GİRİŞ

Hamd alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Salat ve selâm Hz. Muhammed’in, Allah’ın selâmı ise bütün mü’minlerin üzerine olsun.

 İslâma göre bütün insanlar Allah’ın kullarıdır. Allah (cc) hepsi de İslâm fıtratı (yaratılışı) üzerine yaratır. Bu açıdan bütün insanların, insan olarak bir değeri vardır. Kimileri bu değerinin farkında olmasa da. Ya da bu değerini ayağa düşürse de.

Aynı zamanda bütün insanlar Hz. Âdem’in çocukları olmaları açısından karındaş/insanlık kardeşidirler. Farklı renkte, farklı dilde, farklı inançta, farklı ülküde olsalar bile.

Madem ki herkes insanlıkta birbirinin karındaşıdır, öyleyse bu kardeşliğin getirdiği bazı sorumluluklar, bazı ödevler olmalıdır.

Bilindiği gibi insanlar toplu olarak yaşamak zorundadırlar. Bu birliktelik karşılıklı bir hukuku, sorumlulukları, ötekini de hesaba katma anlayışını da beraberinde getirir. Birinin yaptığı ötekini de ilgilendiriyorsa, -ki toplum hayatında bu böyledir- herkes yaptığına dikkat etmeli. Başkalarıyla birlikte yaşadığının farkında olarak yanlış yapmamalı, karşısındakine zarar vermemeli, rahatsız etmemeli.

İslâm, insanların Allah’la, kendileriyle, diğer insanlarla, hayvanlarla ve kâinatla ilişkilerini düzenlemek için gelmiştir. İslâmın önemli hedeflerinden biri de insanlar arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir düzende olması, hakkaniyete dayanması, toplum huzurunu sağlayıcı bir şekilde uygulanmasıdır.

İslâm, kişinin kendisiyle, ailesiyle, anne-babasıyla, akrabalarıyla, çocuklarıyla, arkadaşlarıyla, diğer insanlarla ilişkilerini en güzel, en verimli ve aynı zamanda herkesin hakkını ve saygınlığını sağlayacak tarzda düzenlemiştir.

İslâmın üzerinde önemle durduğu ilişkilerden biri de müslümanların gayr-ı müslimlerle olan insanî ilişkileridir.

Biz bu yazımızda özellikle halkının çoğu müslüman olmayan ülkelerde yaşayan müslümanların gayr-i müslimlerle ilişkilerini İslâmın ilkeleri bağlamında özetlemeye çalışacağız.

Müslümanların başkalarıyla ilişkilerini genel olarak;

1-İslâmın getirdiği velâyet/dostluk ve din kardeşliği bağı çerçevesinde,

2-Aynı mekanı, aynı ortamı, aynı şartları paylaşma sebebiyle insanî ilişkiler,

3-Gayr-i müslimlerle komşuluk ilişkileri şeklinde düşünebiliriz.

 

a-Gayr-i Müslimlerle Velâyet (DOSTLUK) İlişkisi:

Başkalarıyla olan sıkı dostluk ilişkilerine, yakınlık kurmaya, sırdaş olmaya din dilinde ‘velâyet’ denir. Bu dostluk ve yakınlık, ister hukukî anlamda olsun, ister ahbaplık anlamında olsun farketmez.

Kendisiyle dotluk, ahbaplık ve sırdaşlık kurulan kişiye de ‘veli’ denir. Bu kavram candan dostluğu anlattığı gibi, müttefik olmayı ve anne-babanın çocukları üzerindeki görevini de ifade eder.

Müslümanlar kimlerle candan dost olabilirler?

Gayr-i müslimlerle dostluk kurulabilir mi?

Ya da onlarla arkadaşlık kurmanın boyutları nelerdir?

İslâmi manada ‘veli’ kimdir?

Kimlerle velilik bağı kurulabilir?

Birlikte yaşadığımız insanlar din açısından bize ne kadar uzak veya yakınlar?

Birlikte yaşadığımız insanlara nasıl davranmalıyız?

İslâmda başkalarına ihsan etmek mi, yani iyi davranmak mı esastır, yoksa dışlamak mı?

İslâmda ‘öteki’ diye bir kavram var mı? Ya da bunu nasıl anlamalıyız?  

Bu gibi sorulara cevap aramak üzere isterseniz söze ‘velâyet/veli’ kavramlarıyla başlayalım.

 

1-Velinin Anlam Sahası;

‘Veli’ kelimesinin kökü ‘velâ’dır. Bunun masdarı da velâyet’tir.

‘el-Velâ ve et-tevellâ’, sözlükte; iki şeyin aralarına kendilerinden olmayan yabancı bir şey girmeyecek şekilde peşpeşe meydana gelmeleridir.

Buradan benzetme yoluyla bir şeyin yakınında bulunma, yaklaşma, arada bir şey bulunmadan bitişiklik manalarına ulaşılmıştır.

‘Veli (çoğulu evliyâ)’; seven, dost, yardımcı, işini yüklenen, en yakın sorumlu, sırdaş, candan sevip destek olan demektir.  

‘Veli’;  ‘düşman olmanın’ karşıtıdır. (4 Nisa/45. ayrıca bak. 18 Kehf/50)

Kişiye sevgi ve yardım duygularıyla yaklaşıp onu hiç terketmediği için yardım eden dosta ‘veli’ denilir.            

‘Veli’ olmak, veli olunan üzerinde bir yetki ve hak sahibi olmayı ifade eder. Bu da, onlara tahakküm edici bir yetki değil; aksine her bakımdan onların iyiliğine çalışmayı ve ona yardım etmeyi gerektiren bir yetki ve haktır.

Bir kimseyi veli edinmek; onu dost saymak, onunla yardımlaşmak, -yetki sahibi ise- otoritesine boyun eğmek, ona ait görev ve yetkilerini tanımak, yönetme işini ona emanet etme anlayışını beraberinde getirir.

Kur’an, veli sıfatını hem Allah hakkında, hem de insanların Allah’tan başka ilâh (tanrı) edindikleri şeyler hakkında kullanmaktadır. Ki bu anlam, Kur’an’ın ‘veli’ kelimesine yüklediği en ağırlıklı anlamdır.  

“De ki: ‘Ben Allah’tan başkasını mı veli edinecek mişim? Ve O, yediriyor, ama yedirilmiyor.’ De ki: ‘Ben İslâm’a girenlerin ilki olmakla emrolundum ve (bana); ‘Sakın müşriklerden olma!’ (denildi)” (6 En’am/14)      

‘Veli’ kelimesinde doğrudan doğruya sevgi manası olmasa bile; buradaki dost olma, başkasının işini üzerine alma, yardımcı olma gibi anlamları düşünürsek, işin içerisinde sevginin de olduğu görülecektir.  Bu gibi özellikler aynı zamanda gerçek dostun da (velinin de) belirgin nitelikleridir.

 

b-Velâyetin Anlam Sahası

b1-Sözlük Anlamı Açısından Velâyet,

Velâyet’e; arkadaşlık/sadâkat, niyet, yer, zaman, din ve nisbette, yardımda, inançta tam bir yakınlık, yanyana bulunma anlamları verilmektedir.  (R. Isfehânî, el-Müfredât, s: 837. M. H. Tabatabâî, el-Mizan, 10/89)

‘Velâyet’ aynı zamanda bir işi yüklenme, işinde tasarruf sahibi olma, yönetim ve yetki, yardım işini üzerine alma, destek olma demektir. (Cevherî, es-Sıhah Tacu’l-Lüga, 6/2528-2530. Firûzâbâdí, Kâmusu’l-Muhît, 4/404. Isfehâní, Müfredât, s: 83)

 ‘Velâyet’, aynı zamanda yardım etmek, sevgi, zafer, ikram, sevdiği kişilerle beraber olmaktır.

 

b2-Velâyetin Terim Olarak Anlamı,

Dost, dostunun devamlı iyiliğini ve mutluluğunu ister. Ahbaba düşen, ahbabına zor durumda yardım etmektir. Veli, yani dost; dostunun zararını gidermeye gücü yeten ve devamlı fayda sağlayandır. (R. Kaya, Kur’an’da Dosluk İlişkileri, s: 29)

Velâyet, yani dost ilişkileri daha çok aynı inancı paylaşanlar arasında gerçekleşen bir yakınlığı ve ilişkiyi ifade etmektedir. Bu ilişki, hem hissi anlamda bir beraberliği, hem de yardımlaşma ve müttefik olmayı kapsar.

Kur’an, müslümanlar arasında böyle bir velâyet/dostluk ilişkisi ilan ediyor. Bu dostluğun ilk ve tipik örneği Muhacir ve Ensar’dır. Onlar akraba olmadıkları halde; İslâmın gelişiyle aralarında eşine az rastlanır bir kardeşlik kurmuşlardı. İslâmdaki velâyet bağı aynı zamanda din kardeşliği bağıdır.

Kur’an şöyle diyor:

“İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerle, (onları) barındırıp (düşmanlarına karşı) yardım edenler (Ensar), işte onlar birbirlerinin velileridir. İman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlarla hiç bir velâyetiniz (dostluk bağınız) yoktur. (Buna rağmen) eğer din konusunda sizden yardım isterlerse size yardım etmek düşer...” (8 Enfal/72)

Ancak, din konusunda müslümanlarla savaşan kimselerle, müslümanları haksız yere yurtlarından çıkaranlarla ve bunlara yardımcı olanlarla velâyet ilişkisini yasaklıyor. Sonra da bu gibi kimselerle velilik bağı kuranlara zalim diyor. (Bak. Mümtehıne/8-9)

 

b3-Hukukî Anlamıyla Veli (Velâyet):

Bir hukuk terimi olarak ‘velâyet/veli olma’; başkası üzerine ister-istemez sözünü geçirmeyi, itaat edenle onun işini üzerine alan arasındaki ilişkiyi konu alır. İçerisinde sevgi ve yardım manalarını da barındıran velâyet, aile içerisinde akrabalık, ümmet içerisinde ise imamet (önderlik/halifelik) sebebiyle gündeme gelir.

