açıdan saçmadır. Hesap, mükâfat ve ceza, iyi ile kötünün, iyilik ile kötülüğün farkı yoksa; hayatın anlamı da yok demektir. Hatta ahlâk ve faziletin, iyiliğin, diğergâmlığın, yardım severliğin, adaletin, insana saygının, hoş görünün de önemi kalmaz.  

Ahiret inancı, hayatı düzene koyan, iyilik yapma duygusunu artıran, kötülük/günah yapma arzusunu azaltan, kişinin kendisini kontrol etmesini sağlayan en önemli bilinçtir.

Tevhid inancına göre güzel ahlâkın kaynağı öncelikle Yüce Yaratıc, sonra da ahiret inancıdır. Kişi sonsuz hayata, o hayattaki kurtuluşun veya mutluluğun bu dünyadaki davranışlarla kazanılacağına güçlü bir şekilde inanıyorsa; iyi olmaya, daha iyi olmaya, iyilik yapmaya, en güzel ahlâkı kazanmaya çalışır. Madem ki ahlak denilen şey, kişinin bütün davranışlarını kapsıyor ve günün birinde bu davranışların karşılık bulacağına inanıyorsa huylarını güzelleştirmey çaba gösterir.

Âhiret inancı kişiye sorumluluk yüklediği gibi umut da verir. Onu amaçsızlıktan kurtarır, hayatına anlamlı bir hedef gösterir. İnsana haddini de bildirir.

 

2-Ahlâk-Takva

Takva bilinci ile ahlak arasında da sıkı bir ilişki var. Zira takva duygusu ahlakı bina eden ve güzel olmaya sevkeden önemli bir dinamiktir.  

‘Takva’ kelimesinin aslı ‘vekâ’ fiilidir. Bu da bir şeyi korumak, zarar verecek şeylerden çekinmek, himaye etmek, bir şeyi başka bir şeyle bir tehlikeye karşı korumaya almak, ya da bir şeyi başka bir şeyle gidermek demektir. Bu bir anlamda zararlı şey ile kendi arasına bir engel koymaktır.[9]

‘Vekâ’ fiili kötülüklerin her birinden Allah’ın korumasına girmeyi de ifade eder.[10]

Aynı kökten gelen ‘ittika’ sözlükte; korumayı kabul etmek, elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini korumaya almak anlamına gelir.[11]

‘İttika’nın fail (özne) ismi olan ‘muttaki’; korunan, sakınan, takva fiilini işleyen, kendini koruma altına alan demektir.[12]

‘Takva’ ‘ittika’nın ismidir ve sözlük anlamı olarak, nefsi korktuğu şeyden korumaya almak, sakınmak anlamına gelir. (el-Isfehâní, el-Müfredât, s: 833)

Kur’an’da takva tavsiyesinin temelinde sakındırma fikri var. Esasen Kur’an Allah’tan ittika etmeyi hem O’nun azabından sakınmak, hem O’na itaatle kendini dünyada ve âhirette istenmeyen şeylerden korumaya almak, hem de âlemlerin Rabbine karşı, O’nun ilâhlığı karşısında kul olma sorumluluğu ile hareket etme şuuru manasında kullanmaktadır.

Bu anlam yerine göre bazen korku unsurunu daha çok ön plana çıkarıyor, bazen de sakınma ve ona göre tedbir alma unsuruna vurgu yapıyor.

Kur’an gelmeden önce Arapça’da takva (veya fiil halinde: ittika) kelimesi, insan ve hayvan gibi bir canlı varlığın kendini, dışarıdan gelebilecek bir zarara karşı savunması anlamına gelmekte idi.[13]

Bu da çok ibadet etme anlamında ‘zühd’ olmadığı gibi pek dinî bir mana da taşımıyordu. Ancak Kur’an, bütün diğer kavramlar gibi ‘takva’ kavramını da sözlük anlamını temel alarak ve öz manasını koruyarak ona yepyeni bir anlam kazandırdı. Buna göre takva maddi bir tehlikeden değil, manevi azaptan, insanı bu azaba sürükleyecek kötü işlerden korunmak demektir. Kelime, zamanla daha manevi bir anlam kazanarak temiz dindarlık manasını almıştır.[14]

Takvanın pek çok tanımları yapılmış. Ancak Ebu Hureyre’nin şu tesbiti ne kadar yerindedir. Kendisine birisi ‘takva nedir’ diye sormuş, o da şu cevabı vermiş: ‘Sen hiç dikenli yolda yürüdün mü?’ O da ‘evet’ demiş. Peki o zaman ne yaptın? diye tekrar sormuş.  Soruyu soran; ‘Dikenlerden sakındım, onlara karşı korundum, ya da zarar vermesinler diye kısalttım.’ Ebu Hureyre  o zaman demiş ki; ‘İşte takva budur.’[15]

 ‘Takva’, basit bir savunma, sıradan bir korku, kolay bir nefis koruması değil; iman ve amelle desteklenen bir aksiyon şeklinde, bizzat iman edip Allah’a teslim olma, imanın gereklerini bilinçli bir korku ve titizlikle yapmak, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımak anlamındadır.

Takva, ma’siyet (günaha düşme) yollarını gösterir, onlardan sakındırır.

