İslam tarihindeki mezhep gerçeği ve yerel bir fıkıh olabilir mi sorusu etrafında bir seminer
Hüseyin K. Ece
05.11.2017
Beytu’s-Selâm - Duisburg

 

Birinci ders: MEZHEPLER

el-Hamdülillahi rabbi’l-âlemin. ve’s-Salâtü ve’s-selâmu a’la rasûlihi ve âlihi ve sahbihi.

 

-İslam tarihinde mezheplerin ortaya çıkışı

İslâm tarihinde amelde, itikat ve siyaset sahasında ortaya çıkmış düşünce okullarına, gruplara genelde mezheb adı verilmektedir. Kelâm ve Mezhepler tarihinde ise ‘mezheb’ kavramı daha çok itikat konusunda ortaya çıkmış topluluklar için kullanılır

Mezheb olayını anlamak için, İslâm tarihinde mezheblerin ortaya çıkış sebeplerine bakmak gerekir:

İslâm tarihinde üç çeşit mezheb ortaya çıkmıştır. Bunlar:

-Siyasî mezhepler

-İtikadî mezhepler,

-Fıkhî mezhepler.

 

1-Siyasî mezhepler

Peygamberimiz zamanında müslümanların mezhebí anlamda ihtilaf etmeleri (ayrılığa düşmeleri) mümkün değildi. Çünkü ‘vahy’ devam ediyordu ve bütün sorunlar peygamber tarafından çözüme kavuşturuluyordu.

İlk üç halife döneminde de müslümanlar arasında bu denli bir ayrılık yoktu. Ümmetin önünde Peygamberin yetiştirdiği sahabe nesli önderdi. Onlar her konuda insanlara rehberlik ediyorlardı ve sorunlarını Rasûlüllah’tan öğrendikleri gibi hallediyorlardı. Sahabeler Raşid Halifelerin her konuda yardımcılarıydı. Onların yönettiği insanlar da genel olarak İslâma bağlı insanlardı.

3.halife hz. Osman’ın halifeliğinin sonlarına doğru müslümanlar arasında farklı görüşler ve buna bağlı olarak farklı tutumlar gündeme gelmeye başladı. 4.halife Hz. Ali zamanında ise bu farklı anlayış ve görüşler farklı grupları doğurdu, müslümanlara arasında ilk fiilí çatışmalar meydana geldi.

Halifenin kimden olacağı, Hz. Osman’ın katillerinin bulunması, biat etme, biatını bozanın durumu, büyük günah işleyenin durumu, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki hakemlik meselesi ve bunlara benzer konular ilk ihtilaf konularıydı.

Zaman geçtikçe ihtilaf edilen konular ve bunları savunan farklı gruplar giderek arttı.

İslâm tarihinde ortaya ilk çıkan mezheblerin çıkış sebepleri temamen siyasî olup sonradan dinî bir kılıfa bürünmüşlerdi.

Müslümanlar arasında çıkan ilk savaşlarda Hz. Ali’nin yanında yer alanlara ‘Şia-yı ûla’ denildi.

Daha sonradan Hz Ali taraftarlığını Şia ismiyle mezhebe dönüşmesi üzerine ilk Hz. Ali taraftarlarına “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” da denildi.

            Hakem olayına itiraz edip ondan ayrılanlara “havâric veya marika” ismi verildi.

Hz. Osman’nın katillerinin bulunup cezalandırılmasını isteyenlere “Şiay-ı Osman”,

Muaviye tarafını tutanlara da “nasıba veya Emeviler” denildi.

 

2-İtikadî mezhepler

            Hz. Ali’nin şehâdetinden sonra henüz bazı sahabeler hayatta iken ilk itikadî mezhep sayılan Kaderiye ortaya çıktı. Ma’bed b. Cühenî (80/699), sonra onun görüşlerini yayan Geylan eş-Dimeşkî (126/743), kulun mutlaka irade sahibi olduğunu kaderin olmadığını yaydılar. Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer onlara şiddetle karşı çıktılar.

