a-Sözlük anlamıyla şehâdet;

‘Şehâdet’ veya ‘şuhud’; bir şeyi yerinde ve yanında gözlemektir. Bu gözleme kafa gözüyle olabileceği gibi kalp gözüyle de olabilir.

‘Şehâdet’ kelimesi farklı kullanım yerlerine göre, hazır olma, açık belirti demektir. Türkçe’de şimdilerde tanıklık diye ifade edilmektedir.

 

Türkçe’de kullanılan ‘şahit olma’, ‘şehâdette bulunma’ bu anlamlardadır.

‘Şehâdet’ türevleriyle birlikte Kur’an’da yüzelli kadar yerde geçmektedir. Bu türevlerden en çok kullanılan, ‘şehid’ (çoğulu: şüheda) ve ‘şâhid’ (tanık olan, gözleyen), ‘meşhûd’ (gözlenen, tanık olunan), ‘istişhad’ (tanıklık, gözleme, görerek bilip öğrenme) kelimeleridir.

‘Şehâdet ve şuhûd’ Kur’an’da  ‘ğayb’ın karşıtı olarak kullanılıyor.  

Allah (cc) hem ‘ğayb’ alemini hem de ‘şehâdet’ alemini bilir. (32 Secde/6. 39 Zümer/46. 59 Haşr/22. 62 Cumua/8)

Şehâdet âlemi; insanın duyularıyla algılayabildiği, görebildiği, bilebildiği, kısmen kullanabildiği alandır. Bu alan beşer için hareket alanı, yasamasını saplayan imkanların yer aldığı yerdir. Bu âlem aynı zamanda insanın kendi gerçeğini anlaması için önüne konulan bir ‘Hakikat”tir. Kişi bu hakikate şahit olursa, ‘gayb ve şehâdet alemi’nin arkasındaki Kudret Elinin farkına varır. O Elin her iki âlem uzerindeki tasarrufunu idrak eder. Bu idrak onu teslimiyete, bir diğer deyişle âlemle özdeşleşmeye götürür.

İnanan bir insan Allah’ın verdiği, yani insanın bünyesine yerleştirdiği şuur ve işaretle, ilim veya düşünce üretebilir. Bu ilim ve düşünce sayesinde de varlığı ve eşyayı tanır. Bu esya ister şehâdet âleminde olsun, isterse gayb âleminde olsun, farketmez. Zira bu tanıma (din diliyle: marifet) onu Yaratıcı’ya götürecektir.

İşte insanın bizzat kendisi ve onun ürettiği bilgi ve düşünce, Şahid olan Allah’ın ona verdiği bir ‘şehâdet’ olayıdır. O, Allah’ın kendi varlığının delili olarak yarattığı ‘şuhûd alemindeki/görünen evrendeki’ bazı şeylerin farkına varmaktadır. Bu fakında oluş, Allah’ın âlem üzerindeki tasarrufuna, oluştaki müdahelesine ‘şahit’ olmaktır. 

İman eden bir kimsenin imanı güçlendikçe, bunun doğrultusunda ilmi arttıkça basireti de artar. Tam tersi de mümkün; basireti artanın imanı da kuvvetlenir. Böyle bir iman tahkiki imandır ve sahibi marifet ehlinden sayılır, yani âriftir. Bu da bir anlamda kalp gözünün açılması, genişlemesi, anlayış derinliğinin kazanılmasıdır.

Basireti artan bir iman sahibi, âlemdeki Allah’ın ‘şahidlerini’ daha iyi anlar. 

Âlemdeki ‘şahitlerin’ farkına varmak kişiye ‘şehâdet’ etmeye ulaştırır.  Madem âlemdeki canlı cansız, yerde ve gökte olan her şey, kendi lisan-ı haliyle kendilerini yaratan ve sahibini tanıyor, O’nun Rabliğine şahitlik ediyorsa; öyleyse aklı başında, şuurlu bir varlık olan insana düşen de tıpkı evrendeki şeyler (eşya) gibi şahitlik mertebesine ulaşmaktır. Onlarla birlikte ‘şahitler’den olmaktır.

Bu ‘şehâdeti’ yerine getiren mü’minleri Kur’an söyle anlatıyor:

Onlar Bu Elçi'ye indirileni anlamaya başladıkları zaman gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün, çünkü ondaki hakikatin bir kısmını tanırlar; [ve] “Ey Rabbimiz” derler, “Biz inanıyoruz: öyleyse bizi hakikate şahitlik yapanlar ile bir tut. (5 Maide/83)

Allah (cc) kendi varlığına bizzat kendisi ‘şehâdet’ ediyor. Aynı şehâdeti melekler ve ilim sahibi kimseler de yaparlar. (3 Âli İmran/18)  

Şehâdetle aynı kökten gelen ‘müşâhede’; iyice gözlemek, hisleriyle bir şeyi anlamak, bir şeyde kesin bilgiye ulaşmak anlamlarına gelir.