Takva bilinci, kişiye Vhye uyarak sâlih amel işleme (en faydalı davranışları yapma) anlayışı verir. Kur’an’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçma titizliği sağlar. Lehinde ve aleyhinde olan şeyleri gösterir. Kötülükleri tanıma ve onlardan kaçınma bilinci kazandırır. Faydalı ve sevap olan işleri yapma anlayışı ve dikkatini kazandırır.

Şeytan insanı günaha ve şer olan işlere davet eder. O, insanın kötülüğünü ister. Çünkü o Kur’an dediği gibi insanın düşmanıdır. (Nûr 24:21. Fatır 35:6)

Müslüman takva bilinci ile şeytanın hileleri, tuzakları ve davetleri karşısında uyanık ve dikkatli olur. Onun sevimli ve dışarıdan hoş gelen davetlerine aldanmaz. Onun vadettiği bütün sonuçların birer ümniyye (hayal ve aldatmaca) olduğunu bilir.

Takva; Allah’ı ve O’nun cezalandırmasını hesaba katarak, hevâ’ya (aşırı istek ve tutkulara) uymamak, nefsin gayri meşru isteklerine sınır koymaktır. Zira nefsin hevası kötülüğü, günahı, batıl şeyleri emreder. (Yûsuf 12:53) Kim kendi hevâsına (istek ve tutkularına) tabi olur, başka bir şeye kulak asmazsa, o kimse doğru yoldan ayrılır.

Takva; nefis insanı günah işlemeye, ahlâksızlık yapmaya davet ettiği zaman ona Allah’ı hatırlatır. (Nazi’ât 79:37-41) Allah’ın makamını düşünerek kötü işden vazgeçene iki cennet söz veriliyor. (Rahman 55:46)

Kur’an’ın ‘birr’ dediği erdem (Bakara 2:177) önce İslâm’ın inanç esaslarını kabul etmek, sonra da onun önem verdiği erdemli davranışları sergilemektir. Birr, bütün iman, ibadet ve ahlâka ait iyi huyları kapsamaktadır. İşte bu birr ahlâkına sahip olanlar da muttakilerin ta kendileridir. Bu açıdan takva kalbin ‘birr’ ahlâkıdır diye tanımlanır. Şu hadiste söz konusu edilen birr’in ahlâkla ilgisi açıktır:

“Sıdk (doğruluk) kişiyi birr’e, birr ise insanı Cennete götürür. Kişi doğruluğa devam eder ve sonunda sadıklardan (doğrulardan) olur. Yalan kişiyi facirliğe (günakârlığa) götürür, fâcirlik ise kişiyi Cehennem‘e sürükler. Kişi yalan söylemeye devam eder, ta ki sonunda Allah’ın katında yalancılardan olur.”[16]

İhsan anlayışının da ahlâkla ilgisi var. İhsan; iyilik etmek, nimet kazandırmak, yardımcı olmaktır. Bunları da en güzel şekilde yapmaktır. İhsanın bir anlamı da meşhur Cibril hadisinde geçtiği gibidir: “Allah’a O’nu görüyormuşcasına ibadet etmedir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.[17]

Bu anlamın takvaya yakın olduğu görülüyor. Takva Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranmaksa, ihsan da Allah’ı görüyormuş gibi davranmaktır. Her işini, eylemini, hatta fikrini, Allah’ı hesaba katarak, O‘ndan gafil olmadan yapmaktır. Allah yokmuş gibi davranmamaktır.

Ahlâkın güzel olmasında takva ve ihsan bilinci en önemli etkendir. Sürekli Allah’ın huzurunda olduğunu, yaptığı her şeyin O’nun tarafından bilindiğini, yaptıklarının kaydedildiğini ve bunların bir günü bir hesabı olacağını bilen dikkatli olur. Takva ve ihsan bu dikkattir, titizliktir ve hassasiyettir.

Mü‘min takva bilinci ile hareket ettikçe ‘ihsan’ derecesine ulaşır. 

Kur’an ihsan sahiplerine ‘muhsin’ diyor ve onları övüyor. (bkz: Nisâ 4:125. Mâide 6:85. A’raf 7:56. Tevbe 9:120) Muhsinler, bütün işlerini Allah’ın razı olacağı şekilde güzel ve takvaya uygun yaparlar. Onlar, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve faydasız eylemlerden uzaktırlar. Onlar toplumda güzel ahlâkın, işleri güzel yapmanın sembolüdürler. (Necm 53:31-32)

Takva aynı zamanda toplumsal ve kişisel dengenin de sebebidir. Muttaki bu dengeyi kuran, ya da bu dengenin bozulmasına sebep olmaktan çekinen kimse demektir. Adalet, hayette her türlü dengeyi sağlamanın, eşyayı ve hakları yerine koymanın adıdır.

Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyarak davrananlar, insanlara ait haklara riayet ederler, eşyayı ait olmadığı yere koyarak, ya da yanlış yerde kullanarak zulme, israfa ve taşkınlığa sebep olmazlar. Takvaya yakışan davranış dengeli olmak ve her konuda, herkese ve her şeye karşı adaletli olmak, haktan ayrılmamaktır. Kısaca her alanda ahlâk ilkelerine uygun hareket etmektir.

