-      Giriş

Kur’an’ın metodlarından biri de bir mesajı yasaklama (nehyetme) biçiminde muhataba ulaştırmasıdır. Bu da bazen çok sert bir biçimde, “sakın ha yapmayın” gibi, ya da “bu size haram kılındı, yasak edildi” veya “bundan sakının” tarzında gelir. 

 

         Bir kaç âyette bu tarza benzer örnekler görmekteyiz: وَلاَ تَكُونُواْemriyle gelen bu sakındırma “olmayın” şeklinde dilimize aktarılabilir. Bazı âyetlerde bu yasaklama fiilinden sonra‘(كَ) gibi’ edatı yer alır.Yani “şunlar gibi”. Onun arkasından sakındırılan kişi/kişilerin veya tipin özellikleri açıklanır. O tipler gibi olunmaması istenir.

Bazı ayetlerde ise doğrudan “müşriklerden olmayın” (Rûm 30/31), “başkaların hakkını yiyenlerden olmayın” (Şuarâ 26/181) deniliyor.

Bir yerde kendilerine apaçık âyetler geldiği halde ihtilafa düşenler gibi  (Ali İmran, 3/105),

bir yerde Musa’ya (as) eziyet edenler gibi (Saff, 51/5),

bir yerde Allah’ın âyetlerine kulak vermedikleri halde işittik diyenler gibi, (Enfal, 7/21), 

bir yerde Allah’ın kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi (Haşr, 59/19),

bir yerde âyetleri inkâr eden eden kâfirler gibi (Enfal, 7/47),

bir yerde ipliğini sağlamca büktükten sonra bozan kadın gibi (Nahl, 16/92) olmayın deniliyor.

Kur’an iman edenlere “sakın onlar gibi olmayın” dediğine göre, olunmamasını istediği tip olumsuz bir tiptir. Allah öyle kimselerin yaptıklarından razı değildir. Onlar yaptıkları sebebiyle, kendilerini sıkıntıya  sokmuşlar, Allah’ın gazabını ve azap kazanmışlardır. Böyleleri kötü amelleri sebebiyle hem kendilerine, hem de çevrelerine zarar vermişlerdir.  

Kur’an açık bir şekilde, hem de ağır bir ifade ile müslümanları uyarıyor. “sakın ha siz böyle olmayın” diyor. İfadenin yer aldığı ortam, sözün akışı, kullanılan kelimeler bu uyarıyı bize haber veriyor. Onlar yaptıkları yanlış sebebiyle kötü oldular, kötü sonuç elde ettiler.  İman edenler de onlar gibi olurlarsa, onların yaptığını yaparlarsa Allah’ın kanunu onlar için de işler. Herkese geçerli olan hüküm onlar hakkında da geçerli olmaya başlar.

“Sizden önce nice (milletler hakkında) ilâhî kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah'ın âyetlerini) yalan sayanların âkıbeti ne olmuş, görün!” (Ali İmran, 3/137)

“Allah'ın, öteden beri süregelen kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.”  (Fetih, 25. Ayrıca bakınız: Fussilet, 41/25, Ahkaf, 46/18)

 

       1-MUSA’YA EZİYET EDENLER GİBİ OLMAYIN

Allah’ın müslümanların benzemesinden sakındırdığı tiplerden biri Musa peygamberin kavmidir. Ya da kavminin içinden bazılarıdır.  Tevrat’a göre onlardan bazıları Hz. Musa (as) hakkında “onda bulaşıcı hastalık var” diye dedikodu yaptılar. “Bizi Mısır’dan niye çıkardın? Orada hiç değilse karnımız doyuyordu. Şimdi bu çölün ortasında ne yapacağız” diye çıkıştılar. (Tevrat, Çıkış, 14/10-14, 16/3, 20, 28)

Kur’an onların bu serkeşliğine, dik kafalılığına ve söz dinlemeyişlerine bir örnek veriyor.

“Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.

Onlar şu cevabı verdiler: Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.

Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufda bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler iseniz ancak Allah'a güvenin.

«Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız» dediler.

Musa: «Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır» dedi.” (Maide, 5/21-25)

Bu yoldan çıkmış topluluğu isyanlarına karşılık Allah (cc) kırk yıl boyunca vadedilen topraklara girmeme, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşma cezasına çarptırdı.  (Maide, 5/26)

Onlar, kendilerini Firavun zulmünden kurtarıp özgürlüğe kavuşturmak, onları Allah’ın mukaddes belde’ diye isimlendirdiği yere götürmek ve nihayet Tevhidle şereflenmiş ve hürriyete kavuşmuş onurlu bir ümmet yapmak üzere mücadele veren Hz. Musa’ya itiraz etmekten geri durmuyorlardı.

 “(ve) Musa kendi halkına: "Yardım için Allaha sığının ve (dar günde) sabırlı olun" dedi, "Bilin ki, bütün bir yeryüzü Allaha aittir: onu, kullarından kimi dilerse ona miras bırakır; ve gelecek Allaha karşı sorumluluk bilincine sahip olanlarındır!"

(Fakat İsrailoğulları:) "Biz, sen gelmeden önce de çok eziyet çektik, geldikten sonra da!" dediler. (Musa cevaben): "Belki de, Rabbiniz düşmanınızı yok edip yeryüzüne sizi varis kılacak: Ve sonra sizin nasıl (ve neler) yaptığınıza bakacak!" (A’raf, 7/128-129)

Hz. Musa’ya tabi olmakla elde edecekleri kazancı bilmiyorlar, adeta köleliğe razı oluyorlardı. İddialarına göre güya hiç olmazsa karınlarını doyuracak ekmek bulabiliyorlardı. Zalim bir efendinin verdiği bir parça kuru ekmeği şeref ve izzete, Allah’ın seçkin kulları ve yüce bir peygambere ümmetle olmaya, tevhidin bayraktarlığını yapmaya değiştiler.

Şüphesiz onların bu tavrı Hz. Musa’yı son derece üzüyor, yaptıklarını bir eziyet sayıyor ve inciniyordu.

“Bir zaman Musa kavmine: Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz? demişti. Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsıklar topluluğunu doğru yola iletmez.” (Saf, 61/5)

Risâlet günlerinde bazıları dilleriyle ve tavırlarıyla Hz. Muhammed’e eziyet vermeye çalışıyorlardı. Bazı imanı zayıflar ya da Kur’an’ın münafık dediği tipler onu üzecek sözler söylüyorlar, haberler yayıyorlardı. Kimileri eşi Hz. Aişe’ye atılan iftiraya inanıyor, bazıları ganimet dağıtırken onu adaletsizlikle suçluyor, kimileri Hz. Zeynep’le evlenmesini dillerine doluyorlardı. (Kur’an Yolu, 4/363)

Bu ve benzer tavırlar şüphesiz onu incitiyor, üzüyordu. Halbuki peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. (Nisa, 4/80) Peygamberi seven Allah’ı sevmiş olur. (Âli İmran, 3/31) Onu inciten Allah’ı incitmiş olur.

 “Ey iman edenler: Sizler Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Eziyet ettiler de Allah onu, onların söylediklerinden temize çıkardı. O, Allah yanında mevki sahibi idi.” (Ahzab, 33/69)

“Bu, Ahd-i Atîk'de (mesela, Sayılar, 1-13) zikredildiği gibi, bazı takipçilerinin Hz. Musa'ya attıkları iftiralara ve Kur’an'ın değindiği bazı aşırı taleplere bir işarettir. Mesela, “Ey Musa, biz Allah'ı kendi gözümüzle görmedikçe sana inanmayız” (2:55), yahut “sen ve Rabbin, ikiniz gidin ve savaşın!” (5:24).

Bu örnekler, Kur’an'ın Muhammed (s) tarafından “uydurulduğu” ve sonra Allah'a yakıştırıldığı ve onun bir meczup olduğu şeklinde sıkça ileri sürülen isnadlar ile ve ayrıca Muhammed (s)'den, mucize göstermek ve -Maide 63. ayetinde de vurgulandığı gibi- Son Saat'in tarihini bildirmek suretiyle peygamberliğini isbat etmesini beklemek gibi saçma talepler ile paralellik göstermektedir.”  (M. Esed , Meal s: 867)

Hz. Peygamber (s.a) de bu konuya birçok def'a değinmiştir. Bir defasında, Allah Rasûlü (s.a) Müslümanlar arasında bazı malları paylaştırıyordu. Birisi: "Muhammed, taksiminde Allah'ı ve ahiret gününü hesaba katmıyor" dedi. Hz Abdullah bin Mes'ud bunu duydu ve Hz. Peygamber'e (s.a) kendisi hakkında o gün söylenenleri haber verdi. Hz. Peygamber şu cevabı verdi: "Allah Musa'ya rahmet etsin. O bundan daha ağır suçlamalara maruz kalmış, fakat sabretmişti." (Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud)

Kur'an, İsrailoğullarının bu nankörlüğüne değinerek Müslümanları şöyle uyarmaktadır; "Muhammed'e (sav) böyle davranmaktan sakının, aksi takdirde Yahudilerin akibeti ile karşılaşırsınız." (Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, 4/464)

 

       2-TEFRİKAYA DÜŞENLER GİBİ OLMAYIN

Bütün insanlar Allah’ın kulu olduğuna göre niçin Allah (cc) bazı kimselere benzemeyi, onlar gibi olmayı yasaklıyor, uyarıcı ifadeler kullanıyor?

Bunun sebebi bu adamların veya toplumların yanlışlarıdır. Kimisi kendisine zarar verecek, kimisi toplumu ifsat edecek işleri yaptılar (yapıyorlar). Hem kendilerini, hem çevrelerini rahatsız ettiler (ediyorlar). Sahip oldukları fikirler sebebiyle, yaptıkları yüzünden doğru yoldan saptılar (sapıyorlar).

        

-Dinde tefrikaya düşenler

Bir âyette şöyle buyuruluyor:

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra tefrikaya düşen ihtilaf edenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” (Ali İmran, 3/105)

Kendilerine apak açık isbatlar geldiği halde tefrikaya ve ihtilafa düşenler gibi olmak...

Kimdir bunlar? Apaçık delillerden maksat nedir? Hangi konularda birleşmeleri gerekirken ayrılığa düştüler? Buradaki ihtilaf nasıl bir ihtilaftır? Tefrikaya düşmek ne demektir?

Bu gibi soruların cevaplarını diğer ayetlerin yardımıyla aramaya çalışalım.

Bir çok tefsirciye göre kendilerine açık ve sağlam belgeler geldikten sonra din konusunda yine de tefrikaya düşenler yahudiler ve hırıstiyanlardır.  (Zamahşerî, Keşşaf 1391. Kurtubî, Tefsir s:714)

Aslında kötü olan farklı fikirde olmak, görüş farklılıkşları değil, bu görüş farklılığının inanç birliğini bozması, farklı düşünenlerin kendi anlayışlarını din haline getirmesidir.

Âyette yasaklanan bu olsa gerektir. Yoksa insanların hepsinin aynı akıl kapasitesinde, aynı anlayışta olduğu beklenmemelidir.