Bazı âyetlerde ve hadislerde ‘veli/velâyet’  daha çok bu anlamıyla yer almaktadır. (Bak. 2 Bekara/282. 17 İsra/33. 27  Neml/49)

Çocuklar üzerinde öncelikle anne-baba velâyet hakkına sahiptir. Bu tabii bir süreçtir ve onlar için zorunlu bir görevdir. 

Ebeveyn ile çocuklar arasındaki yakınlık ya da hukuk açısından çocuklara sahip olmak, beraberinde sorumluluğu da getirmektedir. Onların bakımı, yetiştirilmesi ve ihtiyaçlarının giderilmesi ana-babanın aslî görevidir. Bundan dolayı da ebeveynin kendi çocukları üzerinde otorite hakları vardır. Onlar bu otoriteyi/yetkiyi onlara hükmetmek için değil; onları hayata hazırlamak, hukukî açıdan onlara sahip olmak ve terbiye etmek amacıyla kullanırlar.

‘Veli’ kelimesinde saklı olan sevgi, şefkat ve yakın ilgi anlamları da beraber düşünülürse, ebeveynin ‘velâyet’ hakkı daha iyi anlaşılır.

Hukukî velâyet, başkaları adına onların rızaları aranmaksızın hukukî işlemde bulunma yetkisini ifade eder. (İlmihâl, İSAM, 2/211)

Böyle bir durumda, raşîd (yetişkin) olan büyük birinin henüz yetişkin olmayan birinin şahsî ve malî işlerini yürütür.  (Darimî, Ferâiz/31)  

                    

b4-Siyasî Anlamıyla Veli (Velâyet);

Yukarıda geçtiği gibi, siyasi velâyet müslümanlar arasında serbest seçimle birlikte gündeme gelir.

Müslümanlara ‘veli/yönetici’ olma hakkı, müslüman olup diğer müslümanlar tarafından biat (serbest seçim) ile seçilen yetkili kimsenindir. Bu da biat ile ehil olan birisine verilen, karşılıklı anlaşmaya ve rızaya bağlı bir emanettir.

Müslümanların serbest seçim ile yetki verdikleri yöneticilere ‘veliyyü’l-emr’, yani işin sahibi, sorumluluk üslenen veya ehil olduğu için yönetim işini üzerine alan kimseye verilen bir addır. Bu gibi yöneticilere ‘imam veya halife’ de denir.

Dikkat edilirse burada da ‘veli’ kelimesi kullanılıyor. Bu ifadede; sorumluluk, işe uygunluk ve yetki, sevgi, merhamet ve yakın ilgi manaları bulunmaktadır.

Bu demektir ki, müslümanların serbest oyuyla onların din ve dünya işlerinin başına geçen, onların sorumluluğunu üslenen yöneticiler, bu seçimden dolayı bir yetki ve otorite kazanırlar. Ancak onlar da bu otoriteyi -tıpkı ebeveynler gibi- halka hükmetmek için değil, onların işlerini adaletle ve hakkaniyetle görmek, ihtiyaçlarını gidermek ve onları zararlı şeylerden korumak, onlara merhamet göstermek şeklinde kullanırlar.

Halkın seçimiyle (biatiyle) geçici olarak ve belli şartlara bağlı olarak ‘veliyyü’l-emr-yönetici’ olan kimse; yetkisini yanlış kullanırsa, merhamet ve adaletten saparsa veya görevini kişisel çıkarlara alet ederse halk ile yaptığı anlaşma sona erer, yani ‘velâyet’ hakkı düşer.

Siyasî anlamdaki velâyet karşılıklı rızaya dayanan bir anlaşma, vekâlet/emanet verme veya geçici olarak verilen bir yetkidir. 

Zorla veya baskı ile ümmetin (toplumun) velâyetini/yöneticiliğini almaya kalkışmak işin mantığına uymaz.  

 

c-Berâ’/Teberri’nin Manası;

Kur’an, müslümanlar arasında bir dostluk, bir velâyet bağı kurduğu gibi, insanlardan bazılarına karşı mesafeli durmayı, uzaklaşmayı da onlara imanî bir görev olarak yüklüyor. Bu uzaklaşma daha çok, inançta, ahlâkta, dünya görüşünde ve müttefik olma konularındadır. Kur’an’ın bu konudaki ölçülerine dikkatle bakılırsa, bu, bütün gayr-i müslimlerden temamen bir yüz çevirme, düşmanlık duyma değil; zararlaı olabilecek bir oluşum karşı tedbirli olma amcaına yöneliktir.

‘Berâ veya teberri’, terketmeyi, uzaklaşmayı, yakınında bulunmamayı ifade eder.

Kur’an’da iki âyette geçmektedir. Kamer Sûresi 43. âyette suçsuzluk, kurtuluş belgesi manasında kullanılıyor.

Tevbe Sûresinin diğer adı Berâe’dir. Sûre bu kelime ile başlıyor ve Kur’an’ın indiği dönemdeki müşriklere verilen dört aylık, af veya uyarı (berat) belgesine işaret ediyor.

Berâ, aynı sûrenin sonlarına doğru şekillenen mana ile, savaş halindeki müşriklerden her türlü ilişkiyi kesme, onlardan uzak durma manasına da gelir. Nitekim aynı kökten gelen berî kelimesi de daha çok bu manada kullanılıyor. (Enfal/19. Haşr/16)

Hadislerde ‘berâet’ şeklinde daha çok günâhlardan kurtulma manasında geçiyor. (Bak. Mu’cemu’l- Müfehres, 1/165)

Kur’an, müslümanları zarar vermekten geri durmayan müşriklerde yüz çevirilmesini, onların sırdaş/candan dost kabul edilmemesi konusunda uyarıyor.

“Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş (bitâneh) edinmeyin. Onlar (müşrikler) halinizi bozmaktan geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Onların kinleri ağızlarından taşıp çıkmıştır. Göğüslerinde gizledikleri ise (açıkladıklarından) daha büyüktür. Şayet düşünürseniz âyetlerimizi açıkladık.” (3 Âli İmran/118)

Âli İmran yüzüncü âyet, kendilerine kitap verilen inkârcılara meyletmeyi yasaklıyor. Bu âyet ise onlara meyletme yasağını daha pekiştirmektedir.

Âyette geçen ‘bitâne’; kişinin iç ve gizli işlerinden haberdar olan özel yakınları, ya da adamlarıdır. 

Kur’an, onlara meyletmenin ve yakın ilişki kurmanın neden yasaklandığı da açıklıyor: “...Onlar, size kötülük yapmaktan geri kalmazlar...”

Öyleyse müslümanların, her durum ve şartta kötülük yapmaktan geri durmayan, onların aleyhine çalışan, onları zayıf düşürmeye çaba gösteren bütün kişi ve topluluklara karşı dikkatli olmaları hakkıdır. Bu müslümanlardan kaynaklanan bir nefret değil, onlara hasmane duygular besleyen kötü insanların tavırlarına karşı bir önlemdir.

Kur’an, yanlış bir sevgi peşinde olan müslümanları uyarmaya devam ediyor:

“İşte siz, öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz. Halbuki onlar sizi sevmezler...” (Âli İmran/119)

Kur’an’ın bu açık yasağına rağmen, kendilerine kin besleyen, Allah ve Rasûlüne düşmanlık yapan, ya Kur’an’ın mesajıyla her şart ve zeminde mücadele edenlere yakınlık duyanlar, Allah’a kendileri aleyhine apaçık delil verirler. Bu şüphesiz ciddi bir uyarıdır. (Bak. 4 Nisa/144. 9 Tevbe/23)

Kur’an’a göre, müslümanlar başkaları şöyle dursun, hukukî anlamda velileri olan babaları ve öz kardeşleri bile inkârcılığı müslüman olmaya tercih ederlerse, küfürden dönme ümidi de kalmamışsa; onları (din kardeşliği anlamında) veli/dost edinmeyi, sırdaş tutmayı yasaklıyor. Bu şu demektir: “Sizin üzerinizdeki velâyet hakkını kabul etmeyin ve onu kullanmalarına izin vermeyin. Onların emirlerine uyup küfre hizmet etmeyin, küfre yardımcı olmayın.” (Elmalılı, Tefsir, 4/299)

Burada mü’minlere, İslâmın aleyhine olmak üzere gayri müslimlere yardım, işlerinin kâfirlerden ayrılması ve onlardan teberrinin (inanç açısından uzak kalmanın) sağlanması için kafirlerle velilik ilişkisi yasaklanıyor.

Ancak Kur’an, baba kâfir de olsa ona ihsan etmeyi, onunla ilişkiyi kesmemeyi ve iyilikle davranmayı, onlarla iyi geçinmeyi, ancak şirk koşma konusunda onlara itaat etmemeyi de emrediyor. (31 Lukman/14-15) 

         Şu âyetler konuyu biraz daha açıklıyor:

         « Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletli davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli davrananları sever.

Allah, ancak sizinle dininiz sebebiyle savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza yardım etmiş kimseleri veli edinmenizi yasaklar. Kim onları veli (dost) edinirse, işte onlar zalimlerin tâ kendileridir.” (Mümtehıne/8-9)

 

2-Velâyet Açısından Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin Beşerí İlişkileri:

a-Gayr-i Müslimleri Veli Edinmek (muvâlât),

Mü’minler arasında velâyet ilişkisi olduğu gibi, Kur’an’ın kâfir dediği kimseler de birbirlerinin yakını, dostu, yardımcısı ve destekçisidirler. Onların da kendi aralarında bir yakınlık ve dayanışma söz konusudur.

