-Giriş

Seksenli yıllardan Afganistan’ı konuşuyorduk.

Doksanlı yıllarda Bosna-Hersek’i ve Çeçenistan’ı konuştuk.

İkibinli yıllarda Irak’ı, Somali’yi,

ikibinonlu yıllarda Suriye’yi, Libya’yı, Yemen’i  konuşuyoruz.

Keşmir, Filistin, Doğu Türkistan ve Arakan ise hiç gündemden düşmedi.

Daha iki yıl önce, dört yıl önce Gazze katliamına, daha önceki yıllarda Cenin, Lübnan Kaana katliamlarına şâhit olduk. İçimiz kan ağladı. İnsanlık öldü (mü) dedik ortaya konulan vahşet karşısında.

Sorduk, insan nasıl bu kadar canavar, acımasız, merhametsiz olabilir?

Ancak zalimlerin geçen yüzyılda Cezayir’de, Hindistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da, günümüzde Suriye’de, Gazze’de, Mısır’da işledikleri cinayetleri gördükten sonra; insanın nasıl vahşileştiğini, barbarlaştığını anladık. Dedik ki acaba en vahşi hayvan bile bunlar kadar vahşi olabilir mi?

Hama katliamını hatırlayan var mı?

2 Şubat 1982. O zamanki Suriye rejimin başında şimdiki başkanın babası Hafız Esed vardı. Genelkurmay başkanı ise kardeşi Rıfat Esed’di. Müslüman kardeşlerin başlattığı ayaklanmayı bastırmak amacıyla Hama’yı üç hafta boyunca bombaladıktan sonra 2 Şubat’ta başlattıkları saldırıda Uluslararası Af Örgütü’nün tahminlerine göre 10-25 bin kişi arasında kişi öldürüldü. Hiç bir ayrım yapmadan.

Suriye İnsan Hakları Komitesine göre ise ölenlerin sayısı 30 ila 40bin arasındadır. Suriye hükümeti o günden beri ölenler hakkında hiç bir resmi açıklama yapmamıştr.

Sabra ve Şatilla’yı hatırlayan var mı?

İsrail Ordusu, 1982 yazında Lübnan'a askeri harekat düzenledi. 'Galile için barış' operasyonu, İsrail-Lübnan sınırındaki Filistinli gerillaların kamplarını yok etme amacıyla başlatıldı. Fakat dönemin Savunma Bakanı Ariel Şaron, harekâtı Beyrut'a kadar genişletti ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nü Lübnan'ı terk etmek zorunda bıraktı. İsrail birlikleri Ağustos ayında Beyrut'a kadar geldiler. Yapılan ateşkes anlaşması uyarınca Filistin Kurtuluş Örgütü'nün savaşçıları, Lübnan'ı terk ettiler. Filistin mülteci kampları, savunmasız kalmıştı. 14 Eylül'de, İsrail güçleri Beyrut'u kuşattığı sırada, Hristiyan Falanjist milislerin lideri Beşir Gemayel, Beyrut'taki karargâhında öldürüldü. Ertesi gün İsrail Bati Beyrut'u işgal etti.

16-18 Eylül tarihlerinde, İsrail'le ittifak içindeki Falanjistler, İsrail birliklerinin kuşattığı Şabra ve Şatilla mülteci kamplarında acımasız bir katliam gerçekleştiler. Bu katliamın insanlık tarihinin şâhit olduğu katliamların en vahşilerinden biri olduğu konusunda herkes hem fikirdir. Sabra ve Şatilla Katliamı’nda kayıpların sayısı 3500 olarak ifade edilse de hiçbir zaman net bir sayıya ulaşılamadı. Bu katlima göz yuman, belki de teşvik eden o zaman ki İsrail savunma bakanı Arial Şaron idi. Onun nasıl öldüğünü biliyorsunuz.

Halepçe’yi hatırlayan var mı?

Halepçe, küçük Halep yani. Irak’ta Kürdistan bölgesinde. Haleb’in başına gelenler de Halepçe’nin başına gelenlerle aynı. Yalnız Halepçe bir günün içinde yandı, Haleb senelerden beri, aylardan beri yanıyor. Halepçe bir defada atılan zehirli gazlarla toptan zehirlendi. Halep ise kimyasal bombaların neredeyse her çeşidini gördü. Yıkımın en vahşisine şahit oldu.

Tarih 16 Mart 1988. İran ve Irak savaşı. İran’ın ilerleyişini durdurmak ve onları destekleyen Halepçelileri cezalandırmak için o zamanki Irak lideri Saddam Hüseyin kimyasal Ali diye bilinen generali Ali Macid Tıkriti’ye emir verdi. Irak savaş uçakları Halepçe'yi bombaladı. Ortalığa keskin bir elma kokusu yayıldı. Çocuklar kokuya doğru koştu. Son sözleri ‘Daye behna seva te’ yani 'Anne elma kokusu geliyor' oldu. Sonra da birer birer öldüler.

Sonuç 5bin kadar ölü, 7bin yaralı ve senelerce etkisini sürdüren gaz zehirlenmeleri. Cesetlerle dolu sokaklar, ceset ekili tarlalar.

Ve Srebrenica 16 Nisan 1993'te Birleşmiş Milletler'in 'güvenli bölge' ilan ettiği Srebrenica, 11 Temmuz 1995'te Ratko Mladiç komutasindaki Sırp Cumhuriyeti ordusu tarafından ele geçirildi. Bundan sonra sırplar 25.000 kadın ve çocuğu ayırarak, otobüslerle Boşnakların elindeki Kladanj bölgesine gönderdi. Uluslararası kamuoyunda kabul gören tesbite göre 13 yaş ile 70 yaş arasındaki yaklaşık 8 bin Boşnak erkek kurşuna dizilerek toplu mezarlara gömüldü.

Hama ve Halepçe katliamlarını kim yaptı?

Bugün Irak’ta ve Suriye’de birbirlerine kıyanlar, katliam yapanlar kimler?

Halepçe’yi boğan müslüman olduğunu söyleyen birisi idi. O yöneticinin ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra bu dünyadan nasıl ayrıldığını hatırlayınız.

İslâm ülkelerinde yakın zamanda yapılan büçük boyutlu katliamları kimse hesaba katmıyor. Ve yine halkında müslüman ülkelerdeki yönetimlerin işledikleri bilinen ve bilinmeyen zulümleri, hak ihlallerini, işkenceleri saymakla bitiremezsiniz.

