Necip Fazıl ve sanatı hakkında bir seminer

Hüseyin K. Ece,

26.6.2000

Enschede-Hollanda

 

a-‘Göklerin Çektiği Kartal’:

'Göklerin Çektiği Kartal’  sözü, Necip Fazıl Kısakürek’in 1983 yılında vefâtı üzerine Sezai Karakoç’un yazdığı yazının başlığıdır.

Bu nefis banzetmeden hareketle biz de Necip Fazıl’ın 17. Ölüm yıldönümünde onun şiir ve sanat anlayışına kısaca değinmek istiyoruz.

O göklere ait yalnız bir kartal gibiydi. Gökler gibi derin, anlamlı, ötelerle irtibatı olan bir düşüncenin sahibi ve savunucusuydu. O, son dönemde Türkiye göğünün parlayan bir yıldızı, meyva veren bir bahçesi, güzel kokular neşreden bir bağı, cesaret fışkırtan bir yanardağı idi. Ölümü, yere cansız ceset olarak düşen bir kuş ölümü değil, göklerin bağrına bastığı, sakladığı, içine aldığı değerli bir emanet gibiydi.

O, yenilmiş, sindirilmiş, dağıtılmış bir coğrafyanın çocuğu olarak, bütün değerleri hayattan kovulmaya, batılı değerlerin, ya da bir kaç güçlü kimsenin uygun gördüğü kalıplara zorla sokulmaya çalışılan, geçmişi bir kalemde silinen, kökleri koparılmış bir toplumun arasında gözlerini dünyaya açtı.

Kendi okumuşu ve cebinden maaşını verdiği memurları tarafından horlanan, aşağılanan, zorla değiştirilmeye çalışılan bir toplum var mıdır dünyanın herhangi bir yerinde?

O buna şakit oldu. Kendi toplumunun tarihiyle, kültürel değerleriyle, inancıyla savaşan kişilerin yön verdiği bir ortamda yetişti.

Yalanların ilim diye öğretildiğini, ihanetleri, değişim adına işlenen cinayetleri, kültür ve medeniyet katliamını gördü. Aydın denilen okumuşların sığ, yozlaşmış, jakoben ve güçlülerden yana oynayan kalemlerini ve konuşan ağızlarını öğrendi. İçinde yaşadığı toplumun geçirdiği sosyal ve kültürel sarsıntıların yankılarını ve kişilik endişesini benliğinde hissederek yetişti.

“İnanmıyorum bana öğretilen tarihe” diye haykırarak toplumun vicdanında saklı duran öfkeyi, tepkiyi, anlamlı suskunluğu gür bir sesle dile getirmeye çalıştı. O suskun öfkenin tercümanı oldu.  

1983 yılının 25 Mayıs’ında göklerin bir emanet gibi çektiği bu kişiliği bir kaç açıdan değerlendirmekte fayda vardır.

İnsanların artıları ve eksileri vardır. Doğru hareket yaptıkları gibi, yanlış ta yapabilirler. Bazı görüşleri veya düşünceleri yanlış olabilir, -onlara katılmayabiliriz ama-, doğru görüşleri, doğru fikirleri de olabilir.

Yirminci yüzyıl Türkiye’sinin en önde gelen şair, fikri ve aksiyon adamı Necip Fazıl’ın fikirleri ve kişiliği bu çalışmamızın konusu olmadığı için onlar üzerinde durmayacağız.

Onun şairliğini, şiirdeki gücünü, sanatkâr yönünü gündeme getirmek istiyoruz.

 

b-Necip Fazıl’ın Bazı Özellikleri:

O yalnızca bir şair değildir. Bununla beraber o, Türkiye toplumunun kendini bulmasında, kendine gelmesinde ve tarihi misyonuna yeniden kavuşmasında, çok şeyi önceden söyleyecek, didinecek ve ses getiren eserler verecek ‘beklenen sanatkâr’dır. 

Kısa sayılabilecek bir ömre olabildiğince çok şey sığdırmaya çalışan velûd (çok eser veren) bir yazar, fikir üreten bir mütefekkir, zamanın ve tarihin şuurunda bir ‘iman ve aksiyon’ adamıdır da. O dediklerini yaşamış, iddia ettiklerini cesurca savunmuş, eserlerini aşmış bir kişiliğin adamı olmuştur. 