 

3-Ahlâk-Fıtrat

‘Fıtrat’ kelimesinin aslı ‘fatr’ sözlükte, uzunlamasına yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak, icat etmek, bir şeyi özellikleriyle ortaya koymak, bir şeyi meydana getirmek anlamlarına gelir.[18] Kur’an’da fiil olarak 11 âyette geçiyor ve çoğunda Allah’a ve O’nun yaratmasına nisbet ediliyor.

Bu kökten gelen ‘fıtrat’ isim-masdardır ve yaratılış, belli yeteneklere ve yatkınlığa sahip oluş, karakter, mizaç, doğal eğilim, huy anlamlarına gelir.[19]

‘Fatr’ veya ‘fıtrat’ ilk yaratılışı ifade ettiği gibi, devam eden bir yaratılışı da anlatır. Yani Allah her şeyi yoktan var ettiği gibi, yaratmaya devam ediyor. ‘Fatr veya fıtrat’, bir şeyi yoktan ve örneksiz var etmek ve onu, belli bir hedefe doğru açıp-ortaya koymaktır. Bunu yapan da el-Fâtır olan Allah’tır. (Fâtır 35:1. En’am 6:14. Yûsuf 12:101. İbrahim 14:10)

‘Fıtrat’, hilkattır, yani Allah bir şeyi neyin üzerinde yaratmışsa onun  doğal halidir. Kâinattaki –insan dahil- bütün varlıklar Allah’ın kendileri için var ettiği ‘fıtrat’ üzerindedirler. Her varlık, kendi tabiatının gereğini yapar, o çizgisinin dışına çıkmaz.  

Peygamber (sav) insanların fıtrat üzere yaratıldıklarını haber veriyor. “Her doğan (insan) fıtrat (yaratılışı) üzere doğar.”[20] Ya da “Her insanı annesi fıtrat üzere doğurur...”[21]

Allah (cc) bütün insanları kendine inanma ve ibadet etme, verdiği nimetlere şükretme kabiliyetinde ve bunlara meyilli olarak (fıtrat üzere) yaratmıştır. Bu bakımdan İslâm fıtrat’ın dinidir. 

İnsan yapısı gereği iyiye de, kötüye de, iyi insan olmaya da kötü insan olmaya da müsaittir. Yaratıcı onu böyle yarattı. Bunun elbette bilmediğimiz sayısız hikmetleri var. Bu özelliklik her insanda potansiyel olarak var. Bu potansiyel doğumla birlikte şekillenmeye başlar, olumlu veya olumsuz gelişerek ölene kadar devam eder.

‘Fıtratullah-Allah’ın fıtratı’ dediğimiz şey, Allah’ın yaratıkları döktüğü kalıbın adıdır. Yani Allah’ın varlık hakkında yaratma tarzıdr. Her şey buna bağlı olarak kendisine bir yol, bir mecra bulur. Allah’ın insanın varlık yapısına kodladığı veya insan fıtratına yerleştirdiği şeylerden hiç birisi lüzumsuz, hedefsiz ve amaçsız değildir.[22]

Biz buna insane verilen ‘doğal yetenek’ diyelim. ‘Fıtrat’ terimi, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte/düzmece arasında ayrım yapabilmesine imkan veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade eder.[23]

Kur’an insanın bu yapısını şöyle tanımlıyor.

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran (zekkâhâ) kurtuluşa ermiştir.  Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems 90:7-10)

Vahiy insanın bu fıtratını bir hakikat olarak kabul ediyor ve bunun olumlu yönde gelişmesini, fıtratta olan kabiliyetlerin hayra, fazilete ve güzel ahlâka yönlendirilmesini istiyor. Vahyin geliş amacı, ilkeleri ve ölçüleri bu amaca yöneliktir.

Genel kabule göre İslȃm’ı kabul etme veya etmeme, günah işleyebilme veya ibadet etme, isyan veya itaat etme insanların iradesine bağlıdır. Bunlar insanların kendi seçimleri ve kazançlarıdır. Bunların ırsȋ olduğunu iddia etmek insan iradesini yok saymaktır.

“İnsan bir amaç için yaratılmıştır. Bu amaç yeryüzünde hayatın tevhid ve adalet ekseninde inşasıdır. Kur’an insana bu misyonundan dolayı ‘halife’ adını veriyor. Fıtrat, insanın yaratılış amacını gerçekleştirecek donanım ve altyapıya sahip olmasıdır. “Allah’ın boyası” (Bekara 2:138) işte budur.”[24]

Bazılarının zannettiği gibi insan doğuştan kirli, günahkâr doğmaz. Tertemiz bir fıtratla doğar. Âkil-bâliğ olduktan sonra da kendi tercihleri, davranışlarıyla, eylemleriyle ya bu temiz fıtratı korur, ya da kirletir. Ya da Allah’ın fıtrata yerleştirdiği en muhteşem boyayı (doğal hâli) korur, ya da üzerine yapma ve yanlış boyalar sürüp onu çirkinleştirir.