            Daha sonra Ca’d b. Dirhem (118/736) cebr fikrini ortaya attı, talebesi Cehm b Safvan (128/745) onun fikirlerini yaydı, Allah’ın sıfatları hakkında ileri geri konuştu. Onların görüşlerine Cebriyye dendi.

Mezhep tarihçilerine göre hicri 60lerden sonra ortaya çıkan ve selefin görüşlerinin uzağında olan ve çoğunluk tarafından bid’at olarak nitelenen beş ana mezhep çıkmıştır.

Bunlar: Havâric, Kaderiyye, Cebriyye (Cehmiyye), Şia (Keysaniye, Zeydiyye, İmamiyye) ve Mürci’e.

Siyasi sebeplerden ortaya çıkan bazı grupların itikadî ve fıkhî görüşleri açısından hem itikadî, hem de fıkhî mezheb sayıldı.  

Başlangıçta bir konudaki farklı görüşler, taraftarları çoğaldıkça giderek bir mezheb halini aldılar.

 

3-Fıkhí mezhepler

Bunların çıkış sebebi, ne siyasî çekişmeler, ne de itikat tartışmalarıdır.

Üstelik fıkhî ihtilaflar, itikattaki ihtilaflar gibi müslümanı bid’at ve dalâlete götürmez.

Usul-i din ile furu’u din farklıdır.

Usul-u din’de delilsiz, mesnetsiz ihtilaf haram, bid’at sayılırken; furu’u dindeki ihtilaf rahmet sayılmıştır.

Bunun anlamı şudur: Amelî hükümlerle ilgili nassların farklı ictihada konu olması İslâmın her şartta uygulanmasını sağlamıştır.

Kitap ve Sünnet’te hükmü olmayan bir mesele hakkında yetkin âlimlerin ictihad etmesi hem Rasûlüllahı’ın emrettiği bir şeydir, hem de hayatın akışında bir ihtiyaçtır.

Peygambere samimiyetle tabi olan sahabeler ve onları izleyen İslâm bilginleri İslâmın anlaşılması için çalıştılar, çaba gösterdiler. Onlardan iyi niyetli olanların farklı görüşleri, farklı ictihatları dinde ayrılık (tefrika) değil, dinde kolaylıktır.

Dinde ayrılık (tefrika) olan şey özellikle İslâm’ı kendi zamanına, kendi anlayışına, kendi siyasi ortamına, kendi mezhebine uydurma çabalarıdır.

Müctehid âlimlerin ictihatları birbirine aykırı olsa bile bu faydalı olmuştur. Onların ellerindeki deliller, o delilleri kullanma ve yeni hüküm çıkarma metodları  farklı görüş belirtmeye uygundur.

Müctehid âlimler, ya sorulan bir soru üzerine veya nassları anlama çabası olarak yoğun fikri çaba göstererek ictihad ettiler, hükümler verdiler. Onları dinleyenler de onların ictihadlarıyla amel ettiler. Öğrencileri de onların ictihadlarını, fetvalarını derlediler, (bazıları) yazdılar ve daha sonraki kuşaklara aktardılar.

Böylece fıkhî mezhepler şekillendi, ümmet arasında benimsendi. Yani onların görüşleri halk arasında bir mezhep olarak yerleşti.

O âlimlerin hiç biri biz mezhep kuruyoruz bize gelin dememişlerdir. Kimse hükümdarların emriyle mezhep kurmaya kalkışmamıştır.

Fıkhî mezhepler Din’i daha anlamada, İslâmı yaşamada bir disiplin, muamelat meselelerini daha iyi anlayıp daha iyi uygulamada bir kolaylıktır.

Falancanın mezhebi denildiği zaman, o konuda falanca âlimin görüşü, gittiği yol, takip ettiği disiplin anlaşılmalıdır.

 

-İslâm tarihindeki mezheplerin sınıflandırılması

Mezhepler tarihinde araştırma yapmış, eser yazmış âlimlerin bir çoğu mezhebleri iki ana grupta toplamışlar.

Sünnet üzere olanlar; yani Peygamberimizin sünnetine uyanlar.