Kaldı ki Allah (cc) ilk insandan beri insanlara hak dini öğreten elçiler göndermiştir. (Bekara, 2/151. Hadid, 57/25. Ra’d, 13/30. İbrahim, 15/40. Nahl, 16/36)

“Geçmişte peygamberlerin getirdikleri kitaplara ve apaçık delillere rağmen insanlar, anlamsız ve faydasız tartışmalar yüzünden asıl görevlerini unutmuşlar ve kendilerine tevdi edilen emaneti koruyamamışlar. İçine düştükleri ayrılık, toplumun bölünmesine ve parçalanmasına sebep olmuştur. Bu yüzden Allah müslümanları uyarmakta, geçmiş milletlerin düştüğü hataya düşmemelerini emretmektedir.” (Kur’an Yolu, 1/481)

Burada, Peygamberlerin getirdiği apaçık delillere ve hidayet'e kavuşan, fakat daha sonra hidayet'in ana prensiplerinden ayrılıp, çok küçük ve önemsiz meselelere dayanarak kendilerini farklı farklı gruplara ayıran, anlamsız ve faydasız tartışmalarla uğraşan topluluklardan bahsediliyor.  (Mevdudi, Tefhim, 1/285)

Kendilerine apaçık, ikna edici ve inandırıcı sapasağlam deliller, ilâhi belgeler geldiği halde, Allah’ tarafından görevlendirilmiş elçiler gerçeği bütüm çıplaklığı ile anlattıkları halde, kendi hevalarına uyup sapıtanların bir mazereti olamaz. Böyleleri ilâhî Hakikat’ten uzaklaşıp kendi görüşlerini neredeyse din haline getirdikleri için, aralarında fikir ayrılığı olmuş, ihtilafa düşmüşlerdir. Herkes kendi fikrini ve aklını beğendiği için tarih boyunca ortaya pek çok inançlar, mezhepler, tapınma şekilleri, kutsallar, tanrılar ve benzeri şeyler çıkmıştır.

Halbuki insanları yaratan Allah (cc) onlara şunu haber verdi:

Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı...” (Şura, 42/13)

Dini ayakta tutmak ‘ekımu^d-dîn’ şeklinde geçiyor. Bir şeyi ikame etmek, onu ayağa kaldırmak, doğrultmak demektir.  Buradan hareketle dinin ikame edilmesi, dini fiilen yerine getirmek ve yaymak demektir.  Kur'an, "Namazı ikame edin" diye buyuruyor. Doğal olarak bundan, sadece namaza çağrıda bulunmak ve tebliğ etmek anlamı çıkmaz. Bu emirle namazın tüm şartlarıyla birlikte kılınması ve mü'minler arasında uygulanması kastolunmaktadır.

Bu bağlamda peygamberlere, dini ikame edin emrinin verilmesi "Hak dini hak kabul ettikten sonra daha da ileri giderek, dinin tam anlamıyla uygulanmasını ve her işin dine göre düzenlenmesini sağlayın" demektir. (Mevdudi, Tefhim 5/222)

Çünkü Allah’ın insandan istediği de zaten budur.

“Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak ve muvahhidler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmiştir. İşte doğru din budur.” (Beyyine, 98/5)

        

       -Tefrikanın sebebi

Önceki kitapların muhatapları Hakikatin bilgisi kendilerine ulaşmasına rağmen din konusunda birlik olmadılar.

“Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler...”  (Şura, 42/14)

Görüldüğü gibi böyleleri cahil oldukları, kendi başlarına sahipsiz kaldıkları  için görüş ayrılığına düşmediler. Tam tersine, kendilerine yeterli ve aydınlatıcı Hakikatin bilgisi (vahiy) geldikten sonra ayrıldılar, parçalandılar. Birbirlerini tepelemek, içlerindeki kıskançlık duygusunu tatmin etmek, hem kendilerine, hem de gerçeğe haksızlık etmekti asıl gerekçe. Azgın ihtirasların, sınır tanımaz arzuların etkisi ile parçalandılar.  (S. Kutub, Tefsir, 5/3148)

Şu âyetlerde tefrikaya düşenlerin ehl-i kitap olduğu ve tefrikaya düşme sebepleri daha açık bir şekilde vurgulanıyor.

“Kendilerine kitap verilenler ancak o açık delil (Peygamber) kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler.” (Beyyine, 98/4)

Bu tanımlama yahudileri ve hırıstiyanları değil, Hz. Muhammed’den (sav) önceki bütün dinî öğretilerin mensuplarını da kapsayabilir.  (İbni Kesîr).

 “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.” (Bekara, 2/213)

 İnsanlar da yaratılışları gereği yaratılışın başında bir tek toplum idiler. Âyetin öncesi ve sonrası bunu gösterdiği gibi, şu ayette de bu vurgulanıyor:  "İnsanlar ancak bir tek milletti. Sonra görüş ayrılığına düştüler." (Yunus, 10/19) Bunun üzerine Allah (cc) hakka itaatin ve ona uymanın sevabını müjdeleyen, hakka aykırı davranmanın ve karşı gelmenin cezasını anlatarak korkutan peygamberler gönderdi ve hakka dair kitap da indirdi ki, insanlar arasında görüş ayrılıklarına düştükleri konularda hakim olsun, çekişmeyi ve haksızlığı ortadan kaldırıp hakkı yerine getirsin.

Ama ne yazık ki insanlar bu indirilmiş kitap hakkında da görüş ayrılıklarına düştüler. Başkaları değil, bizzat o kitaba nail kılınmış olan Kitap ehli. Bu görüş ayrılığının sebebi de, aralarındaki azgınlık ve kıskançlık, ileri gitmek ve peygamberlerle bile yarış etmek iddiası idi.

Eğer bu görüş ayrılığı açık ve kesin hükümlü âyet ve delil bulunmayan, âyetlerde değinilmeyen noktalarda olsaydı bunda sorun yoktu. Ancak bunlar böyle yapmadılar. Hakkında nas (dini delil) bulunan konularda görüş ayrılığına düştüler. Oysa nassın bulunduğu konularda ictihada izin yoktur.

Kendilerine kitap verilenleri bu derin ihtilafları tarih boyunca insanların aklını karmakarışık etti, hukuk çiğnend, ahlâk ve toplum düzeni bozuldu. Kitaba sarılmakla elde edecekleri nimetleri ve sonuçları kaybettiler. Bunun sonucu olarak da hatır ve hayale gelmez belâlara düştüler. (Elmalılı, Tefsir, 2/71)

Bu gerçek başka bir ayette şöyle vurgulanıyor:

“Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.”  (Ali İmran, 3/19)

         Aynı hataya İsrailoğulları da düştüler.

         “Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.”  (Casiye, 45/17)

 “Tevrat gelinceye kadar tek millet idiler. Tevrat geldikten sonra daha bir bütünleşecekleri yerde paramparça oldular.” (M. İslamoğlu, Meal, s: 993)

        

-Son Kitabın indiriliş sebebi

Kur’an’ın indiriliş amacı işte öncekilerin ihtilaf eetikleri, farklı anlayışları sebebiyle tefrikaya düşüp parçalandıkları hususlarda hak bilgi verme, insanları doğru yola davet etmektir.

“Biz bu Kitab'ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.”  (Nahl, 16/64)

Bu Kitaba inandığını söyleyen kimseler de tıpkı önceki kitaplara muhatap olanlar gibi yapmamalılar. Onların hatasını tekrar etmemeliler. Kitaba uyma ve onun anlama konusunda onların tavrını takınmamalılar.

Yoksa onlar gibi tefrikaya düşerler, parça parşa (hizip hizip) olurlar. Birbirlerine düşerler. Hem kuvvetleri gider, hem düşmanları karşısında rezil olurlar, hem de hakta olduklarını zannederek gerçekte haktan saparlar.

Tekrar hatırlamak gerekir ki söz konusu sakınca farklı görüşte olmak değil, farklı görüşleri din zannedip onların peşine gitmektir..

 

 

3-ALLAH’I UNUTANLAR GİBİ OLMAYIN

Allah (cc) Haşr Sûresinde şöyle buyuıruyor:

“Siz ey iman edenler! Allah’a karşı takvalı olun (O’na karşı sorumluluk bilinciyle hareket edin). Şimdi herkes (kendisine) malum olmayan yarın için ne hazırladığına baksın! Ve (bir kez daha): Allah’a karşı sorumlu olduğunuzu bilin. Çünkü Allah her yaptığınızdan haberdardır.

Aman ha, kendileri Allah’ı unutan, bunun sonucu olarak da Allah’ın bizzat kendilerine unutturduğu sorumsuzlar gibi olmayın. İşte onlar, evet onlardır yoldan sapanlar.” (Haşr 59/18-19)

“Yani, Allah'ın insana bağışladığı akıl melekesini kasıtlı bir şekilde yanlış kullanmakla ve -O'ndan gafil olmanın sonucunda- kendi ruhî potansiyelini boşa harcamak suretiyle.”  (M. Esed, Meal: 1134)

Allah’ı ve kendilerini unutanlar, şüphesiz hem bir gaflet içindedirler, hem de büyük zarara uğrarlar. Bunu da kendi tecihleri yüzünden hak ederler. Onlar Allah’ı ve O’na karşı sorumlu davranmayı, yapması gereken insanlık görevlerini, nereden gelip nereye gittiğini unutursa; Allah da ona kendi gerçeğini, varacağı yeri, hayatın anlamını unutturur. Ya da Allah’ın kendisine bahşettiği yetenekleri boşa harcamış olur.

Kim Allah’ın hakkını yerine getirmeyi terkederse onun hakkı, kendisinin kendisine unutturulmasıdır. Bu şu demektir: Allah onlara hayır yönünden nefislerinin alabileceği hazları unutturur. (Taberi, Tefsir, 12/50)

Haşr Suresi 18. âyet ‘sorumlu  davranma’ çağrısıydı, 19. âyet ise ‘sorumsuzluğa karşı’ uyarı.

Hem erkek ve kadın münafıklara, hem de hakkı açıktan açığa inkar edenlere Allah, içinde yerleşip kalacakları cehennem ateşi vaad etmiştir; onların payına düşecek olan budur. Çünkü Allah onları lanetlemiştir; ve sürüp gidecek bir azap beklemektedir onları.”(Tevbe 9/68) ile desteklenen bu psikanalitik ifade, nifak psikolojisinin iç yüzünü ortaya seriyor.

Zımnen: Münafık yalnızca başkalarına münafıklık yapmaz. Nifakı giderek öyle  benimser ki, artık kendi kendisinin münafığı olur. Kendi kendini unutmak budur. Kendini unutan kendine yabancılaşır, kendisine yabancılaşan giderek kendisiyle kavgalı hale gelir. Kendini unutandan, şahdamarından yakın olan Allah’ı hatırlaması beklenmez. Dolaysıyla insanın kendinden uzaklaşması, aynı zamanda Allah’tan uzaklaşması anlamına gelir. Tıpkı tersinin de doğru olduğu gibi. İnsanın Allah’ı unutmasından Allah zarar görmez, fakat bu kendine yabancılaşmayı getirdiği için, insan zarar görür ve hepten kayeder.” (M. İslamoğlu, Meal s: 1108)

Onlar hakkı unuttular, Allah (cc) da onları unutkanlardan yaptı. Bundan dolayı kendilerine fayda verecek şeylerin arkasından gidemezler. (Zamahşeri, Tefsir, 4/496)

Bu bir başka açıdan şu demektir. Siz Allah’ı zikretmeyi unutmayın ki Allah da size salih amel işlemeyi unutturmasın. Zira mükâfat amelin cinsindendir. Bunun için Allah (cc) şöyle diyor: “İşte onlar doğru yoldan sapanlardır.” Yani Allah’a itaatten çıkanlardır. Böyleleri kıyamet gününde hüsrana uğrayacaklar.

Tıpkı şu âyette söylendiği gibi.

“Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafıkûn 63/9  (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 3/477)

Allah’ı unutmaktan maksadın Allah’ın kulu olduğu bilincinden yoksunluk ve O’na karşı kulluk borcunu umursamama olduğu anlaşılmaktadır. Ya da uyarılara kulak tıkamak, işi ciddiye almamaktır.

Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fâsıkların kendileridir.” (Tevbe 9/67)        

Burada aynı fiil kullanılıyor. Münafıklar Allah’ı umursamadıkları, dini ciddiye almadıkları, bir nevi dalgaya getirmeye kalkıştıkları için Allah da onları rahmetine layık görmez. Allah (cc) hiç bir şeyi unutmadığına göre buradaki unutmanın, rahmetten ve lütuftan mahrum bırakmak olduğu söylenebilir.

Burada “Allah’ı unutmanın” yaptırımı ve sonucu “Allah’ın da onları kendilerini unutturması” (Haşr 59/19) şeklinde ifade edilmiştir ki bu, Allah bilincine sahip olmayan kişinin kâmil manada insan olma şuurunun da zayıflayacağı anlamına gelir.