İnsan bir taraftan mükemmel bir şekilde var olan bu düzenle içiçedir, bir taraftan da kendi içine yerleştirilmiş olan tabii, saf ve beşer özelliğine uygun yasalarla başbaşadır. Fıtrat doğal denge olduğu gibi; iyi, doğru ve güzel ahlâk, merhamet, iyiliksever, yardım edici, başkalarını hesaba katan kişiliktir. Fıtrata yakışan bunlardır. Bu fıtrata uymayan zarar eder.

İnsanın bu temiz fıtratı aynı zamanda güzel ahlâkı da ifade eder. Yani fıtrta yakışan güzel ahlâktır. Yanlış yapanlar, günah işleyenler, haksızlık ve zulüm yapanlar, İslâmın kötü ahlâk dediği şeyi yapanlar, bu fıtrata aykırı davranmış, nezih yapılarını kirletmiş olurlar. (Şems 90:7-10’a tekrar bakalım)

 

4-Ahlâk-Akıl

“Akıl”, masdar olarak sözlükte; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. ‘Akl’ isim olarak; akıl, idrak, diyet, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ, gerçeği idrake götüren manevi kuvvet, anlamak demektir.[25]

Akıl kelimesinin aslı tutmak ve tutmaya gayret etmektir. Akıl, varlıkların güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanlıklarını bilmek, iki iyilikten hangisinin daha hayırlı, iki kötülükten hangisinin daha zararlı olduğunu bilme yeteneğidir. Bu anlamda aklın yeri kalptir.[26]  

‘İkal’ (bağ ve engel) kökünden gelen akılda hem bir bağ kurma, yani eşya arasındaki ilişkiyi/bağı tesbit etme, hem de bilginin bir pratik sonucu ortaya koymak demek olan engel olma anlamı vardır. Yani akıl sadece eşya arasındaki ilişkiyi tesbit eden değil, aynı zamanda bunun gereğini de yaptıran güçtür.  Hatta akıldaki bu pratik yön daha ağırlıklı olarak kendini gösterdiğindendir ki, Kur’an’da akıl anlamında kullanılan “hıcr” ve “nühâ” (nehiy ve menetme) kelimelerinde de bu anlam ağırlıklı olarak vardır.[27]

Sözlük anlamından hareketle akla; “ilimle insanı himaye eden, kale içerisine alan, onu mahveden yollara sürüklenmekten koruyan, tehlikeye düşmesine engel olan ruhí bir kuvvettir” demek yanlış olmaz

Akıl gücü insana doğuştan verilen üç önemli yetenektn biridir (diğerleri: gadp/öfke ve şehvet (arzulardır). Kişi ergenlik çağına ulaşınca bu güç olgunlaşır. Gazap ve şehvet kuvvetine akıl hâkim olursa, böyle bir akıl sahibinden reziletler değil, faziletler ortaya çıkar.  

Eğer bir insan, aklını ve diğer vehbi imkanları kullanarak dinî hayatını ve değerler dünyasını Yaratıcının uygun gördüğü gibi düzenlemiyorsa, o kişi güdülerinin (hevâsını) emrine girmiş demektir.  Böylece diğer canlılardan aşağı bir seviyeye,  gerçek mutluluk ve kurtuluş sebeplerinden uzaklaşarak gaflet ve dalâlete düşmüş demektir. Oysa ki Allah (cc) böyle bir durumdan kurtulmak, inanç ve değerler dünyasını inşa etmek için iki önemli imkan verdi: Akıl ve vahiy. Allah’ın kullarına gönderdiği iki elçi vardır. Biri içimizdeki elçidir ki, bu akıldır. Diğeri de dışımızdaki elçidir ki, bu da peygamberdir. Hiç kimse, içindeki elçiden faydalanma işini öne almadıkça dışındaki elçiden yararlanamaz. Akıl iman edene, peygamberin tebliğinin doğruluğunu öğretir. Sonuç olarak aklı yönetici, din yol göstericidir. Akıl olmazsa din varlığını koruyamaz, din olmayınca da akıl yolunu şaşırır.[28]

Kur’an’da akıl kelimesi isim olarak geçmez. Ancak bunun fiil hâli “akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma” anlamında bir kaç fiil kalıbıyla kırkdokuz âyette yer alıyor.

Aklı fiil halinde kullanan Kur'an, akletmenin ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekiyor. Akıl ve bunun eş anlamlısı akletmek, anlamak, ibret almak, bakmak gibi kavramların bulunduğu âyetleri göz önüne alacak olursak yaklaşık beşyüz kadar âyette akıl ve tefekkürden bahsedildiğini söyleyebiliriz.

Bu âyetlerde genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. Düşünmek, ibret ve öğüt almak, hidâyete ermek, cehâletten kurtulmak, evrendeki ve kendi bünyesindeki gerçekleri anlamak, gönülden kör ve, sağır, dilsiz olmamak için Kur’an akla sık sık vurgu yapıyor.