Bid’at ehli olanlar; İslâma aykırı, zararlı ve yanlış şeyleri ona ilave edenler.

Bid’at ehlini de iki gruba ayırdılar: Birinci grupta olanlar müslüman sayılırlar,

ikinci grupta olanlar ise küfre düşmüş kabul edilmişlerdir. Şöyleki:

            1-Ehl-i sünnet mezhepleri. a-Ehl-i sünneti hassa denilen “selefiyye”. b-Ehl-i sünneti âmme. Maturidiyye ve Eş’ariyye. Bunlara da “halefiyye” denir.

            2-Ehl-i bid’at mezhepleri:

            a-Küfre düşmeyenler: Hariciler, Kaderiyye, Mutezile, Cebriyye (sorumluluk yoktur diyenler hariç), Zeydiyye, İmamiyye (İsnâ aşeriyye), Kerramiyye, Neccariyye, Haşeviyye gibi.

            -Küfre düşenler: Haricilerden Meymuniyye kolu, Yezidiyye, Batınıyye- Nizariyye (hasan Sabbah’ın kurduğu), Nusayriyye, Dürziyye, Babîlik, Bahailik gibi.

            3-Fıhkî mezhepler:

            a-Bugün tabiisi kalanlar: Hanefî, Şafî, Malikî, Hanbelî, Caferî, Zeydî ve İsmailî.

            b-Tabiisi kalmayanlar: Dâvud ez-Zahirî (270), Abdullah b. Şübrüme (144), Süfyan es-Sevrî (161), Abdurrahman b. Ebi Leylâ (148), İshak b. Rahûyeh (238), Muhammed b. Cerir et-Taberî (310), Abdurrahman el-Evzaî (157), Müzenî (264), Ebu Sevr Muhammed b. İshak b. Huzeyme (311), Leys b. Sa’d (175) gibi.

 

-Bid’at denilen mezheplerin özellikleri

Bunları şöylece sıralamak mümkün:

            *Selef-i sâlihinin ve ümmetin çoğunluğunun gittiği yoldan uzağa düşmek. Ümmetin büyük çoğunluğunu teşkil edenlere sünnîler de denmiş.

            *Kendi hevâ ve heveslerine uymak, nassları işlerine geldiği gibi yorumlamak.

            *Kur’an’dan ve mütevatir hadislerden başkasını kabul etmemek. Bu insanı küfre götürmese de yanlış kararlara götürebilir.

            *Nasslarda bulunmayan bir şeyi, dinî bir hüküm olarak ortaya atmak ve halka kabul etmesi için baskı yapmak.

            *Muhkemleri bırakıp müteşabihlere uymak, muhkem âyetleri de keyfi olarak yorumlamak.

            *Hüküm çıkarırken Kur’an’ın bütünlüğüne riayet etmemek. (Kur’an’da çelişen bir şey yoktur. Nisâ 4/82)

            *Zarurat-ı diniyyeden birini veya bir kaçını inkâr etmek.

            Öyleyse mezhep ne demektir?

 

-Sözlükte Mezhep:

Sözlükte ‘gitmek’ manasındaki zehâb kökünden hem masdar hem de ismi mekandır. Bu da izlemek, gidilen yol anlamlarına gelir.

Mezheb, aynı zamanda kişisel görüş, bir inanç, varılan kanaat veya doktrin demektir.

 

-Kavram (ıstılah) olarak mezhep

İslâm kültüründe kavram olarak ‘mezhep’; Din’in aslî ve fer’î’ hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin (müctehidlerin) ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem (kurum).

Tanımda yer alan dinin aslî hükümleri inanç esaslarını, fer’î hükümler ise ibadetler ve insanlar arası münasebetleri hedef almaktadır. (Üzüm, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 29/526)

Başka bir deyişle mezheb, bir müctehidin dinin ana ve ayrıntı konularında, kendine mahsus kural ve metodla meydana getirdiği görüşler toplamı veya hukuk anlayışı demektir.

İslâm tarihinde fıkhí, siyasí ve itikadí bütün görüşler ve akımlar hakkında ‘mezhep’ fırka ve nıhle kavramları kullanılmıştır.

