-      Giriş

Her müslüman efendi  olmalıdır. Ama efendilik ilim adamına daha çok yakışır.

Herkes vakar sahibi olmalıdır. Ama vakar ilim adamının üzerinde daha güzel durur.

 

Teenni ile (düşünerek)  hareket etmek herkese tavsiye edilir. Ancak ilim adamı teenni ile hareket ederse daha uygun olur.

Nefsine ve öfkesine hakim olmak herkese önerilir. Ama bu güzel huy ilim adamına daha çok uygundur.

Cömertlik herkes için güzel bir huydur. Ama alimin cömert olması çok daha iyi sonuçlara sebep verir.

Her müslümana basiretli davranması emredilir. Ancak basiret/feraset ilim adamına daha çok yakışır.

Ilim adami, cahilce, aceleci, öfkeyle ve nefsâni hareket etmez. Herhangi bir konuda hüküm verirken, değerlendirme yaparken, eleştirirken ölçüyü kaçırmaz.  Karşılaştığı sorunun veya konunun, ulaştığı bir bilginin ve sonucun farklı boyutları olabileceğini, gördüğü ve inandığı şeylerin bir de ötesi, farklı bir sebebi veya hikmeti olabileceğini hesaba katar.

İlim adamının bu özelliğine isterseniz basiret, isterseniz feraset, isterseniz akl-ı selimle (sağ duyu ile) hareket etme deyiniz, farketmez.

-      Basiret nedir?

‘Basiret’in kökü ‘basar’dır. Bu da sözlükte; idrak etmek, görmek, şâhit olmak

gibi anlamlara gelir. (Müfredât, Lisanu’l-Arab, 1/93. Kamusu’l-Muhît, s: 351)

Basiret ise; doğru ve ölçülü bakış, uzağı görebilme, kavrayış, bir şeyin iç

yüzünü anlayabilme, feraset, kalb ile görmek demektir. (R. El-Isfehani, Müfradât, s: 63)

Kur’an, ‘basar’ kelimesini normal ‘görme, tanıma’ anlamında kullandığı gibi

‘basiret’ formuyla; gerçeği keşfetme, doğru yolu tanıma, gerçeği yalandan, Hakk’ı batıldan ayırma yeteneği, idrak etme, kalbin anlaması manalarda kullanmaktadır.

Bir hadiste basîretin beş duyudan biri olan gör­menin ötesinde ruhî bir meleke

olduğunu ifade ediliyor: "Ruh bedenden ay­rıldığında görme gücü de (basar) onun­la birlikte gider" buyurmuştur (Müslim, Cenâ'iz/7, 9)

-      Basiretin boyutları

Basiret, idrakin gücü, anlayış derinliği, aklın iyi kullanılması, işlerin gizli

taraflarına nüfuz edebilme bir şeyin aslını ve gerçeğini idrak edebilme kabiliyetidir. Bu da aynen şöyle demek gibidir: Aydınlanmış (münevver olmuş) bir kalp, eşyanın hakikatini görebiliyor, künhünü anlayabiliyor. Tıpkı baştaki gözün eşyanın dış görünüşünü gördüğü gibi.

Her türlü manevi faaliyetin merkezi kalptir. Kalbin de dışarıya açılan iki

penceresi vardır. Bu pencerenin biri, duymak (sem’i) diğeri ise, görmek’tir (basar/basirettir). Duymak kulağın, görmek ise gözün gücüdür/fonksiyonudur. Ancak her iki fiil de kalbin bir faaliyeti olarak da kullanılır.

* Kalbin duyması; kulağın duyduğu şeyi anlaması, kavraması ve niteliğini tesbit

etmesidir.

* Kalbin görmesi; gözün gördüğü, kulağın işittiği, aklın düşündüğü ve öğrendiği,

kendisine ulaşan şeyi anlaması, idrak etmesidir.

Manevi körlük ve sapıklıkta olmak, feraseti bağlanmak tam bunun karşıtıdır.

Manevi körler, sadece kafa gözüyle görürler, ötesini göremezler. Gördükleri maddi cismin ötesindeki anlam üzerinde düşünmezler. Önlerinde duran cismin foknsiyonunu düşünmek istemezler. Olayların arka planı üzerinde fazla durmazlar.