Duyularımzla mahsusûtı (duyumsanan şeyleri) gözleyip algılarken aklımızla da ma’kulâtı (akla uygun şeyleri) idrak ederiz. Aklın işlevselliği daha çok soyut kavramlar sahasında gerçekleşir.[29]

Akıl (veya akletmek) düşünmek, doğruyu bulup ona teslim olmak, doğru ile yanlışın, çirkin davranışlar ile güzel davranışların ayırdetmek içindir. Kur’an birçok âyetinde insanları düşünmeye (tefekkür), anlamaya (tefekkuh), zikretmeye (tezekkür), tedbirli olmaya (tedebbür) davet etmektedir. Bunların çoğu akide ile ilgili olsa da bir kısmı kulluk ve davranışlarla alakalıdır.

Türkçe’deki deyimle ‘aklını başına alanlar’ hayatın anlam ve maksadını, varlığın ve ölümün arkasındaki gerçeği idrak ederler. Kendilerine faydalı olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar. Bu da bir yönüyle güzel ahlâkı kuşanmaktır.

Demekki bir insan muazzam bir yetenek ve imkan olan olan akıl gücünü yerinde kullanırsa iyi ile kötünün, hakikat ile yalanın, faydalı ile zararlının arasını farkeder. Ahlâkın güzelliklerini de idrak eder. ya da sahibini güzel davranışlara, iyi huylara, sağlam karaktere yönlendirir.

 

5-Ahlâk-Vicdan

Vicdan; sözlükte; bulmak, zenginleşmek, sevmek, üzülmek, öfkelenmek anlamlarındaki ‘vecd’ kökünden masdardır.[30]

Vicdan terim olarak insanın içinde bulunan ahlâkî otoritedir. Vicdan ahlâkî değerler ve eylemler hakkında hüküm verme yeteneğini ifade eder.[31]

Denir ki vicdan insanın içindeki âdil hâkemdir. O kalbin derinliğidir. Kalbin en merhametli, en adil, en sevecen, en insaflı, en insanî faaliyetidir. Vicdan insan fıtratındaki temizliğin, güzele, hayra, iyi olana meylin işletilmesidir. İnsanın hakkı benimsemeye yatkın olan tabiatını belirten ‘fıtrat’ kelimesi vicdanı da içine alan bir içeriği vardır. (Rûm 30:30)

Kur’an’da vicdan kelimesi geçmez. Ama bir çok âyette insanda bulunan ve onun iradî fiillerini ahlâk ölçülerine göre denetleyen, iyilik yapmaktan sevinç, kötülük yapmaktan ıstırap duyan bir ahlâkî melekeden söz edilir. Tövbe de böyle bir vicdanî hesaplaşmanın ürünü sayılır. (Bkz: Nisâ 4:17-18. Mâide 5:38-39. Nahl 16:119).

Kur’an’da insanın psikolojik yapısıyla ilgili olarak en çok geçen kelimelerden nefis, vicdanın tesirini de içine alan geniş bir anlama sahiptir. Kur’an nefsin benmerkezci ve hazcı durumuna “nefs-i emmâre” (Yûsuf 12:53), kendini sorgulama ve değerlendirme boyutuna “nefs-i levvâme” (Kıyâme 75:2), dinî ve ahlâkî değerlerle tam uyumlu en üst basamağına da “nefs-i mutmainne” (Fecr 89/27-28) diyor.

Kur’an’a göre nefis, bu vicdanî boyutu sayesinde kendini denetleme ve buna göre ödül veya ceza verme yetkisine sahiptir (Enbiyâ 21:64. Neml 27:14). Şems 91:7-10 ayetlerde geçen ‘nefis’ kelimesi de vicdanı hatırlatmaktadır.

Kur’an’da yine sıkça geçen kalp kelimesi bazı âyetlerde vicdan anlamına da gelmektedir. Buna göre iyi ve kötü eğilimlerin mücadele alanı olan kalp, imana ve ahlâkî selâmete ulaşma yolunda bir dinamiktir. (Mâide 5:41. Ahzâb 33:53)[32]

Kur’an’da iki âyette “kalb-i selîm-selîm bir kalp” ifadesi geçiyor. (Şuarâ 26/89. Saffat 37/84) Bir kalbin selîm olması hem onun kimliğidir, hem de sahibinin âhirette kurtulma ve Allah’ın huzuruna yüzakıyla gelebilme sebebidir. Selim kalp her türlü sorumluluğun yerine getirilmesinin huzurunu taşıyan vicdanı nitelemektedir.

Tertemiz, arınmış, sağduyulu olarak çevirebileceğimiz ‘kalb-i selîm’ deyimi, inkâr ve şirkten, kibir, gurur, haset, kin, öfke, riya, cimrilik, şüphe, tereddüt, fesat, nifak gibi ahlâkî zaaflardan, nefsânî tutkulardan arınmış, insana olgunluk kazandıran ve faziletli davranışlara yönelten, sapasağlam, isabetli ve geniş düşünen Allah’a bağlı ve imanla dolu tertemiz yürektir. (Mümtahıne 60/4)[33]

Kalb-i selîm sahibi, aklını ve kalbini doğruluk ve olgunluk yolunda kullanan insandır. O, Selim kalb, isyan ve günahtan arınmış, imanlı, sâlih ameller işleyene ve her türlü kötülükten uzak kalmaya çalışan kalbtir.  İnsanların çoğunun iman etmemeleri, kötülük/ahlaksızlık yapmaları; akl-ı selîm ve vicdanlarının doğru çalışmaması yüzündendir.[34]

Kur’an’da 16 âyette geçen ve sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü anlamına gelen “ulu’l-elbab”; daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap etmek maksadıyla kullanılır.