Ne yazık ki tarih tekerrür ediyor. Şairi dediği gibi:

“...Salih´in kavmi geri döndü

Lût kavmi vazgeçmiyor inadından

Sodom ve Gomore unutuldu

Kimse korkmuyor tufan´dan

Kimse anlamıyor develerin dilini

Kimse tanımıyor ebâbil kuşlarını...“

Arkadan gelen acı olaylar, başka bir beldeki farklı cinayet ve katliamlar bir öncekini unutturuyor. Keşke unutulmasa. Ama o kadar çok katliam, kıyımlar ve zzulümler gerçekleşiyor ki, hangisinin yasını tutacağımnız, hangisine ah vah edeceğimizi, hangisindan arta kalan mazlumlara yardım elini uzatacağımızı şaşırıyoruz.

Keşke bu saydığımız yerleri sevinçle, güzel haberlerler, olumlu faaliyetlerle anabilseydik. Keşke bu coğrafyalar haber bültenlerine güzel gelişmelerle düşebilseydi. 

Keşke buralardaki güzel gelişmelerden nasıl faydalanabiliriz, oralardaki örnekliği nasıl buralara taşıyabiliriz diye konuşabilseydik.

Bu yüzden yardım kampanyaları yapıldı, yardım organisyonları kuruldu, yapılmaya devam ediyor. Keşke yardımlar buralardaki yıkımlar, acılar ve yaraları sarmak için değil de, sadece tabii afetler için, kalkınma ve iyileştirme çalışmaları için yapabilseydi.

Keşke hiç bu yardım organizasyonlarına ihtiyaç olmasaydı.

Ancak ne yazık ki zalimler, diktatörler, emperyalistler olduğu sürece acılar dinmeyecek, yardım ihtiyacı sona ermeyecek. Hakkına razı olmayanlar, başkasının elindekine göz koyan doymaz bilmez, aç gözlü haris insanlar ve ülkeler oldukça bu acılar ve haksızlıklar sürüp gidecek.

 

Bizim açımızdan bu olaylar neyi ifade ediyor?

Hiç kimse çevresinde olan  bu ciddi olayları duymama, ilgilenmeme, haberim yok demek hakkına sahip değildir.

Bugün başkasına dokunan ateşin günün birinde bize de dokunmayacağını kimse garanti edemez.

Başkasının derdiyle dertlenmeyeni Peygamber kendisinden saymıyor:

“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” buyuruyor. (Hâkim, 4/352. Heysemî, I/87. Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, 2/131/907. Beyhakî, Şuabu’l-İman, 7/361. Keşfu’l-Hafa,)

Bizi ilgilendiren boyutu ile bu olaylarla ilgili olarak bir kaç noktanın altını çizmet istiyorum.

 

-Hayat bir denemeden ibaret

اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ ﴿2﴾

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 67/2. Bir benzeri: Hûd 11/7)

Öncelikle bilmek gerekir, genelde bütün insanlar, özelde müslümanlar her gün, bir şeyle denenirler, imtihan edilirler. Ya nimetle, ya külfetle, ya iyi hal ile, ya zorlukla, ya sağlıkla, ya hastalıkla, bela ve musibetle, çevremizdeki insanlar ve olaylarla, acı ve  gözyaşı ile, zulüm ve yıkım ile.

Kur’an bunu şöyle özetliyor:

كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ ﴿35﴾

“Biz sizi bir imtihan olarak hayır fitnesiyle de şer fitnesiyle de deniyoruz. Ve eninde sonunda Bize döneceksiniz.” (Enbiyâ 21/35. Bir benzeri: Mâide 5/48. En’am 6/165)

Çok açık değil mi? Allah (cc) müslümanları hayır ve şer ile deneyecek.

Nelerle deneyecek? Bunu her müslüman bu kendi şartlarına, zamanında olan olaylara göre kendisi anlayacak. Anlayıp gereğini yapacak.

Denemin bir adı da fitnedir.  Fitne, gerçek olanı sahte olandan, iyi olanı kötü olandan, kirliyi temiz olandan ayırmak olduğuna göre, deneme ile hayatın akışında olumlu ve olumsuz şeyler ortaya çıkar. Görevini yapan ile ihmal eden, laf eden ile icraat yapan belli olur.

Kur’an, bir nimeti, başarıyı, zaferi veya cenneti hak etmek için bedel ödenmesi gerektiğini haber veriyor.

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ ﴿214﴾

“Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber mü’minler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bekara 2/214)

 

-Emperyalistler ve diktatörlerin parelel dini çok sevdiklerini bilmek

Bu ne demektir?

Tarihte siyasî veya ferdî hakimiyet kurmak, etrafına adam toplamak, başkalarının sırtından geçinmek isteyenler parelel/uydurulan dinleri çok severler. Zira bu din anlayışı kullanılmaya uygun, onların hedeflerinde araç olabilecek özelliktedir.

Emperyalistler; yani başka ülkeler ve kesimler üzerinde hesabı olanlar da parelel dinleri severler.

Onlar bugün kendilerinin Ortadoğu dedikleri coğrafyadan ellerini çekmezler, yakasını bırakmazlar. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da oraya karışacaklar, karıştıracaklar, kontrolden çıkmaması için ellerinden geleni yapacaklar. Bunun dört tane önemli sebebi vardır: 1-İslâm tehlikesi, 2-Petrol, 3-Su yolları, stratejik coğrafya olması, 4-İsrail’in güvenliği.

Çağımızın emperyal güçleri, geçmişte olduğu gibi haçlı seferleri düzenlemiyor. Bunun yerine içimizden birilerini kullanıyorlar. “100 salak veya mankurt adam, 100 bin dolar, 100 kaleşnikof” formülüyle terör örgütleri oluşturuyorlar. Bunlar vasıtasıyla diyar-ı İslâm’da kan ve gözyaşı akıtıyorlar.

İslâm diyarındaki mezhepleri, tarikat ve cemaatleri manipüle ediyor; kendince “iti ite kırdırmak” ilkesini uyguluyorlar. Bunlar aracılığı ile fitne ve fesat kazanlarını kaynatıyorlar. (http://www.dinihaberler.com/kesnizani-tarikati-makale,4340.html)

Emperyalistler ya kendi hakimiyetlerine, faaliyetlerine, çıkarlarına zarar vermeyecek parelel din oluşumlarından razıdır, ya da İslâmın kendilerine çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde anlaşılmasını isterler. İslâmı toptan yok edemeyeceklerine göre kontrol edilebilir bir dindarlık tercih edilir. Bunu da en fazla liderlere, şeyhlere, ağalara sıkısıkıya bağlı, biat etmiş cemaatler, kitleler üzerinden yaparlar. Zira bir ülkeyi veya halkı işgal etmektense onların liderlerini teslim almak, ya da onlara kullanılabilir bir lider tayin etmek daha kestirme bir yoldur.