“Kâfir olanlar da birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad olur.” (8 Enfal/73)

Kur’an’ın kâfir (inkârcı) diye nitelediği kimseleri ‘veli-dost’ saymayı uygun görmüyor:

“Mü’minler, diğer müslümanları bırakıp, inkârcıları veli-dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah ile bir dostluğu kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) korunmanız başka...” (3 Âli İmran/28)

Mü’minler iman ahlâkına küfür davranışı karıştıracak, mü’minlere şimdi veya gelecekte zararı dokunacak, İslâma ters düşecek şekilde kâfirlerle velâyet (dostluk) ilişkilerine girmeleri caiz değildir. Mü’minler sevgilerini ve buğzlarını Allah için gösterirler.

Bununla beraber müslümanlar, herkese karşı adaletle davranmaktan, ihsan etmekten, yani iyi tavır göstermekten sorumludurlar. Onlar başkalarının haklara saygı gösterirler. Verdikleri  sözde dururlar. Allah’ın yaratıklarının tümüne karşı merhamet sahibirler. İhtiyaç anında kim olursa olsun yardım etmek onlar için imanî bir vazifedir. Başkalarına iyi davranmak, güzel komşuluk kurmak, arkadaşlığa vefa göstermek, ya da insanların iyiliğini istemek müslümanın güzel huylarındandır.

Ancak, iman bağının kurduğu velilik farklı bir şeydir. Ne bütün bu güzel davranışlar, inkârcıları dinî anlamda veli edinmeyi gerektirir, ne de mü’minler arasındaki velilik bağı, başkalarına kötü davranmayı, ya da herkesi düşman bilmeyi gerektirir.            

Kur’an, öncelikle Allah’a veli olanlarla, ya da Allah’ın kendisi için veli edindiği kimselerle velilik bağının kurulmasını, onlara karşı velâyetin gereklerini yapılmasını emrediyor.  Bu da onları candan sırdaş, dost ve ahbab kabul etmek, gerekirse onlara yardım etmek, düşmanlarına yardım etmemek şeklinde yerine getirilir.. 

Hem hak bir dine iman etmek, hem de bu dine düşman olanlara sevgi beslemek ve velâyet bağıyla bağlanmak mümkün değildir.  

Buradaki kilit ifade, ‘Allah’ın mesajına ve Peygamber’in kişiliğine yahut öğretisine aktif bir düşmanlık besleyenlerdir’. Böylelerine karşı sevgi beslemek, onları veli saymak Kur’an’ın emrine aykırıdır. İslâm’a aktif olarak düşmanlık yapmayan gayri müslimlerle ilişkiler konusunda ise Kur’an onlara nezaket ve yakınlık içinde davranılmasına izin vermekte ve hatta bunu zimnen emretmektedir. (60 Mümtehıne/8-9) (M. Esed, Kur’an Mesajı, 3/1126)

Hz. Ebu Bekr’in kızı Esma anlatıyor: “Annem bana Kureyş’le anlaşma yapıldığı zaman gelmişti. Annem o zaman müşrikti. Rasûlüllah’a sordum: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Annem bana geldi. Kötü bir durumdadır (bakıma muhtaçtır). Anneme sıla yapayım mı (ona iyilik edeyim mi)?” Buyurdu ki: “Annene iyilik et.”  (Müslim, Zekât/14 (1003). Buharî, Edeb/7, 8/5)

Bir âyette şöyle buyuruluyor:

“Allah’a ve Ahiret Gününe (gerçekten) iman eden hiç bir topluluğun, Allah’a ve  Rasûlüne karşı çıkanları sevgi gösterdiğini göremezsin. İsterse bunlar babaları, oğulları veya kardeşleri veya soydaşları olsalar bile.

İşte bunlar (Allah’ın) kalplerine imanı yazmış olduğu ve kendilerini katından bir ruh ile desteklemiş olduğu kimselerdir. Hem de onları orada ebediyyen kalıcı kalıcılar olmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah da onlardan razı olmuştur. Onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bunlar ‘hizbullah/Allah’ın taraftarı’dır. Haberiniz olsun, muhakkak ki hizbullah umduklarına kavuşanların ta kendileridir.” (58 Mücadile/22)

Muhammed Abduh, bu âyetle ilgili olarak şöyle diyor: “Dinde menedilen velâyet (dostluk) dini küçük düşürme, dindarlara eziyet etme ve maslahatlarını zayi etme gibi durumlarda söz konusudur. Bunun dışında dünyevî muamelelerde, ticaret, ziraat ve benzeri gibi şekillerde olursa bu yasaklamanın kapsamına girmez. Çünkü bu muamele  Allah’a ve Rasûlüna karşı hudud (sınır/hüküm) koyma yarışına giren, yani Allah’a ve Rasûlüne düşmanlık ve mükavemet anlamına gelmez.“ (Menar, 3/278. nak. K. Veli ve Velâyet, s. 127) 

 

b-Müslümanlara Düşmanlık Eden Kitap Ehlini Veli Edinmek;

Bilindiği gibi Kur’an, yahudi ve hırıstiyanlara, İlâhî kaynaklı kitaplara ianandıkları için ehl-i kitap diyor. Bu ifade onlar hakkında övücü ve onları diğer müşriklerden ayırdedici bir nitelemedir. Her ne kadar Allah’tan gelen Kitapları, dolaysıyla dini değiştirseler de, onların bir kısmını müslümanlara çok yakın sayıyor. (9 Tevbe/30)

Bununla beraber Kur’an, İslâma karşı mücadele eden ve müslümanlara düşmanlık besleyen kitap ehlinin de veli edinilmesini yasaklıyor.

“Ey iman edenler, yahudileri de hiristiyanları da veliler edinmeyiniz. Onlar (ancak) birbirlerinin velileridir. İçinizden kim onları veli edinirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allah (cc) zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (5 Maide/51)        

Bu âyette  “Yahudileri ve hırıstiyanları dost tutmayınız” denilmemiş, “onlara dost (veli) olmayınız” denilmiştir. Çünkü “Allah sizi din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan yasaklamaz.” (60 Mümtehıne/8) buyuruluyor. Şu halde müslümanlara yahudi ve hırıstiyanlara iyilik etmekten, arkadaşlık yapmaktan, onlara âmir olmaktan yasaklanmamış, onları veli edinmekten, yardakçılık yapmaktan yasaklanmışlardır. (Elmalılı, Tefsir, 3/265)

Şu âyet konuyu biraz daha açıyor. Müslümanın göstereceği olumsuz tavır, sıradan her ehli kitab’a değil, müslümanlara saldıran veya onların değerleriyle savaşan, ayrıca İslâmla alay edenlere karşı olacaktır.

“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kafirleri veli olarak tutmayın. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan ittika edin (korkup-sakının).

Namaza çağırdığınız zaman, onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu, onların akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarından dolayıdır.” (5 Maide/57-58)        

Burada yasaklanan velilik, iman bağı ile oluşan yakınlık, dostluk ve müslümanların aleyhine olacak şekilde onlara yardımdır, onlara yağcılıktır. Müslümanlara saldırmayan, onlara zarar vermek için çaba göstermeyen, İslâmla alay etmeyen bütün insanlarla normal hayat ilişkilerini sürdürmek yasaklanmış değildir. (bak. 60 Mümtehine/8-9. 4 Nisa/36)

Onlardan bir kısmı –maalesef- tarihte ve günümüzde sırf müslümanlara kin duymalarından ötürü puta tapanları veli edinirler, onlara yakınlık duyarlar, hatta müslümanlara karşı onlarla ittifak kurarlar.        

“Onlardan pek çok kimsenin kâfirleri veli edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine hazırladığı şey ne çirkin şeydir. Çünkü Allah onlara gazap etmiştir. Azapta da ebedî kalıcıdırlar.

Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları veli edinmezlerdi.. Fakat onlardan bir çoğu fasık kimselerdir.” (5 Maide/80-81)       

Nitekim, Hendek Savunması ve sonrasında kitap ehli olanlar, Hz. Peygamber’le anlaşmaları olduğu halde, bu anlaşmayı ihlal ederek O’na ve müslümanlara karşı müşriklerle işbirliği yaptılar.   

Müslümanların kendi aralarında kurmakla yükümlü oldukları velilik bağı, özel bir din kardeşliği bağıdır ve imana dayalıdır. Kur’an, bu anlamda, başka din mensuplarıyla olan velâyet bağını yasaklıyor. Hatta böyle yapanların, artık onların tarafında sayılacaklarını ve böylelikle zulmetmiş olacaklarını söylüyor. 

 

c-Münafıkları Veli Edinmek:

Münafıklar dinde ikili oynayan gayri ciddi, kalleş ve tehlikeli insanlardır. Onları veli edinmek Allah’a emrine aykırıdır. (4 Nisa/88-91)

Münafıklar, inançta samimi olmadıkları için çıkarlarına uygun olarak müslümanlardan yana oldukları gibi, inkârcılardan da olabilirler. Müslümanların yanına gelip müslüman olduklarını söylerler, ama fırsatını bulunca da müslümanlara ihanet etmekten, onları arkadan vurmaktan, aleyhlerine çalışmaktan geri kalmazlar.

Kur’an müslümanları bu gibi zararlı faaliyetleri belli olanlara karşı uyanık olmalarını, onlarla birlikte atılacak adımlara dikkat etmelerini öğütlüyor.   