Hadislerde vicdan kavramına daha çok kalp kelimesi etrafında temas edilir. Nu'man İbnu Beşir anlatıyor: "Rasûlullah buyurdu ki:

"Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helâller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helâl olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her sultanın bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir."[35] 

Kalb aslında temiz yaratılmakla birlikte günahlarla kirletilebilir.[36] Bu da bir anlamda vicdanın işlevsiz kalmasıdır.  

Nevvas b. Sem’an adlı sahabi bir gün Peygamberimize iyiliğin ve kötülüğün ne anlama geldiğini sordu. Sevgili Peygamber (sa) şöyle cevap verdi: “İyilik güzel ahlâktır. Kötülük ise vicdanını rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.”[37] Bu da insanın aslında yaratılıştan temiz bir vicdana sahip olduğuna işaret eder.

Dindarlıkla vicdan huzuru arasında bir ilişki vardır. Abdullah b. Ömer şöyle demiş: “Kul kalbini rahatsız eden fiilleri terketmedikçe takvânın hakikatine eremez.”[38]

Tevbenin pişmanlık olduğunu ifade eden hadislere bakarsak[39] bunun bir vicdanî muhakeme olduğunu söyleyebiliriz.

“Seni işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç. Çünkü doğruluk iç huzuru verir, yalan da şüphe ve tereddüt doğurur.”[40] 

 Vicdan, çoğu zaman haktan, doğrudan, merhametten, iyilikten yanadır. Ancak vicdanın üzeri örtülürse, sesi bastırılırsa bu işlevini yapamaz. Her tülü zulmü, haksızlığı, kötülüğü, ahlaksızlıkları yapanların kalpleri/vicdanları vardır ama devre dışıdır. İslâmın ‘küfr, şirk, inkâr, gaflet, cehâlet’ dediği şeyler aynı zamanda vicdanın üzerini örterek onun sesini bastırmaktır. Böyle vicdan sahiplerine Vahiyin hakikaetleri, akıl ve selim kalp değil, nefsin hevası hükmediyor demektir.

Kişi davranışlarını bir de vicdanın hameliğine sunmalıdır. Şu örnek ne kadar ders vericidir:

Vabisa adlı sahabe anlattı: Allah’ın Elçisine iyilik ve kötülük hakkında her şeyi sormak için yanına vardım. İki veya üç defa "Yanıma gel, yaklaş." diye buyurdu. Meclisteki insanların üzerinden adımlarımı atıp giderken, onlar, yerimde durmamı istiyorlardı. Fakat ben “Bırakın beni, bütün insanlardan bana daha sevgili olan Resûlullah’a yakın olmak istiyorum.” dedim. Resulullah (a.s.m) da “Bırakın onu, ey Vabisa! Yaklaş” diye buyurdu. Yanına yaklaşıp önünde oturdum. Bana “Senin niçin geldiğini ben mi söyleyeyim; yoksa sen mi soracaksın?” deyince, "Siz söyleyin.” dedim. “Sen iyilik ve kötülük hakkında soru sormak için geldin” buyurdu. “Evet!..” dedim. Bunun üzerine üç parmağını göğsüme dokundurarak “Ey Vabisa! Kalbine danış, nefsine danış” buyurdu ve bunu üç defa tekrarladı. Sonra da şöyle devam etti: “İyilik (birr) nefsin yatıştığı şeydir. Kötülük ise -insanlar sana fetva verseler bile- nefsi tırmalayan, sinede gel-gitler/tereddütler meydana getiren şeydir.”[41]

İnkârcının günahı, zalimin zulmü, âsinin isyanı uzaktan bakıldığı zaman zararsız gibi görünebilir. Ama Karaman’ın koyunu misâli günahların zararları yavaş yavaş ortaya çıkar. Kişi günahı işlemekle kendine zarar verdiği gibi, günahın cinsine göre başkalarına da zarar verebilir. İnsan, hayvan ve tabiat haklarına saldırının, açgözlülüğün, mal hırsının doğal dengeye zarar verdiği, dünyayı yaşanmaz hale getirdiği açıktır.

Günah aslında “ruhun ekolojik dengesinin bozulması”, tertemiz vicdan sayfasına bir kirli  lekenin damlaması demektir. Dengesi bozulan ruhsal yapı da sağlıklı değildir.

 

6-Ahlâk-İrâde

İrade sözlükte istemek, dilemek demektir. Terim olarak irâde; “nefsin yapılması gerektiğine hükmettiği bir işi, bir amacı gerçekleştirmeyi istemesi, ona yönelmesi”,

“canlıyı, kendisinden değişik mahiyetteki fiillerin doğmasını sağlayacak bir duruma getiren nitelik”,

“bir fayda elde etme inancının ardından doğan eğilim”[42]

“bir zorunluluk söz konusu olmaksızın -yapılması veya yapılmaması- mümkün olan bir hususta iki taraftan birini tercih etmeyi gerektiren sıfat” şeklinde tanımlanabilir.[43]

İnsan seçkin bir varlıktır. Sebebi ise akıllı ve iradeli bir varlık olmasından. Bu iki özellik hem ona diğer varlıklar arasından özel bir konum kazandırır, hem de sorumluluk yükler. İnsanda irade, yani seçme özgürlüğü, tercih kabiliyeti, bir şeyi isteyerek yapma serbestşiği yoksa, onun biyolojik olarak diğer varlıklardan farkı olmaz.