Allah’ı unuttukları, emirlerini terkettikleri için Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu, yani kendileri lehine hayır işlemeyi unutturduğu, ya da Allah’ın hakkını unutup Allah’ın da kendilerine kendi haklarını unutturduğu kimseler gibi olmayın anlamında olduğu da söylenmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah’ı, O’na şükretmeyi, O’na tazim etmeyi terketmek suretiyle unuttukları için Allah’ın de kendilerini kendilerine ve  birbirlerine azabı hatırlatmayı unutturduğu kimseler gibi olmayın.

Bir başka açıklamaya göre bu âyet: Bazıları rahatlık zamanında Allah’ı unuttukları için Allah’ın da kendilerini zorlu ve sıkıntılı zamanlarda kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın demektir. (Kurtubi, Tefsir s: 2/3032)

Allah’ın kendileri gibi olmaktan sakındırdığı kimseler, Allah'tan korkmaz, hukukunu tanımaz ve O'nun sonsuz korumasından yardım dilemez olmuşlardır da Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Sarhoş gibi ne yaptıklarını bilmezler.

İnsanın eşref-i mahlukât olduğunu, dolaysıyla da kendi değerini unutur. Kendisine sunulan bu yüce değeri, insanlık onurunu, kâinatın efendisi olma pâyesini nasıl koruyacağını aklından çıkarır. Bununla da kalmaz, ya inançsızlık iddia eder, ya da gider uydurma ilahlara kulluk eder. Uydurma ilahlara kulluk yapanlara katılır, onlarla birlikte hakka karşı kutsal savaşa girişir. Öleceğini, hesaba çekileceğini, işlediği suçlardan dolayı ceza alacağını unutur.

Böyleleri elbette kendisini kurtaracak salih amelleri düşünmez, azabdan koruyacak işler yapmaz ve yarın için bir şeyler hazırlamayı akıl etmez. Öyle bir derdi, öyle bir sıkıntısı olmaz.

Sonuçta böyleleri kıyamet günü öyle dehşetli trajedilere maruz kalırlar ki, kendilerinden geçerler. Hatta ruh yoktur deyip duranlar dahi, böyle kendilerini unutmuş, insan varlığının en mühim ayırıcı unsurunu teşkil eden şuur nimetini kavrayamamış kimselerdir.

İnsanın kendisini hissetmesi fıtrî olduğu için şuurdan, şuurun hukukundan ve onun Allah'a bakan yönünden gaflet edenlerin fıtratı bozulmuş kimseler olduklarına tenbih için unutmak ile ifade edilmiştir. (Elmalılı, Tefsir, 7/520)

"Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın." Bugerçekten hayret edilecek bir durumdur. Fakat gerçektir. Allah'ı unutan adam bu dünya hayatında kendisini yüceler alemine bağlayan bağdan kopuk halde yaşar. Bu hayatını merada otlanan hayvanlarınkinden daha üstün kılacak hedeften yoksun hale gelir. Bu durumda onun kendi insanlığını unutmasıdır. Bu gerçeğin yanında bir gerçek daha ilave edilir veya ondan başka bir gerçek doğar. Bu da sözkonusu yaratığın kendi kendisini unutması, sürekli olan ebedi hayatı için bir azık hazırlamaması, yarını için hazırladığı azığa bakmamasıdır. (S. Kutub, fi- Zılâli’l-Kur’an,  6/3531)

Yani, Allah'ı unutmak, insanın kendisini unutması demektir. Çünkü O'nun kulu olduğunu unutan kimse, bu dünyadaki konumunu yanlış değerlendiriyordur. Sırf bu temeldeki yanlışlık dolayısıyla onun tüm hayatı yanlış bir yolda harcanır gider. Bir kimse hakikatte kulu olmadığı kimselere kulluk yaparsa, sırf bu hatası dolayısıyla tüm hayatı mahvolur.

İnsanın bu dünyadaki asıl konumu kulluktur. Ve o mutlak anlamda özgür değildir. Fakat o sadece ve sadece bir tek Allah'ın kuludur ve başka hiç kimsenin kölesi değildir. Bunu idrak etmeyen bir kimse, gerçekte kendini unutmuştur. Fakat bildiği halde bu gerçeği unutan kimse, zaman zaman bir kafir ve müşriğin hareket ettiği gibi davranabilir.

Kişinin devamlı sırat-ı mustakim üzerinde yürüyebilmesi için hiçbir zaman Allah'ı unutmaması gerekmektedir. Bundan gafil olduğunda kendini de unutacağından, gafleti fıskına sebep olur. (Mevdudi, Tefhim, 6/225)

Her ne şekilde olursa olsun bu dünyada Allah’ı, O’na ibadeti, O’na karşı sorumluluğunu, kime şükredeceğin, sonunda kime geri döneceğini unutan kimseler kıyamet günüde affı ve mağfireti, lütuf ve ihsanı, Allah’a yakınlığı ve iyilerin yanında olmayı hak edemezler.

Orada bu gibi yüce, sevindirici, muhteşem kazançlar/hediyeler dağıtılırken onlar unutulacak, yani bir kenarda bırakılacaklar. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Ama kim ki Beni anmaktan yüz çevirirse, bilsin ki, onun dar bir hayat alanı olacaktır; ve Kıyamet Günü onu kör olarak kaldıracağız".

(Böyle biri, Kıyamet Günü'nde:) "Rabbim, ben gören biriyken beni niçin kör olarak kaldırdın?" diye soracak.

(Allâh) buyurur ki: "Nasıl sana âyetlerimiz geldiği zaman, sen onları unuttuysan, bugün de sen öyle unutulursun!" (Tâhâ 20/124-126)

 

       4-İŞİTMEDİKLERİ HALDE İŞİTTİK DİYENLER GİBİ OLMAYIN

Kur’an’a göre gerçek kurtuluşun şartı Allah’ın ve O’na davet eden Peygamberin çağrısına “işittik ve itaat ettik” diyebilmektir. Çağrıya kulak vermek, hem onu ciddiye almaktır, hem de davet edilen şeyi kabul etmektir.

“Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resûlüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak «İşittik ve itaat ettik» demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur, 24/51)

Gerçek mü’minlşer herhangi bir art niyet taşımaksızın, samimiyetle, yürekten daveti kabul ederler. Davet edeni de kabul ederler ve O’nun haber verdiklerini alır ve hayatlarına taşırlar.

Kur’an mü’minlere şöyle sesleniyor:

“Allah'ın size olan nimetini, «Duyduk ve kabul ettik» dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı (O'na verdiğiniz) sözü hatırlayın ve Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle davranın. Şüphesiz Allah, kalblerin içindekini bilmektedir.” (Mâide, 5/7)

Başta peygamber olmak üzere iman edenler Allah’tan gelen  Hakikatn çağrısına böyle karşılık verirler. Zira işitmek, can kulağı ile dinlemeyi,  işitilen şeyi yürekten kabul etmeyi ve davetle sunulan her şeyi benimsemeyi gerektirir. Bununla da kalmayıp duyulan şeyleri –eğer yapılması istenen bir şey ise- uygulamayı de içerisine alır.

Kur’an’da Ramazan orucu emrini duyan bir mü’minin bu emri sadece; “tamam işittim, inandım” demesi yeterli değildir. Ramazan orucu emrini işitmek ve onun Allah’tan geldiğini kabul etmek, aynı zamanda oruç tutmaya söz vermek ve Ramazan ayı geldiği zaman oruç tutmaktır.

İhlaslı mü’minler şöyle derler:

“... İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler.” (Bekara, 2/285)

Ancak insanlardan bazıları böyle değildir. Hak daveti ve Allah’ın kelamını işitirler, ama duyamazlar. Daha doğrusu duymazdan gelirler. Ciddiye almazlar, can kulağı ile dinlemezler. Hatta Allah’ın kelâmını işitirler, ancak onu başka anlama çekerler. (Bekara, 2/75)

Bazıları da Kur’an’a, İlâhi davete kulak asmadıkları, ciddiye almadıkları halde alaylı bir şekilde “tamam tamam, işittik” derler.

Kur’an müslümanları böyle odavranmaktan sakındırıyor:

“(Bunun içindir ki) ey imana erişenler, Allaha ve O’nun Elçisine karşı bağlılığınızı gösterin; ve artık (O’nun mesajını) işitmiş bulunduğunuz halde Ondan yüz çevirmeyin.” (Enfal, 8/20-21)

Allah (st) mü’minlere özel bir değer veriyor, Allah’a ve Rasûlüne itaat emrini yeniliyor. Onları Kur’an’ı işittikleri halde ondan yüz çevirmekten sakındırıyor. Bu, “Kur’an size okunduğu halde, siz onu işttiğiniz halde, içinde bunca delil ve isbata rağmen, Kur’an güçlü ve ikna edici bir mu’cize olduğu halde ondan yüz çevirmeyin. Ona sırtınızı dönmeyin. Onu sıradan bir kitap gibi saymayın. Ya da Allah’ın size olan davetini duyduğunuz halde gereğini yapmayı ihmal etmeyin. Siz Allah’tan gelen her şeyi tasdik eden, onları alıp kabul eden mü’minlersiniz. Sizin Kur’an veya İlâhi mesaj karşınızdaki tavrınız işitmeyen sağırların, görmeyen körlerin, akklını kullanmayanların tavrı gibi olmamalı” demektir. 

Özellikle de; “... dinleyip kulak asmadıkları halde, ‘işittik’ diyenler gibi olmayın.

Gerçek şu ki, Allah katında yaratıkların en bayağısı aklını kullanmayan sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal 8/20-22)

Bunlar müşrikler, münafıklar, yahudiler veya bunlara benzeyenler olabilir. Böyleleri Allah’ın kelamını anlamaksızın ve gereğini yapmaksızın sadece kulaklarıyla iştirler. Aslında bunlar onu işitmemiş gibidirler. Çünkü işittikleri şeyden faydalanayı bilmiyorlar. (Şevkani, Fethu’l-Kadir, s: 628)

Böyleleri mesaj kendilerine ulaştığı halde gereğini yerine getirmezler, ona boyun eğmezler. Ya da Kur’an’ı duydukları halde üzerinde tefekkür etmezler, derin derin düşünmezler. Mesajın gereğni yapmaya yanaşmazlar. Mesajın kaynağı olan Rabbe itaatten yüz çevirirler.

Bir kimse işittiğinin gereğini yerine getirmedikçe onun “tamam, işittim ve itaat ediyorum” demesi hiç bir fayda sağlamaz. Emirleri yerine getirmekten kaçınıp, haramları alabildiğine işleyen bir adam için, “bu adam ilâhi emirleri işitti“ denilebilir mi? Bu nasıl bir itaattir? Böyleleri ağızlarıyla inandıklarını söyledikleri halde kalpleriyle inanamyanlar gibi değil midir? (Kurtubi; Tefsir, s: 1368)

Bu ifadeyle daha önce iki kez Yahudilere atıfta bulunulmakla birlikte, (Bekara, 2/93. Nisa, 4/46) buradaki atıf daha geneldir; ve Kur’an'ın mesajından haberdar olduğu, onu anlayıp kavradığı halde ona aldırmayan herkesle ilgili görünmektedir. (M. Esed, Meal s: 325)

Bu ayette İsrailoğullarının yanlış tavrına işaret ediliyor.