Şu âyet bu gerçeği yalın bir biçimde haber veriyor: “Eğer onları doğru yola

çağırsan işitmezler. Görürsün, sana bakıyorlar (nazar ediyorlar), oysa onlar görmüyorlar (basiretleri yok).” (7 A'raf/198). Kendilerine davette bulunan Peygamberi cisim veya madde olarak görmek önemli değil. Önemli olan onun davetini ve o davetin arkasındaki gerçeği anlamaktır. 

Duyular dünyasında herhangi bir sesi duymayan kimseye sağır denir.  Ancak, Kur'an, Hakk’ı duydukları halde anlamayanlara, idrak etmeyenlere  ve  İslâma teslim olmayanlara ‘sağır/summ’, bunları görmeyenlere, anlamayanlara, üzerinde düşünmeyenlere de ‘kör/a’mâ’ diyor.

‘Basiret’; kavram olarak duyular üstü bir görme, bir kabiliyettir. Bu bir anlamda kalbin görmesi ya da kalbin bir şeyi idrak edip anlamasıdır. Baştaki göz fizik şartları hazır olduğu zaman eşyayı görür. Kalp ise bu fizik şartlara bağlı görmenin ötesinde, Allah’tan kaynaklanan bir kabiliyetle eşyanın ötesini anlayabilme, ötede saklı gerçeği keşfedebilme, sonsuza uzanabilme yeteneğine sahiptir.

İdrak, bir şeyi anlamadır. ‘Basiret’ idrakin bu yüceliğe ulaşmasıdır. İnsan, evrendeki duyular ötesi özellikleri, insanın derinindeki sırları, eşyadaki ilâhí izleri bu ‘basiret’ duygusuyla idrak eder, anlar.

Allah’ın âyetleri, insanın gerçeği görmesini, kalp gözünün açılmasını sağlayan nur ve belgelerdir. Bunları görmemek, bunlarla kalbi aydınlatmamak, tek kelime ile körlüktür, tam bir cahâlettir.

-      Basiret - iman ilişkisi:

İman etmek kişiye ‘basiret’ kazandırır. Tersi de mümkün. Basireti güçlü

olanların imanı da güçlenir. Bu tıpkı ‘iman-takva’, ‘iman-ibadet’, ‘iman-ihlas’, ‘iman-sevgi’  bağlantısına benzer. ‘Basiret’ iman eden yüreklere indirilmiş ilâhí bir nûr’dur. Allah’ın ‘el-Basîr’ isminin iman eden kullarda bir yansımasıdır. Esmâu’l-Hüsnâ’nın pek çoğunun insan veya müslüman üzerindeki tecellisi gibi. 

Mü’min bu nûr (ışık) sayesinde Hakk’ı anlar, idrak eder ve gereğini yapar.

Allah’ın âyetleriyle karşılaştığı zaman, ne anlama geldiklerini kavrar, yani bütün âyetler onun için bir anlam ifade ederler. Basiret sahibi bir kimse için âlemde anlamsız bir şey yoktur.

Sürekli salih amel işleyen mü’minlerin kalpleri temiz olduğu için basiretleri

etkin haldedir. Günahlarla ve isyanla kirletilmemiş bir kalp nûr (aydınlık) içerisindedir. Mü’min bu nûr ile eşyanın, yani insana sunulan her türlü âyetin ötesini idrak eder, bu idrak ve kavrama sonrasında da teslimiyetini artırır.

İnkârcıların ve inatçı müşriklerin kalpleri bu görevini yapamaz. “Onların

kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar.” (7 A’raf/179)

Basiret (ferâset) sahibi olanlar, Hakk’ı ve O’nunla ilgili şeyleri anladıkları gibi,

baktıkları zaman da Allah’ın nûruyla bakarlar. (Tirmizí, Tefsir/16, (3127))

-      Basiret – ilim ilişkisi

Basar, yalnızca kafa gözü ile görmek değildir. Meselâ bir âyette şöyle deniyor:

Hiçbir beşerî görüş ve tasavvur O'nu kuşatamaz, halbuki O her türlü

beşerî görüş ve tasavvuru çevreleyip kuşatır: zira yalnız O'dur (hikmetine) tam nüfûz edilemez olan, her şeyden haberdâr bulunan. (6 En’am/103)

Burada geçen görme; baştaki göz ile görme olduğu gibi asıl anlamı, insan O’nun

mahiyetini tam anlamıyla tanımayamaz demektir. Zira Allah (cc) ma’kulatın değil, mahsusatın ilgi alanındadır. Allah’ın mahiyeti akıl tarafından bilinemez ama O (cc) eserleriyle yani her türlü âyetleriyle tanınır. Allah (cc) için, O bilinir denilmez, ama O (cc) tanınır denilir. Gözler ve bilgi dünyası ne kadar güçlü olursa olsun, asla Allah’ı göremez, mahiyetini, her hangi maddi bir şeyi biliyor gibi bilemez.