İnsan belli bir amaç ve hedef için yaratıldı. Bu amacın gerçekleşmesi, belirlenen hedefe varabilmek için ona bazı araçlar gerekir. Akıl, Vahiy, kevni ayetler ve vicdan bunlardan bir kaçıdır. Kişi aklıyla anlar, farkeder, ölçer-biçer, önünü ve sonunu hesap eder, keşfeder. İradesityle bir şeyi ister ve yapar. O zaman sorumlu olur.

Ahlâki ilkeler de böyledir. Bir müslüman için ahlâkın güzellkleri bellidir. O akıl ve ilimle bunları öğrenir. Öğrenmekle kalmaz bu ahlâki ilkeleri ferâset ve tefekkürle, tecrübe ve uygulama ile yaşar. İmanından aldığı sezgi ve bilinçle, Vahye dayalı aklıyla iyi ile kötünün, faydalı ile zartarlının, hak ile batılın arasını ayırdeder. Sonra da iyi olanı tercih edip yapar.

İnsan bir şeyi irade eder ve yapar ama yapması şart değildir. Burada önemli olan insandaki irade kabiliyeti, eylemler konusunda seçiminde serbest olması. Kişi bir şeyi zorlama ile yapıyorsa, ondan sorumlu değildir. Sorumluluk için insanın seçme hakkı olmalı. Zaten pek çok âyette buna işaret ediliyor. Sonucuna katlatmak şartıyla dileyen iyi olsun dileyen kötü, dileyen iman etsin dileyen etmesin. (Kehf 18:29)

İslâm geleneğinde iradenin yanında, ona yakın anlamda: “ihtiyar (muhayyerlik), meşiyyet (meşîet), şevk, iştah, kasd, azim gibi kelimeler de var. İrade kısaca harekete geçme gücü ve yeteneğidir ki bir eylemin gerçekleştirilmesinde belirleyicidir. Bu anlamdaki irade, sadece psikolojik bir fonksiyon yahut meleke olmayıp aynı zamanda bilinçli bir seçme gücü, bundan dolayı da kişiyi davranışlarının sonuçlarından sorumlu hâle getiren özelliktir.”[44]

Hayır kökünden gelen ‘ihtiyar’ birden çok davranış şekilleri arasından en hayırlısını, en faydalısını seçme, ayırt etme iradesi ve kararıdır. Bu bakış açısıyla ihtiyar, bir dış zorlama olmadan kişinin kendi inanç ve kararına göre en uygun, en iyi ve doğru bulduğu şeyi seçip ona yönelmesidir.

İrâde de çoğunlukla bu anlamda ihtiyar karşılığında kullanılmakla birlikte aralarında bir genellik-özellik farkı vardır. İrâde ihtiyardan daha geneldir.

İhtiyar kavramı bilinçli ve özgür bir seçimi ifade ettiği, bu sebeple de literatürde daima ‘cebir-zorlama’ teriminin karşıtı olarak kullanıldığı için bu kavramla psikolojik alandan ahlâkî alana geçiş yapılmaktadır. İhtiyarî fiil sıradan bir yöneliş olmayıp ahlâkî bir şuurla davranışta bulunmadır. Bu anlamıyla da irâdeden daha özeldir.[45]

Kur’an’da irâde kelimesi hem Allah’a hem de insana nisbet edilerek 139 yerde geçiyor.

Bu âyetlerin önemli bir kısmında Allah’ın mutlak iradesine vurgu yapılır. Hayır veya şer olarak olup biten her şeyin Allah’ın iradesi istikametinde gerçekleşir, yani O’nun izniyle olur. (En‘âm 6:125. İsrâ 17:16. Cin 72:10)

Ahlâkî muhtevalı âyetlerde insanın iradesinde serbest olduğu belirtiliyor. (Âl-i İmrân 3:145. İsrâ 17:18-19. Ahzâb 33:28-29) İnsan iyi şeyleri de kötü şeyleri de isteyebilir. (Enfâl 8:62, 71. Yûsuf 12:25. Hac 22:25) Ama sonuçta insanlar Allah’ın izin verdiği kadar özgürdürler.[46]  

İradelerini iyilik yolunda kullananların kalpleri sekînet, sebat, iç tatmin, gönül huzuru gibi mânevî hazlarla ödüllendirilir. (Bakara 2:260. Âl-i İmrân 3:126. Mâide 5:113)

İnsanın hidâyete erişmesi veya yanlış yola sapması da Allah’ın dilemesine bağlıdır. (A‘râf 7/178, 186) Ancak bu dileme kulların tercihine bağlıdır. Yani hiç kimse doğuştan müslüman veya gayr-i müslim, iyi veya kötü, said veya şaki değildir. Bu seçimler insana aittir. Allah insanların dilemesini diler, yani onlara irâde yetisi verir ve onları dilemelerinden ve yapıp-ettiklerinden sorumlu tutar.