Şehâdet, müşâhedeye hazır olmak, nefis ve duygularla bir şeyin varlığına şahid olmak, ona ait bir bilgiye ulaşmak ve sonunda bu bilgiyi açığa vurmak eylemidir.

 

b-Allah’ın Şehâdeti:

‘Şehâdetin’ en büyüğü Allah’a ait olandır.

Bu, O’nun tarafından yaratılan ve bilinen, ya da O’nun bildirdiği şeylerdir. (6 En’am/19)

Allah (cc), insana göre gayb olan âleminin de, insanın algıyabildiği veya ulaşalabildiği âlemin de şahididir. Her şey O’na göre bilinendir. Zira zaten her heyi O yarattı. O her şeyi bilir ve görür. (2 Bakara/181, 224. 3 Âli İmran/34, 121 ve diğerleri) Âlemde hiç bir şey O’na gizli değildir. (3 Ali İmran/5)

Allah (cc), âfakta (dış âlemde) ve enfüste (insan bünyesinde) bulunan âyetlerini insana göstereceğini belirttikten sonra, kendisinin her şeye şahid olduğunu haber veriyor. (41 Fussilet/53)

Her şeye şahid olduğunu söyleyen Allah (cc), insana, onun şah damarından daha yakındır. (6 En’am/19)  Öyleyse insan sürekli bu tanıklığın kontrolü altındadır. İman edenler bu gerçeği bilerek devamlı dikkatlidir. Ellerinden geldiği kadar salih amel işlemeye, iyilik yapmaya, iyilerden olmaya çalışırlar.   

Allah’ın insanı her an gördüğünün bilinmesi şuuru, ‘ihsan’ makamıdır ki mü’minlerin yücelecekleri en üstün makamdır. Yani, Allah’ı görüyor gibi davranmak, her Allah’ın şehâdetinin, gözetiminin, murakabesinin altında olduğunun şuuruna varmaktır. Kimileri bu gerçeğin farkında olmasa da, Allah her şeye şahittir,  her şeyin bizzat yanındadır.

b1-Allah’ın İsmi Olarak “Şehid”:

Allah’ın güzel isimlerinden (Esma-u Hüsna’dan) biri de ‘eş-Şehid’tir.

Allah’ın ismi olarak eş-Şehid, kendisinden hiç bir şey saklanamayan, her şeye şahid, ve hiç bir şeyi unutmayan demektir.

Şahit olma, bir şeyin bizzat yanında hazır olmayı hatırlatır. Allah ğaybı ve gizli-açık her şeyi bilmesiyle ‘el-Alîm-bilen’, her şeyden haberdar olmasıyla ‘el-Habîr-haberi olan’, açık ve ğayb olan şeylere şahid olması açısından da ‘eş-Şehid’tir.

İnsanlar bir şeyi ancak onu ulaştıkları, o şey kendileri için hazır olduğu zaman bilirler, ona şahitlik ederler. Allah (cc) ise, insanlar için hazır olmayan, insanların duyu organlarına kapalı her şeye ‘şahid’ olan, onları olduğu gibi bilendir.        

‘Şehid’ kelimesi yirmi kadar âyette Allah (cc) hakkında kullanılır. “Allah her şeye ‘şehîd’tir, -şâhidtir-’” veya “şehîd’ olarak Allah yeter’ şeklinde geçmektedir.  

“Rabbin sana yeterli değil mi? Şüphesiz O her şeye ‘şehid’tir.” (41 Fussilet/53)

“Allah, benimle sizin aranızda ‘şehid’ olarak yeter...” (17 İsra/96)

c-Peygamberlerin Şâhid Oluşu:

Kur’an Hz. Muhammed’i (sav) de ‘şehid’ veya ‘şâhid’ sıfatıyla anıyor.

O, hem kendi ümmeti için, hem bütün insanlar için bir ‘şahid’ olarak gönderilmiştir. O’na inanan mü’minler de insanlar üzerine ‘şâhid’ olmak durumundadırlar.