Zaten onlar müslümanlara veli olmazlar. İki oynarlar, her tarafı memnun edip dünyalık menfeatlerini artırmanın yollarını ararlar. (Bak. 4 Nisa/138-139)

Onların kalpleri kâfirlerle beraberdir. Duyguları onlarladır. Onlara yardımcı olurlar, onlardan da yardım isterler. Onlara itaat ederler, onları candan severler.  (2 Bekara/14)

 

B-AYNI MEKÂNI PAYLAŞMA AÇISINDAN İLİŞKİLER

1-Dâr/Ülke Problemi:

İslâmî litaratürde insanların yaşadığı evlere ve yaşadıkları ülkelere ‘dâr’ denilir. İslâm, ülkeleri (dâr’ları) üzerlerinde geçerli olan hukuk sistemine, yaşayış biçimine göre isimlendirmektedir.

Burada karşımıza ‘dâru’l-harb, dâru’l-İslâm’ gibi kavramlar çıkmaktadır. Bir ülkenin msülümanlara veya gayr-i müslimlere nisbet edilmesi, o ülkedeki yönetim veya hakimiyet faktörüne bağlıdır.

Konumuz açısından bunlara kısaca değinmekte fayda var.

Dâru’l-İslâm; Müslümanların yönetiminde olup İslâm hukukunun yürürlükte olduğu ülke, belde, vatan demektir. Böyle bir beldede müslümanların azlığı veya çokluğu önemli değildir.

Daru’l-harb; İslâm dışı yönetimin hakimiyeti altındaki ülkeleri tanımlamak için kullanılan teknik bir terimdir.

Sözlük anlamı; barışın olmadığı, savaş ihtimalinin bulunduğu ülke demektir.

İslâm hukukunda ‘dâru’l-harb’; Gayri müslimlerin yönetiminde olup İslâmî hükümlerin geçerli olmadığı belde/ülke demektir.

Dâru’l-harb terkibi her ne kadar, müslüman ülkeyle müslüman olmayanların yaşadığı ülke arasında savaş halinin var olduğunu çağrıştırıyorsa da, ‘bu kavram daha çok islâm ülkesi dışındaki ülkeler, yani bugünkü ‘yabancı ülkeler’ karşılığı olarak kullanılmıştır.

‘Dâru’l-ahd veya Dâru’s-sulh; Bu da müslüman ülke ile anlaşmalı olan ülkeleri nitelemek üzere kullanılan başka bir teknik terimdir. Üslâm ülkelerinin başka bir ülkeyle, -halkı yüzde yüz gayr-i müslim de olsa-, anlaşma imzalanmışsa, orası anlaşmalı ülke veya barış yapılan ülke statüsünü kazanır. (bak. DİA, 8/536542)

 

2-Halkı Müslüman Olmayan Ülkede Bulunma:

Tekrar edelim ki ıstılah (terim) anlamıyla Daru’l-harb; İslâmî ahkâmın uygulanmadığı, müslümanların hakimiyetinde olmayan yer demektir. Burada müslümanlarla gayri müslimler arasında harp (savaş) halinin olup olmaması önemli değildir.

Öyleyse bu tanım, gayri müslimlerle her zaman var olan, devam ettiği düşünülen, asla barış ihtimali olmayan bir savaş durumunu değil; hukukî veya hakimiyet durumunu ifade eden bir nitelemedir.

Bir ülkede uygulanan fıkıh ya da şeriat/hukuk anlayışı esas alınırsa, bu tanım isabetlidir. Daru’l-harb’ı sözlük anlamıyla, ya da gayri müslimlerle müslümanlar arasında sürekli savaş vardır anlayışı ile bakıldığı zaman, karşımıza yeni problemler çıkar.

Başkalarıyla sürekli savaş halinin hiç bir topluma güven ve huzur vermeyeceği açıktır.

Bununla bereber Kur’an mü’minlere; inkârcılarla sürekli kavgalı olmayı bir tavır olarak getirmiyor. Onlar barışa yanaşırlarsa, müslümanlara düşen de barış yapmaktır. Nitekim Hudeybiye anlaşması tipik bir örnektir.

Daru’l-harb -sözlük anlamıyla- sürekli savaş ülkesi anlaşılırsa, halkının çoğunluğu gayri müslim ülkelerde yaşayan müslümanların durumu zorlaşacaktır. Bu durumda olan müslümanlar, her şeye rağmen –eğer bulabilirlerse- müslüman bir ülkeye göç edeceklerdir, ya da hata olduğunu bile bile fıkhın hükümlerini çiğneyeceklerdir.

Halbuki ictihada dayalı bir hüküm zamanın değişmesiyle değişebilir. Yeni olaylar ve oluşumlar için yeni ictihadlar geliştirilmelidir. Geçmişin siyasi ya da kültürel olaylarına uygun olarak verilen fetvaların, bugünkü sorunları çözemediği açıktır. Daru’l-harb, dâru’l-islâm gibi nitelemelerin Peygamberden sonra müslümanların siyasî durumuyla veya o zamanki siyasî yapılanmalarla ilgili olarak geliştiğini, gayri müslimlerin yaşadığı ülkeleri ve onlarla ilişkileri belirtmek üzere kullanıldığını görüyoruz. Yani ihtiyaca göre yetkili alimlerin ictihadıyla kullanılan tabirlerdir.

Halkı gayr-i müslim bir ülkeye ister çalışmak, ister okumak, isterse sığınmak üzere gelen bir kimse bir anlamda müracaat ettiği ülkeden ‘eman’ istemiş olur. Kendisine eman verildiği zaman, -ki bu da zamanımızda geçici veya sürekli oturum izni demektir- emanı verenlerle belli bir anlaşma imzalamış olur. Bu anlaşma karşılıklı bir mükaveledir. Bir taraf can, mal, din ve benzeri hürriyetleri garanti ediyor, çalışma (geçinme) imkanı veriyor; diğer taraf da kamu düzenine uymayı, vatandaşlık görevlerini yapmayı taahhüd ediyor. Oturumu kabul edip o ülkeye yerleşen zımnen bu şartları kabul etmiş sayılır.

Böylece, o gelinen ülke bir müslüman için dâru’l-harb olmaktan çıkar ‘dâru’s-sulh, dâru’l-ahd veya dâru’l-eman’ olur.

Öyleyse hangi ülke olursa olsun, -özelde Avrupa ülkelerinde- yasal yollarla gelen ve oturan müslümanlar için bu ülkeler, kesinklikle dârul-harb olmaktan çıkar, barış veya anlaşmalı ülkeler olurlar. Bir ülkeye anlaşmalı olarak gelen bir müslüman da anlaşmasının şartlarına uymak durumundadır.

Günümüzdeki gelişmeler, ülkeler, halklar ve kültürler arasında yakınlaşmayı, birlikte yaşamayı gerekli kılıyor. Bazı ülkeler arasında sınırlar kalkıyor. Hiç bir ülke başkasıyla ilişki kurmadan, birlikte bir şey yapmadan, denizin ortasında bir ada gibi varlığını sürdüremez. Hayat şartları, insanların başka ülkelere göç etmesini, başka ülkelerde iş bulmasını, yatırım yapmasını zorunlu kılıyor.

Bu gerçekler ışığında herkes ülkesini sevsin ama, kutsal vatan anlayışlarını gözden geçirilmesi gerekir diye düşünüyoruz.

Eman istenilen ülke, gelenlerden oturum (eman) karşılığı, inançlarını, kimliklerini, imandan kaynaklanan kültürlerini isterse, bu; kabul edilemez bir durumdur. Böyle bir istek insanî olmadığı gibi, gerçekçi de değildir.

Müslümanların yaşadıkları, ama halkının çoğunluğu müslüman olmayan ülkelerdeki davranışlarını, insanî ilişkilerini, dâr (ülke) anlayışlarını bu prensiplere uyarak yeniden değerlendirmeleri gerekiyor.

Şurası ‘dâru’l-harb’dir diye ucuz ve gerçeklikten uzak hükümlerle, başkalarına hasım gözüyle bakmak, İslâmın bazı ahlâki ilkelerini yürürlükten kaldırmak, bazı haramları mübah saymak İslâmî bir tavır olmasa gerek. Zira İslâmın getirdiği ilkeler her yer ve zamanda geçerlidir. 

Bu bağlamda biz öncelikle müslümanlar arasındaki ilişkilere kısaca temas ettikten sonra, aynı mekanı paylaşma açısından gayri müslimlerle olan insanî ilişkileri ele almak istiyoruz.

 

2-Müslümanların Birbiriyle Münasebetlerinin Önemi ve Ölçüsü,

Mü’minler dinde kardeştirler. (Hucurât 49/10) Öyleyse kardeşliğin gereğini yapmalılar. Ülke farklılığı bu kardeşlik ve velâyet bağını kaldırmaz, değiştirmez.

         Hadislerde de aynı ifadeyi görüyoruz. (Buharî, Edeb/57,58. Ferâiz/2. Müslim, Birr/28-34 (2563-2564). Ebu Davud, Edeb/40, 56(4882, 4917). Tirmizî, Birr/18 (1928)

Müslümanlar birbirlerinin velileridir, yani birbirlerinin candan dostları ve müttefikleridirler. (Tevbe/71) Onlar iyilik ve takva konusunda yardımlaşırlar, günah ve isyan konusunda birbirlerine yardım etmezler. (Maide/2)

Peygamber (sav) kardeşlik hakkında şöyle buyuruyor:

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihanet etmez), ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez.

Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer müslümana haramdır.”

Peygamber (sav) mü’minlerin diğer mü’minlere karşı bazı görevlerine de şöyle işaret ediyor:

“Mü’minin mü’mine karşı durumu bir yapı gibidir. Biri diğerinin güçlendirir.” (Müslim, Birr/17 (2585). Buharî, Edeb/36)

“Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’minlerin örneği bir tek beden gibidir. Onda herhangi bir organ rahatsızlanacak olursa vücudun diğer kısımları ateşin yükselmesi ve uykusuzlukla ona katılır.” (Müslim, Birr/17 (2586).)