Bu yüzden -“paralel din, uydurulan din, bid’at ve hurâfelerle işgal edilmiş din” ne derseniz deyin-, Kur’an ve Sünnetten koparılmış din anlayışları, uyuşuk dindarlar onların çok işine yaradı, yarıyor. Onlar bu şekilde olan cemaatleri, yapıları desteklerler. Öyle yapıların ortaya çıkması için çok çaba gösterirler.

Avrupada belki ikiyüz seneden beri gelişen oryantalizm çalışmalarının bir hedefi de budur.

Kur’an’a taban tabana zıt, İslâm akidesiyle bağdaşmayan, yapılan eklemelerle Kur’an’dan uzağa düşen din anlayışlarına parelel veya uydurulan din diyoruz.

Bir kimse bağlı olduğu mezhebinin, grubunun, tarikatının İslâm inancıyla bağdaşmayan görüşlerini, anlayışlarını benimserse bu da parelel dindir. Yani mezhebin, tarikatın, cemaatin din haline getirilmesidir.

Dindarları kontrol altında tutmak, zararlarını, azaltmak, hesaplarının önünde ayak bağı olmalarını önlemenin bir yolu da budur.

Bir ülkede etkin olmak, ya da o ülkeyi işgal etmek isteyen emperyalistler, o ülkenin kralını, şefini, askeriyesini veya bürokrasisini, aydınlarını, ya da cemaatlerini ele almayı denerler. Bu sağlandıktan sonra oraya asker çıkarmaya, fiili işgale ihtiyaç kalmaz. Ğassalın elindeki meyyit gibi liderine, başkanına, şeyhine, imamına bağlanmış (biat etmiş), aklı ve iradesi devre dışı kalmış, narkozlanmış, uyuşturulmuş, köle ruhlu sürüyü gütmek daha kolaydır.

Öteden beri bir çok siyasetçi, diktatör ve emperyalistler bu başarı şansı yüksek metodu denediler ve denemeye de devam ediyorlar. (2003te Irak’ın işgaline Kesnizânî tarikatının yardım ettiği söyleniyor. (http://www.dinihaberler.com/kesnizani-tarikati-makale,4340.html)

Tasavvurunu, zihnini ve hayat felsefesini, dünya görüşünü ve kişiliğini Vahy’e göre kuran kişiler; köle, uydu, uşak, hain, dönek, rezil kullanımlara alet olmazlar.

Onların kişiliklerine Kur’an inşa eder, hükümleri yön verir.

Kendilerini teslim almak, ülkelerini, değerlerini, zenginliklerini, hatıralarını yağmalamak isteyenlere teslim olmazlar; karşı koyarlar.

Görünen ve görünmeyen, kültürel, ekonomik, askeri, moral saldırılara direnirler.

Kimliklerine her şartta ve ortamda sahip olurlar.

Empeyalistlerin ve diktatörlerin oyunlarını işte bu gibi müslümanlar bozarlar. Onların tekerleklerine çomak sokarlar, işlerini zorlaştırırlar.

Onlar bâtıl, sapık, uyuşturan, köleleştiren, aşağılatan anlayışlara pirim vermezler. Topraklarının ve mukaddesatlarının yılmaz savunucularıdır. Üzerlerinde oynanan oyunları, yapılan hesapları, işletilen hile ve fitneleri  ferasetleri anlar ve ona göre tedbir alırlar.

Kişiliği ve dünya görüşü vahiyle inşa edilmiş bir müslüman, asla ihanetin, yağmanın, zulmün, teslimiyetçiliğin, taklitçiliğin, korkaklığın, pısırıklığın aleti olmaz. Allah’tan başka bir gücün önünde eğilmez. Ölüm korkusuyla veya dünyalık çıkar kaygısıyla yanlışlıklara eleman, şeytana asker olmaz.

O her açıdan yiğit ve mücahidtir.

İslâm ülkeleri üzerinde hesabı olanlara yüzdeyüz başarılı olamadıysalar bu şuurlu ve akıllı mü’minlerin maddi ve manevi direnişi sayesindedir.

Emperyalistler ve zalimler, hainler ve sömürücüler, şeytana papucunu ters giydiren üçkağıtçılar, şeytanî işleri sevenler, vahyin öngördüğü gibi olmaya çalışan müslüman tipinden hoşlanmazlar.

Buna karşın ölçüsü hak ve hakikat olmayanları, aklını ve iradesini birilerine teslim edenleri, o birileri rahatlıkla güderler. Bunlar kendilerine empoze edilen din anlayışını tereddütsüz kabul ettikleri için, ağaları bunları, İslâmın izin vermediği, ama islâm boyası sürülmüş yanlış hedeflere kolaylıkla sürülebilirler.

Böyle yapılanmış bir kitlenin, cemaatin başındaki elde edilirse o kitle ele geçirilmiş olmaz mı?

Liderleri tarafından uyuşturulmuş bir kitlenin başındaki teslim alınırsa, o kitle doğrudan teslim alınmış olmaz mı?

İslâm âleminde bu gibi yapılanmaların arttığını, çoğunluğun böyle cemaatlere biat ettiğini, gruplara bölündüğünü düşünelim, emperyalistlerin işi daha kolay olmaz mı?

Bunların zihinleri liderleri tarafından, liderlerinin zihni de o ülke üzerinde hesabı olanların işgaline uğrarsa; hesap, işgal, kullanma ve ihânet tamam demektir.

Emperyalistlerin uydurulan dinlere, İslâma uymayan tarikat, hizip  anlayışlarına, Vahyin uzağındaki yapılanmalara, sıkı cemaatlere ve özellikle onların liderlerine neden yatırım yaptıkları daha iyi anlaşılıyor.

 

-İman edenlere düşen

-Uydurulan dinlere değil indirilen Din’e tabi olmak

En başta gelen görevimiz bu. Allah’ın vahiyle, yani Kur’an’kla bize gönderdiği, Hz. Muhammed’in yaşayıp öğrettiği Din’e uygun yaşamak, hayatımızı Kur’anla inşa edip, Kur’an’a uygun sürdürmektir. Bize örnek (üsvetün hasenetün) gösterilen hz. Muhammed’i örnek alıp izlemektir. Dünyanın neresinde olursak olalım.

 

-Olayları iyi okumak

Bugün haber kaynaklarının artması sebebiyle yazılanların ve anlatılanların doğruluğu kesin değil. Herkes haberleri kendi açısından yayınlıyor. Ülkeler, siyasi oluşumlar, diğer gruplar kendilerine göre haber yapıyorlar, işlerine gelen haberleri yayıyorlar. Yorumlar da elbette öyle.