Necip Fazıl’ın Birkaç Hikâye Birkaç Tahlil eseri hakkında bir yazı yazan Ahmed Hamdi Tanpınar onunla ilgili olarak şöyle diyordu: “Eğer o, kendisini şiirin dar nizamına sokmamış olsaydı, ya orduları ufukları dolduracak bir kahraman, ya da daha büyük bir ihtimalle sadece bir deli olurdu...” (Bekir Oğuzbaşaran, Yeni Şafak, 26 Mayıs 2000, Kültür Sayfası)

Sırf inandığı değerler kendi değerlerine uymadığı, hadi açık söyleyelim, İslâma gönül verdiği, İslâmı yaşadığı ve müslüman milletin değerlerine sahip çıkıp savunduğu için, belli kesimler tarafından görmemezlikten gelinen, dışlanan, unutturulmaya çalışılan, dünyasına yabancı kalınan, hatta düşmanca tavır alınan Necip Fazıl Kısakürek, eserleriyle, sanatıyla, şahsiyetiyle ayakta kalmasını bilen, her kesimden insanın takdirlerini toplamış bir insandır.

Fikirde, sanatta, ahlâkta, estetikte ve aksiyonda sürekli seviyeyi arayan, kaliteli olmaya önem veren biriydi. Hiç bir zaman vasatın altına razı olmazdı. Yaptıkları veya söyledikleri bazılarına göre aşırı gelse de, ucuz şeylere ve basit sevinçlere alıştırılmış bir toplumu yüreklendirmeye çalıştı. O el attığı her alanda, söz söylediği her yerde hep önde oldu, ‘üstad’ diye çağrıldı. Şiirde, hikâyede, tiyatroda, köşe yazarlığında, hitabette, tarih tezlerinde hep tek kaldı, hep önden gitti. Onun hakkında ‘harika’ bir şahsiyet denmesi bu yüzdendir.

Sezai Karakoç onunla ilgili olarak şöyle diyor:

“Her şey bittikten, toplum bütünüyle adeta varolma savaşını yitirdikten sonra sessizce toprağa bir tohum düşüyordu. Bu, Necip Fazıl’ın, en genel insan, tabiat ve yaratılış problemlerini derinden derine araştıran ve onun gaybtaki sırlı cevaplarını yakalamaya çalışan şiiriydi. Düşüncede Necip Fazıl’ın çıkışı yine toplumun umut bakımından en beklenmedik anında olmuştur. Onun şiiri ve düşüncesi, çıkışında, doğrudan doğruya insanın, hakikati arama, güzelin, iyi ve doğrunun en taze özlerini ve perspektiflerini ‘ben’in en mahrem varoluş kaygısıyla karşılaştırma atılımından doğmuştur.” (S. Karakaoç, Edebiyet Yazıları 2, s: 52-53)

        

c-Necip Fazıl’ın Şiiri:

Onun sanatını birinci derecede gösteren eserleri, pek çok kimsenin kabul ettiğine göre şiirleridir. O da pek çok şair gibi şiirlerini kendi çıkardığı Büyük Doğu ve diğer dergilerde yayınlattı, sonra da kitaplaştırdı. Bütün şiirlerini ise son olarak Çile adı altında topladı.

Bu kitabı defalarca basıldı. Bugün en fazla rağbet edilen şiir kitaplarının başında Çile gelmektedir.   

"Necip Fazıl’ın şiiri, ilkin sükûnetli yaz akşamı gibi başlıyor, sonra bir denizin dalgaları gibi içten içe girdaplaşıyor, sonra eşyanın derinliği, sesin ötesi aranıyor. Ruhun ışıklı bölgelerine iniliyor. Yavaş yavaş ölüm, öldükten sonra dirilme, şiiri dört bir yandan sarıyor.

Zaman, bir sürekli ızdırabın şuurudur. ‘Tende yatan acısız bir bıçak’tır.