Ve Allah'ın dâvâsı için, O'nun yolunda gösterilmesi gereken en zorlu, en üstün çabalara girişin; [mesajına muhatap ve taşıyıcı olarak] sizi seçen ve din konusunda üzerinize bir zorluk, bir güçlük yüklemeyen O'dur: [ve size] atanız İbrahim'in inancını [izlemeyi öneren de O]. Elçi'nin sizin önünüzde ve sizin de tüm insanlığın önünde gerçeğe tanık olmanız için geçmiş çağlarda da, bu ilahî mesajda da, sizi “kendilerini yürekten Allaha teslim edenler”  diye isimlendiren O'dur. Öyleyse, salâtta devamlı ve duyarlı olun, arınmak için verilmesi gerekeni verin ve sımsıkı Allah'a bağlanın. Sizin gerçek Efendiniz O'dur; ne üstün, ne yüce Efendi; ne üstün, ne yüce Yardımcı!” (22 Hacc/78. 4 Nisa/41)

Peygamberler Hakikatın ve insanların Hakikat karşısındaki duruşlarının birer ‘şahid’idirler. (16 Nahl/84)

Kur’an, Hz. Muhammed’in bir ‘şahid’ olarak gönderildiğini sık sık

vurguluyor.

“[Sana gelince,] ey Peygamber, unutma ki Biz seni [hakikatin]

bir şahidi, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik,

[herkesi] O'nun izniyle Allah'a çağıran ve ışık saçan bir kandil olarak.” (33 Ahzab/45-46. Ayrıca bak. 48 Fetih/8. 73 Müzemmil/15)

d-İnsanların Şâhid Olması:

Kur’an’da ‘şehid’ (çoğulu; şühedâ) kelimesi Allah’ın (cc) hakkında kullanıldığı gibi insanlar hakkında da kullanılmaktadır. Bu kullanımlar daha çok Türkçe’deki ‘şahitlik-tanıklık’ anlamındadır.

İslâm ümmeti diğer insanlar üzerine ‘şühedâ’-şahidler’ olarak seçilmiştir.

“Böylece sizi, insanlara ‘şühedâ (şahitler ve örnek) olmanız için vasat (orta) bir ümmet kıldık: Peygamber de sizin üzerinizde ‘şehid-tanık’ olsun…” (2 Bekara/143)

Allah (cc) zafer ve hüzün günlerini insanlar arasında devredip durur. Bunun sebebi, Allah’ın insanlar arasından ‘şühedâ-şahitler veya şehitler’ seçmek istemesidir. (3 Âli İmran/140)

Mü’minler, Mahşer meydanında şehâdet sahibi kimseler (şühedâ) ile beraber olmayı isterler. (3 Âli İmran/53) Zaten Allah’a ve Rasulüne itaat eden kimseler her zaman peygamberler ve ‘şühedâ-Hakikate gönülden şahitlik yapanlar’ ile beraberdirler. (4 Nisa/69. 3 Âli İmran/140)

Hz. Muhammed (sav) nasıl bir ‘şehid-şâhid’ ise, O’nun ümmeti de insanlar üzerine bir şehidler (şüheda) cemaatidir. (2 Bekara/143. 22 Hacc/78)  

Müslümanlar, aslında Hakikatin canlı şehid-şahitleridir. Türkçede şehit diye bilinen, Allah yolunda can verenler ise fiilî şehitlerdir.

Onlar, Allah’ın (cc) kendi yolunda can verenlere ne gibi mükâfatlar vereceğine şahit olduklari için; ‘şehit’ ismini alırlar.

Onlar, şehâdetlerini canlarıyla ortaya koyan, Hakikatin fedâkar şahitleridir.

Onlar, şehâdeti yürekden dile, dilden bedene, bedenden de cana taşıyan; en cesur şahitlerdir.

Onlar, yüreklerinde kökleşen şehâdet iddiasını can vererek isbat eden sadıklardır.

Onlar, sürekli diri kalabilmeyi, şehâdetlerinin hülasası olarak hak eden ölümsüz şahitlerdir. (3 Âli İmran/169-171. 2 Bekara/154)

e-Şehâdet ne demektir?

İnsan, gerek aklıyla, gerekse duyularıyla bir şeyin doğru olduğunu anlarsa, ya da o şeyin doğru olduğundan emin olursa, onu itiraf eder, onun öyle olduğuna tanıklık eder. Tanıklık ettiği şeyin var oluşundan asla şüpheye düşmez. O şey önündedir, bildisi dahilindedir, isbatlıdır, delili vardır.

Şehâdet/Tevhid Kelimesini söylemek, Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmektir. Yani bu kelimenin ortaya koyduğu bilginin, ifadenin doğruluğundan emin olmak, onun doğruluğuna şahid olmak demektir. Burada hislerle bir şeyin doğruluğu gözlenmiş, emin olunmuş ve bu doğrulayıcı tavır bir ‘şehâdetle/tanıklıkla’ ortaya konulmuştur.