“Biz o zaman, Sina Dağı'nı üzerinize kaldırıp, “Size emanet ettiğimiz şeye [bütün] gücünüzle sarılın ve ona kulak verin!” [diyerek] sizden kesin bir taahhüt almıştık. [Bütün bu hatırlatmalara rağmen] onlar: “Dinledik, ama itaat etmiyoruz!” derler...” (Bekara, 2/93)

İsrailoğullarının kendi adamlarına yönelttikleri “kulak vermeden dinleyin” (Nisa, 4/46) şeklindeki hitabın tarzı, onların hem kendi kutsal metinlerine hem de Kur’an'ın mesajına karşı tavırlarını göstermektedir. (M. Esed, Meal s: 147)

Burada Hakkı kulakları ile duyan, fakat onu kabul etmeyen ve ona inanmayan münafıkların tutumu ifade edilmektedir. Onlar inandıklarını iddia ettiler, fakat emirlere uymadılar. (Mevdudi, Tefhim, 2/161)

Bazı tefsircilere göre bura kasdeilenler müşrikler, bazıların göre münafıklardır. Çünkü münafıklar İlâhi mesajı işittiklerini ve icabet ettiklerini iddia ederler ama bunlar aslında böyle değildir.  (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/95)

F. Râzi’ye gore bu âyetteki Allah’ın ve Rasulünün çağrısı cihad çağrısıdır. Allah (cc) Rasûlünün cihad davetine uymalarını emrediyor. Yani ey iman edenler, Allah’ın elçisi size cihad için çağırdığı zaman hemen icabet edin, duymamazlıktan gelmeyin. Sözü duyup da manası anlamayanlar gibi olmayın demektir. (S. Ateş, Tefsir, 3/500)

Sebebin özel olması, hükmün genel olmasına engel değildir. Âyetin akışından burada uyarını her devirde, Kur’an’ın daveti karşısında duyarsız olanları, işittikleri halde kulak asmayanları, duydukları ilâhi emirlerin gereklerini yapmayanları kapsadığını söylemeliyiz.

Âyet mü’minlere diyor ki: öyleleri gibi olmayın ki: onlar, işittik dediler de hâlâ işitmiş değiller. Dilleriyle "işittik" diye iddia ederler, fakat hakkiyle dinlemiş ve anlamış değiller. Anlasalar bile anladıklarını icra edip, yerine getirmezler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler. İşte siz bunlar gibi olmayın.

Sağır ve dilsiz olmak da bütünüyle aklın yok olması demek değildir. Nice sağır ve dilsizler bulunur ki, akılları vardır. Bir sağır ve dilsizin biraz aklı varsa bazı şeyleri anlaması ve hatta işaretle veya yazıp çizmekle bazı isteklerini anlatması mümkün olur.  

Fakat kulağı var hakkı duymaz, duymak istemez; dili var, hak söylemez, söylemek istemez; aklı var, fakat hakkı anlamaz, anlamak istemez. Böylesine sağır, böylesine dilsiz, böylesine akılsız kimseler yok mu, işte onlar fenaların fenasıdır. Bunlar hem kendilerine hem de başkalarına zararlıdır. (Elmalılı, Tefsir 4/215)

Gözleriyle gördükleri, kulaklarıyla işittikleri halde Hakikatin üzerinde kafa yormayan, anlamak istemeyen inatçı inkarcılar ve münafıklar sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmiş. Onların duyu organları vardır ama onlar ne konuşabilirler, ne de İlâhi daveti anlayabilirler. İnkârcılar, kendi serbest seçimleriyle ve iradeleriyle Allah’a ve Peygamber’e muhalefeti seçerler. Allah’ın ve son Peygamberinin çağrısına uymazlar. Büyük bir kısmı İlâhi Mesajı duyduğu halde aldırmazlar ve oralı olmazlar. Kur’an’a karşı onu hiç duymamış gibi tavır alırlar. Hatta bir kısmı daha da ileri gidip Kur’an’ın mesajı ile savaşmaya kalkışırlar. Bunlar kendi seçimlerinin karşılığı göreceklerdir.

Kur’an böylelerinin tavrını yanlış bulduğu için mü’minleri onlar gibi olmaktan sakındırıyor. Sonra şöyle buyuruyor:

“Çünkü, Allah eğer onlarda iyi bir hal görseydi onların mutlaka duyup işitmelerini sağlardı; kaldı ki, onların (hakkı) duyup işitmelerini sağlasaydı, onlar o dikbaşlı tavırları içinde kuşkusuz yine yüz çevirirlerdi.

Siz ey imana edenler! Her ne zaman sizi, size hayat verecek bir işe çağırırsa, Allahın ve (dolayısıyla) Elçinin bu çağrısına icabet edin; ve bilin ki, Allah insanla kalbinin (meyilleri) arasına müdahale etmektedir; ve sonunda Onun katında bir araya getirileceksiniz.” (Enfal, 8/23-24)

 

5-KİBİRLİ İNKARCILAR GİBİ OLMAYIN

Allah (cc) mü’minlere şöyle buyuruyor:

Ve Allah'la O'nun Elçisi'ne duyarlık ve bağlılık gösterin; ve sakın birbirinizle çekişmeye girmeyin, yoksa yılgınlığa düşersiniz; cesaretiniz sönüverir.  Ve zor durumlarda sabır gösterin: çünkü Allah, gerçekten, zorluğa göğüs gerenlerle beraberdir.

İnsanların gözlerini kamaştıran bir gösteriş içinde ve kurum satarak yurtlarından çıkıp gelen (o inanmayan) kimseler gibi olmayın: Çünkü onlar başkalarını Allahın yolundan çevirmeye çabalıyorlardı. Oysa Allah onların edip eylediği her şeyi (sınırsız kudretiyle) kuşatmış bulunuyordu.” (Enfal, 8/46-47)

Müslümanlar için her şeyde olduğu gibi, Allah yolunda çalışmanın da, hatta savaşmanın da ahlâkî ve hukukî sınıları vardır. Müslüman neyi niçin yaptığının, ilâhî ölçülere uyup uymadığının farkında olmalıdır. İman eden bir kimse, hiç bir konuda zalimleri, yanlış yapanları dünyalık için çalışanları, maddi zafer peşinde koşanları taklit edemez. Mü’min, hiç bir şekilde hak-batıl, adalet-haksızlık  ayrımı yapmayanlar gibi olamaz. Onları inandıkları dinin ölçüleri bağlar, imanın çizdiği sınırlara riayet ederler.

Mekkeli müşrikler, hicret ettikleri için ellerinden kaçırdıkları Hz. Peygamber’i ve müslümanları yakalamak için fırsat arıyorlardı. Ebu Süfyan’ın başkanlığındaki kervanın Medineliler tarafından basılacağı haberi onlara aradıkları fırsatı verdi. Hazırladıkları ordu ile Medine’ye doğru hareket ettiler.

Onların bu hareketi mallarını koruma veya meşru müdafaa hakkına dayanmıyordu. Çünkü Cuhfe’ye geldikleri zaman Ebu Süfyan’ın yol değiştirerek kervanı kurtardığı haberini almışlardı. Geri dönme isteklerine karşı Mekke’nin reisi Ebu Cehil büyük bir şımarıklılıkla, kibir ve gururla şöyle diyordu:  “Bedir’e varıp şarap içmeden, cariyelerin şarkılarını dinlemeden,  Mıhammed’in hezimete uğradığını çevredeki araplara keseceğimiz develerle ziyafet vererek haber vermeden dönmeyeceğiz.”  (Taberi, Tefsir, 6/262)

Ebu Cehil ve yandaşları zaferden o kadar emindiler ki, Bedir’de müslümanların hezimetini şarap, şarkı ve onlardan ganimet olarak alacakları develerin yeme ile kutlamaktan bahsediyorlardı. Kendilerini güçlü görüyorlar, müslümanları küçümsüyorlardı. Kibir ve gurur gözlerini bürümüş, Peygamberin davetine olan düşmanlıkları onları kan dökmeye sürüklemişti. Onların müslümanları yenmek, varlıklarını ortadan kaldırmak isteyişleri haklı bir sebebe dayanmıyordu. Zira müslümanlar bir insanlık suçu işlememişlerdi. Mekke’nin düzenini bozacak ne bir cinayet işlediler, ne de gasp yaptılar ne de tecavüz suçu işlediler. Onların tek suçu, Mekke resilerinin batıl inançlarını, onlardan izinsiz terkedip Hak dine dönmeleri idi.  Rabbimiz Allah” dedikleri için, batıl din sayesinde çıkar sağlayanları rahatsız etti. Hicretten önce denedikleri onca metoda rağmen İslâmî daveti önleyemeyen müşrikler, şimdi silahla bu işi halletmeye kararlı idiler. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/549)

Mekke’den kibirli ve çalımlı bir şekilde çıktılar.  Çoğu atlı, güçlü silahlarla donanmış, süslü elbiseler içinde, bol malzeme ile, tabii şaraplarıyla yola koyuldular. Hem nefisleri ve dostları, hem şeytan onlara güçlü olduklarını fısıldıyor, “bugün sizi yenecek güç yoktur” diyordu. Nitekim Kur’an onların bu durumunu şöyle açıklıyor:

“Hani Şeytan, tüm yapıp-ettiklerini onlara güzel ve yerinde gösterip: “Bugün kimse sizinle baş edemez; çünkü ben de sizin arkanızdayım!”  demişti. Fakat daha iki topluluk birbirlerinin görüş alanına girer girmez, tabanları üzerinde geri dönüp: “Yoo” dedi, “ben sizden sorumlu değilim; çünkü, bakın, sizin görmediğiniz bir şeyi görüyorum ben ve doğrusu Allah'tan korkuyorum; çünkü Allah, gerçekten, azabında çok çetin, çok şiddetlidir.” (Enfal, 8/48)

Bedir savaşından önce Mekkeli müşrikler ile Kinâne kabilesi savaş halinde ididler. Mekkeliler eğer müslümanlara karşı da savaş başlatırlarsa, Kinânelilerin kendilerine arkadan saldıracaklarından korkuyorlardı. Onun için şüphe içinde idiler. Ebu Süfyan’ın komutasındaki kervanı kurtarmak üzere yola düştükleri zaman Kinâne kabilesinin ileri gelenlerinden Süraka b. Malik ve adamları ile karşılaştılar. (Süraka Hicret’te yüz deve mükâfatı almak üzere Peygamberi yakalamak isteyen kimse idi.) Süraka onlara garanti verdi.” Bugün sizi yenecek bir güç yoktur,  Kinâne adına ben size garanti veriyorum ve sizin yanınızda yer alıyorum” dedi. Birlikte Bedir’e doğru hareket ettiler. Orada müslümanların dumunu görünce içine bir korku düştü, Mekkelilere verdiği sözden pişman oldu ve adamlarını toplayıp oradan uzaklaştı. (İbni Hişam, Siyret 2/663. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/111)

Şeytanın müşriklere verdiği yersiz gurur ve kibir ile Süraka’nın onları cesaretlendirmesi ve pişmanlığı arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

Âyet o günün müslümanlarına (sahabelere) ve onların şahsında bütün müslümanlara şöyle diyor: “O mağrur, o kibirli adamlar gibi olmayın. Ki onlar kendi beldelerinden çalım satarak, kibirli ve gururlu bir şekilde halka gösteriş yaparak çıktılar.  İslâmî davetle savaşmak üzere, onu onu ortadan kaldırmak üzere yola koyuldular. Zaten böyleleri ellerinden geldiği kadar insanları Allah yolundan alıkoymaya, onların hidayet bulmalarına, Kâbe’yi ziyaret etmelerine engel olmaya çalışıyorlardı. Hatta böyleleri insanları Allah yolundan saptırmak için mallarını harcarlar (Enfal, 8/36), lehve’l-hadis’e (saptırıcı sözlere ve eğlencelere) müşteri olurlar. (Lukman, 31/6)

Böyleleri Allah’ın her şeyi bildiğinin, gücünün her şeye yettiğinin, onlara çapaçevre kuşattığının farkında değillerdi.  Allah (cc) her şeyin ve herkesin üzerinde er-Rakîb’tir. (Nisa, 4/1. Ahzab, 34/52) Yani O, her şeyi görüp gözetendir. Bütün ameller (işler) O’na ulaşır ve sonunda kesin hükmü O verir. Herkes yaptığının karşılığını ya mükâfat veya ceza olarak alır. İnsan her açıdan Allah’ın gözetmesi altında, O’nun kulu ve O’na her açıdan muhtaç olduğu halde, nasıl olur da kibirlenir, Allah’a karşı mağrur olur? (Elmalılı, Tefsir (sad.), 4/238)

İşte bu gafiller gibi olmayın. Haddinizi, yani insan olarak yerinizi, gücünüzü, kapasitenizi, yeryüzündeki işlevinizi ve sonunda varacağınız yeri bilin.”  