Hakikat, zaman ve eşya ben’in çevresinde, yaratılış hikmetinin doğurduğu yüce duygularla bilinmezliğin meydan verdiği korkunç lâmbalar gibi, bir ışığı bir gölgeyi getiriyor. Bu sonsuz neşe ile büyük acı, en büyük kaynaşma haline Çile’de ulaşıyor.” (S. Karakoç, Edebiyat Yazıları 2, s: 53)       

Kitap adını içindeki ilk şiirden alır. Çile şiiri, –bir edebiyat adamının tesbit ettiği gibi- Türk şiirinin yüz akıdır. Şiir tarihimiz boyunca Çile şiiri kadar sanat kalitesi, söz güzelliği, derin anlamlar taşıyan az şiir yazılmıştır. Çile, bir tefekkür adamının zihin serüveni, fikir çilesinin sembolik, sembolik olduğu kadar gerçekçi tablosu, insandaki ben’in beyni zonklatan arayışı ve neyi bulması, neye teslim olması gerektiğini anlatan destanıdır.

“Gaiplerden bir ses geldi: Bu adam,

Gezdirsin boşluğu ense kökünde!     

Ve birdenbire uçtu tepemde dam;      

Gök devrildi, künde üstüne künde..”diyerek söze başlayan şair, arayışını sürdürür, çevresindeki olayları anlamaya çalışır ve bazı sorular sorar:

“Niçin küçülüyor eşya uzakta?        

Gözsüz görüyorum  rüyada, nasıl?

Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?    

Sonum varmış, onu öğrensem asıl!”

Öteyi, ölümden sonrasını, varlığın sebebi düşünmek sıcak yaraya dökülen kezap gibi insanı uyarmalıdır. Gökler esrarını açmalı, dualar kendisine yol göstermeli. Bu arayış ona uyku bile uyutmaz. Rüyalar bile bir cinnete dönüşür.

“Akrep nokta nokta ruhumu sokmuş,  

Mevsimden mevsime girdim böylece.

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,   

Fikir çilesinden büyük işkence...” 

Sözlükler fikir çilesi çekenlerin halini anlatamaz.

“Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

İçimdeki kadar iniç ve çıkış” diyerek insanın iç dünyasının ne kadar derin ve değişken olduğunu anlatmaya çalışır. Bu iniş çıkışlar onu sarsar, düşündürür, beynini zorlar. Şair ister istemez aynalara sorar:

“Aynalar söyleyin bana, ben kimim?”

Aynalar ona kim olduğunu söyleyemez ama o, yani insan kelebek olmasına rağmen, düşünme gibi kaf dağı kadar ağır bir yükün altında olduğunun farkındadır.

Ama o umutsuz değildir. Ve günün büründe MUTLAK gerçekle yüzyüze gelir, heybesini hayatla, umutla ve sonsuzluk aşkıyla doldurur.

“Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik! 

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

İçiçe mimari, içiçe benlik;              

Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!”

Artık onun sonsuza ulaşmaktan başka bir gayesi kalmamıştır:  “Biricik meselem, Sonsuza varmak...”demektedir.

O Türk edebiyatının zirve isimlerinden biridir. Türk şiiri Şeyh Galip’ten sonra onunla yeniden canlanmış, modern şiir onun şiiriyle nefes alıp kıvamını bulmuştur. O, gürültüsüz ve patırtısız gelişen şiiriyle, bir taraftan hece ölçülerindeki şiiri gerçek şiir gücüne eriştiriyor, bir taraftan da  –kendi deyimiyle- ruh kökümüzde saklı manayı şiirin içeriğine katıyordu. 

Sedat Umran onun şiiriyle ilgili olarak şöyle diyor:

“Necip Fazıl’ın şiiri, dialektik mizacının, zaman ve mekanda rahat etmeyen, onlara bir türlü sığmayan ben’inin derin çelişkilerinin tutuşturduğu bir yangınla yanıp kavrulduğu, çaresizliğinin içinde kurtuluşu şiirle MUTLAK’a bir pencere açmak girişiminde bulan bir şairin eseridir.

Bu şiir gücünü, bir çok şairin görmezlikten gelerek, gürültülü bir yaşayışla bastırdığı ve böylece tehlikesinden korunduğu bir yalnızlıktan alır. Hiç bir uğraşı, hiç bir didiniş, hiç bir başarı ve övgü, sevgi aslında bu şairin dipsiz yalnızlığını dolduramamıştır.