Basiret sahibi olan O’nu kendi eserleriyle, âyetleriyle ve insanın algı dünyasına

serdiği belgelerle tanıyabilir, O’nun hakkında ârif (ma’rifet sahibi) olabilir. Bu sıradan bir eşyayyı tanıma, şimdiye kadar bilinmeyen bir şeyi keşif yoluyla bilme, bir şey hakkında malumat sahibi olma değildir. Bu, O’nu, O’nun Rabliğini, tasurruflarını ve fiillerini idrak etme ve tanımadır.

Bu şekilde ma’rifet ehli olan kimselere de ‘basiret sahibi’ de denilir. Zira

onlar hem akıllarını Allah’ın verdiği nûr ile sağlıklı bir şekilde kullanırlar, hem de Allah’ın âyetlerini çiğneyip geçmezler. Onların yaratılış hikmetleri, üzerlerine hakim olan gücü, arkalarındaki sakladıkları görünmez hakikatleri tefekkür ederler.

Kur’an şöyle buyuruyor: “Kaldı ki, göklerde ve yerde nice âyetler, işaretler

var ki, onlar [üzerinde düşünmeden] sırtlarını çevirerek yanlarından geçip gidiyorlar!” (12 Yusuf/105)

Basiret sahibi olmayan bakar körler, kalp gözü kapalı olanlar; Allah’ın âyetleri

karşısında sağır ve kör kesilirler. Ne o âyetleri anlarlar, ne de o âyetlerin  arkasındaki gerçekleri idrak ederler. Sürekli günah ve isyanda oldukları için kapleri bu basiret nûrunu kaybetmiştir. Bu nedenle Hakk’ı anlamakta, kabul etmekte ve gereğini yapmakta güçlük çekerler.

Onların bu körlüğü karanlık gibidir. Tıpkı görmenin, yani basiret sahibi olmanın

nûr (aydınlık) olduğu gibi. (35 Fatır/19)

Ancak ilimden az da olsa pay almış basiret sahibi kimseler böyle değildir.

Kur’an, basiret sahiplerini azabı hak etmiş kimselerin durumundan ibret almaya davet ediyor. “... Artık ey basiret sahipleri ibret alın.” (59 Haşr/2)

Kur’an, basiret sahiplerini ifade ederken ‘ulu’l elbab/kalp sahipleri’ (39

Zümer/9), ‘ulü’l-ebsar/basiret sahipleri’ (59 Haşr/2), ‘ulü’n-nühâ/sağduyu sahipleri’ (20 Tâhâ/54) tabirlerini kullanıyor.

-      Basiret ve ilim adamı ilişkisi

Kur’an şöyle buyuruyor: “... ve Allah’a kulları içinde yalnızca (bunun

hikmetini ve amacını) bilenler (âlimler) hakkıyla saygı duyarlar: çünkü Allah çok üstün ve yücedir, tarifsiz bir bağışlayıcıdır.” (35 Fâtır/28)

Aslında bu âyet aynı surenin 19. âyetini tamamlıyor. “...Şu bir gerçek ki

sen, O idraki aşan bir Hakikat olmasına karşın, Rablerine karşı derin bir ürperti (haşyet) duyanları ve kulluğun hakkını verenleri uyarabilirsin...”

Haşyet, korkulan şeyi bilerek saygı ile birlikte, içi titreyerek korkma

demektir. (Müfredât, s: 213) İman eden bir kul, Allah’ın kendisine yakın olduğunu ve kendisini her an gözettiğini kalbinde hisseder. O bunu bilerek Rabbinden haşyet eder, korkar.

Haşyet; sürekli Allah’ın  (cc) huzurunda olmanın bilincidir.  Bundan dolayı

Kur’an bu korku sıfatını daha çok alimler hakkında kullanmaktadır. (35 Fâtır/28) Haşyet, marifetle (tanıma-idrak) ile birlikte ortaya çıkan bir korku türüdür. Allah (cc) bilinmez ve insanın gözüne görünmez. Bilen, bilinenden daima üstündür.