Burada tipik bir müstekbir tipiyle karşı karşıyayız. Âyet Mekkeli müşriklerin şahsında onların bazı özelliklerini hatırlatıp müslümanları müstekbir ahlâkından, onlar gibi olmaktan sakındırıyor.

Kur'an, haksız yere istikbar edenlere (büyüklük taslayanlara) müstekbir diyor.

Müstekbirler, kendilerinde bir üstünlük olmadığı halde büyüklük duygusuna kapılıp, doğru yoldan çıkan kimselerdir. Zayıf karakterlidirler, ama bu yönlerini insanlara karşı böbürlenerek gidermeye çalışırlar.

Gerçekte Allah, ‘ekber-en büyük’ olduğu için istikbar-büyüklük hakkı da O’nundur. ‘kibriya-büyüklük’ sıfatına sahiptir. (Casiye, 45/37) Ancak bazıları bu gerçeği görmezler.

Müstekbirlerin ellerinde dünya malı, güç ve kuvvet, belki de iktidar gücü vardırdır. Onlar, bu tür şeylerle büyüklük duygusuna düşerler. ‘Biz her şeye sahibiz’ anlayışı taşırlar. Sahip oldukları şeylerin kendilerine yettiğini, Allah’a muhtaç olmadıklarını, her şeye güç yetirebileceklerini varsayarlar. Bu duygular yüzünden yeryüzünde haddi aşarlar, başkalarına hükmetmeye ve onları kullanmaya yeltenirler. Kimileri ilâhlığa soyunur, rabblik taslamaya başlar. Allah’ın âyetlerine karşı kibirlenirler ve onları yalanlarlar. (A’raf, 9/36) İçlerinde sakladıkları büyüklenme hastalığı yüzünden Allah’a kulluktan, O’na itaat etmekten yüz çevirirler.

Müstekbirlerin ilki iblistir. “Rabbin ona dedi ki; ‘İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? İstikbarde mi bulundun (büyüklük mü taslıyorsun) yoksa gerçekten yücelerden mi idin?’ ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.’ dedi.” (Sâd, 38/75-76)

Yeryüzünde iblisin yolunu izleyip onun gibi büyüklenmeye kalkıp, Allah’a itaatten yüz çeviren zalimlere Allah, devamlı uyarıcılar (peygamberler) göndermiştir. Peygamberler onları Allah’a davet etmişler, tuttukları yolun yanlış olduğunu anlatmaya çalışmışlardır. Ancak peygamber olarak gönderilen kimselere ilk karşı çıkanlar halk arasında mal ve makam sahibi müstekbirler olmuşlardır.

“Bir peygamber size canınızın istemediği bir şeyi getirdiği zaman istikbar etmediniz mi (büyüklemediniz mi). Kimini yalanlıyor, kimini öldürüyordunuz.” (Bakara, 2/87)

İslâmî davet, insanlar arasında haksız sınıflaşmayı, sömürüyü, soy sop veya mal ve makam üstünlüğünü, zulmü ve baskıyı yasaklıyor. Adaleti ve insanlar arasında eşitliği getiriyor. Üstünlüğün takvada ve diğer insanlara iyilik yapmada olduğunu bildiriyor. Fakat müstekbirlere göre kendileri ya mal, ya makam, ya güç, ya da soy bakımından en üstündürler.

Müstekbirler, mutlak hakimiyetin Allah’a ait olduğunu kabul etmezler. Onlar “Onlara lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka tanrı yoktur)’ denildiğinde şüphesiz istikbar ederler (büyüklük taslarlar).” (Saffat, 37/35)

Onlar, kendilerinde olan güzel özelliklerden dolayı değil, ellerindeki makam, mal, güç gibi dünyalıklar yüzünden insanlardan üstün olduğunu sanarlar. (Fussilet, 41/15)

Onlar, kendi otoritelerine, düzenlerine ve fikirlerine karşı gelen hiç bir şeyden hoşlanmazlar. Kendi düzenlerini yıkacak her çabayı yok etmek için uğraşırlar.

Onlar, Allah’ın peygamberlerle gönderdiği dine inanmamak için her türlü bahaneyi bulurlar. Halk tabiriyle mızıkçılık yaparlar. (Ahkaf, 46/11)

Kur’an, bu müstekbir mantığını ve ahlâkını tanımayı ve ona düşmemeyi tavsiye ediyor. Müstekbirler soyut/hayali varlıklar değillerdir. Onların bir kısmı tarihte yaşamış, bugün de yeryüzünün her tarafında olabilecek kimselerdir. Zenginliğin, gücün ve makamların şımarttığı niceleri vardır ki; başkalarına zorla tahakküm ederler, toplumun huzurunu bozarlar;  üstelik de kendilerini ağırdan satarlar. 

Bütün müstekbirler, Allah’a itaat etmekten, O’nun önünde boyun eğmekten yüz çevirirler. Allah’ın hükümlerini ve âyetlerini dikkate almazlar. Çünkü kendilerini güçlü görürler, büyüklük taslarlar. Bundan dolayı Allah’ın önünde boyun eğmeyi kibirlerine yediremezler. Burunları havada olduğu için alınlarını secde yerine koymayı zillet sayarlar.

Burada  Allah'ın âyetlerini ve sözlerini işittikleri halde sırt çevirenler gibi olmamaya vurgu var. Ayrıca buradaki çağrı, Bedir gibi Allah yolunda yapılan savaşların Allah’ın yönlendirmesi, dahli ve yardımı ile olduğu, Allah’ın mü’minlerle birlikte olduğu, düşmanların tuzaklarının boşa çıkarıldığı vurgulandıktan sonra yapılıyor.

Bundan sonra mü’minlerin yapacakları şey, Allah'ı ve Peygamber'i dinleyip itaat etmektir. Vahyin ölçüleri etrafında bir araya gelip bölünüp dağılmamaktır. Bütün bunlardan sonra Vahy’e ve Peygamber'e sırt çevirip emirlerine burun kıvırmak, akleden bir kalbin değil, gururlu müstekbirlerin yapacağı bir yanlıştır. (S. Kutub, fi-Zılal, 3/1529)

Kur’an mü’minler şöyle çağrı yapıyor:

İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid, 57/16)

Bu âyet, kitap ehlinin yanlış tutumuna dikkat çektikten sonra, iman edenleri kalplerinin Allah’ın ayetleri karşısında ürpermesi gerektiğini altını çiziyor. (Enfal, 8/2) Mü’minler âyetleri dinlerler ve gereğini yaparlar, onları küçümsemezler, kulaklarının arkasına atmazlar. Onlar Allah’ın vahyini hatırlarlar ve kibirlenmek, gururlanmak, gaflete düşmek yerine, acizliklerini görürler.

 

       6-MÜŞRİKLERDEN OLMAYIN

Vahy hz. Muhammed’in şahsında insanı kendi özüne, aslına ve yapısında olan doğal şeye

davet ediyor:

 “Böylece sen, bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde [hak olan] dine çevir ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran: [ki,] Allah'ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: bu, sahih [bir] din[in gayesi]dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.

Hepiniz O'na yönelerek O'na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşriklerden olmayın.

[yahut] inançlarının bütünlüğünü bozarak parçalara bölünen ve her grubun yalnız kendi sahip olduğu [ilkelerle] övündüğü kimselerden olma!” (Rum, 30/30-32)

Âyetler bir kaç konuya vurgu yapıyor:

Hak din İslam, onun dışlındaki bütün inançlar Vahy’e göre batıldır. İnsana düşen batıl, geçersiz, hükümsüz, hak olmayan, fayda sağlamayana, insanın yaratılışına ters inançlardan hak yola dönmesidir. Ki bu da Allah’ın insanın bünyesine yerleştirdiği tabii yaratılış, fıtrattır. Müslüman olmak aynı zamanda fıtratın gereğini yapmaktır.

Peygamber (sav) her insanın fıtrat üzere doğduğunu şöyle belirtiyor:

“Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra anne-babası onu hırıstiyan, yahudí, mecusi (ateşe tapan) yapar. Eğer anne-baba müslümansalar, çocuk da müslüman olur.” (Ebu Davud, Sünnet/18, no: 4714. Tirmizí, Kader/5, no: 2138. İbnu Hibban, es-Sahîh, İman/1, no: 128).

M. Esed’e göre ‘fıtrat’ terimi, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte/düzmece arasında ayrım yapabilmesine ve böylece Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkan veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade eder (M. Esed, Meal s: 826). Beydavi bunu, Allah’ın insanı hakkı kabul edecek, onu anlayabilecek kıvamda yaratmasıdır şeklinde açıklıyor (el-Beydavî, Tefsir 2/220).

“Her doğan fıtrat üzere doğar...” demek, yani her doğan Allah’ı tanıma ve onu ikrar etme kabiliyeti üzere doğar demektir. Hiç kimse göremezsin ki kendisini bir yapanın olduğunu ikrar etmesin. Bunu başka bir şekilde adlandırmış, başka şeylere ibadet etmiş olsa bile.” (İbnu Esîr, en-Nihaye s: 698).

Kur’an kelimelerinin anlamları üzerinde ilk ciddi çalışma yapan ilk dönem alimlerinden el-Ferrâ’ ‘Allah’ın fıtratı’ terkibini ‘Allah’ın yaratması’ olarak açıkladıktan sonra şunları ekliyor: “Yani Allah’ın kulları üzerinde yarattığı şeydir ki onlar o yetenekle Allah’ın onların Rabbi ve onlara şekil veren olduğunu anlarlar.” (el-Ferrâ; Garibu’l-Kur’an, 3/324).

Meşhur Arap dilci İbni Manzur ‘fitrat’ı şöyle tanımlıyor: “Kur’an’ın bir kelimesi olarak fıtrat; “Allah’ın varlığı ve insanı da mahlukâta bakarak kendisi bilip tanıyacak, iman edip ibadet edecek kabiliyet, hal ve istidat üzere yaratmasıdır. Bu da ilk yaratılış demektir.” (İbnu Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/197).

Allah’ın insanı üzerinde yarattığı fıtrat, yaratılıştan her insanın özüne yerleştirilen iyiyye, doğruya ve hakikate eğilimdir. İnsan bu amaç için yaratılmıştır. Bu  yeryüzünde hayatın tevhid ve adalet ekseninde inşasıdır. Kur’an, insana bu misyonundan dolayı ‘halife’ diyor. Fıtrat, insanın yaratılış amacını gerçekleştirecek donanıma ve altyapıya sahip olmasıdır. (M. İslamoğlu, Meal s: 799)

Yukarıdaki âyette öncelikle insanın fıtratına, yaratılış özüne, o özde olan cevhere dikkat çekiliyor. O cevher insanın bünyesine yerleştirilen inanama ve ibadet etme ihtiyacıdır. Her insan, tıpkı yeme içme, uyku ve düşünme, hareket etme ve isteme gibi insanın en tabii ihiyacıdır. İnsan inançsız ve ibadetsiz, olamaz, bunlarsız yapamaz. Hak inancı ve bu inancın tarif ettiği ibadeti unutanlar, ya da kabul etmeyenler, inanma ihtiyacını gidermek üzere atalarının uydurduğu dinlere inanırlar. Bu olmazsa kendileri din ve ibadet şekilleri icat ederler. Halbuki insanı yaratan onu kendi fıtratına, yaratılışındaki asıl öze davet ediyor. O da hak din olan İslâmdır. İslâm zaten fıtrat dinidir ve bizzat Allah’ın insan için seçtiği yaşama biçimidir. (Maide, 5/3. Âli İmran, 3/19

Eğer insan hak olan dinden, yani fıtratın gereği olan inançtan başkasına saparsa, Allah’ın yarattığı temiz öz, saf maya, ilâhî fıtrat kirletir ve bozar. Bu da insan için hüsran, bedbahtlık, mutsuzluk ve iki dünyada kayıp demektir.