İnsanın var olması bir anlamda ‘şehâdeti’ yerine getirmesi içindir. Bazı mü’minlerin “Yarabbi! Bizi şâhidlerden yaz” diye dua etmeleri bu gerçeğe işaret etmektedir. (3 Âli İmran/53. 5 Maide/83)

İmanı olgun mü’minler, böyle bi ‘şehâdeti’ hakkıyla yerine getiren, bunu ifadeleri, fiilleri ve tercihleriyle ortaya koyan kimselerdir. (70 Mearic/33)

Kur’an, bu ‘şehâdeti’ insanlara bildirmek için indirildi dense yanlış olmaz.

Kur’an, insan bünyesindeki ve kâinattaki kevnî (varoluş) âyetlerine dikkat çekerek, o ayetlerin ifade ettiği gerçeğe şahitliğe çağrı yapıyor.

Zira bu şahitlik bir mahkemedeki herhangi bir aolayla ilgili yapılan tanılıklık değildir.

Bu şehâdet, iki kişi arasındaki bir anlaşmaya şahid olmak da değildir.

Bu şehâdet; ciddi bir adım, hayatî bir karar, insanın bütün bir hayatını kuşatacak bir seçim, insanla ilgili her şeye yön veren bir tercihtir.

Bu şehâdet ne yaptığının farkında olmak, neyi kim adına yapacağını karar vermek, yapması veya yapmaması gerekenleri anlamak, hangi değerleri kuşanacağını bilmektir.

Bu şehâdet kime ve niçin söz verdiğinin farkında olmaktır.

f- Şehadet/Tevhid Kelimesi (Şehâdet Bilinci)

Bilindigi gibi sehadet kelimesi:

“Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasûlühu” cumlesidir.

Türkçesi: Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah (tanrı) yoktur ve yine şehâdet ederim ki Hz. Mhammed O’nun kulu ve rasûldür (elçisidir).

Tevhid Kelimesi:

‘Lâilahe illallah muhammedu’r-rasûlullah”dır.

Türkçesi: Allah’tan baska ilah (tanrı) yoktur, Hz. Muhammed O’nun raslüdür (elçisidir)

Hz. Muhammed (sav), “İslâm, beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve rasülü olduğuna şehadet etmek,...” buyurmuştur. (Buhârî, İman, 11, 2; Müslim, İman, 19-22; Tirmizî, İman, 3; Nesai, İman, 13 )

Buna göre İslâm şehâdet üzerine bina edilmiştir. Ya da İslâm binasının giriş kapısı şehâdettir. Eğer İslâm daire gibi bir bütünse, şehâdet o dairenin kendisidir. İslâma ait ne varsa hepsi o dairenin içindedir.

Bir kimse; demişse/diyorsa; o, daireden içeri girer, o dairenin içinde olanları kabul eder demektir. 

g-Şehâdetin süreci

Sehâdetin insan bünyesinde üç zamanını görmek mümkündür:

1-Allah’ın (cc)  insanların benliklerini kendi Gerçeğine şahid tuttuğunu Kur’an haber vermektedir. Bu ‘elest bezmi’ diye bilinen sözleşmedir (misak’tır). Bütün insanlar fitratlarıyla Allah’a ve O’nunla ilgili gerçeklere ‘şehâdet’ etmişlerdir ve etmektedirler.

“VE SENİN RABBİN, her ne zaman Âdemoğulları'nın sulblerinden onların soylarını çıkaracak olsa, onları kendileri hakkında tanıklık etmeye çağırır: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar, cevaben: “Elbette!” derler, “Buna tanıklık ederiz!” [Bunu, böylece hatırlatıyoruz ki] Kıyamet Günü'nde, “Doğrusu, bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz,

yahut: “Aslında, önce (biz değil,) atalarımızdı Allah'tan başkasına tanrısal nitelikler yakıştıranlar; biz sadece onların izinden yürüyen bir kuşağız; öyleyse, bâtılı ihdas edenlerin işlediklerinden dolayı bizi mi helâk edeceksin?” demeyesiniz.” (A’raf, 7/172-173)