Bu gerçeği bilenler Rablerinden ‘haşyet’ ederler/saygı duyarlar. ‘Havf’

harekete geçme, ‘haşyet’ ise derlenip toparlanma ve sakinleşmedir. Mesela, korkunç bir tabiat olayını gören kimsenin iki durumu olur: Birincisi ondan korkma halidir. İkincisi ise o olayın kendine zarar vermemesi için tedbir alması veya bir yerde karar  kılmasıdır. İşte bu durum ‘haşyet’ halidir. Kişi o olay karşısında korkudan sonra onun tehlikesini anlamış ve ondan korunmak üzere tedbir almıştır.

Kur’an’ın bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı vurgusuna bir de bu açıdan

bakmak gerekir. (39 Zümer/9. 6 En’am/122)

İlim sahipleri Allah’ın ‘gör’ dediği yerden bakarlar. O zaman hayatın ve ölümün

tarifi, buranın ve ötenin, fani olan ile baki olanın, kâr ile zararın, saadet ile felâketin, kalıcı olan ile geçici olanın, gerçek aşk ile oyalayıcı aşkın tanımları da elbette değişir. Zira onlar ‘basiret’ sahidirler. Anlayışları vardır, fehmederler, idrak ederler, anlarlar. Zira onlar, Allah’ın kendilerine nûr verdiği kimselerdir. İlim aynı zamanda insana lutfedilen bir nûr değil midir?

Peygamber (sav) de şöyle buyuruyor: “Ben Allah hakkında sizden daha fazla

bilgiye sahibim ve benim haşyetim-korkum sizden fazladır.” (Buharí, Edeb/72. Müslim,  Fedâil/127, 128 (2356))

Bir hadis-i kudside de Allah’tan en çok haşyet duyanların O’nu en iyi bilenler

olduğu söylenmektedir. (Darimí, Sünen, Mukaddime/34 (368))

Buradaki ilim vurgusu dikkatimizi çekmektedir. Bir kimsenin bilgisi arttıkça

ma’rifeti artar. Ma’rifeti artanın Allah’a karşı saygısı (haşyeti) çoğalır. Zira böyleleri Allah (cc) hakkında basiret sahibidir. Olayın farkındadır, ne ile karşı karşıya bulunduğundan gafil değildir.

İlim, insanı azdırıcı, Rabbinden uzaklaştırıcı bir sebep olamaz. İnsanı azdırıcı

sebep olsa olsa insanın bilgiyi yanlış kullanması, asıl Bilenin adıyla başlamaması veya basiretinin kıtlığıdır.

-      İlim adamı hangi konularda basiretli olmalıdır?

  • Vahyi anlamada, Hz. Muhammed’in mesajını ve davetini idrak etmede.
  • Bilginin hedefini, amacını, faydalarını ve insanı götüreceği yeri 
  • Bilgiyi üretirken, bu bilgi neye yarayacak, ne kadar iş görecek, ıslah

edici mi, ifsat edici mi olacak gibi konularda.

  • Teenni ile hareket etmede.  Her şeye evet dememede. Basiret sahibi

ilim adamı toptancı değildir.  O her şeye, her görüşe, her ictihada hayır demediği gibi evet de demez. Çabasıyla, araştırıcı bakış açısıyla ve basiretiyle yanlışı doğrudan, faydalı bilgiyi/görüşü zararlıdan ayırmaya çalışır.

  • Başkalarının ürettiği bilgiler veya ileri sürdükleri fikirler

konusunda. İlim adamına yakışan onları mahkûm etmeden, saldırmadan, aşağılamadan okumak, dinlemek, anlamaya çalışmak. Sonra da katılmadığı görüşleri ilim adamına yakışır tarzda tenkit etmektir.  Zira ilim adamının hedefi bal yapmaktır. Arı için çiçeğin çeşidi, rengi, adresi önemli değil, balına malzeme olup olmaması, çiçek özü taşıyıp taşımaması önemlidir. İlim adamı “Hikmet mü’minin yitik malıdır” prensibiyle hareket eder.  

  • İnsanî ilişkilerde.  Hem dostluk ilişkilerinde, hem alış-verişlerinde ilim

adamı ferasetli olmalı. Kendisine zarar verebilecek kişilere ve olaylara karşı uyanık, basiretli davranmalıdır.