Hak olan dinin amacı insanı aslına uygun davranmaya savketmek, insanın kendi aslından uzaklaşmasını önlemek, kendi temiz yaratılışına ters davranışlara düşmesine meydan vermemektir.  Ancak insanların çoğu bu gerçeği anlamıyorlar.

Kur’an nuhatabına şöyle diyor:

“De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı dost edineceğim! De ki: Bana müslüman olanların ilki olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma! (denildi).

De ki: Ben, Rabbim'e isyan edersem gerçekten büyük bir günün (kıyametin) azabından korkarım.” (En’am, 6/14-15)

"Ve (bana) hanif (Allah'ın birliğini tanıyıcı) olarak yüzünü dine çevir; sakın müşriklerden olma, diye (emredildi)." (Yunus, 10/105)

Şirk, Allah'tan başka varlıklara tanrısal güçler ve nitelikler yakıştırmadır. Ya Allah’ın niteliklerini yaratıklara, yaratıkların niteliklerini de Allah’a yakıştırma inancıdır. Bunu yapana da müşrik denir.

Şirk olayı, Allah’ın dışındaki herhangi bir şeyi, bir varlığı, bir kişiyi, bir gücü veya başka bir şeyi Allah gibi zannetmenin mantığıdır.  Müşriklerin en önemli özelliği Allah’ın dışındaki varlıklara haksız yere ilâhlık vermektir. Ondan sonra diğer yanlışlıklar ve sapıklıklar peşpeşe gelir. Fikirlerin ve değer yargılarının üzerine bina edildiği temel çürük/yanlış olursa, oraya ne koyarsanız koyun yanlış, çürük, değersiz olacaktır.

Kur’an’a göre ilahlık (tanrılık) hakkı yalnıza âlemlerin Rabbi Allah’a aittir. O’nun yarattığı herhangi bir şeyi, ya da insan yapısı bir eşyayı tanrı gibi saymak, onlarda ilâhî özellikler var olduğuna inanmak; hem Allah’ın hakkına tecavüz, hem de Hakikate ihanettir. Müşrikler prensipte tanrı olgusunu inkâr etmiyorlar. Ancak bu gerçeği tersyüz ediyorlar. Yanlış algılıyorlar. Allah’ı O’nun kendini tanıttığı gibi değil de; kendi işlerine geldiği gibi, kafalarının estiği gibi algılamaya, tanımlamaya kalkışıyorlar.

 ‘Şirk’, Tevhid dini dışında kalan bütün inançları anlatan anahtar bir kavramdır. İnsanın, fıtratından gelen inanma ve ibadet etme ihtiyacını karşılarken düştüğü durumu, Hak’tan yüz çeviren insanın yaşadığı kaosu, inanma adına insanların uydurduğu yanlış inançları anlatmaktadır. 

Bu, onlara tapınma şeklinde ortaya çıktığı gibi, inanç ve saygı olarak da görülebilir. Nitekim Kur’an cahiliyye araplarının putlara tapınmasını şirk olarak nitelendirdiği gibi (Necm, 53/19-23), O’na çocuk isnat etmeyi, yaratıkların ilâh sayılmasını da şirk diye nitelemektedir. (En’am, 6/100. A’raf, 7/191-192)

Bu yanlışlık kulların Allah’a ait ilâhlığı ve Rabbliği yeterince anlamamalarından kaynaklanmaktadır. Kur’an bu konuda şöyle diyor:

“Allah’ı gereği gibi takdir edemediler.” (Hacc, 22/74)

 İslâma göre ‘şirk inancı’, insan zihninde bir sapmayı ve sıkıntıyı anlatır. Tevhid’in hakikatinden sapan kimselerin, içine düştükleri açmazları, sürüklendikleri yanlışları ve bunun sonucu olarak yaratılış kanununa (fıtrata) aykırı bir konuma düşmeleri böylelikle ortaya konmaktadır. Halbuki insanın fıtratı ona Tevhid inancını göstermektedir.

Şirk koşmak salt bir inkâr olayı değildir. Bunun altını çizmek gerekiyor. Şirk koşan müşrikler inançsız  insanlar değildir. Aksine, inanan ama yanlış inanan, Tevhide aykırı inanan ve Allah’ın yanında başka varlıklara da ilâh diye tapınan kimselerdir.

Kur’an’ın göre şirk en büyük zulümdür. (Lokman, 31/13) Zulüm, hem ‘nur’un zıddı olarak karanlık; yani kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluk olduğu gibi, hem de hakkı asıl sahibine değil de bir başkasına vermektir. Şirk, bir taraftan huzursuzluk, kaos, fıtrattan sapma, körlük ve karanlıktır; diğer taraftan da Allah’ın Rablik, ilâhlık ve hakimiyet hakkını başkalarına verme yanlışlığıdır.

‘Şirk’ inancı, insana huzuru değil, sıkıntıyı, emniyeti değil korkuyu ve güvensizliği, saadeti değil bedbahtlığı, adaleti değil zulmü, güzel ahlâkı değil azgınlığı ve fesadı kazandırır. Kur’an şirk koşanların sürekli huzursuzluk içinde olduklarını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır:

“Kim Allah’a şirk koşarsa sanki o gökten yere düşmektedir de kuşlar onu didik didik etmektedir veya rüzgâr onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.” (Hacc, 22/31)

Âyet Peygamberin şahsında bütün mü’minlere nasıl iman edeceklerini öğretiyor. Yani her şeyin yaratıcı, alemlerin Rabbi, hiç bir şeye muhtaç olmayan, Yaratan ama birileri tarafından yapılanlara benzemeyen Allah’a iman edin. Tanrısal anlamda kimseyi veli (dost) edinmeyin. Hatta kim iman edecek diye bir soru sorulsa tereddüt etmeden hemen atılarak: “Ben, evet ben, müslümanların ilki olmak istiyorum” deyin.

Ama sakın ha şirk koşanlar gibi olmayın. Şirk, inançta ve ibadet olgusunda ciddi bir kayma, temelsiz bir iddiadır, bir akıl tutulmasıdır. Müşrikler inandıklarını iddia ederler ama yanlış inanırlar, yanlış ve uydurma tanrılara iman ederler. Dolayısyla da dünya görüşü, hayatın anlamı, ibadet şekilleri, değer yargıları, ölümden sonrasına bakış, iyi ve kötü ölçüleir, hak ve hukuk anlayışları gibi bütün konularda yanlış düşünürler, yanlış yaparlar.

Bir başka âyette yine Peygambere şöyle deniliyor:

“ve bir kere Allah'ın âyetleri sana indirilmiş olduğuna göre, bundan sonra artık sakın seni onlardan alıkoymalarına fırsat verme; tersine (insanları) Rabbine çağır. Ve sakın müşriklerden olma.” (Kasas, 28/87)

Bu aynı zamanda bütün insanlara bir emirdir. En büyük zalimlerden olmamak: dolayısyla açmazdan, yalandan, yanlıştan, sapmadan ve haksızlıktan kurtulmak için insanın müşriklerden olmaması gerekiyor.

 

         7-İPİNİ ÇÖZEN KADIN GİBİ OLMAYIN

“Gerçek şu ki, Allah adaleti ve iyilik yapmayı, yakınlara karşı cömert olmayı, emredip utanç verici ve arsızca olanı, akıl ve sağduyuya aykırı olanı ve azgınlığı, taşkınlığı yasaklıyor; ve size [böyle tekrar tekrar] öğüt veriyor ki, böylece [bütün bunları] belki aklınızda tutarsınız.

Bir de, bir sözleşme yaparak bağlanma içine girdiğinizde Allah'la olan sözleşmenize sadakat gösterin; ve yeminlerinizi, iyi niyetinize Allah'ı tanık tutarak iyice pekiştirdikten sonra bozmayın; unutmayın ki, yaptığınız her şeyi Allah mutlaka biliyor.” (Nahl, 16/90-91)

Birinci âyette başta adalet olmak üzere temel emirler ve yasakların ortaya konmasından sonra adaletin bir gereği olan ahde vefa ve yeminlere sadakat gösterilmesi emrediliyor.  Bu emir dine uygun olan bütün söz vermeleri (vaadleri) kapsar. Bu vaadlerin ‘Allah’a söz verme’ şeklinde ifade edilmesi bunların ahlâk ve hukuk bakımından olduğu kadar dinî bakımdan da bağlayıcı olduğunu ve Allah katında sorumluluk gerektirdiğini gösterir. Aynı şekilde yeminlerin bağlayıcılı da önemle vurgulanmakta olup âyetin son cümlesi insanlara bu konularda sorumluluğunu hatırlatan önemli bir uyarı anlamı taşımaktadır. (Kur’an Yolu, 3/383)

Bazılarına göre bu âyet İslâm üzere Peygambere biat eden müslümanlar hakkında inmiştir. Onlara sanki şöyle deniyor: “Allah’a söz vererek müslüman olduktan sonra bu sözünüzden dönmeyin, İslâmdan geri atmayın. Müslümanların azlığı, müşriklerin çokluğu sizi aldatmasın.” Bazılarına göre ise bu âyet cahiliyye döneminde yapılan anlaşmalarla (hılf) ile ilgili inmiştir. Bazı müşrikler başkalarıyla yaptıkları anlaşmalara aykırı hareket ettiler. İçlerinden kimiler kendi adamlarına “bakınız sayıca biz onlardan daha fazlayız, onlardan daha güçlüyüz” dediler ve yaptıkları anlaşmaları bozdular.  Sayı bakımından daha az ve daha zayıf olanlar ise daha güçlü bir kavimle karşılaştıkları zaman, bir diğer zayıf kabileyle yaptıkları anlaşmayı bozar kuvvetlinin safına geçerlerdi.

Âyet mü’minlere müslüman olduktan sonra da önceden yaptıkları anlaşmalara riayet etmelerini emrediyor. (Taberî, Tefsir 7/636)

Cubeyr b. Mut’im Peygamber’in şöyle dediğini rivayet ediyor: “İslâmda hılf’e (hak üzere dayanışmak için sözleşme’ye) gerek yoktur. Ancak cahiliyye döneminde bu türden ne kadar anlaşma yapılmış ise, İslâm ancak onun gücünü artırır. (Müslim, F. Sahabe/206 (6465). Ebu Davud, Feraiz/17 (2925). Tirmizî, Siyer/30 (1585). Darimî, Siyer/81. Benzeri: Buharî, Kefalet/2 (2294), Edeb/67 (6083). Müslim, F. Sahabe/204 (6464)

İslâmdan önce Kureyş kabilesinden bazıları şerefi ve nesebi dolaysıyla Abdullah b. Cüd’an’ın evinde bir araya geldiler. Mekke’de haksızlığa uğrayanın yanında yer alacaklarına, mazlumalra yardım edeceklerine dair aralarında sözleştiler. Bu anlaşmaya da ‘hıldfu’l-fudûl-faziletlilere dair anlaşma’ adını verdiler. Rasûlüllah (sav) bununla ilgili şöyle demiş: “Ben Abdullah b. Cüd’an’ın evinde bir anlaşmaya şahit oldum ki onun karşılığında kırmızı develere sahip olmayı tercih etmem. İslâm geldikten sonra bile o anlaşma gereğince yardıma çağırılacak olsam hiç şüphesiz bu çağrıya icabet ederdim.”

İlim adamlarına göre İslâm bu anlaşmayı pekiştirmiş, Peygamber bunu “İslâmda hılf yoktur’ sözüyle genel kapsamı dışında tutarak ona özel bir yer vermiştir.

İslamda böyle bir anlaşmaya (hılf’e) gerek yoktur. Çünkü zaten İslâm zalimlere dur denilmesini, haklının hakkının korunmasını ihtiva etmektedir. Bu görev, gücü yeten her müslümana aittir. Kur’an zalimlere fırsat verilmemesini tavsiye ediyor. (Şûra 42/42. Hûd 11/113) (Kurtubî, Tefsir, say: 1797 . İbni Kesir, Muhtasar Tefsir 2/344)

Bu görüşlerin en isabetlisi şudur: Allah (cc) kullarına sözlerinde durmalarını, ahde vefa etmelerini emrediyor. Güçlü bir şekilde yemin ettikten sonra onları karşıdakinin aleyhine olacak şekilde bozmayı yasaklıyor. Zira akid/yemin/anlaşma insanlar arasında bir haktır. O hakkın ödenmemesinden Allah hoşlanmaz.