Sosyal medya daha beter. Herkes aklına eseni yazıyor, yalan, abartı, manipüle, iftira gırla gidiyor. Bu nedenle medyanın her dediğine ve her yazdığına inanmamak gerekiyor. Üstelik şeytan ve onun iki ayaklı askerleri ortalıkta cirit atıyor. Fitne yaymaya, karıştırmaya devam ediyorlar.

Suriyede ilk kan döküldüğü gün eyvah Suriye bir felakete doğru gidiyor demiştim. Zira silahların çekildiği, kan döküldüğü yerde hak hukuk, adalet kaybolur, intikam ve kan davası başlar. Karşı taraf bize şunu yaptı, intikamımız acı olacak denir.

Suriye’de olaylar başladıktan sonra leş kargaları gibi bekleyen çıkarcılar oraya üşüştü. Çıkarları için âdeta yarıştılar. Her biri bir gruba destek verdi, arkanızdayız dediler. Belki aynı el çarpışan taraflara silah verdi, mühaimmat verdi. Ortaya bir sürü grup çıktı. Bir çok grup birbiriyle savaşmaya başladı

Aaa bir de baktık ki Irak Şam İslâm devleti diye bir grup çıktı, kısa zamanda büyük bir toprak parçasını ele geçirerek halifelik ilan etti.

Nasıl oluyorsa, koalisyon güçleri üç senedir terörist dedikleri bu oluşumla baş edemiyorlar. Üstelik bunlar dünyanın en zenginleri, en güçlüleri, en çok silahı olanlar.

Bunlar nereden çıktılar?

Cevabı çok basit, kim Taliban’ı kurdurup Afganşistan’a müdahale bahane hazırladı ise, kim el-Kaide’yi kurup Irak’ı işgale bahane hazıladı ise, Suriyeyi harap etmek isteyince de İŞİD’i kurdu.

Sonuç ortada, biliyorsunuz. Sekiz milyonu aşkın mülteci, bir milyona yakın ölü, ve harabe haline getirilen şehirler, yağma edilen zenginlikler. İnsanın bakmaya dayamayacağı işkenceler, katliamlar, vahşetler. Buna alet olan devletler, gruplar, oluşumlar. Bütün bunları tribünden seyreden bir İslâm alemi.

Böyle bir hengamede kim haklı kim haksız, kim hakta kim bâtılda, kim dost kim düşman çok net bilinmiyor.

Ama bilinen bir şey var ki çıkar savaşları arkada sayısız mazlum, mağdur ve müstez’af bırakıyor. Müslüman coğrafyaya durmadan fitne, acı ve felâket yayıyor.  

 

-Müslümanlar arasındaki tefrikaya taraf olmamak

Üzülerek söyeleyelim ki Kur’an’ın açık uyarılarına rağmen müslümanlar arasında grupçuluk, cemaatçilik, mezhepçilik takıntısı, çekişmesi, taassubu var. Bu yüzden bazı İslâm ülkelerinde kavga ve hatta sıcak çatışmalar bile oluyor.

Bu şüphesiz İslâm ümmeti için büyük bir fitnedir. Bu fitne karşısında şuurlu müslümanın tavrı ne olacak? Ateşe körükle mi gidecek?

At izinin it izine karıştığı, kimin hak üzere, kimin bâtılda olduğunun belli olmadığı ortamlarda nasıl bir tavır takınacak?

Peygamberin haber verdiği gibi fitnelerin arttığı bir zamanda onlara karşı nasıl tedbir alacak?

Böyle bir durumda çekişmelere, ihtilâflara, taassuba taraf mı olacak, yoksa bu konudaki anlaşmazlıkların Öz’e (Kitab’a ve Sünnet’e) uygun bir şekilde azaltılmasına mı çalışacak? Fitneleri teşhis edip usûlünce uzaklaşabilecek mi?

Kur’an bu tehlikeye ve  vahye zıt bu tutuma “tefrika bağlamında” işaret ediyor. Bu tutum Dini kendi hevâsına, kendi mezhebine, kendi tarikatına, kendi grubuna göre anlayıp onu hak, diğer yorumları din dışı sayma saplantısıdır.

  مِنَ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ ﴿32﴾

“Dinlerini parçalayan (ferrakû) ve bölük bölük (şiyean) olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” (Rûm 30/32. Ayrıca bakınız: En’am 6/159)

Kur’an iman edenlere şöyle sesleniyor:

وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۙ ﴿105﴾

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” (Âli İmran 3/105)

Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevasına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır.  

Dinde tefrikaya düşmemenin yolunu  Kur’an şöyle gösteriyor:

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَانًا

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin...” (Âl-i İmrân 3/103)

Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:“Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekân bulursa ona sığınsın.” (Buhârî, 8/92. İbn-i Mâce, 2/3961)

 

-Zalimleri iyi tanımak ve onlara taraf olmamak

Haksızlık ve zulümü tanımak bile bir fazilettir. Zira onları tanıyan onlara yakın olmaz, yardım etmez. Kur’an zalimlere yardım edenleri tehdit ediyor:

وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَٓاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ ﴿113﴾

“Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hûd 11/113)

Peygamber (sav) buyuruyor ki:

“Mazluma da zalime de yardım edin. Soruluyor. “Mazluma yardımı anladık da zalime nasıl yardım edebiliriz?”

“Onun zulmüne engel olmaya çalışın, bu da ona bir yardımdır.”  (Tirmizî, Fiten/68 no: 2255)

Zalime yardım edin, yani zulmüne engel olmaya çalışın ki başkasına daha fazla zulmetmesin. Ona yardım edin ki kendine de daha fazla zarar vermesin.

Öyle ya, zulmüne devam ettikçe Allah’ın lâneti, mazlumların ahı ve bedduası onun peşini bırakmayacaktır. Hem bu dünyada, hem de öteki dünyada. 

Ama ne yazık ki haksızlığa ve gadre uğramışlar öteden beri bazen, bilerek veya bilmeyerek zalimlere meylettikleri, onlara destek oldukları için, ateş onlara da dokunuyor. Çünkü bu Allah’ın yasasının (Sünnetullah’ın) gereğidir. Zalimi yakan ateş, onun yandaşlarına da dokunacaktır. İnsanlar bu ateşin nasıl dokunduğunu anlamasalar da.