Onun şiiri Lombora’nın deyimiyle “bin yaradan kaynayan bir rûhun attığı o müthiş çığlıktır.” (S. Umran, Şiirde Metafizik Gerçek, s: 87)

Ancak onun bu çığlığı hiç bir zaman bir bunalımın, umitsizliğin, hiçliğe inanmanın getirdiği bir tükeniş değil; tam aksine varlığı anlama, insanı ve görevini tanıma çabasının onda bıraktığı entellektüel bir sorumluluk feryadıdır. Nitekim bu feryadını şiirlerinde bazen umut, bazen teslimiyet, bazen Hakikat’i algılayış, bazen ben’in sıkıntıları ve arayışı olarak ifade etmiştir. O şiirini kendi benliğiyle, içinde yaşadığı halkın değerleriyle ve sanatın üstün gücüyle bağdaştırmasını bilmiştir. Onun şiiri, fikir dünyasından kopuk, aşırı bohem, kuru bir teselli şiiri değildir. Onun hedefi yakıp yıkmak değil; yeri geldiği zaman ‘takvimdeki denize’ göç etmek ya da ‘gönlündeki kurşun yükünü’ bir ‘tüy’ gibi hafifletmek ister, yeri geldiğinde de ‘sonsuz renklere’ sığınır, bazen de ‘içindeki kıyameti’ insandaki ‘ben’ olarak satırlara döker.

“Necip Fazıl, şiir ve fikir kutuplarının ikisinin de derinliğine ve genişliğine öylesine büyük bir yapı kurdu ki, benzerlerine yalnız bizde değil, bütün dünyada rastlamak mümkün değildir. Bu bakımdan ‘tek’ olmak özelliğini uzun zaman koruyacaktır sanıyorum.” (Mustafa Miyasoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, s: 43)

O yaşadıklarının ve duyduklarının şairidir. Onun şiirinde insanın yeryüzü macerası, arayışlar, hafakanlar, düşünceler, akıl ile tecessüs arasındaki gel-gitler, gerçeğe varmak tutkusu, var olma, insanı ve anlamını ifade gayreti yer alır.

Ölüm teması da onun şiirlerinde önemli bir yer tutar. Bu, Çile şiiri boyunca adeta bir senfoniye dönüşür. “Ölüm temasını şiirde merhum Necip Fazıl kadar güzel işleyen, ona en doğru biçimde yaklaşan, hem realist hem de idealist şekilde, üstelik faydalı olacak tarzda ölümü algılayıp şiirde yansıtan başka şair yoktur denilse mübalağa edilmiş olmaz.

Ölüm karşısında insaní ve islâmí duyarlılığı keskin, yalın, çarpıcı ve kuvvetli bir çapta dile getirmiştir.”(E. Sağıroğlu, Necip Fazıl Şiirinde Ölüm Senfonisi, s: 10)

O ölümü Peygamber güzelliği olarak görmektedir.

“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber...

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Ve hayatın hay huyu arasında unutulan ölüm gerçeğini şu yakıcı mısralarla ortaya koyuyor:

“Minarede ‘ölü var!’ diye acı bir salâ...  

Er kişi niyetine saf saf namaz... Ne âlâ!

Böyledir de ölüme kimse inanmaz hâlâ! 

Ne tabutu taşıyan, ne de toprağı kazan...”

Asıl marifet sonunda Azrail’e hoş geldin diyecek canlılıkta, güzel ve bereketli bir hayat yaşayabilmektir. O bu sahneyi şöyle ifade ediyor:

“O dem ki, perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrail’e ‘hoş geldin’ diyebilmekte hüner...”

Necip Fazıl şiir anlayışını poetika halinde ender yazan şairlerden biridir. O şiire önemli bir misyon yükler. Şiiriyle var olmaya çalışır, şiiriyle insan ben’ini sorgular, şiirle fikir arasında, şiirle HAKİKAT arasında, şiirle hayat arasında, şiirle öte (mavera) arasında ilgi kurmaya çalışır. Onun şiiri estetik, ahlâkí, sanat ve misyon açısından son derece tutarlıdır.        