Hz. Enes’in (ra) rivâyetine göre Hz. Peygamber (as) şöyle buyurmuştur:

“Sizden biri, kendi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez.” (Buharî, İman/7, 1/10 . Müslim, İman/71 (45). Nesâî, İman/19. İbnu Mace, Mukaddime/9)

Ebu Hureyra (ra) anlatıyor: Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu:

\"Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a (Allah’a) yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırınz.” (Müslim, İman/93 (54). Ebu Davud, Edeb/142 (5193). Tirmizî, İsti’zan/1 (2688).) 

Birbirlerinin velisi olan mü’minlerin de birbirleri üzerinde elbette ‘velâyet’ hakkı ve yetkisi bulunmaktadır. Onlar bu hakkı; -münafıkların aksine- birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, ma’rufu (iyiyi) emrederek, münkerden (kötülükten) alıkoyarak, birbirlerine yardım ederek, dostluk ve sevgi göstererek, her zaman onların iyiliği için çalışarak yerine getirirler.

Şunu da eklemek gerekir: Mü’minler sadece din kardeşlerinin değil; bütün insanların haklarına saygı duyarlar ve onları korumaya çalışırlar. Çünkü onlar, her insanın kendine ait hakları olduğunun ve bunların kullanılmamasının zulme sebep olacağının farkındadırlar. Müslümanlar, kime karşı yaparlarsa yapsınlar; yaptıkları her şeyin hesabını bir gün vereceklerine, herkesin hakkını diğerinden mutlaka alacağına inanırlar.

İman etmek, müslümanlar arasında bir ‘velâyet/dostluk’ bağını gerekli kılar. Bu bağ; dinde kardeşlik, iman yakınlığı, duygu beraberliği ve birbirini destekleme, birbirlerine müttefik olmadır. Buna göre bütün müslümanlar karşılıklı olarak birbirlerine veli/dostturlar. (9 Tevbe/71)

 

3-Gayr-i Müslimlerle Beşerí İlişkiler:

a-Beraber Yaşama Mecburiyeti;

Savaşlar, göçler, iş arama, geçinme şartları, tahsil yapma, sığınma talebi, giderek dünyanın küçülmesi, iş alanlarının, ticarî ilişkilerin uluslararası alana taşması ve benzeri sebeplerden dolayı müslümanlarla gayr-i müslimler birarada yaşama zorundadırlar. Müslümanlar, halkının çoğu gayri müslüman ülkelere göç ettiği gibi, tersi- yani gayri müslimler de halkının çoğu müslüman olan ülkelere göç ediyorlar ve oralarda yaşamak istiyorlar.

Bu bir realitedir.

Bu gün saf İslâm ülkesi kalmadığı gibi, saf kâfir ülkesi de kalmadı denilebilir.  Üstelik bazı müslümanlar kendi ülkelerinde bulamadıkları imkanları, din hürriyetini, rahatlığı halkının çoğu müslüman olmayan ülkelerde bulabiliyorlar. Pek çokları da o ülkelere hicret etmek zorunda kalmışlardır.

Birarada bulunmaktan veya birlikte yaşamaktan dolayı bazı haklar ve mükellefiyetler doğar. İnsanlar biraraya gelince aralarında hukukî ilişkiler gündeme gelir. Hukukî ilişkiler de hem hakları belirler, hem hareketleri sınırlar, hem de bazı sorumluluklar doğurur.

Müslümanlar, başkalarını da hesaba katarak yaşamaları gerektiğinin farkındadırlar.

Müslümanlar hakkın şahitleridir. ((“Böylece sizi vasat/orta bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahitler olasınız; bu Peygamber de size şahit olsun diye...” (Bekara.143. Bir benzeri Nisa 72. Hacc/78.))

Onlar gayri müslimlere İslâmı yaşayarak, ya da güzelce anlatarak ulaştırmak, sonra da onların bu davet karşısındaki tavırlarına şahit olmak görevindedirler. Şahitliği kabul edilmek doğrulukla, dürüstlükle ilgilidir. Şahit, sözü ve ahlâkı senet olan insandır.

Diğer taraftan, müslümanların gayri müslimler arasında bulunmaları bir imkan, hatta bir lütuftur. Sahip oldukları güzellikleri, inandıkları hakikatı, şahit oldukları hakkı başkalarına ulaştırabilme imkanı elde ederler.

         Müslümanların başkalarına davranışları, adalet ve ihsan anlayışına dayanır. 

         “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahitlik eden kimsler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesinç Adil olun. Çünkü o, takvaya daha yakın olandır. Allah’tan ittika edin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide/8)

“Onlar bollukta ve darlıkta infak ederler, öfekelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir. Allah muhsinleri sever.” (Âli İmran/134. Bekara/195. Maide/13. Nahl/90)

Adalet herkese hakkını vermekse de, ihsan daha fazlasını vermek, daha fazla güzel muamele etmek, güzel davranmak demektir.

İslâm kısaca, Allah’a itaat, yaratılmışlara şefkattir. Yani Yaratan’a gereken manada itaat etmek, O’nun yarattığı her şeye merhametle davranmaktır. Bu yaratılmışlara gayri müslimler de dahildir.

 

b-Gayr-i Müslimlere Takiyye Yapılabilir mi?

Takıyye’, ölüm tehdidi, ya da insanın tahammül edemeyeceği ağır zorlama anında zalimlerin istediği şeyi söylemeye, yani imanı gizlemeye takıyye denir.  Kur’an ‘takıyye’ye izin veriyor. (3 Âli İmran/28)

Takıyye sadece dil ile sınırlıdır, kalb ve amel ile takıyye yapmak caiz değildir.

Onlar inkârcılardan gelebilecek bir zarardan korunmak için tedbirli olmak zorundadırlar. Bu ise inkârcıları veli edinmeden, ya da ikiyüzlülük, yağcılık  yapmaktan, ilkesiz olmaktan farklı  bir durumdur.

Bir müslüman İslâm düşmanlarının eline esir düşer ve kötü davranılmaktan, baskı altına alınmaktan korkarsa imanını gizleyebilir. İmanını korumak şartıyla onlardanmış gibi görünebilir. Ya da hayati bir tehlike varsa onlara dost gibi görünebilir.

Bu bir ruhsattır. Bazı durumlarda kullanılabilir. Ancak hiç bir dünyalık korku Allah (cc) korkusunu kalpten silecek kadar büyütülmemeli. İnsanların yapacakları en büyük kötülük bile bu dünya hayatı ile sınırlıdır. Oysa Allah (cc) Ahiretin de Rabbidir. İnsanlardan aşırı bir zarar karşısında imanı gizlemek gereği olsa bile, İslâm davasına, müslümanlara zarar verecek tavırlara girmek helâl olmaz. Kendi hayatını kurtarma amacıyla hiç bir mü’min diğer mü’minler aleyhine inkârcılara yardım etmemeli. (Mevdudi, Tefhim, 1/249)

Müslüman, Kur’an’ın çerçevesini çizdiği ve mü’minler arasında olması gereken din bağı yakınlığı, dost ve sırdaş tavrını İslâmın hasımlarına karşı gösterirse, bu, zamanla onlardan etkilenmeyi beraberinde getirebilir. Dinin ölçüleri konusunda gevşemeye yol açabilir. Fena ve haram olan şeylere düşmesine zemin hazırlayabilir. Böylece yavaş yavaş inkârcılara benzeme tehlikesi başgösterir. Böyle yapanlar da Allah’ın dostluğunu kaybedebilirler.

 

c-Gayr-i Müslimlere Mudâra Yapmanın (İyi Geçinmenin) Boyutları,

‘Mudâra’; birisine karşı içindeki düşmanlığı saklamak, yumuşak davranmak, bir sözü nezaketle söylemek, bir şeyi inceltmek, yumuşatmak demektir.(Cevherî, Sıhah, 6.2335,. İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, xIV/255)

Mudâra aynı zamanda, huy güzelliği ve insanlarla ünsiyet kurup iyi geçinme diye de tarif edilmiş.  (Ezherî, Tacu’l-Ârus, X.129)

Mudâra tavrı tıpkı takıyye ruhsatı gibidir.

Dinin faydasına ya da dünyevî bir maslahat için başvurmak caizdir. İslâm ve müslümanların menfeatını korumak üzere şerrinden korkulanlara karşı yumuşaklık ve güleryüz gösterilebilir.

Yalnız ölçü kaçırılmamalı, kime karşı müdâra yapılacağı iyi ayarlanmalı.  ‘Müdâhane’ye kaçmamak gerekiyor.

Müdâhene, yağcılık, ikiyüzlülük, menfeat için eğilme, çıkara uygun davranma, kısaca kişiliksizliktir.

R. Rıza; yumuşak söz ve insanlara tebessüm her ferdin görevidir. Bunlar münafıklık ve dalkavukluk değildir. Allah’ın Rasûlünin (sav), “Kâfirlere karşı sert davranması” (Tahrim.9) âyetiyle de çelişmez. Çünkü emir kâfirlerin eziyetlerini savuşturmak, daveti himaye etmek ve cihad etmek konusundadır” diyor. (Menar, 3.281-282, nak. K. Veli ve Velâyet, s: 122)

Müdâra bize göre zamanımızda daha fazla başvurulacak bir ruhsattır.