Ne yazık ki zalimler de, zalimlerin yandaşları da bütün bunlardan ibret almıyorlar. Kendi sonlarının berbat olacağını hesap etmiyorlar.  Zulme devam ediyorlar. Ellerindeki gücü başkalarına haksızlık yapma yolunda kullanıyorlar.

Yine ne yazık ki kitleler çoğunlukla zalimi tanıyamıyorlar. Ya da ortak çıkarları olduğu için destekliyorlar, zulmüne karşı çıkmıyorlar. Bir başka deyişle zalimlerin icraatlarını doğru buluyorlar, benimsiyorlar.,

“İnsanlar zalimi görüp de elini (zulümden alıkoymayacak olurlarsa), aradan fazla zaman geçmeden, Allah’ın onlara genel bir azap göndermesi yakındır.” (Tirmizî, Fiten/8. Tefsir 5/17. Ebu Davud, Melâhim/17. İbni Mace, Fiten/20. Ahmed b. Hanbel, 1/25.)

Allah yolunda mücadele ettiğinden memnun, aldığı idam cezası karşısında metanetini kaybetmeyen, gözünü kırpmadan ölüme giden Ömer Muhtar’ın örnekliğine bakalım. Mahkeme idam cezası verdikten sonra bunu belki pişman olur ve kendileriyle çalışır umuduyla İtalyan komutan ona haber verir. Bunun üzerine o, satılık olmadığını, vatanı ve inancı uğruna mücadele ettiğini, pişman olmadığını, Allah’tan geldiğimizi ve O’na döneceğimizi söyledikten sonra şunu ekler: “Bana gelince, ben senden ve cellatlarından daha çok yaşayacağım”.

Evet general Griziani ve cellatları çoktan unutuldu gitti ama Ömer Muhtar hâlâ yaşıyor. İtalyanlar onun idam ettiler ama onun davası, şecaati, samimiyeti, bıraktığı güzel ad, mücadelesi, kararlığını ve haklılığı hala yaşıyor.

Edward Said (2003). Filistinli bir hırıstiyan entellektüel. Filistin davasını en iyi tanıyanlardan ve savunanlardan biri. Amerikada yaşadı ve orada öldü. Ama onun bir fotoğrafı onurun ne olduğunu bize gösteriyor.  İsrail Lübnan’dan 1978 beri sürdürdüğü işgalden 1999 yılında geri çekiliyorken o Amerika’dan Lübnan’a geldi ve tanklar çekilirken onlara bütün hıncıyla taş fırlattı. Bu kendisine sorulunca dedi ki: “Benim devletim, ordum, silahlarım yok. Bunlara, bunların zulüm ve işgaline karşı olduğumu ancak bu şekilde  ortaya koyuyorum.”

 

-Zalimlerin kaybedeceğinden emin olmak

Bu dünyada, bu sebepler âleminde zahirde onlar kazandılar, kazanıyorlar zannedilir. Kendileri de öyle sanarlar. Öyle sandıkları için de zulümlerine devam ederler.

İşledikleri cinayet cezasız kalmış olabilir. Gasbettikleri ülkeler, zenginlikler, eşyalar, her ne ise; kâr sanabilirler. Güçlü olduklarını, kendilerine kimsenin hesap soramayacağını düşünebilirler. Bunlar dolayı aşırı bir kibire ve gurura kapılmış olabilirler.

Mazlumlar da, zalimlerle bir şekilde muhatap olanlar, ya da onların yaptıklarını korku içinde görüp duyanlar da aynı kanaate sahip olabilirler.

Ama gerçek böyle mi?

Gerçekten onlar galip mi?

Gerçekten onlar kazanıyorlar mı?

Gerçekten yaptıkları yanlarına kâr kalıyor mu?

Zulümlerinden sonra ellerini kollarını salllaya sallaya, şerefle, onurla, başları dik yürüyebiliyorlar mı?

Adamlık makamında bir yerleri oluyor mu?

Kendilerinden sonra gelenlere nasıl bir isim bırakıyorlar?

Geleceğin tarihçisi onlar hakkında neler diyecek? Tarihe nasıl bir not düşüyorlar?

Onlar zahirde kazanıyorlar zannedilir?

Ama gerçekte ne kazanıyorlar? Ona bakmak lazım.

Peygamber (sav) buyuruyor ki: “Kim kendisine zulmeden aleyhine dua ederse ona muhakkak yardım edilir.” (Tirmizî, Daavât/101 no: 3552)

“…Mazlumun duasından sakın. Zira onun duasıyla Allah arasında bir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât/63 no: 1496. Tirmizî, Zekât/6 no: 260. Nesâi, Zekât/1 no: 2437)

“… Mazlumun duası kabul edilir…” (Buhârî, Cihad/180 no: 3058. İbni Mâce, Dua/11 no: 3862)

Zalimler kazandıklarını zannederler. Ama bilmezler ki onlara karşı zulme uğrayan mazlumlara yardım edilir. Bu yardımın, ya da zalime belânın, musibetin, cezanın nasıl ve nereden geldiğini insan bilemez.

Şu tarihi olayı hatırlayalım. Hicretin 3. yılı. Henüz Uhud’un yaraları sarılmamışken, henüz Reci’de suikastla şehid edilen 6 yiğit sahabenin acısı dinmemişken, Bi’r-i Maûne’de kırk kadar seçkin sahabenin (Buhârî, Meğazi/28. Müslim, İmâre/174 no: 1903) tuzağa düşülerek öldürülmesi çok sarsıcı bir olaydı. 

Âmir kabilesinin başkanı Ebu Berâ İslâma ilgi duyan, müslümanlara sempati ile bakan bir kimseydi. Uhud savaşından bir müddet sonra Medine’ye gelerek Peygamber’den kendilerine İslâmı öğretecek öğretmenler (mürşidler) göndermesini istedi. Peygamber (sav) genel durumun pek güvenli olmadığı gerekçesinden hareketle bu teklife sıcak bakmıyordu. Ancak Ebu Berâ gönderilecek kişilerin kendi himayesinde olacaklarını söyledi ve can güvenliğine dair garanti verdi.

Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü çoğu Ensar’dan ve Suffe Ashabından olan kırk  eğitimli kişiyi onlara gönderdi. (İbni Hişam, Siyer 3/194) Bu irşad grubu Maûne kuyusunun başına gelince aynı kabileden Amir b. Tufeyl, Zekvan, Rı’l ve Usayyah kabilelerden topladığı silahlı adamlarla onları pusuya düşürdüler ve hepsini şehit ettiler. (İbni Hişam, Siyer 3/193-199)

Bu katliamı yapanlar, ne kendi geleneklerini, ne öteden beri arap toplumunda geçerli teâmülleri ve ne de anlaşmaları dinlediler. Davet üzerine onlara İslâmı anlatmak üzere gelen  misafirleri hunharca katlettiler.