Âyetin "müslümanların sayısının az, müşriklerin sayılarının ise çok olmasından korkarak   Rasûlullah   (sa)   ile  yaptıkları   bey'ati   bozmaktan   nehyolunanlar

hakkında inmiş olması da, anlaşmış oldukları kabilenin sayılarının az olması sebebiyle onlarla olan anlaşmalarını bozarak sayıları daha çok olan başka bir kabile ile anlaşmaya kalkışanlar hakkında inmiş olması, bundan başka bir sebeple inmiş olması da mümkündür. Âyet bunlardan hangisi hakkında inmiş olursa olsun bu, hükmünün genel olmasına engel değildir. (Taberî, Tefsir 7/636. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir 2/344)

Müslüman Allah'ı, ya da Allah'ın adını kendine kefîl kılarak yaptığını yeminleri bozmaz. O yaptığını her anlaşmaya uyar, verdiği sözde durur.

Bu sözleşme, hem insanî varoluşumuzla ilgili ontolojik sözleşmeyi, hem Allah’a güvendiğimizi iman ve teslimiyeti seçerek ifade ettiğimiz teolojik sözleşmeyi, ve hem de insan ilişkilerinde verdiğimiz söz ve vaadlerden oluşan sosyolojik ve ekonomik sözleşmeleri kapsar.

Kur’an genellikle birincisi için misak, ikincisi için ahd, üçüncüsü için akd ve eyman kavramlarını kullanır. (İslamoğlu, Meal, s: 517)

Kur’an burada önem sırasına göre dizilmiş üç tür anlaşmadan (ahid) bahsetmektedir.

Bunlardan birincisi, hepsinden önemli olan Allah'la insan arasındaki ahid, yani bağdır.

Önem sırasında ikinci olan, bir insanla bir insan arasında veya bir grup insan arasında Allah şahit tutularak veya Allah'ın adı anılarak yapılan ahidleşme veya anlaşmadır.

Üçüncü tür ahid ise, Allah'ın adı anılmadan yapılan ahiddir. Her ne kadar bu önem sırasına göre üçüncü ise de, bu ahidin yerine getirilmesi de ilk ikisi kadar önemlidir ve bozulması yasaklanmıştır. (Mevdudi, Tefhim 3/54)

“Bağlanma içine girdiğinizde” cümleciği iki anlam taşımaktadır: birinci olarak bu ifade, kişinin Allah'a olan inancından doğan manevî, ahlakî ve toplumsal yükümlülüklerine işaret etmektedir; ve ikinci olarak da, insanların birbirleriyle yaptıkları tüm sözleşmelerin, tüm andlaşmaların, ilke olarak Allah'la yapılmış sayılacağını ve dolayısıyla bunlara tam bir riayet gerektirdiğini tenbih etmektedir. Sonraki ifadeler de zaten insanın “Allah'la yaptığı sözleşme”nin bu ikinci yanına işaret etmektedir.  (M. Esed, Meal s: 549. S. A. ez-Zeyyin, Emsalü’l-Kur’an say: 564)

Sözünde durmak insanlar arasındaki ilişkilerde güven unsurunun yegane garantisidir. Bu güven olmadan bir toplum kurulamaz, bir insanlık ayakta tutulamaz. Âyet sağlamlaştırdıktan sonra ve Allah'ı kefil olarak kabul edip onu sözleşmelerinin şahidi tutup veya Allah adına söz verdikten sonra yeminlerini bozan, anlaşma sahiplerine seslenmektedir. Sonra da onları üstü kapalı tehdit etmektedir: “Allah yaptıklarınızı bilir.”

İslâm, sözleşmelere bağlılık meselesinde son derece titiz davranmış ve bu konuda asla tolerans tanımamıştır. Zira ‘ahde vefa’ güvenin ana ilkesidir. Bu ilke sarsıldığında toplumun bağı çözülür. (S. Kutub, fi-Zılali’l-Kur’an, say: 2191)

 

-          İpliğini çözen kadın gibi olmayın

“Bir toplum diğer bir toplumdan (sayıca ve malca) daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın. Allah, bununla sizi imtihan etmektedir. Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi kıyamet gününde mutlaka size açıklayacaktır.” (Nahl, 16/92)

Bu âyetteki benzetme (teşbih) yemine sadakat göstermenin sadece dinî bir hüküm değil aynı zamanda aklın da gereği olduğuna işaret eder. Çünkü objektif ahlak ölçülerini kişisel çıkarların üstünde tutan selim tabiatlı insan, bir kimsenin tutmayacağı halde yemin etmesi mantıksal bir çelişki olarak görür. Ayet, teorik olarak yanlışi sayılsa bile pratikte sıkça rastlanan “güçlü olan yemin bozabilir, verdiği sözü yerine getirmeyebilir” şeklindeki aldatma anlayışı özellikle yargılamakta ve yasaklamaktadır.  (Kur’an Yolu, 3/383)

Rivâyet edildiğine göre o zamanlar Mekke’de Rayta binti Amr binti Saad adında ahmak bir kadın varmış. Vesveseli biri imiş. Yünden ve kıldan iplikler/ipler örermiş. Kendince de bunu sağlam yaparmış. Hatta komşu kadınlara sabah erkenden eğirmeleri için yün verirmiş. Öğleden sonra eğirdiklerini beğenmez, bozmalarını söylermiş. Kendi eğirdiğini de kolay kolay beğenmez tekrar sökermiş. Bu kadın o zamanlar bu ilginç huyu ile meşhurmuş. (Taberî, Tefsir 7/635. Zamahşerî, el-Keşşâf 2/6006. Beğavî, Tefsir 3/82. S. A. Ez-Zeyyin, Emsâlü’l-Kur’an, say: 565)

İnsan böyle bir durumla karşılaşsa, bunu yapana herhalde “sen ahmak mısın, kafayı mı bozdun, niçin bunu yapıyorsun? diye sorabilir. Gerçekten böyle yapan birine kimse normal demez.

Âyetler burada sadece sözünde durmayı emredip sözleşmeyi bozmayı yasaklamakla yetinmemektedir. Bazı örnekler vererek antlaşmasını bozanları kötülemekte, onları istikrarı olmayan, evhamlı, ahmak, ciddi olmayan bir kimseye benzetmektedir.

“… ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın…” Nefis bir benzetme, harika bir teşbih.

Yani Allah bu ahidlerde yaptığınız akde bağlı olmak veya boz­mak gibi her şeyden haberdârdır, her şeyi gözetimi altındadır. Bu durumu sizin aleyhinize tesbit etmekte, sözleşmeye bağlılık ve hükümlerini yerine getirme durumunda sevap vermek ve razı olmak şeklinde, sözleşmenin hükümlerini ih­lâl etme, bunlarla oynama ve bozma durumunda ceza ve gazap şeklinde yap­tıklarınızın karşılığını verecektir. Bu ifade itaat edene bir vaad, yeminlerde te'kid ettikten sonra ahdini bozan muhalif kimseye bir tehdit ve vaîd niteliğin­dedir.

İpliğini eğirip bükerek sağlamlaştırdıktan sonra onu çözüp bozan kadına ancak acınır. Antlaşmasını hiç haklı gerekçe yokken bozan adam, iradesi zayıf, dar görüşlü, aptal ve bunak bu kadına benzer. Bu benzetme bütün unsurlarıyla aşağılama, horlama ve garipsemelerle doludur. Sözünde durmamayı, ruhlara kötü bir şey olarak hissettirmekte ve gönüllerde onu çirkin göstermektedir. Zaten burada amaç da budur. Onurlu hiçbir insan; bu zayıf iradeli, aklı dengesi bozuk, hayatını yararsız boş şeylere harcayan bu kadın gibi olmaya razı olmaz!

Yapılan andlaşmaya, kişi zayıf durumda iken bağlı kalır, güçlenince onu bozarsa, bu hal ülkeler arasında cereyan ediyorsa, andlaşmayı bozan ülkenin itibarını sarsar ve önemli konularda yalnızlığa itilmeğe mahkûm olabilir.

Toplum bünyesinde ise gruplar  arasında gergin­liği ve sürtüşmeyi arttırır, düşmanlığa sebep olur. Aileler arasında ise kin ve nefret havasını doğurur.

Cahiliye devrinde kavim ve kabilelerin çoğu ahde vefa etmez, yaptık­ları andlaşma ve sözleşmeleri menfaatları söz konusu olunca fütursuz­ca bozarlardı. Bu dönekliklerin bir sınırı da yoktu.

Bunun bir örneği Hz. Muhammed'le (sav) yaptıkları anlaşma ve sözleşmeleri gizlice bo­zup Mekke müşrikleriyle İslâm aleyhine birtakım kararlar alan Medine civarındaki Ben-i Kurayza ve Ben-i Nadir kabileleridir. Çünkü o sırada Mekkeli müşrikleri müslümanlardan daha güçlü, sayı bakımından daha kalabalık zannediyorlardı. (S. Kutub, fi-Zılali’l-Kur’an, say: 2191-2192)

Âyete göre onların bu tutumlarının tutarlı bir sebebi yoktu. Bir tarafın sayıca çok veya güçlü olması, çıkar elde etme anlayışı yeminleri/anlaşmaları bozma nedeni olamaz. Burada ölçü çıkar, korku, sığınma değil; hak ve ahde vefadır.

Müslüman bir kimse veya topluluk ister kendi adına, ister temsilcisi olduğu toplum adına Allah’ı vekil/şahit kılarak bir söz vermişse, bir anlaşma yapmışsa, bir yemin etmişse; buna kesinlikle riayet eder. Dünyanın bazı ucuz menfeati uğruna sözünden caymaz, anlaşma yaptığı kesimleri aldatmaz.

O bilir ki Allah (cc) müslümanları bazen yeminleriyle, bazen vaadleriyle imtihan eder.

 

-          Ahde vefa (sözünde durmak)

Peygamber’in (sav) teşvik ettiği faziletlerden biri de sözünde durmak, anlaşmalara riâyet, vaadlere sadâkattir, yani ‘ahde vefâ’dır.  Çünkü ahde vefâsızlık (sözünde durmamak) dinde, ahlâkta, karakterde noksanlıktır. Kişi Allah’ın hakkını ve kulların olabilecek hakkını bu ahlâkla ödeyebilir.

Kim Allah ile olan sözleşmesine uymazsa, insanlarla olabilecek sözleşmelerini de bozabilir. Allah’ı aldatmaya yeltenenler insanları da aldatmaya kalkışırlar. Allah’ın ahdine hainlik edenler insanlara da hainlik yaparlar.

Nahl Sûresinin bu âyetlerinde adalet ve ihsan emredildikten, münker (dinen hoş olmayan şeyler) ve düşmanlık  yasaklandıktan sonra, ahde vefâ ve yeminlere sadâkat emrediliyor. Bununla insanlar hak ve hayır olan şeye teşvik ediliyor.

Bir kimse hayır üzere iş yapacağım diye Rabbine söz vermişse, bu onun üzerine farz bir görev olur. Zira bu kimse ‘Vallâhi, billâhi, tallâhi, Allah şahid olsun ki’ gibi sözlerle Allah adına yemin eden, onu  yeminine kefil kılmıştır. Yemininden cayması onun için caiz değildir.  (S. A. Ez-Zeyyin, Emsâlü’l-Kur’an, say: 564)

Müslümanların kim olursa olsun, insanlarla yaptıkları anlaşmalar batıl olmadığı sürece Allah adına yapılmış yemin gibidir. Dolaysıyla harfi harfine bu anlaşmalara uymaları gerekir.