“Metnin orijinalinde, bu bölümde geçmiş zaman kipi kullanılmaktadır (“çıkardı”, “onlara sordu” vb.). Ne var ki, yukarıda “soru” ve “cevap” tarzında mecazî bir yolla anlatılmak istenen vaka, mahiyeti itibariyle, sürekli bir tekerrür ifade ettiğindendir ki, bu devamlılığın şimdiki zaman kipiyle ikinci bir dile aktarılması, anlatılmak istenenin anlaşılmasını oldukça kolaylaştıracak gibi geldi bize. Kur’an'a göre, Mute‘âl Kudret'in varlığını sezme, algılama yatkınlığı insanda yaratılıştan (fıtrat) var olan bir hususiyettir; sonradan, kendini-beğenmişlik, nefsine-düşkünlük gibi arızî duygular eliyle ya da yoldan çıkarıcı çevresel etkilerle üzeri örtülebilir, bulandırılabilir olsa da, böyle içsel, sezgisel bir idrak imkanının varlığıdır ki, akıl sahibi her insanı Allah'ın önünde “kendi hakkında tanıklık yapma”ya yöneltmektedir.”(M. Esed, Meal )

2-İnsan dünyaya geldikten sonra, dünya hayatının cazipliğe kapılarak bu ‘şehâdeti’ unutabilir. Ahirette ona ‘sana bir uyarıcı peygamber gelmedi mi?’ sorusu sorulduğu zaman ‘nefislerimize karşı şehâdet’ ederiz’ derler. (6 En’am/140)

Bu itiraf, hem varlık dünyasının Allah’a ait olduğunu, hem de varlığın sahibi Allah’ın insanlara elçiler gönderdiğini kabul etmektir. Böylece iman edenler dünya hayatında da bu ‘şehâdeti’ sürdürmeye davet ediliyorlar.

Melekler, bu gerçeği itiraf ederler. İlimden nasibi olan bazı alimler de elde ettikleri bilgilerle bunu kabul ederler. Çünkü onların elde ettiği bilgiler zaten Allah’ın Rabbliğinin şahitleridir. (Âli İmran, 3/18)

3- Kişi zaman içerisinde bilerek ve farkında olarak, gerek bünyesine yerleştirilen âyetlerden, gerek âlemdeki kevnî âyetlerden, gerekse çevresinden edindiği şuurla Hakikat’i anlar. Buna şahit olduğunu hem kendi nefsine hem de etrafındakilere ilân eder.

Bu bir taraftan varlığının ve varlığın dayandığı kaynağın, ya da varlığına sebep olan gücün farkına varmak, bir taraftan da hayatı anlamlandırmada çıkış noktasını, dayanağını seçmektir.

Böyle bir tanıklıkla yola çıkan kimse bütün bir hayatını bu şehâdet üzerine bina eder. Bu şehâdetini her gün bir şekilde defalarca yeniler. Bu yenileme tefekkür ile olabileceği gibi, zikir (hatırlama) ile ve itaat (ibadet) ile de olur.

Bu şehâdet süreci sürekli yenilenen, sürekli kuvvetlenen, iman eden her yürekte kök salan, hayata yansıyan ve şehâdet âlemiyle bütünleşen bir farkında oluş, bir itiraf, bir söz veriştir.

“Size bundan önce müslüman ismini O verdi. Bunun sebebi, Rasûl sizin üzerinize, sizler de insanlar üzerine ‘şehid’ (tanık) olasınız diye.” (Hacc, 22/78)

 

2-Şehâdetin kapsamı ve bölümleri

Şehâdet veya Tevhid Kelimesi iki bölümdem meydana gelir. Birinci bölüm Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik, ikinci bölümde ise Hz. Muhammed’in O’nun son elçisi olduğunu kabul etmek yer alır.

Şüphesiz her iki cümle de dilde tekrar edilen bir zikir’den çok daha geniş manası ve önemi olan bir iman itirafıdır. Müslümnlar bunu her namazda, her et-Tahiyyatü’yü okuyuşta, her gün hatırladıkça söylerler. Böylece şehâdetlerini tazelerler, tanıklıklarını güçlendirirler.

İslâm bir bina ise onun giriş kapısı şehâdettir. İslâm bir bahçe ise o bahçeye şehâdet kapısından girilir. Kapıdan giriş, bahçeye/binaya giriş iznidir. Girilen mekana dahil olmak, nereye girdiğini farketmektir.

İslâm bir daire ise şehadet o daire içinde olan her şeyi kapsar. Müslüman olmak isteyen bir gayri müslim öncelikle Şehâdet veya Tevhid kelimesini diliyle söylemeli, kalbiyle tasdik etmeli. Müslümanlar da Şehâdet ile ne dediklerini bilmeliler. Şehadet etmenin gereğini yapmalılar.