“Ashabu’l-makâlât’‘bir kurucunun liderliği etrafında bir araya gelen inanç ve siyasi gruplar’ demektir.

Daha sonra fırka (çoğulu firak) kelimesi, zümleleşmeyi ifade eden en yaygın kavram olmuştur. ‘Fırka’, farklı görüşlere sahip kimseler demektir. (Bu gün kullanılan parti kelimesi bunun karşılığıdır.)

Mezhep âlimleri müslümanlar arasındaki zümreleri anlatan eserlerine bu ismi vermişlerdir. Mesela; Nevbahtî, Fırâku’ş-Şia. Abdulkahir Bağdadî, el-Fark beyne’l-Firak gibi.

İslâm coğ­rafyasının genişlemesi ve diğer dinlere ait inanç grupları ile karşılaşılması neticesin­de ‘milel ve nihal’ kelimeleri ortaya çık­mıştır. Milel "din" mânasındaki milletin, nihal de "iddia, görüş ve dinî zümre" mâ­nasındaki nihle’nin çoğuludur. Buna göre "el-milel ve'n-nihal" tabiri "dinler ve mez­hepler" anlamındadır.

Bunun yanında hevâ (tutarsız düşünce, çoğu­lu ehvâ) kelimesiyle oluşturulan “ehl-i ehvâ” terkibi dayanakları zayıf ve temelsiz olan grupları ifade etmiştir. Bu kullanım­lara örnek olarak ibn Hazm'ın el-Fasl fi'l-milel ve'l-ehvâ' ve'n-nihal'i ile Şehristânî'nin el-Milel ve'n-Nihal’i zik­redilebilir.

Ha­dislerde mezhep terim olarak zikre­dilmemiş, Hz. Peygamber ümmetinin dü­şeceği ihtilâfları genellikle fırka kelimesiyle ifade etmiştir. (Üzüm, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 29/526)

         Mezheb kavramı, İslâm tarihinde ortaya çıkan bir sürü siyasí, itikadí ve fıkhí görüşün ve gruplaşmanın adı olmuştur.  Hırıstiyanlar arasındaki büyük gruplaşmalar da mezheb kavramı ile anlatılmaktadır.

Mezhep, aynı dine inanan insanların o dini farklı anlaması, belli konulardaki farklı görüş, belli kanaat ve fikirdir.

 

-Mezheb olgusu

İslâm kültüründe mezheb olayı bir gerçekliktir ve hassas bir konudur. Gerek mezheblerin çıkış nedeni, gerekse insanların bu konuya yaklaşımları onu bir kat daha duyarlı hale getiriyor.

Mezheb olgusu ve onun işlevi noktasında görüş birliği sağlamak kolay gözükmüyor. Bu zorluk mezheb etrafında oluşmuş kültürden ve mezhebi algılamadan kaynaklanmaktadır.

         Kimileri mezhebin dinde ayrılık olduğunu sanarak bu olguya temamen karşı çıkmakta, bazıları da İslâmı bir mezhebin şemsiyesi altına sokmaya, o mezhebin anlayışı doğrultusunda anlamaya çalışmaktalar. Her iki uç bakış açısı da mezheb olgusunu yeterince açıklamaktan uzaktır. 

Şurası kesindir ki içine düşülen anlaşmazlıklar, dinde tefrikaya varan gruplaşmalar ve hatta mezheb taassubu hiç te iç açıcı değildir.

Ancak bu durum  mezheb gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi, mezheble elde edilen kolaylıkları da engellememektedir.

Böylesine hassas bir konuda, ilimsiz ve delilsiz konuşma yerine; sağlıklı değerlendirmeler yapılırsa, bu müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar, grup taasssubu belki azalabilir.

Kur’an müslümanlar arasındaki farklılıkları, anlaşmazlıkları ve bölünmeleri anlatmak üzere üç kavram kullanıyor: İhtilaf, nizaa, tefrika.

 

-İhtilaf nedir?