Kur’an yemine sadık olmayı, yapılan anlaşmalara riâyet etmeyi, ahde vefâyı o kadar önemsiyor ki, pek çok âyette bunlara işaret ediyor. Sözünde durmayı mü’minlerin en önemli özelliği olarak sayıyor. (Mü’minûn 23/8. Meâric 70/32. Ra’d 13/120)

Kur’an yukarıdaki âyetlerden sonra müslümanları aynı konuda tekrar uyarıyor: 

“(Bunun içindir ki,) yeminlerinizi aranızda bir aldatma aracı olarak kullanmayın; yoksa ayağ[ınız], sağlamca basmış olduğunuz halde, kayar ve böylece Allah yolundan dönüp uzaklaşmanızın kötü [sonuçlarını] tatmak zorunda kalırsınız; ayrıca bu takdirde sizi [öte dünyada da] çok büyük bir azap bekliyecektir.”  (Nahl 16/94)

Bu bağlamda, Allah'ın, anlaşmaları bozanları çok şiddetli bir şekilde azarladığına dikkat edilmelidir ki bu yeryüzündeki karışıklık ve düzensizliklerin en büyük sebebidir. Ne yazık ki yüksek makamlarda oturanlar insanlar bile, ekonomik, politik ve dinî anlaşmazlıklarda kendi toplulukları lehinde avantaj bahanesiyle yapılan anlaşmaları bozabiliyorlar.

Özel hayatlarında şerefli bir şekilde yaşayan insanların bile bu tür davranışlarda bulunmaları bir tezattır. Allah (cc), bu tür anlaşmalardan hepsinin, anlaşmaya girenler ve onların halkı için birer imtihan konusu olduğunu bildirmektedir. Onlar bu şekilde, yani anlaşmayı bozarak halkla belirli bir yarar sağlayabilirler, fakat hüküm gününde bunun sonuçlarından kaçamazlar. (Mevdudi, Tefhim 3/55)

Ayette geçen ‘zellet kadamuhu’, iyilikten sonra gelen kötülük, sağlıktan sonra gelen hastalık, varlıktan sonra gelen yokluk gibi durumlar için kullanılan Arapça bir deyimdir. (Taberî, Tefsir 7/640)

Müslümanlardan bir kısmı yemine ve ahde (söz vermeye) önem verirler. Kendileri ahde vefâ gösterir, yeminlerine riâyet ederler. Başkalarının da böyle yaptığını zannederler. Bir başkası bunların bu gibi duygularını, güvenlerini onları aldatma aracı kılabilirler. Onları kolaylıkla kandırabilmek için yemin ederler, söz verirler, anlaşma yaparlar. Sonra da yan çizerler, söz vermemiş gibi pişkinlikle çeker giderler.

Âyet inananları bu çirkin ve aşağılık ahlâktan sakındırıyor.

Bazı müfessirlere göre bu âyet Peygamberle biatleştikten sonra bu ahdini ve yeminin bozma eğilimde olanları uyramaktadır. Ancak bu, âyetin hükmünün genel olmasına engel değildir. Bir kimsenin sözde durmayarak veya kasten yeminini bozarak dürüstlükten sapması, başkalarına kötü örnek olabileceği gibi, âyette bu tutum “insanları Allah yolundan saptırmak” olarak değerlendirilmiştir. (Zamahşerî, el-Keşşâf, 2/343)

Ahde vefa göstermeye şu örnek verilebilir:  Muaviye ile Rum kralı arasında bir ahid vardı. Bu müddetin sonunda Muaviye oraya doğru hareket etti. Mu­aviye, Rum diyarına yaklaştığı sırada müddet sona erdi. Muaviye, Rumlar gafil bir halde iken hiç hissettirmeden onlara hücum etti. Bunun üzerine Amr b. Anbese Muaviye'ye:

-Allahu ekber Ya Muaviye! İhanet değil vefakârlık göster. Ben Peygambe­rimiz’in (sa) şöyle söylediğini işittim: "Kiminle bir topluluk arasında bir ahid varsa müddeti geçmeden bu akdini çözmesin." Bunun üzerine Muaviye ordu­suyla birlikte geri döndü. 

Nahl Sûresi yemin ve sözleşmelerle ilgili sözü şöyle bağlıyor:

“Allah'ın ahdini az bir karşılığa değişmeyin! Şayet anlayan kimseler iseniz, şüphesiz Allah katında olan (sevap) sizin için daha hayırlıdır.

Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir, Allah katındakiler ise bakidir. Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının en güzeliyle mükafatlarını vereceğiz.” (Nahl 16/95-96)

Taberî, bu âyetlerle ilgili iki görüş naklediyor. Birinciye göre âyet Kureyşlilerin İslâmdan önce yaptıkları Hılfu’l-Fudûl anlaşmasına işaret ediyor ve onları İslâm döneminde yaptıkları anlaşmalara da uymalarını istemektedir. (Hılfu’l-Fudûl, İslamdan önce Kureyş kabileleri arasında zulümle mücadele ve mazlumun hakkını koruma konusunda yapılan anlaşmadır. Hz. Muhammed de bu anlaşmada hazır bulunmuştu. İbni Saad, Tabakât 1/110)

 İkinci görüşe göre âyetler, Mekke’de İslâm üzere kalacaklarına söz verip, müslümanların zayıflığına, müşriklerin çok oluşuna bakarak Allah’a verdikleri iman sözünden dönmeleri kaygısına işaret ediyor. (Taberî, Tefsir 7/640)

Ancak önceki ayetlerle bu âyetler arasında bir ilişki var. Burada emredilen ve yasaklanan önemli ahlâki davranışlara işaret ediliyor. “Allah'ın ahdini az bir karşılığa değişmeyin!”  cümlesi, Allah’a verilen sözü insanlardan gelebilecek menfeat ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın vereceğinin yanında çok küçük kalacağını haber veriyor.

Bu âyetler, ahlâki ve genel sosyal prensipler açısından Kur'an'ın şâheserleri arasında yer almaktadır. Kur'an her müslümanı bu prensipleri yerine getirmeye çağır­makta ve teşvik etmektedir. Hangi durumda olursa ol­sun, verilen sözün tutulmasının Allah katındaki önemi, buna bağlı olarak da fert ve toplum hayatındaki önem ve etkisi, sonuç olarak ulaştırdığı saygınlık ve güzel akıbet ortaya konuluyor. (İ. Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, 4/48)

Bir başka âyette ahidlerini bir çıkar karşılığı değiştirenler, anlaşmalarına ihanet edenler, Allah adına yemin edip de gereğini yapmayanlar şöyle tehdt ediliyorlar.

 “Allah'a karşı taahhütlerini ve yeminlerini ufak bir kazanç karşılığında değiştirenler var ya; onlar, öteki dünyanın nimetlerinden asla nasiplenemeyeceklerdir; Allah, Kıyamet Günü, onlarla ne konuşacak, ne yüzlerine bakacak, ne de onları günahlarından arındıracaktır; ve onları acıklı bir azap beklemektedir.” (Ali İmran 3/77)

 

-          Keffâret gerektirecek yemin

Ahde vefayı, anlaşmalara bağlı kalmayı, sözünde durmayı bu kadar önemseyen ve müslümanlara ısrarla tavsiye eden Kur’an, bazı yeminlerin bozulabileceğini, buna karşılık keffâret verilebileceğini bir kolaylık olarak onlara sunuyor:

“ALLAH adına yaptığınız yeminler, erdemliliğe, Allah'a karşı sorumluluk bilincine ve insanlar arasında barışın geliştirilmesine engel teşkil etmesin. Zira Allah, her şeyi duyan, her şeyi bilendir.

Allah, düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayacak, ama kalplerinizin [ihtirasla] arzuladıklarından sorumlu tutacaktır: Allah, çok affedicidir, çok tahammül (hilm) sahibidir.” (Bekara 2/224-225)

“[Ey müminler!] Allah, [doğru ve haklı bir gerekçesi olmayan] yeminlerinizi bozmamayı ve keffâretini vermeyi [size] emretmiştir: Allah, sizin Yüce Efendinizdir ve yalnız O'dur her şeyi bilen, gerçek hikmet sahibi.” (Talak 65/2)

“ALLAH, düşünmeden ağzınızdan kaçırıverdiğiniz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz, ama bilerek ve isteyerek yaptığınız yeminlerden sorumlu tutacaktır. Böylece, yemininizi bozma karşılığında,

on yoksulu kendi ailenize yedirdiğinizin hemen hemen aynısı ile beslemeniz

veya onları giydirmeniz

veya bir insanı özgürlüğüne kavuşturmanız gerekir; 

buna imkanı olmayan ise [onun yerine] üç gün oruç tutacaktır.

Her ne zaman yemin eder [ve onu bozar]sanız yeminlerinizin kefareti işte bu olacaktır. Öyleyse yeminlerinize sâdık olun! Allah mesajlarını size böylece açıklar ki şükredici olasınız.” (Mâide 5/89)

Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır:

“Eğer bir kimse ‘şu şu şeyleri yapacağı veya yapmaktan vazgeçeçeciğne dair kuvvetli bir yeminde bulunur ama sonra başka türlü davranmanın daha doğru olacağını anlarsa, bırakın daha doğru olanı yapsın ve bırakın yeminin bozsun ve sonra onun kefferatini versin.” (Buhârî, Müslim)

 

-          Sonuç

Müslümanların Allah’a verdikleri sözleri, Allah adına yapmış oldukları yeminleri, Allah’ı şahit tutarak yaptıkları anlaşmaları yerine getirmeleri gerekir. Söz verip anlaşma yapılan kimse gayr-i müslim olsa bile müslümana vadinden caymak yakışmaz.  Mü’min eman sahibi, güven veren, kendisine güvenilen (emin) kimsedir. 

Unutmamak gerekir ki verilen sözler, edilen yeminler aslında Allah’a verilen sözdür. Müslüman birine söz vermişse, anlaşma yapmışsa bunda öncelikle Allah’a karşı sorumludur. İman mü’mine Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranmayı öğretir.

Onlar, Allah’ın kendilerini murakebe altında tuttuğunu, yaptıkları her şeyden haberdar olduğunu unutmamaları gerekir.

Verdiği sözde durmamak, ya da yemini bozmak, eğirdiği ipi sağlam bir şekle getirdikten sonra onu sebepsiz yere bozan ahmak kimseye benzemektir.

Müslümanlar yeminlerini veya verdikleri sözleri aldatma aracı haline getirmemelidirler. Hele hele anlaşmalarını kuvvetliler lehine bozmaları çirkin ve Allah’ın sevmediği bir davranıştır.

 Allah (cc) müslümanların tutumlarının nasıl olacağını denemek için onların karşılarına bazı olaylar çıkarabilir. Hesap gününde bütün gerçekler ortaya çıkacak ve herkes hak ettiği karşılığı alacaktır.

Allah dileseydi herkesi tekdüze yaratırdı. Ama hikmeti gereği herkesi farklı ve irade sahibi olarak yarattı. Dileyen doğruyu, dileyen yanlışı seçer. Herkes kendi yaptıklarından sorumludur.

Yeminlere sebepsiz yere uymamak, verilen sözleri mazeretsiz yerine getirmemek güveni sarsar, vicdanı sızlatır, insanı kararsız yapar. 

İman edenler, Allah adına yaptıkları ahidlere uymanın kendileri için çok hayırlı olacağını bilmeliler. İnsanların yanındakiler ne kadar çok ve büyük olursa olursa olsun günün birinde tükenir. Ama Allah’ın yanında olanlar daha çok ve ebedîdir.

Eğer mü’minler, gerek Allah’a verdikleri sözde, gerek insanlara verdikleri sözde dururlar, yeminlerinin gereğini yerine getirirlerse, Allah’ın bunun karşılığını kat kat vereceğine inanırlar. Zira kadın olsun erkek olsun kim salih amel (Allah’ın razı olacağı bir iş) yaparsa; Allah ona dünyada ve ahirette hoş bir hayatı ödül olarak verir.

 

Hüseyin K. Ece

31.12.2012

Zaandam/Hollanda