Enes b. Malik (ra) diyor ki: “Rasûlullâh’ın (sav) Bi’r-i Maûne’de şehîd olan ashâbına üzüldüğü kadar, hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim!” (Müslim, Mesâcid, 302 no: 677)

Amir b. Tufeyl ve adamları kendilerine göre kazandılar. Düşman bildikleri müslümanlardan bir kısmını, haince de olsa ortadan kaldırdılar. İntikamlarını aldılar. Düşmanlarının kalbine müthiş bir acı sapladılar.

Ama gerçekte kim kazandı, kim kaybetti?

Kim Peygamberin duasını kazandı, kim bedduasını?

Peygamberlerin duası reddolunmaz. Nitekim reddolunmadı da. Allah (cc) onun duasını kabul etti ve bu cinayeti işleyenlerin dünyalık cezaları verildi. (Müslim, Mesâcid/307 no: 679. Ebu Davud, Vitir/10 no: 1443)

Asıl kimin kazandığını bu katliamda yaşanan ilginç bir olay anlatıyor.

Bu fâcia günü baskın yapanlar arasında bulunan Cebbâr bin Sülmâ kendisini İslâm’a davet eden Âmir bin Fuheyre’ye mızrağını saplamış. Mızrak göğsünü delip geçmiş ve o bu haldeyken “Vallahi kazandım!” demişti. 

Âmir b. Füheyre’nin ölmek üzere, üstelik sevinçle söylediği bu söz Cabir’i şaşkınlığa uğratmış. Bu adamı böyle sevindiren ve “kazandım” dedirten şey ne idi acaba?

Bunun üzerine günlerce düşünmüş, sonunda bunun İslâmdan kaynaklandığını anlamış ve müslüman olmuş. (İbn-i Hişâm, Siyer 3/186)

Bir tarafta mazlumlar, zalimin zulmü sebebiyle ağlayacak, inleyecek, sızlayacak, mahrumiyete düşecek, feyadı arş-ı âlâ’ya ulaşacak; beriki yanda zalim gülecek, mutlu olacak, rahat edecek; yani kazanacak!!!

Hayır, hayır, asla (Nem, nem, şûha) . Bu, eşyanın tabiatına aykırı olduğu gibi, ilâhi adalete de tersdir.

Bildiğimiz bir şey var ki, zalimler eninde sonunda kaybederler, pişman olurlar ve yaptıklarının cezasını görürler. Hem bu dünyada, hem de öteki dünyada. Bunun tarihte sayısız örneği olduğu gibi, günümüzde de görülüyor.

Kimisi yasaların pençesine düşüyor. Yıllar sonra olsa da kendisinden hesap soruluyor.

Kimisi ağır bir hastalığa yakalanıyor.

Kimisi başka bir zalim tarafından dövülüyor, eziyete uğruyor veya ortadan kaldırıyor.

Kimisi bir şekilde rezil rüsvay oluyor.

Kimisi aklını yitiriyor. 

Kimisi bitkisel hayata giriyor, ölmek istese de ölemiyor.

Kimisinin suratı bakılamayacak hale geliyor. Kimisi birileri tarafından itilip kakılıyor.

Kimisinin leşi yerlerde sürünüyorda sahip çıkan olmuyor. Veya benzeri sonuçlarla karşılaşıyor.

Kimisi başkası tarafından zulmediliyor.

Ama hiç bir sonuç kazanç değil, tam tersine kayıp ve rezalet.

Bugün masum insanları, hatta çocuk, kadın, yaşlı veya sıradan sivilleri acımasızca katledenler zafer işareti yapabilir, cinayetleri sebebiyle birbirlerini tebrik edebilirler. Ama bu zalimler; “… Nasıl bir inkılapla devrileceklerini günü gelince öğrenecekler.” (Şuarâ 26/227)

Bi’r-i Maûne’de Amir ibni Füreyre mi kazandı, yoksa onu şehit edenler mi?

Firavun mu kazandı, Musa mı?

Hz. Hüseyin mi kazandı, onu şehid edenler mi?

Ömer Muhtar mı kazandı, onu asan işgalciler mi?

Hitler mi kazandı, onun canlarına kıydığı milyonlar mı?

Menderes mi kazandı, onu idam edenler mi?

Ahmed Yâsin mi kazandı, onu bir sabah namazında füzeye vuran kravatlı katiller mi?

Suriyede, Halep’te yıkıntılar altında kalan masum bedenler mi, onları bombalayan vahşiler mi, bu vahşilere görev veren katiller mi?

Rastgele orada burada terör estirip masum canlara kıyanlar mı, bu cinayetleri batıl bir ideoloji uğruna işleyenler mi kazanıyor, yoksa terörün kurbanları mı?

 

-Allah yolunda infak etmek

Kur’an şöyle diyor:

وَاَنْفِقُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا تُلْقُوا بِاَيْد۪يكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِۚۛ وَاَحْسِنُواۚۛ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ ﴿195﴾

“Allah yolunda infak edin. Kendi kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.” (Bekara 2/195) Yani bu ortak çabaya şahsî ve maddî katkınızı esirgemek suretiyle kendi yıkımınızı hazırlayabilirsiniz”.  (Esed, M. Kur’an Mesajı,)

İnfak etmek aynı zamanda her açıdan gelebilecek tehlikelere karşı hazırlıklı olmaktır. İnfak sadece maldan yapılmaz. Amacı da sadece açları doyurmak değildir.

Bunun yanında kendisinin ve neslinin daha iyi olması için, ülkesine, değerlerine, dinine yönelik tehlikelere karşı, her açıdan (bilgi, kültür, organize, malzeme ve birlik) donanımlı olmak üzere hazırlıklı olmaktır.

Bu yapılmazsa kendi elimizle kendimiz tehlikeye atmış oluruz.

 

-Gücümüz yeten şeyleri yapmaktan kaçınmamak

Kur’an bizi görevimizi yapmaya çağrı yapıyor. Şimdi değil, öteden beri, tarihten beri.

“Ey İslâm ümmeti üzerinize düşeni yapın. Hakkıyla iman edin, Kur’an’a uyun, Kur’an’ı hayat haline getirin Allah yolunda çalışın. Allah yolunda infak edin. Kimliğiniz, benliğinizi, klas duruşunuzu koruyun. Allah’ın sevmediklerine banzemeyin, hayran olmayın, köle olmayın, muhtaç olmayın.