Bu tasdik sadece Şehâdet kelimesindeki ifadeleri tasdik değil, İslâmı kabuldür. İslâmı din olarak, dünya görüşü olarak, yaşama biçimi olarak seçmektir.

Bir kimse günde yüz defa, iki yüz defa, daha az veya daha çok diliyle Şehâdet/Tevhid Kelimesini tekrar etse, ama ne dediğinin farkında olmasa, maksat bu değildir. Şehâdet nakarat halinde tekrar edilen sıradan bir söz, dile pelesenk yapılan bir söylem değildir.

Asıl amaç aşağıda geleceği gibi, -veleki günde bir defa söylensin-, ne dediğinin farkında olmak, gereğini yapmaktır. O, yalnızca tesbih âletleriyle yapılan bir tekrar değil; bunun ötesinde çok daha önemli bir tercih, bir söz veriş, bir kimlik kuşanması, farklı bir hayatı (İslâmın öngürdüğü hayatı) yaşamaya karar vermektir.

* Birinci bölümün muhtevası;

“Eşhedü en lâ ilâhe illallah” veya “Lâ ilâhe illah” diyen bir kimse aşağıdaki şeyleri yapmış olur:

a-Tanıklık yapmak

Bütün benliği ile, şüphesiz ve tereddütsüz bir şeklide Allah’ın ilâh ve rab oluşuna şehâdet eder. Gözüyle gördüğünden, kulağıyla duyduğundan, eliyle dokunduğundan, daha kesin, daha emin bir şekilde bilir ve inanır ki Allah’tan başka tanrı olamaz. İlah olarak sadece O var. Her ne kadar O ilah kendisi için ‘ğayb’ olsa da, sanki yanındaymış, bizzat görüyormuş, bizzat şahit oluyormuş gibi inanır. Kur’an’ın deyişi ile; ‘yakîn’ bir şekilde kabul eder. (Bakara, 2/4)

O’nu bütün kemal sıfatlarıyla, bütün Esmasıyla, filozofların ve bilginlerin değil; peygamberlerin ve Kur’an’ın tanıttığı gibi kabul eder. Bunu diliyle itiraf eder, kalbiyle tasdik eder.

b-İdrak etmek

Şehâdeti söyleyen ne dediğinin, ne yaptığının; neyi kabul neyi reddettiğinin farkındadır. O bununla Hakikat’i anlar, Hakikatin kimden geldiği ve ne getirdiğini bilir. Âlemlerin Rabbi Allah’ı ve O’nun özelliklerini idrak eder. Anlar ki, Allah baki, kendisi fani. Yaratıcı O, mahluk kendisi. Her şeyin sahibi O, kendisi ise O’na muhtaç. Gelişi O’ndandır, yine O’na dönecektir.

İdrak eder ki, tek Mutlak Varlık O’dur. O’nun dışında her şey, O’nsuz bir mana ifade etmez. Her şey O’na nisbetle bir anlam kazanır. Her şey O’na nisbetle bir ad alır.

c-İnsan yapılı tanrıları reddetmek;

İnsan Allah’tan gelen hidayeti unuttuktan sonra, inanma/tapınma ihtiyacını karşılamak üzere tarihten beri sayısız din ve tanrı uydurmuştur. Gerçeği bulamayınca sahtesine veya yapma olanına sarılmış, Mutlak Varlık’a ibadeti unutmuş, yapay tanrılardan medet ummuştur.

Şehâdeti söyleyen bir müslüman; her ne şekilde olursa olsun, hangi sıfatla karşısına gelirse gelsin; bütün yapay, uydurma, icat edilmiş tanrı varsa, tanrı sıfatı verilmiş ne kadar uydurma güç odakları varsa; hepsi reddeder.

“Lâ ilâhe” der ve âdeta bütün bâtıl din mensuplarına ilân eder ki; “hayır, hayır, hayır; binlerce hayır. Sizin tanrı saydığınız şeyler, tanrı değil, sizin uydurmalarınızdır. Hepsini reddediyorum. Şehâdet ederim ki İlâhlık hakkı da, Rablik hakkı da âlemlerin Rabbi Allah’ındır.”

d-Söz vermek;

Şehâdet aynı zamanda bir sözleşmedir, bir ahidtir.

“Elestü birabbikum” misakının yeniden ete kemiğe bürünmesidir. Zaten insan fıtratı, tabii olarak, ruhlar âleminde bu şehâdeti yapıp durmaktadır. Her varlık, her an, her salise kendi hâl lisanıyla bu tanıklığı ortaya koymaktadır. Şehâdet getiren bir insan bedenindeki hücrelerin her an yapıp durdukları şehâdeti lisana döker, gün ışığına çıkarır.