İhtilaf kelimesinin aslı ‘ha-le-fe’ fiilidir. Arkadan gelmek, halef olmak, sonradan gelmek demektir. Half; ön tarafın zıddı, arka, arka taraf manasına gelir.  (Bekara 2/255. Ra’d 13/11. Yûnus 10/92) Bu da öne geçmenin, zaman ve mekan açısından önde olmanın tersidir. Arkadan gelmeyi ifade eder. Nitekim bir öncekini yerine geçen anlamındaki ‘halife’ aynı kökten gelir. (Fâtır 39. En’am 6/165. Sad 26. Bekara 2/29. Yûnus 10/73)

Bu fiilin “fâ’ale” kalıbı olan ‘hâlefe’, muhalefet etmek, karşı gelmek manasındadır.

‘Ha-le-fe’nin infial kalbından gelen “ihtilaf” bir tarafın kendi durumunda veya yaptığı işlerde diğerinden farklı bir yol tutması demektir.

İnsanlar arasındaki sözlü ihtilaf bazen çekişmeya ve münakaşaya dönüştüğünden dolayı aynı kökten gelen hılaf veya ihtilaf kelimesi, çekişmek, mücadele etmek, tartışmak, münakaşa etmek manalarında kullanılır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 222-223)

Kur’an bunu  fiil halinde otuzüç âyette, bunun masdarı olan ihtilafı ise; yedi âyette kullanıyor. Bunların çoğunda ihtilaf olumsuz anlamıyla, hakka karşı muhalefet etmek, hak davetçilere muhalif olmak manasında.

‘İhtilâf’ bir konuda farklı görüş ileri sürmektir; yahut bir konuda birbirinden farklı birkaç görüş ve hükmün bulunması hâlidir.  Bir başka deyişle ‘ihtilaf, ayrılık, uymayış, uymama, anlaşmazlıklar, ayrılıklar demektir.

Terim olarak, herhangi bir konunun varlığı kabul edildikten sonra, muhteva ve mahiyeti üze­rinde idrak ve anlayış yeteneğine göre değişik sonuçlar çıkarmaktır.

Bu fıtri olan bir ihtilaf çeşididir ki, İslâm toplumunu parçalayıcı bir nitelik kazanma­dığı sürece, hiçbir sakıncası yoktur. Yani her görüş ve fikir ayrılığına tefrika denemez.

Asıl tehlike Dinde tefrika manasına gelen ve tassuba varan ihtilaf çıkarmaktır.

“Aslında düşüncenin hareketliliği demek olak olan ihtilaf insan için kaçınılmazdır ve doğruya isabet edebildiği, yaklaştığı ölçüde makbul ve muteberdir. Bundan dolayı “tevhid dini olduğu halde İslâmda niçin bu kadar fırkalaşmalar olmuş, neden mezhepler oluşmuştur” sorusuna ya da da itirazına mahal yoktur.

Unutmamak gerekir ki İslâm kültürünün hareketlilik, canlılık ve zenginlik kazanması da bu ihtilaflar yoluyla olmuştur.

İhtilafın böyle masum bir tarafı elbette var.

Ancak Kur’an, insanlar arasında olabilecek görüş ayrılıklarını, herkesin kendi kapasitesine göre diğerinden farklı bir görüşü beyan etmesini  değil, kendilerine hak belli olduktan, ya da ‘ilim’ geçtikten sonra ona muhalefet olsun diye ihtilaf edenleri kınıyor. Bu konuda ayrılığa düşenleri, Hak dine muhalefet etmek pahasına, onu kendine göre çok farklı düşünenleri, dinde parçalanmaya yol açan, Vahyin özüne aykırı görüşlere saplananları kınıyor.

Zaten Kur’an dinde tefrika, dini parçalamak dediği şey de bu olsa gerek.

İslâmda görüş ayrılığı, yani ihtilaf Kitâb ve Sünnet'in açıkça hükmünü ortaya koyduğu, ümmetin üzerinde ittifak ettiği bir sâhada veya konuda ortaya çıkarsa, yahut ictihada açık sâhada ortaya çıktığı hâlde farklı görüşlere meşrûiyet tanımayan bir taassuba düşülmüş olursa Din’in caiz görmediği tefrika meydana gelmiş olur.