O kendi şiir anlayışını şöyle açıklıyor:

“Ben şiiri, her türlü hasis gayenin üstünde, doğrudan doğruya zat gayesine –sanat için sanat-, fakat kendi zat gayesinin sırrıyla da Allah’a ve Allah dâvasının topluluğuna  –cemiyet için sanat- bağlı kabul etmişim...

İşte kitaplık çapta zuhuruma kadar beni bekleten ve bu zuhura manada ve maddede şekil veren baş ölçü..”

Bu ‘ölçü’nün temel dayanaklarından biri de bütün açıklığıyla şudur: “Biz şiiri iman için bilmişiz; ve bu mihrak bilgiyi, her bilginin geçtiği binbir yol ağzı biliyoruz.” (M. Miyasoğlu, age. s: 48-49)

Evet şiir Necip Fazıl için budur. Şiir bir iman işi olmadıktan sonra, çocukların çelik çomak oynamaları değerinde bir oyalanıştır.

Necip Fazıl Türkçe dilini çok iyi bilen ve çok iyi kullanan bir sanatçıydı. Bir dilin nasıl etkileyici, uyarıcı ve ürpertici bir uslûba büründüğünü görmek isteyenler onun Çile’sini ve diğer eserlerini okumalıdırlar. Şiirin bütün unsurlarını ustaklıkla kullanmış, sanatkârâne söz söylemenin nasıl olması gerektiğini göstermiştir. Mesela;

“Sağa sola sallanıp dan dan dan çaldı çanlar

Durmadan çaldı çanlar, durmadan çaldı çanlar”

derken, musıkide metafizik gerilimle eşyanın ahenge, ahengin de metafizik ürpertiye ulaştığını görüyoruz. Çanların durmadan çalışı, âdeta dünyanın sonundan, eşyanın bitiş haberinden bir belgedir. Kocaman çanların korkunç ürperişinde ölümün, artık kâinat güçlerinin güçlerinin geçerli olamayacağı ve insan beyninin tek başına dayanması gereken yaman bir gerçek karşısında kalacağı haykırışı var.

Söz dizisi içinde sokaklardaki ana-baba gününü, koşuşturmaları, telaşlı savrulmaları düşünmemek mümkün mü?  Bir de şu örneğe bakalım:

“Ben de sıklet, sende letâfet...

         Allah’ım, affet!

Lâtiften af bekler kesâfet...

         Allah’ım affet!

Ey kudret, ey rahmet, ey re’fet!

         Allah’ım affet!”

Burada, şiirin dış cephesinde zerâfet; kelimelerinde, sesinde ve ahenginde bir incelik ve yumuşaklık var. Anlam yönünden de bir yalvarmayı ifade ediyor.

Şiirin sözleri bile yüce bir kapının önünde edeplice bir duruşu, yalvarıcı yumuşak bir edayı dile getiriyor.

“Modern şiirimizin en gerçek temsilcisi olarak Necip Fazıl’ı düşünebiliriz. Aşırı tutkuların kavurduğu, kuşkuların sarstığı, yaşanılan doyumsuz acılarının oyduğu bu bünye ne derece enerji yüklüymüş ki, tam yetmişsekiz yıl böyle bir çileye direnebildi.

Son yazdıklarında kaçınılmaz olan Son’un yaklaştığını hissettiren dizeleri çoğunluktaydı. Onlarda artık bizi derinden sarsmak yerine, trajedisine ortak etmek isteyen ve kaderine tevekkülle boyun eğen bir şairin, tekniği yetkin yırtıcı çığlığı artık bir yalvarışa dönüşmüş olan sesini duyuyorduk...” (S. Umran, Şiirde Metafizik Gerçek s: 88)

Necip Fazıl Kısakürek’in şiiri hakkında daha çok şey söylenebilir. Dergi kapasitesinin sınırlarını zorlamadan bu kadarla yetinip son olarak M. Miyasoğlunun bir tesbitine yer verelim:

“Önceki nesillerden Abdulhak Hamid’teki ürperti, Yahya Kemâl’deki tarih şuuru, A. Haşim’deki beşerí endişe ve M. Âkif’teki İslâmí hassasiyet, Necip Fazıl’da en yetkin ifadeye kavuşurken, köklü bir kültür ve sanat hareketine de zemin hazırlamıştır.” (M. Miyasoğlu, age. s: 69)

 

d-Diğer Eserleri:

Necip Fazıl için sanat ne şöhret, ne geçinme aracı, ne de fildişi kulelerinde oturup ta bol keseden ahkâm kesenlerin tartışmasıdır. O sanatı şöyle anlıyor:

“Anladım işi; Sanat Allah’ı aramakmış,

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış”

Bu anlayışla konuşan, yazan ve çalışan üstad, kalem oynattığı her alandan başarılı eserlere imza atmıştır.

Necip Fazıl’ın şiirin yanında, tiyatro, hikâye, hatıra, polemik, fıkra, makale, deneme, eleştiri, tarih, tasavvuf, senaryo, biyoğrafi ve roman türlerinde pek çok yetkin eserleri bulunmaktadır. 

Onun şiirden sonra en başarılı olduğu diğer bir edebiyat türü de tiyatrodor. Ondört adet tiyatro eseri yazmıştır. Bunların pek çoğu yazıldığı dönemlerde Devlet Tiyatroları tarafından sahneye konmuştur. O tiyatroya yerli bir ses getirmiş, ona bize ait bir muhteva katmasını bilmiştir. Bir anlamda tiyatronun nasıl olması gerektiğini göstermiştir.

Onun Bir Adam Yaratmak adlı piyesi tek başına bir olaydır. Bir tiyatro harikasıdır. S. Karakoç’un tesbitiyle bu eser onun tiyatro eserlerinin toplamıdır. O bütün ustalığını bu eserde gösterdi. Diğer piyesleri sanki bu eserini bir açılımı, yeniden sahne sahne genişletilmişidir. Sahneye konduğu yıllarda ve filme çekildikten sonra da büyük bir ilgiyle karşılanmıştır.

Eser, piyesteki kahramanın deyişi ile ‘yaratmaya kalkışarak yaratıcıya ulaşmanın’ trajedisidir.

O, nesirde de son derece başarılıdır. Diní ve tasavvufí edebiyatımıza, düşünce dünyamıza yeni ufuklar açmış, yeni bir söylem, yeni bir ses ve yeni bir uslûp getirmiştir.

O, eserleri ve sanatıyla İslâmí hassasiyeti toplumu olumlu yönde ve kendine gelmesi için sarstı.

O. Y. Serdengeçti’nin deyimiyle; “kafaları ve gönülleri doldurdu”. (Bekir Oğuzbaşaran, Yeni Şafak, 26 Mayıs 2000, Kültür Sayfası)

Bu dünyadan bir fikir, sanat ve çile kahramanı olarak yaşadı.

Hz. Peygamberin hayatını anlattığı Çöle İnan Nûr adlı eseri son yıllarda siyer sahasında yazılan en güzel eserlerden biridir. O, bu eseriyle Peygamberin hayatını adeta destan gibi, etkileyici bir uslûpla ve sade bir dille anlatmıştır.

2. Abdulhamid ve Vahdettin hakkında yazdığı eserlerde resmi tarih tezine cesurca karşı çıkmış, bu insanların artılarını gündeme getirmeye çalışmıştır.

Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar ile Son Devrin Din Mazlumları, zalimlerin kafa yapısını ve zulüm mantığını, bir de son dönemlerde yerli olan değerlere ve onları savunanlara karşı neler yapıldığını görmek açısından okunması gereken önemli eserlerdir. Ki Necip Fazıl bütün kitaplarında olduğu gibi bunlarda da akıcı ve etkileyici bir dil kullanmış, yazı sanatındaki gücünü göstermiştir.  

Necip Fazıl kubbemizde hoş bir seda bırakıp gidenlerdendir.

Önemli olan onun kubbeye bıraktığı bu hoş sedayı duyabilmek ve ondan yararlanabilmektir.

Kendisine rahmet diliyoruz.

 

         Onu rahmetle anıyoruz.