Şehâdet ‘i kabul eden bir mü’min şehâdet ettiklerinin gerçekliğini itiraf ettiği gibi, neyi kabul ettiğini amelleriyle de tasdik eder.

Bu şu demektir: Müslüman Kur’an’da ne varsa, Hz. Muhammed (sav) İslâm adına ne getirmişse öncelikle kabul eder, iman eder. Bu, iman aynı zamanda kabul edilen şeyleri yapmaya da bir sözdür.

Mesela; Ramazan orucunun farz olduğunu kabul etmek, imandır. Ancak bu iman sadece sözle ‘tamam, kabul ediyorum’ demek değildir. Bu, Ramazan ayı geldiği zaman oruç tutmaya bir sözdür.

Kur’an’a iman etmek, içindeki hükümleri uygulamak üzere kabul etmektir. Kur’an’ın doğrultusunda düşünmek, onun getirdiği bakış açısına sahip olmak, onun değerlerini benimsemektir. Onunla şuurlanmak, onunla basiret ve feraset sahibi olmaktır.

Şehadeti söyleyen bir müslüman İslâmın emirlerine elinden geldiği kadar uyacağına, yasaklarından elinden geldiği kadar kaçacağına söz veriyor demektir.

e-Berat vermek;

Yani insanlara ilâh olarak Allah’ı kabul ettiğini, din olarak İslâmi tercih ettiğini, İslâmın getirdiği dünya görüşünü benimsediğini, İslâmın değerlerini en üsten değerler bildiğini çevresine, diğer insanlara duyurmaktır.

Bu bir anlamda berat, yani bildiri/duyuru vermek gibidir.

f-Sınır cizmek;

Şehâdet etmek haddini bilme şuurudur.

Yani insan olarak konumunu, görevini, gücünü ve irade kapasitesini tanıma, anlama, kafayı öne alıp düşünmek demektir. Allah’ın makamını, ululuğunu, yüceliğini, insan ve kâinat üzerindeki tasarrufunu anlamaktır. İnsanın konumunu, yerini, görevlerini ve haddini anlamaktır.

Zaten O’nu hakkıyla tanıyan (ma’rifet sahibi olan), kendi konumunu bilir, ona göre davranır, ona göre sınırının farkındadır. Kibirlenmez, dik kafalılık etmez, boyundan büyük işlere kalkışmaz, mülkünde yaşadığı Sahibine karşı mütevazi olur.

“O Allahtır, ben ise O’nun kuluyum. O’na ilâhlık yaraşır, bana kulluk. O ölümsüzdür, ben ise faniyim. O her şeye sahiptir, ben ise O’na muhtacım. O Kadir-i Mutlaktır, ben ise acizim. O, her şeyin sahibidir, ben ise hiç bir şeye sahip değilim” der.

g-Kimlik ilanı;

Şehâdet etmek kimliği açıklamaktır.

“Ben müslümanım. Allah’ı Rab, Kur’an’ı kitap, Hz. Muhammed’i peygamber, İslâmı kimlik olarak seçtim. Bu tercihim biliçli ve farkında olunan bir tercihtir. Değer yargılarım, bakış açım, dünya görüşüm, ahlâkım ve tavırlarım buna bağlıdır.

Kendimi İslâmın dışında hiç bir kimliğe nisbet etmem. İslâm –M. İkbal’in  deyişiyle- benim anam-babamdır. İslâm benim için en üst ve alt kimliktir. Bir ülkenin vatandaşı olmam, bir ırka/kabileye mensup olmam, bir grupla çalışmam, bir gelenekten gelmem hiç bir şeyi değiştirmez” demiş olur.

Allah katında bunların hiç bir değeri yoktur. Değerli olan O’nun bize gönderdiğini bilinçli bir şekilde benimsemektir. O’ndan gelene razı olup, öpüp başa koymaktır.

İslâmî kimlik ‘vahiy’le şekillenir, vahyin terbiyesinden geçer ve vahyin kontrolünde işlerlik kazanır. Müslüman Vahyin, getirdiği ölçülerle bakar, o ölçülerden dışarı çıkmamaya çalışır, o ölçüleri hayatında rehber edinir.

 

4-İkinci bölümün muhtevası

“ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasûlühu” diyen bir müslüman şunları yapmış olur.

a-Hz. Muhammed´i tanımak;

Abdullah’ın oğlu Hz. Muhammed (sav) bir insandı ama bir peygamberdi. O kendi çabasıyla, kendi iddiasıyla, okuyup diploma alarak peygamberlik kazanmadı. O’nu Allah (cc) insanlar arasından elçilik görevi yapmak üzere seçti.