 

Hüseyin K. Ece

28.04.2020

Zaandam

 

 

[1] İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 5/140

[2] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/1

[3] Muvatta, Husnü’l-Hulk/8, no: 1620. Ahmed b. Hanbel, 2/381

[4]Buharî, Menâkıb/23 no: 3549. Müslim, Fedâil/93 no: 6066

[5] Müslim, Müsafirîn/139 no: 1739

[6] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/2

[7] Bkz: Tirmizî, Rad/11 no: 1162, Birr/77 no: 2019. Ebu Dâvud, Sünnet/16 no: 4682. Ahmed b.Hanbel, no: 9257

[8] Çağrıcı, M. TDV İslam Ansiklopedisi, 2/2

[9] İbni Munzur, Lisânü’l Arab, 15/401-402. el-Firûzâbâdí, Kâmusu’l Muhît, 4/403. el-Cevherî, es-Sıhah Tâcü’l Lüga, 6/2527.e l-Isfehânî, R.el-Müfredât, s: 833

[10] Zamahşerí, el-Esâsü’l Belâğâ, s: 686

[11] İbni Manzur, Lisânü’l Arab, 15/401

[12] el-Cevherî, es-Sıhah Tâcü’l Lüga, 6/2527

[13] İzutsu, T. Kur’an’Da Allah Ve İnsan (çev.), s: 223

[14] Ateş, A. Yüce Kur’an’In Çağdaş Tefsiri, 1/99

[15] (Nak. A. Ferid, Takva, s: 16. H. El-Bennâ, bu soruyu Hz. Ömer’in bir bedeviye (Tefsir İlmi ve Fatiha Tefsiri, s: 71), S. Kutub Ise Hz. Ömer’in bu soruyu Übey b. Kâab’asSorduğunu ve aynı cevabı aldığını anlatıyorlar. (fi-Zılâli’l Kur’an, 1/39

[16] Buhârî, Edeb/69no: 6094. Ebû Dâvud, Edeb/80 no: 4989

[17] Buhârî, İman/37. Müslim, İman/1 no: 8. Tirmizí, İman/14 no: 2738. Ebâ Dâvud, Sünne/16 no: 4695. İbni Mâce, Mukaddime/9 no: 63, 64

[18] İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, 11/196

[19] Fîruzâbâdi, El-Kâmusu’l-Muhît, 456

[20] Buharî, Cenâiz/79 no: 1385-1386, 92 no: 1385 . Ebû Dâvud, Sünnet/17 no: 4714. Tirmizî, Kader/5 no: 2138.  İbnu Hibban, es-Sahîh, İman/1 no: 128)

[21] Müslim, Kader/6 (22) no: 6755-6761

[22] Kutub, M. İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler (çev), s: 87

[23] Esed, M. Kur’an Mesajı (çev.), 2/826

[24] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/799

[25] Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 34

[26] Bilgiz, M. Kur’an Açısından Vicdan ve Değeri, s: 63

[27] Beşer, F. Bilgi Fıkıh İctihat, s: 31

[28] R. el-Isfehânî’den Komisyon, Kur’an Yolu, 2/495

[29] Fersahoğlu, Y. Kur’an’da Zihin Eğitimi, s : 43

[30] el-İsfahânî, R. el-Müfredât, s: 806. İbni Manzur, Lisânü’l-ʿArab, 15/156

[31] Demir, O. TDV İslâm Ansiklopedisi, 43/100

[32] Demir, O. TDV İslâm Ansiklopedisi, 43/100

[33] Komisyon, Kur'an Yolu (DİB), 4/476

[34] Bilgiz, M. Kur’an Açısından Vicdan ve Değeri, s: 59

[35] Buhârî, İman/39 no: 52, Büyû’2 no: 2051. Müslim, Müsâkat/107 no: 1599. Ebû Dâvud, Büyû’/3 no: 3329, 3330. Tirmizî, Büyû’/1 no: 1205. Nesâî, Büyû’/2 no: 4458. İbn Mâce, Fiten/14 no: 3984

[36] Müslim, İmân/64(231) no: 369. Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/386, 405

[37] Müslim, Birr/5(14-15) no: 6516-6517. Ahmed b. Hanbel, 4/182, 227, 228

[38] Buhârî, İmân/1

[39] İbni Mâce, Zühd/30 no: 4252. Ahmed b. Hanbel, 1/376, 423, 433, 4/264

[40] Tirmizî, Kıyâmet/60 no: 2518

[41] Ahmed b. Hanbel, 4/228. Mecmâu'z-Zevâid, 1/175,10/297. Bir nrnzeri: Darimî, Büyû’/2 no: 2534-2535

[42] el-İsfahânî,R. el-Müfredât, s: 301. el-Cürcânî, t-Taʿrîfât, s: 20

[43] Çağrıcı, M.-Hökelekli, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/380

[44] Çağrıcı, M.-Hökelekli, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/380

[45] Çağrıcı, M.-Hökelekli, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/380

[46] Çağrıcı, M.-Hökelekli, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/380