  • İlmi aktarırken/hüküm verirken.  Yemen’e vali olarak giden Muaz b. Cebel’i (ra) örnek almalıdır. (Ebu Davud, Akdiye (3592). Tirmizî, Ahkâm/3 (1327))

-          Basireti olumsuz etkileyen faktörler

  • Cimrilik ve dünya malına aşırı meyil. Böyle bir bilginde vakar olmadığı

gibi, ilminin de bir ağırlığı olmaz. Bu kötü huy onun basiretini bağlar.

  • Makam ve şöhret tutkunluğu. Her ikisi de ilim adamının derecesini

düşüren, ilminin etkisi azaltan ve basiretini yok eden takıntılardır.

  • Bağnazlık ve grup taassubu. İlim ehli sadece hakikatin arayıcısı ve

savunucusudur. Bu yaparken de asla bağnaz değil, usûl ve edep sahibi, tevazu  gösterip  basiretle hareket eden insandır. Hele o bir grubun, meşrebin, mezhebin ve partinin yılmaz taraftarı, fanatik savunucusu, müzmin aşığı olamaz. O zaman o hakikatin değil, bağlı bulunduğu grubun sözcüsü konumuna düşebilir.

  • Acelecilik ve sığ düşünce. Teenni yerine acelecilik, geniş düşünme

yerine sığlık, bir meseleyi bir kaç boyutla değerlendirme yerine dar bir açıdan bakmak, sunmak ilim adamına yakışmaz. İlmin kazandırdığı basiretle uyuşmaz.

  • Eskiye takılıp kalma, kutsama. Müslüman ilim adamı eskiyi kaldırıp

atmadığı gibi, eskiye takılıp da kalmaz. Hele hele eskiyi kutsamaya, dokunulmazlık  zırhınına sokmaya kalkmaz. Yararlanabildiği kadar yararlanır, onların doğrularını bu çağa taşır. Daha da önemlisi onlardan öğrendiklerini yeniden üretir.

  • Yersiz korku ve çekingenlik. İlim adamı taşıdığı ilim emanetini hakkıyla

yerine getiremekten ve ilim adına yanlış bir şey yapmaktan/yazmaktan korkar. Ancak yersiz korkulara da kapılmaz. Zira bu onun üretken olmasına engel olur.

  • Hasbi değil hesabî davranmak. İlim adamı hesap adamı değil, hasbî

davranandır. Yani gönülden, samimi ve doğrunun (hakikatin) aşkına konuşur/yazar. El âlem ne der, arkadaşlarım ne der, otorite ne der, mansıp/rütbe verenler ne der, maaş aldığım makam ne der, peşimdeki kitle (elimi öpenler) ne der diye hesap etmez. O hakikati uygun bir üslûpla, uygun yerde, basiret ile ve ilim adabına uygun bir şekilde söyler ve yazar.

  • Diğer ilimleri veya meslekleri kötülemek. Diğer meslekleri veya ilim

dallarını kötüleme âlimin basiretini ve ufkunun genişliğini daraltır. Unutmamak gerekir ki Allah (cc) adıyla başlayan her ilim, her meslek saygın olduğuna göre, ilimler arasında yarıştırma yapmak isabetli değildir. Bunun yerine her ilim adamı kendi alanında başarılı ve ümmete faydalı olmaya bakmalıdır.

-          Son söz

Her müslüman az çok ilim sahibi olmalıdır. Yani her müslüman biraz da âlim,

en azından farz-ı ayn olan bilgileri  bilen insandır.

Her müslüman aynı zamanda basiretle hareket etmeli/ferasetle davranmalı. Kişinin ilmi arttıkça bu güzel huyları daha gelişir, daha de yücelir. Öyleyse yukarıdan beri anlatılanlar her müslüman için geçerlidir. Ancak âlimlerin yeri şüphesiz ki daha farklıdır.

Âlimlerin taşıdığı ilim emâneti ve ümmete rehber/imam (önder) olma

sorumluluğu onların her alanda daha ileri ve üstün olmalarını gerektirir. 

Basiret onlara daha da yakışıyor. Onların yürek kulaklarının, kalp gözlerinin

açık, basiretlerinin geniş olması gerekiyor.

Hüseyin K. Ece

12.6.2011

Zaandam-Hollanda