 

d-Mudâra (Güzel Davranma) ile Veli Edinmenin ve Taviz Vermenin Farkı:

Müslüman geçim ehlidir. Kendisi hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen insandır. Müslüman çıkarı gereği yanar döner, kişiliksiz, ilkesiz, bulunduğu kabın şeklini alan, sakala göre tarak vuran bir kimse değildir. O, ülfet etmenin, insan haysiyetine saygı duymanın, insanların gönlünü almanın, onları güzelliklerle tanıştırmanın adamıdır.

Müdâra, çevredeki insanlarla iyi geçinmedir, kavga etmemektir, zararlı şeyleri savabilme dikkatidir, düşmanlığı artırmama titizliliğidir.

İbni Battal adlı alim şöyle diyor: “Müdâra, mü’minlerin ahlâkındandır. O, insanlara şefkat kanatlarını indirme, yumuşak söz söylemek ve onlara karşı kaba konuşmayı terketmektir. İşte bu, ülfetin en kuvvetli sebeplerindendir. Bazılarının müdâra’yı yardakçılık/müdâhene kabul etmeleri yanlıştır. Çünkü İslâmda müdâra teşvik edilmiş, müdâhene haram kılınmıştır.”

İyi geçinme (müdâra), asla ikiyüzlülük ve yağcılık değildir. Tehlikesinden korkulan veya gönlü kazanılmak istenen kimselere karşı gösterilir.

İyi geçinme (müdâra); dalkavukluk yapmak, inançtan, İslâmî anlayıştan veya ahlâktan taviz vermek de değildir.

Yukarıda geçtiği gibi İslâm, müslümanlara zulmetmeyen ve düşmanlık beslemeyen kimselere karşı söz ve davranışla iyilikte bulunmayı yasaklamıyor. (Mümtehıne/8)

Düşmanlık yapanlarla, müslümanlarla iyi geçinen, hatta komşu olanlara aynı davranışı göstermek adaletsizliktir.

İyi münasebet, güler yüz, onlardan menfeat gelecek diye iman ilkelerinden, ahlâktan, İslâmî dünya görüşünden, değerlerdan taviz verilemez.

Haklara riayet, gerektiğinde yardım etmek, diğer insanlara karşı insaflı olmak, adaletli davranmak, aldatmamak esastır.

     

e-Gayr-i Müslimlerle Ahlâkí İlişkiler:

e1-İş Yerlerinde,

-Yapılan Anlaşmalara Uymak,

Müslümanlar iş anlaşmaları inançlarına uygun yapmaya çalışırlar. İbadet saatlerine, Cuma ve Bayram namazlarına imkan verecek işlerde çalışmaya dikkat ederler. Yine yapılan anlaşma, ne haram işlemeye kapı açmalı, ne de müslümanların aleyhine olmalı.

Bu şartlarda anlaşma yapılmışsa, yapılan anlaşmalar uymalı, sorumluluk yerine getirilmeli.

-Verilen İşi Yapmak ama Köle Ruhu Taşımamak,

Müslüman, yaptığı iş akdine göre verilen işi yapar, sorumluluğunu yerine getirir, bir anlamda üzerine aldığı emaneti korur, kimsenin hakkını yemez.

Ama o hiç bir zaman köle ruhu taşımaz. Göze gireceğim diye, kendini aşırı yıpratmaz, patronuna yağ yakmaz, karşı tarafın kendisini ücretli köle gibi görmesine izin vermez, ya kendisine böyle yaklaşılmasına yol açacak haysiyet kırıcı tavırlara girmez.

-Dürüst Olmak, İnsanlara İyi Davranmak,

Müslüman kendine, Rabbine, diğer insanlara ve işine karşı doğru insandır. Sadâkatın büyük bir fazilet olduğunu, insana izzet kazandırdığını, hatta gayri müslimlerin İslâma ısınmalarına yol açtığının bilincindedir.

O, günlük hayatında olduğu gibi, iş yerinde de dürüsttür. Yaptığı işi düzgün yapar. Aldığı parayı hak etmeye, helâl hâle getirmeye çalışır. Hakkını yedirmez, ama kimsenin de hakkına tecavüz etmez. Dünyalık çıkarlar için eğilmez, bükülmez, küçülmez, kendini ve mensup olduğu toplumu rezil etmez.

İnsanlara, müslüman olsun, geyri müslim olsun iyi davranır. Efendice hareket eder. İyilik yapar, gönül alır, hoş görnmeye çalışır.

O bilir ki “Müslüman başkalarıyla hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen insandır”.

Yine o bilir ki, yaptığı her ieyin hesabını verecek, eğer birisinin hakkına tecevüz etmişse; karşıdaki mutlaka kendisinden hakkını alacaktır.

         -İş Arkadaşlarıyla Kaynaşmak, ama Taviz Vermemek ve İslâmí Kişiliği Zedelememek,

Müslüman bulunduğu ortamda cıvık, sulu, madrabaz olmaz, orta malı gibi eğlence konusu olamaz. O her zaman ve her yerde ciddi bir tavır takınır ama, geçimsizlik yapmaz, kaba davranmaz, büyüklük taslamaz, kimseye tepeden bakmaz. Kimsenin zararına çalışmaz, kimsenin arkasından dedikodu yapmaz. Gayri müslim olsa bile.

O, çirkin, faydasız, seviyesiz konulara girmez. Edep ve vakarını taşıyarak verilen işi, daha doğrusu üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirir.

 

e2-Okulda İyi İlişkiler:

-Okul Kurallarına Karşı Tavır,

Müslüman, eğer bir okulda öğrenci ise yine müslüman ahlâkıyla hareket etmesi gerekir. Başta okulun kurallarına uyması gerekir. Kimseyi rahatsız etmemesi, kimsenin hakkını yememesi, herkesle iyi geçinmesi gerekir.

Müslüman bilir ki, o yerde islâmın temsilcisidir. İnandığı doğruları güzel ahlâk, sevilen kişilik olarak başkalarına gösterirse, bağlı olduğu toplumu en güzel şekilde temsil etmiş olur.

         -Öğretmenlere Saygının Boyutları,

Müslüman hangi ortamda bulunursa bulunsun, insanlarla iyi geçinmek, onların kişiliklerine saygı duymak durumundadır. Buna öğretmenler de dahildir. Gayri müslim binlerce harf öğretse elbette onun kölesi olunmaz. Müslüman iyiliklere teşekkür etmesini bilir. Öğretmenine de bu bağlamda teşekkür borçludur, iyi davranış borçludur.

Bu saygı, öğretmenin her dediğini kabul etmek anlamına gelmez. Hele onun dediği İslâmî ölçülere zıd ise zaten kabul edilmez. Kabul etmediğimizi de, gerekçeleriyle birlikte, saygı sınırını aşmadan, kavga ortamı oluşturmadan onlara bildirebiliriz.

-Ders Arkadaşlarıyla İyi Geçinmek, Müslümanca Davranmak,

Müslüman, çevresindeki insanları hesaba katar, onların haklarına saygı duyar, kişiliklerine değer verir. Bu değer verme, onların yanlışlarını, ahlâk sınırını aşan tavırlarını, çirkinlikleri onaylama, katılma, kabullenme sınırına varmamalı. Tam tersine, iyi davranışlarda örnek olma anlayışı olmalı.

Yukarıda geçtiği gibi müslüman, insanlarla hoş geçinen, âdab-ı muâşereti iyi bilen ve uygulayan insandır. Hır gür çıkarmaz, kavga ortamı hazırlamaz ama haysiyetine, inancına, toplumuna bir saygısızlık yapıldığı zaman uygun bir dille veya tavırla karşılık vermesini de bilir.

Ezmez, hakaret etmez, kimseyi küçümsemez ama, kendisi de kimseyi ezmez, kimseye hakarete etmez, kimseyi de küçümsemez.

-En Başarılı Olmaya Çaba Harcamak,

Müslüman bulunduğu sahada en başarılı, en önde olamaya çalışır. Bu ona hem kariyer, maddi getiri, itibar sağlar, hem de müslümanlar lehine iyi bir intiba doğurur.

Hem bulunulan yerde, sonuncu, beşinci, dördüncü olmak yerine birinci olmak daha akıllıca, daha faydalı değil midir? Niçin emir alan olalım? Niçin iş alan olalım? Niçin yardım alan olalaım? Niçin başkalarına muhtaç olma anlayışına sahip olalım?

-Öncelikli Olarak Azınlıklar İçin Faydalı Olmaya Niyet Etmek,

Bir başka hassas nokta da gayri müslimlerin ülkesinde yaşayan bir müslüman, inanacına ve toplumuna karşı görevini unutmamalı. Yapacağı güzel davranışlar, kendi toplumuna bakışları etkilediği gibi, yaptığı hatalar da kendi toplumuna, hatta dinine yanlış bakışlara sebep olmaktadır.  

Müslümanlar, özellikle Avrupa ülkelerinde yaşayan azınlıklara mensup olduğunu unutmamalı, onların hakları için mücadele etmelidirler. Bunu sağlamak için hem tavırlarını güzelleştirmeli, hem de her alanda kendini iyi yetiştirmelidirler.

         

3-Gayr-i Müslimlerle Komşuluk İlişkileri,

Bugünkü şartlarda gayr-ı müslimlerle komşuluk bir anlamda zaruridir. Kiralık evlerde oturma gerçeği, size kandi komşunuzu seçme imkanı vermiyor.

İslâm genelde komşulara iyi davranmayı, onları rahatsız etmemeyi, onlarla iyi geçinmeyi emretmektedir. Müslüman komşuluk ilişkilerinde de adalet ve ihsan ahlâkını elden bırakmamalı.