Kur’an’ı okuduğunuz gibi, kevnî ayetleri de okuyun, gereğini yapın. Size zarar verebilecek gelişmelere/saldırlara karşı hazırlıklı olun, gafil avlanmayın. Allah’ın davasının düşmanlarının her zaman olacağını, şeytanın her an faaliyette olacağını bilin.”

“Ey iman edenler! Sabredin. Sabırda yarışın. (Cihat için) hazırlıklı ve uyanık olun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Âli İmran 3/200)

Şu âyette sözü edilen hazırlanması gereken atlar, günümüzde gerekli maddî ve manevî malzemeler, donanım, ilim ve teknik midir?

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfal 8/60)

Bu âyet de müslümanları mazlumlara, “bize yardım eden yok mu” diye çığlık atanlara yardım etmeye çağırıyor.  

وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يرًاۜ ﴿75﴾

“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve, “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” (Nisâ 4/75)

Ve bugün “buradan, bu yöneticileri ve katilleri zalim olan bu yerden kurtarın bizi” diyen çığlıkların sesi ta buralara kadar geliyor.

Bir de şu çağrıya kulak verelim:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى تِجَارَةٍ تُنْج۪يكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَل۪يمٍ ﴿10﴾ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَتُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَۙ ﴿11﴾ يَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً ف۪ي جَنَّاتِ عَدْنٍۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۙ ﴿12﴾ وَاُخْرٰى تُحِبُّونَهَاۜ نَصْرٌ مِنَ اللّٰهِ وَفَتْحٌ قَر۪يبٌۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿13﴾

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?

Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.

Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri (bunlarla) müjdele.” (Saff 61/10-13)

Allah yolunda cihad: Yani çoğun çaba, çok çalışma. Âyet mallarınızla ve canlarınızla diyor. Bu da bütün maddi ve manevi imkanları, bütün kabiliyet ve gücü kapsar.

Allah yolunda çalışma mal, dil, beden, nefes, yazı, medya, eğitim ile, ebeveyn görevini  yaparak, Kur’an’ı hayatlaştırıp şâhit olarak, müslümanları kardeş bilerek, mazlumlara yardım ederek, Allah yolunda infak ederek.

Bugünün şartlarına uygun. Ama sadece Allah rızası için hayır işlerinde çaba göstererek, insanlara ma’rufu takdim ederek.

Diğer taraftan Kur’an müslümanlara Allah’a yardım etmeyi de emrediyor.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ ﴿7﴾

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed 48/7)

Allah’a yardım nasıl olur?

Allah’ın yardıma ihtiyacı mı var?

Allah’ın dinine yardım edin ki Allah’a yardım etmiş olursunuz. O zaman Allah’ın yardımını hak edersiniz.

Bir başka âyette ise şöyle bir çağrı var:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُٓوا اَنْصَارَ اللّٰهِ كَمَا قَالَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ لِلْحَوَارِيّ۪نَ مَنْ اَنْصَار۪ٓي اِلَى اللّٰهِۜ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ نَحْنُ اَنْصَارُ اللّٰهِ فَاٰمَنَتْ طَٓائِفَةٌ مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَكَفَرَتْ طَٓائِفَةٌۚ فَاَيَّدْنَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا عَلٰى عَدُوِّهِمْ فَاَصْبَحُوا ظَاهِر۪ينَ ﴿14﴾

“Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun. Nasıl ki Meryem oğlu İsa da havarilere, “Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler de, “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” demişlerdi. Bunun üzerine İsrailoğullarından bir kesim inanmış, bir kesim de inkâr etmişti. Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.” (Saff 61/14)

Allah (cc) müslümanların da tıpkı İsa’nın havarileri gibi olmalarını istiyor. Sonuçta Allah onlara yardım etti ve onlar da düşmanlarına karşı zafer kazandılar.

Zaten Allah (cc) bütün müslümanları, onların arasında kendi yolunda sabırla cihad edenleri (kendi yolunda çalışıp-gayret edenleri) bilip ortaya çıkarıncaya kadar onları denemeye tabi tutacaktır.

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتّٰى نَعْلَمَ الْمُجَاهِد۪ينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِر۪ينَۙ وَنَبْلُوَ۬ا اَخْبَارَكُمْ ﴿31﴾

“Andolsun, içinizden, cihad edenleri ve sabredenleri belirleyinceye ve durumlarınızı ortaya koyuncaya kadar sizi deneyeceğiz.” (Muhammed 47/31)

 

-İslama uygun faaliyetlere, oluşumlara imkanlar ölçüsünde katılmak, yardımcı olmak.

Ama asla bunları ideoloji haline getirmemek şartıyla.

İslâm âleminde tefrikaya, fitneye, anlaşmazlıklara, hatta kavgalara sebep olan pek çok grup zaten var. Yeni bir tanesine ihtiyaç yok.

Bu yanlışa düşmemek şartıyla dinin ölçülerine uygun, yani meşru’, faydalı ve hayır olan derslere, toplantılara, çabalara, birlikteliklere –kim organize ederse etsin- katılmak, maddi ve manevi destek olmak gerekir elden geldiği kadar.

Kur’an mü’minlere; ‘…Birr (her türlü iyilik) ve takva (Allah’tan hakkıyla sakınma) hususunda yardımlaşın, ism (günah) ve haddi aşma (düşmanlık) hususunda yardımlaşmayın…” (Maide 5/2) diye emretmektedir.

Sonuçta insanla birlikte öte dünyaya gidecek olan amellerdir. Allah katında değerli ve kalıcı olan ise amellerden salih olanlardır.

اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ اَمَلًا ﴿46﴾

"Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; sürekli kalan iyi işler (bâkiyâtü's-sâlihât) ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır." (Kehf 18/46 Bir benzeri: Meryem 19/76)

 

-Tarihten ibret almak

Kur’an kıssalarında ve tarihteki olaylarda bizim için pek çok derlser ve ibretler vardır. Kur’an boşuna kıssa anlatmıyor. Daha doğrusu hikâye anlatmıyor. Kıssalarla bize rehberlik ediyor, yol gösteriyor, nasıl yapmamız gerektiğini öğretiyor. Şimdi bunlardan bir tanesini anmak istiyorum.

Kur’an İsrailoğullarından şöyle bir örnek veriyor:

Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'ın size (lütfettiği) nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi.

“Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.

Onlar şu cevabı verdiler: Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz. Korkanların içinden Allah’ın kendilerine nimet verdiği iki adam şöyle demişti: “Onların üzerine kapıdan girin. Oraya girdiniz mi artık siz kuşkusuz galiplersiniz. Eğer mü’minler iseniz, yalnızca Allah’a tevekkül edin.”

«Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız» dediler.

Musa: «Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır» dedi.

Allah, «Öyleyse orası (arz-ı mukaddes) onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen, yoldan çıkmış toplum için üzülme» dedi.” (Mâide 5/20-26)

“Tarihî rivayetlere göre mukaddes arza girmek istemeyen ve peygamberlerine karşı duran İsrailoğulları, daracık bir arazi üzerinde kısılıp kalmış; kendileri ölüp yeni bir nesil yetişinceye kadar buradan kurtulamamışlardır.

Kur’an belki bize arz-ı mukaddes vadetmiyor. Ama onun çağrısına kulak verirsek, gereğini yaparsak bize de izzet ve şeref, örneklik, tarihin öznesi olma, onurlu bir hayat, iman edenler arasında vahdeti, hak ve adaleti gerçekleştirmeyi, iki dünya saadeti, iki dünyada da kurtuluş (fevzün azim, fevzün mübin), hasımlara ve düşmanlara karşı sağlam durmayı ve nihayet zafer vadediyor.

Bugün İslâm ümmetinin perişanlığı, Peygamberlerini dinlemeyip üzerlerine düşeni yapmayan asi İsrailoğullarının tih sahrasındaki başıboş kırk dolaşmalarına ne kadar benziyor.

Ümmet olarak galiba Kur’an’ın çağrısına uymadık, Peygamberin ve Kur’an’ın gösterdiği hedeflere yürümedik, o amaçları gerçekleştirmek için gerekeni yapmadık, sonra da bize sayılamaycak kadar nimet veren Rabbimiz de bizi nimetini azalttı.

O yüzden mi çoktan beri sürgündeyiz?

O yüzden mi perişanız, o yüzden mi dağınığız, o yüzden mi bir ağırlığımız yok, o yüzden bizi birbirimize bağlayan bağlar kopuk, o yüzden mi bir türlü toparlanamyoruz?

Öyleyse Allah’ın vadettiği ödülleri hak etmek için Kur’an’ın ve Peygamberin çağrısı karşısında “sen ve Rabbin, ikiniz, üçünüz gidip mücadele edin, biz burada oturacağız” dememek gerekir.

Kendi yapmamız gereken şeyleri iki de bir “Allahım yap, Allahım ver, Allahım kahret, Allahım çöz” diye O’na havale etmemek gerekiyor. Biz görevimizi yapalım, Allah’ın işine de karışmayalım. Gücümüz yetmediği yerde, bizi aşan konularda da dua edelim, yani orada Allah’ı yardıma çağıralım.

Tıpkı sevgili rehberimiz Muhammed (sav) gibi.

Yemekten sonra: “Allah’ım yedik içtik, doyduk, şükürler olsun. Olmayanlara da ver” demek dua mıdır? Demem o ki dualarımız böyle olmasın. Rızkı bölüşelim, infak edelim, olmayanlara da ulaştıralım sonra da “şükürler olsun” diyelim.

 

-Sonuç

 

Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? 
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı! 

....

 

İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet? 
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet? 

Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ? 
Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ 

Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm 
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?

 

*****

Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık; 
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık 

Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın... 
Yaksaydın a mel'unları... Tuttun bizi yaktın 

Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi: 
Binlerce cevâmi' yıkılıp hâke serildi 

Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted: 
Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed! 

Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar, 
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar! 

En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından 
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan! 

İslâm'ı elinden tutacak, kaldıracak yok... 
Nâ-hak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok! 

Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? 
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî! 
4 Cemaziyelevvel 1331 - 28 Mart 1329 (1913)

Mehmet Akif Ersoy

 

 

Var, adl-i ilahi elbette var. Ancak zalimlerin bir hesabı varsa Allah’ın da hesabı var. Biz onun nasıl olduğunu ve vaktini bilemeyiz.

Şair bu şerçeği şöyle ifade etmiş:

“Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i mevlâ
Tallahi lekad âserakellâhu aleynâ” Ziyâ Paşa

“Mevlâ’nın kudreti bir gün zâlimlere; “Yemin ederiz ki, Allah seni bizden üstün

tutmuştur” dedirtir.

İkinci mısra Yûsuf Suresi 91. ayetten bir parçadır. Tamamı şöyle:

قَالُوا تَاللّٰهِ لَقَدْ اٰثَرَكَ اللّٰهُ عَلَيْنَا وَاِنْ كُنَّا لَخَاطِـ۪ٔينَ ﴿91﴾  “

“Kardeşleri de şöyle dediler: “Vallahi Allah seni bize üstün kılmıştır. Doğrusu hata yapan bizler idik.”

Ömer Muhtar filminde bir sahne: Libya’yı işgal etmek isteyen İtalyan ordusundan bir grup bir Libya köyüne baskın düzenlerler. Onların Ömer Muhtar’a yardım etmelerini önlemek için erkeklerin bir bölümünü kurşuna dizerler, kadınları esir alırlar. Yiyecekleri köy meydanına toplayıp evlerle birlikte ateşe verirler. Biraz sonra köye dönen Ö. Muhtar ortaya konulan vahşeti görünce: “Bu savaş değil, bu başka bir şey.” (Bugünkü savaşlar hakkında da aynı şeyi söylüyoruz: Bu savaş değil, savaşın da bir ahlâkı vardır. Bu vahşet ve barabarlık.) Kendisi ile gelmek isteyen bıyıkları henüz terlemiş gence: “Sen henüz küçüksün, daha sıran gelmedi deyince kız kardeşi kaçırılan genç haykırdı: “Ya seyyidî, bugün yeterince büyüdüm.”

Bizim de bunca olanlar karşısında yeterince büyümemiz gerekiyor. Yani uyanmamız, meseleyi anlamamız, görevimizin olduğunu bilmemiz ve bir şeyler yapmamız gerekiyor.

Ne yapabilirim ki deme. Hiç olmazsa Edward Said gibi, Filistin intifadasının küçük erleri gibi; zalimlere, işgalcilere, fitnecilere atmak için bir taş, W. George Bush’u protesto eden Iraklı gazeteci gibi ayakkabı hazırla.

Hiç olmazsa benim de bu çorbada bir kaşık tuz hayrım bulunsun cinsinden bir çuval un hayrım olsun de. Ya da daha fazlasını.

Hiç olmazsa dualarının başına zalimlerin aleyhine, mazlumların lehine duayı koy.

Hiç olmazsa istikbal için, davan için, kardeşlerin için hayırlı rüyalar görmeyi dene.

Selâm hidâyete tabi olanların üzerine olsun.