Şehâdet getiren bir müslüman O’nun şu tarihte Mekke ve Medine’de yaşadığını, yirmiüç yıl peygamberlik yaptığını, peygamberlik görevini hakkıyla yerine getirdiğini kabul etmiş olur. Hz. Muhammed’e peygamber (rasûl/nebi) olarak inanır.

b-O’nu kul bilmek;

O bir melek değildi. O bir insandı, Allah’ın şerefli kuluydu. O’nda bir ilâhın özellikleri olmadığı gibi, O mütevazi, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluydu.

O, Allah’a kul (abd) olmaktan şeref duyar, kendisine böyle hitap edilmesini isterdi.

c-O’nu son rasûl bilmek;

Muhammed (sav) Allah tarafından insanlara gönderilen son elçidir (Hatemu’l-enbiyâ’dır).

O’ndan sonra bir daha rasûl /nebi gelmeyecek. O’ndan sonra kim peygamber olduğunu iddia ederse, müslüman ona yalancı gözü ile bakar. Asla ona itibar etmez.

d-O’nun getirdiklerini kabul etmek;

O’nu tanımak, Allah’tan getirip tebliğ ettiklerini, O’nun din adına bildirdiklerini benimsemiş olur. Şehâdeti yürekten söyleyenin bu konuda tereddütü olmadığı gibi, acaba sorusunu da sormaz.

O, müslüman olmanın Vahy’e teslim olmak olduğunun farkındadır.

e-O’nu örnek almak ve izlemek;

Allah (cc) Hz. Muhammed’i müslümanlar için en güzel örnek seçmiştir. (Ahzab, 33/21)

Bunun anlamı şudur: Allah (cc) Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu kulluktan razıdır. Siz de öyle yaparsanız, sizin kullunuğunuzdan da razı olur. Razı olmakla kalmaz bol bol ecrini/karşılığını verir.

Şehâdeti söyleyen kulluğunu Kur’an ve Peygamberin Sünneti doğrultusunda yapacağına söz vermiş olur.

Zaten peygamberi izlemek O’na din konusunda itaat demektir. (Âli İmran, 3/32, 132. Nisa, 4/14, 59, 80)

f-O’nun yolunu sürdürmek (şahit olmak);

Şehâdeti söyleyen müslüman iki görevi yüklenmiş olur.

Öncelikle kabul ettiği dinî yaşamak, sonra da yaşadığını dini hakkıyla temsil etmek. Bu da davet, tebliğ, ‘emr-i bi’l-ma’ruf nahy-i ani’l-münker/iyilikleri yaygınlaştırmak, kötülüklere karşı mücadele’ görevidir.

Müslüman sözüyle, tercihleriyle ve eylemleriyle inandığı dinin, peşine gittiği Peygamberin canlı şahidi/şehididir.

“Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik ki [hayatınızla] tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız ve Elçi de sizin huzurunuzda ona şahitlik yapsın. Ve Elçi'ye uyanlar ile ökçeleri üzerinde gerisingeri dönenler arasında açık bir ayrım yapabilmek amacıyla senin, [ey Peygamber,] daha önce yöneldiğin hedefi [bu topluluk için] kıble olarak tayin ettik: Şüphesiz bu, Allah'ın doğru yola ulaştırdığı kişilerden başka herkes için zor bir sınavdı. Allah sizin inancınızı kesinlikle gözardı etmeyecektir; zira, unutmayın ki Allah insana karşı en şefkatli olandır, rahmet kaynağıdır.” (Bakara, 2/143)

          “Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size "müslümanlar" adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekatı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!” (Hacc, 22/78)

Tekrar vurgulama gerekir ki ‘şehâdet’ olayı, Allah’a, O’nun bütün âyetlerine ve Hz. Muhammed’in İslâm adına ortaya koyduklarına güçlü bir tanıklıktan sonra, bu tanıklığın bir gereği olarak O’nun dinini iman, salih amel ve güzel ahlâkla yaşamanın adıdır.

İşte bu müslümanın kimliği, tercihi ve dünya görüşüdür. Böyle yapan bir müslüman (Hakikat açısından) canlı şahid/şehid sayılır. Eğer inandığı değerler uğruna çalışır, çaba gösterir, infak eder, emek ve ter dökerse; sonunda da bu uğurda can veririse, böylece hem dünyada, hem de ahirette şahitlerden yazılır.

“Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddikler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisa, 3/69)

Hüseyin K. Ece

18.4.2009

Zaandam/Hollanda