Amr b. Şuayb dedesinden rivâyetle şöyle anlatıyor:

Abdullan ibni Amr (ra) için bir koç kesildi. İbni Amr ailesine; “Ondan yahudi komşuya hediye ettiniz mi?” diye sordu. Zira ben Rasûllah’ın (sav); “Cebrail bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiye de bulundu ki, komşuyu komşuya mirascı kılacak zannettim” buyurduğunu işittim.” (Ebu Davud, Edeb/132 (5152). Tirmizî, Birr/28 (1944)

Hadiste geçen ‘komşu’ kelimesi, müslüman-kafir, dindar-fasık, yerli-yabancı, akraba-nâmahrem, faydalı-zararlı, ev bakımından uzak-yakın her türlü komşuyu kapsar. Ancak aralarında derece farkı vardır. Yakın komşu ile uzak komşu, akraba olan komşu ile yabancı olan bir komşuya aynı derece davranılmaz.

Komşulara iyi davranmak ahlâkın kemâlindendir. Kişi şahsi gücüne göre, ya da duruma göre, çeşitli şekillerde iyilik ederek, ya da zarar vermeyerek hadiste emri yerine getirebilir. Bu hediyeleşmeden, selam vermeye, hal hatır sormaya, teselli etmeye, güler yüz göstermeye, onu rahatsız edici davranişlardan kaçınmaya uzayabilir.

         Komşun, müslüman akraban ise, senin üzerinde akrabalık, müslüman kardeşlik ve komşuluk hakkı vardır. Komşun akraban olmayan bir müslüman ise, ona karşı müslüman kardeşlik ve komşuluk görevlerin vardır. Komşun gayri müslim ise onun senin üzerinde komşuluk hakkı vardır. (Tabaranî’den K. Sitte 10/207)

Ebu Hureyre’nin (ra) rivâyetine göre Peygamber (sav) şöyle dedi:

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden misafirine ikramda bulunsun. Allah’a ve ahiret gününe iman edne komşusuna eziyet etmesin. Allaha ve ahiret gününe iman eden har söylesin, yahut sussun.” (Ebu Davut, Edeb/133 (5153) (Bir benzeri Hz. Aişe (r.anha) tarafından rivâyet ediliyor. Buharî, Edeb/28. Müslim Birr/140 (2624))

         “Ya Rasûlelleh! Komşunun komşuda hakkı nedir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Senden borç isterse borç vermen, yardım dileyince yardım etmen, hastalanınca ziyaret etmen, muhtaç olunca ihtiyacını görmen, fakirleşince yardım etmen, bir hayra kavuşunca tebrik etmen, musibete uğrayınca taziyede bulunman, ölünce cenazesine katılman, izni olmadıkça binanı onun binasından yüksek yapıp onun rüzgârına engel olmaman, çorbandan az da olsa ona göndermek suretiyle tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmemen. Bir meyva satın alınca ona da hediye et. Eğer bunu yapamazsan meyveyi evine (komşuna göstermeden) gizlice taşı. Onu, çocuğun da dışarı götürüp, komşunun çocuğunu da gayza atmasın.” (nak. K. Sitte, 10/210)

Alimler, komşuya ikramın bazen farz-ı ayn, bazen farz-ı kifaye, bazen de müstehab olacağını söylemişlerdir.

Yine Ebu Hureyre’nin rivâyetine göre Paygamber (sav) şöyle buyurdu: “Komşusu zararından emin olmayan kimse Cennete giremez. “ (Buhari, Edeb/29. Müslim, İman/73 (46)

Komşuya iyili etmek aynı zamanda Kur’an’ın da emridir:

“Allah’a ibadet edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmatın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşunuza, uzak komşularınıza, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, ellerinizin altında bulunanlara iyili edin. Allah, elbette büyüklenip böbürlenenleri sevmez.” (Nisa/34)

Hz. Aişe (r.anha) anlatıyor: “ (Bir gün) ey Allah’ın Rasûlü, dedim, iki komşum var, hangisine (öncelikle) hediye vereyim?”

“-Sana kapı itibariyla hangisi yakınsa ona” cevabını verdi.” (Buharî, Edeb/32. Şuf’a/3. Hibe/16. Ebu Davud, Edeb/132 (5155).)

 

4-Gayr-i Müslimlerle Arkadaşlık İlişkileri,

Gayr-ı müslimlerle din kardeşliği mümkün değildir. Yine onlarla müslümanlar arasında İslâmın getirdiği anlayış çerçevesinde ‘velâyet’ bağı da olamaz. Zira bu farklı bir bağdır ve akide/inanç temeline dayanır.

Ancak bunun olmaması, onlarla bir arada bulunulamaz, onlarla komşu olunamaz, onlarla iş, okul, sokak, kurum arkadaşlığı yapılamaz anlamına gelmez. Farklı dinde olmak, farklı düşüncede olmak, kavgayı, hasımlığı veya dışlamayı gerektirmez.

Hayat şartlarını gereği, gayri müslimlerle aynı mekanları paylaşıyoruz, aynı işleri yapıyoruz, aynı şartlarda hayatımızı sürdürüyoruz, aynı yerde komşuluk yapıyoruz. Bize düşen herkese iyi davranmak, kimsenin hakkını yememek, kimseyi küçük görmemektir.

Onlarla arkadaşlık, müslümanı onların hayat anlayışına götürüyor, ahlâk ve anlayışına etki ediyorsa, İslâmî hayatına zarar veriyorsa; bu arkadaşlık caiz değildir.

Elbette herkesle arkadaş olunmaz. Ancak bulunduğumuz mekanda birlikte olduğumuz insanlarla iyi geçinmek esastır. Bu mekan ister okul, ister işyeri, ister komşuluk, isterse faaliyerlerde olsun, farketmez.

Söylemek gerekir ki, birisiyle olan ilişki kişiye zarar veriyorsa, onun dikkatli olması, zarar gördüğü an ilişkiyi kesmesi akıllılıktır.

 

5-Onların Kutsallarına ve İnançlarına Karşı Tavır,

Müslümanlar, komşu da, arkadaş da, tanıdık da olsa, gayr-i müslimlerin kutsallarına kutsal gözüyle bakıp saygı duymaz. Derler ki, bu onların kendi tercihleridir, doğru veya yanlış, kendileri bilirler. Bence onların inandıkları ieyler hak değilse de, kabul ettikleri deüğerler bana göre yanlış olsa da , tercih hakkına saygı duyulur.

Müslümanlar şöyle düşünür; gayri müslimler kendi değerlerini ve inançlarını, ya da yaşama biçimlerini onlara dayatmadıkları sürece hoş karşılarlar, artık yaptıklarının hesabı Allah’a aittir.

         Kur’an onların kutsallarına sövmeyi yasaklıyor:

         “Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyiniz. Sonra da onlar da Allah’a bilgisizce söverler. İşte Biz, böylece her ümmete yaptıuklarını süsledik. Nihayet dönüşleri yalnız Rablerinedir. O da kendilerine yaptıklarını haber verecektir. (En’am/108)

 

5-Gayr-i Müslimlerle Yardımlaşmanın Ölçüleri,

a-Dinle İlgili Olmayan Konularda;

Gayri müslümanlarla bir arada bulunmadan dolayı, arkadaşlık, komşuluk, bazı konularda işbirliği söz konusu olabilir. Bazen de yardım etmek, yardımlaşmak, ya da aynı hayır işini beraber yapmak gündeme gelebilir.

         Zekât ve fıtra müslümanlardan ilgili kimselere verilir. Gayri müslimlere sadaka verilebilir mi, infak yapılabilir mi?

Aynı şartlarda akraba, yakın veya uzak komşu, din kardeşi dururken, öncelik elbette gayri müslime zekât ve fıtra verilmez.

Ancak, gayri müslim bir kimse kapımıza kadar gelmişse, yapacağımız yardım müslümanların aleyhine değilse, düşmanımıza bir destek olmuyorsa, ya da kişi onunla fesada koşmuyorsa, kapıya geleni boş çevirmek, karşılaştığımız bu gibi yardım ortamından yüz çevirmek doğru olmasa gerektir.

Unutmamak gerekir ki genel anlamda insanlığa, özel anlamda müslümanlara veya müslüman topluma zararlı olabilecek hiç bir teşebbüse, hiç bir faaliyete, veya hiç bir kuruma yardım edilmesi caiz değildir.

Mesale ideolojik olmayan bir yardım kurumunda görev almak, yardım etmek normaldir ama, İslâmî olmayan din örgütlerinin yardım organizelerine katkıda bulunmak, katılmak için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Çünkü bu gibi organizelerde her zaman ideolojik amaçlar olabilir.

 

b-Kültür ve İlim Sahasında Yardımlaşma;

Müslümanlar, akide, amel, ahlâkta hiç bir milleti (din mensubunu) örnek almazlar. Bu alanlarda hareket noktası onlar için Kitap ve Sünnettir.

Bunlar dışında kalan ilim, teknik, keşif ve icatlar, hayatı kolaylaştırıcı her türlü araçlar insanlığın ortak malıdır. Müslümanlar da herkes gibi onları inançlarına uygun olarak kullanabilirler. Doğru, güzel fikirler ve sözler, hakka ve adalete uygun görüşler kimden gelirse gelsin müslüman onları hikmet sayar ve onlardan istifade eder.

“Hikmet müslümanın yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır. Zira müslüman ona başkalarından daha layıktır.” (Tirmizî, 5/49. İbni Mace, 2/1395)

 

c-Gayr-i Müslimlerle Olağanüstü Şartlarda Yardımlaşma,

Müslümanlarla savaş halinde olan topluluklara ise hiç bir şekilde yardım edilmesi müslümana caiz olmasa gerekir. Ancak karşı tarafın mağdurlarına, savaşa katılmadıkları sürece insanî yardım yapılabilir. Onların yardımlarından istifade edilebilir. Ancak haram ve günâh işlerde yardımlaşma müslümanlara helâl değildir.

Farzları yerine getirmek, yasaklananları bırakmak ve kendilerinden emin olmak şartıyla müslümanlar başkalarıyla yardımlaşabilirler.

Onların muhtaç olanlarına yardım edilebilir mi? Şu örnek bu gibi durumlarda onlara yardım edilebileceğine işarettir.

Peygamberimiz (sav) Hudeybiye zamanında Mekkedeki kıtlığa Hatip b. Belta’a ile, Ebu Süfyan’a teslim edilmek üzere buğday yardımı göndermişti.

 

6-Gayr-i Müslimlerin Müslümanlar Üzerindeki Hakları;

a-Kişi Haklarına Saygı,

Herkesin doğuştan ve sonradan kazandığı hakları vardır. İnsana saygı duyduğunu, insanları sevdiğini iddia eden herkesin bu haklara saygı duyması gerekir.

Müslüman, buna ‘kul hakkı’ der ve bundan dikkatli bir şekilde sakınır. Bilir ki ihlâl edilen veya verilmeyen her hak bir vebâldir, Ahirette hesabı verilecektir. Ya da bu dünyada bir şekilde kötülük, belâ ve musibet, darlık ve zorlk şeklinde hak yeyicinin karşısına çıkacaktır.

Müslüman, ilişkide olduğu, karşılaştığı, beraber yaşadığı kim olursa olsun, onun her türlü hakkına riayet eder, kimsenin hakkına tecavüz etmez, kimseye haksızlıkta bulunmaz. Görünecek veya görünmeyecek mekanlarda, yani her yerde Allah’tan korkarak kul hakkını sırtına yüklenmez.

Mesela, komşusu, arkadaşı, iş arkadaşı gayr-i müslim de olsa zerre kadar hakkını yemez. Bu konuda dikkatli olur. Çalıştırdığı kimselerin alınterini temamen öder, bedelini ödemediği şeyi almaz. Bunlar nasıl olsa gayr-i müslimdir, bir şey olmaz, onlara bu revadır diye sefil bir mantıkla başkasına ait bir şeyi zimmetine geçirmez.

 

b-Kamu Haklarına Saygı,

İnsanlar birlikte yaşamak zorundadır. Böyle olunca karşılıklı ödevler ve haklar gündeme gelir. Bazı şeyler ortak kullanılır. Ortak kullanılan her şeyde toplumun hakkı olur. Bunlar toprak, hava, deniz, olduğu gibi, toplumun hizmetini gören kurumlar da olabilir.

Bir müslüman herhangi bir ülkede oturumlu olarak, yani eman alarak yaşıyorsa, orada elde ettiği haklara karşılık, bazı ödevleri de olacaktır. Bunlara toplumsal ödevler diyebiliriz.

Bir  başka deyişle bunlar bizim topluma (kamuya) karşı görevlerimizdir. Toplumu rahatsız etmemek, kamuya ait yerleri tahrip etmemek, toplumun gelişmesine katkıda bulunmak, genel emniyeti ihlâl etmemek gibi.

Müslüman topluma ait bir takım imkanları hakkı olmadığından fazla kullanmaz, sahiplenmez. Mesela, hak etmediği bir parayı, maddeyi –sosyal ödenek, sübvansiyon, başka yardımlar gibi- almayı düşünmez. Bu gibi maddi çıkarları elde etmek için çeşitli sahtekârlıklara baş vurmaz.

Ülkede geçerli olan toplum düzenine zarar vermez. Mesela trafik kurallarından tutun da, açık veya kapalı yerlerde başkalarını rahatsız edecek her türlü davranıştan kaçınmaya kadar, dikkatli olur. Kaosa, anarşiye, toplumsal kargaşaya sebebiyet vermez.

O her zaman diyaloğ ve barıştan yanadır. Ötekine hoşgörüyle ve müsamaha ile bakar. Yalnız bu hoşgörü onların tercihlerinedir. Yoksa hoşgörü adına onların yanlışlarını, İslâma göre batıl inançlarını, şeytanı sevindirecek faaliyetlerini onaylamak demek değildir.

 

c-İyi Komşuluk

Gayr-i müslimlerin, müslümanlardan iyi komşuluk görmeleri haklarıdır.

Yani müslüman komşusuyla öyle güzel geçinecek ki, ayrıldığı zaman ‘yahu çok iyi bir komşuydu, iyi bir insandı’ denilecek kadar. ‘Oh be, gitti de kurtulduk’ dedirtecek davranışlarda bulunan müslümandan onu dini bile razı değildir.

 

d-Temiz Bir Çevre

Müslümanlara göre ‘temizlik imandandır.’ Her türlü temizlik tabi. Maddi ve manevi... Kalp temizliği önemli olduğu gibi, beden, ev ve çevre temizliği de.

Müslüman, yaşadığı çevreyi hesaba katarak yaşar. Çevre üzerinde başkalarının da hakkı olduğunu unutmaz. Hem yakın çevresini, hem de uzak çevresini temiz tutmaya özen gösterir. Evini, sokağını, mahallaesini, yani bulunduğu her yeri temizler, kirletmemeye dikkat eder.

Havayı, suyu, geniş çvereyi kirletecek işleri yapmaz. Çöplere dikkat eder, artıkları günün imkanlarına göre halleder. Dikkatli bir müslüman mesela fabrika sahibi ise, çevreye en ufak bir zarar vermekten sakınması gerekir. Çünkü onun üzerinde çocuklarının, anne babasının hakkı olduğu gibi, diğer insanların, çevrenin, tabiatın ve hayvanların bile hakkı vardır. O bunun bilincindedir. Dolaysıyla herkesin hakkına riayet eder.

Gayri müslimler müslümanlarla ilgili olarak ‘bunlar temizliğe dikkat etmiyorlar’ gibi bir izlenim ne kötü bir intibadır. Keşke onlar başkalarına şöyle söyletebileseler: ‘Müslüman gibi dürüst ve temiz’.

Gayri müslimlerin, müslümanların eliyle temiz bir çevre görmeleri haklarıdır.

 

e-İslâmı Duyma ve Canlı İslâmlar Görme

Müslümanların çevresinde yaşayan gayr-i müslimler onların aracılığıyla İslâmın güzelliklerini görme hakkına sahiptirler. Yani müslümanlar başkalarına inandıkları dinin mükemmelliğini göstermekle mükelleftirler. Bu da sözden ziyade ahlâkla, yaşantı ile, insanî ilişkilerle olabilecek bir şeydir.

Nitekim tarihte İslâmın bu güzel ilişkilerle yayıldığını görüyoruz. İslâmın başka ülkelere kılıçla, yani zorla yayıldığını iddia edenler yalan söylüyorlar. Çünkü İslâm toprak hakimiyeti değil, bir yürek fethidir. Gönüllü bir kabul ve yürekten gelen bir samimiyetle yaşanan bilinçli bir tercihtir. Bunun da baskı ile olmaycağı açıktır.

Bir fikir adamı şöyle diyor: “Müslüman, sen İslâmı öyle yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin”.

Avrupa’ya islâm adına güzel örnekler sunamayan müslümanlar sorumludur.

 

 

 

Bakılabilecek Kaynaklar:

Ağırakça, Ahmed, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Dâru’l Harb maddesi

        =Şamil İsl. Ans. Dâru’l İslâm maddesi

Akyüz, Vecdi, Kur’an’das Siyasí Kavramlar, İstanbul 1998

Dr. Beşer, Faruk, Fıkıh Penceresinden I, İstanbul 1994

Çelik, Mustafa, Dâru’l Harb Fıkhı, İstanbul, Tarihsiz

Ebu Zehra, Muhammed, İslâmda Beşerí Münasebetler, çev. H. Algül-O. Şekerci   

        İstanbul  Tarihsiz

Ece, Hüseyin K. Kur’an’da Üç Evliya, İstanbul 2004

Erboğa, Halid, Şamil İslâm Ansikopedisi, Dâru’l-Eman maddesi

Gökmenoğlu, Doç. H. Tekin, İslâmda Şahsiyet Hakları, Ankara 1996

İbni Teymiyye, Müslümanların Kafirlerle İlişkileri, çev.Heyet, İstanbul 1996

        =Siyaset, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1984

        =Velâyet Risalesi, çev. Heyet, İstanbul 1996

El-Kahtaní, Muhammed b. Yusuf b. Salim, el-Velâu ve’l Berâu, Yersiz, 1409.         

Türkçesi, İslâma Göre Dost ve Düşman, Harun Ünal, İstanbul 1991

Kapar, M. Ali, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebetleri, İstanbul 1986,

el-Kardaví, Yusuf, Müslümanlar Gayr-i Müslimlere Nasıl Davrandı? çev. B.  

        Eryarsoy, İstanbul 1985

Kaya, Remzi. Kur’an’da Dostluk İlişkileri, İstanbul 2000

Öccü, Mikdat, Kur’an’da Veli ve Velâyet, İstanbul 1997

Özalp, Ahmed, Şamil İsl. Ans. Velâyet maddesi

        =Şamil İsl. Ans. Veli maddesi

Özel, Dr. Ahmed, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1984

        =TDV İsl. Ans. Dâru’l Harb maddesi

        =TDV İsl. Ans. Dâru’l İslâm mdaddesi

Şekerci, Doç. Osman, İslâm  Ülkelerinde Gayri Müslimlerin Temel Hakları

İstanbul  1996.

Yalar, Mehmed, Gayri Müslim Bir Ülkede İslâmî Hayatın Problemleri, İstanbul

1993 

Yılmaz, Hüseyin, Kur’an Işığında Müslim-Gayri Müslim Münasebetleri, İstanbul 1997 

Hüseyin K. Ece

18.5.2007 Zaandam