Bu sebeple Allah (cc): "Siz kendilerine apa­çık âyetler, deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın" (Âli İmran 3/105) buyurarak, hakkında kesin delil bulunan konularda ihtilaf edilemeyeceği belirtmiştir.

 

-Nizaa nedir?

Nizaa; ‘mufâale’ kalıbından ‘nâzea’; karşılıklı çekmek, çekişmek, hasımlık yapmak, mücadele etmek, tartışmak, bir anlamda anlaşmaya düşmek demektir ve tümüyle olumsuzdur. (el-Isfehânî, R. el-Mufredât, s: 743)

“Allah ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin (velâ tenâzeû-nizâlaşmayın) ; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl 8/46)

Âyette geçen «rîh=rüzgâr» kelimesi, kuvvet, yardım ve devlet karşılığında mecaz olarak kullanılmaktadır. (TDV Meali) 

“Bu âyet, müminler arasında ihtilâf ve tefrikanın pek büyük bir zarar olduğunu, ehl-i hakkın ittifaklarının ise tevfik-i ilahînin, yani Allah’ın muvaffakiyet vermesinin başlıca vesilesi olduğunu bildirmektedir.” (S. Yıldırım meali)

“Başarının altın kuralları, bütün müminlere hitap eden bu âyetle ileride gelecek olan 60. âyette şöyle sıralanmaktadır: Harekette sebat ve istikrar, Allah’ı devamlı anmak ve asla unutmamak, Allah ve Rasûlüne itaat, birlik ve beraberliği korumaktır.” (Kur’an Yolu)

Böyle bir çekişmeyi, nizaya düşmeyi önlemenin yolunu Kur’an gösteriyor:

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulü’l-emre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz (nizâ ederseniz) Allah'a ve Âhirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisâ 4/59)

 

-Tefrika nedir?

Tefrika, “görüş ayrılığına düşme” anlamına gelen ihtilâfla yakından ilişkilidir. İhtilâf bazı durumlarda tefrika ile eş anlamlı olmakla birlikte normal fikir ayrılıklarını da belirtir.  

‘Tefrika’, ‘fe-ra-ka’ fiilinden gelmektedir. Bu fiilin masdarı olan ‘fark’, ayrılmayı anlatan bir kelimedir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s:568)

‘Tefrika’, tef’ıl kalıbından ‘fer-ra-ka’ fiilinin masdarıdır.  Fer-ra-ke geçişli (müteaddi) bir fiil olarak yapmayı, üzerinde etkili olmayı ifade eder. ‘Fe-ra-ka’ ayrılma, parçalanma ise, ‘fer-ra-ka’ ayırmak, parçalamak, farklı farklı yapmak, bölmek, bölüm bölüm haline getirmek demektir.

Tefrika’ Kur’ân türevleriyle birlikte 77 âyette geçmektedir.

Bazı âyetlerde ise ‘fer-ra-ka’ fiili olumsuz olarak özellikle kendilerine gönderilen dini parçalayıp, grup grup, kısım kısm olan insanların yanlışlarını, dinde ayrılığa düşmelerini anlatıyor. Bu da tümüyle olumsuz bir ayrılık, zararlı bir bölme ve parçalama, yapanları sapıklığa sürükleyen bir gruplaşmayı anlatmaktadır. (Mesela; En’am 6/159. Rûm 30/32. Âli İmran 3/105)

Bu anlamıyla tefrika olumsuzdur. Doğru yoldan sapmaya, şirke düşmeye, müslümanlara sırt dönmeye, hatta kanlarını dökmeye götüren dini anlayışların sonucu.

Kur’an, geçmiş ümmetlerin dinde ayrılığa düştüklerini, dinlerini parçalayıp çok farklı gruplara ayrıldıklarını söyledikten sonra iman edenleri uyarıyorsa ortada ciddi bir problem var demektir. Bu uyarı gelecekte de müslümanlar arasında bu sorunun yaşanacağını gösterir.

“O, ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ (ve lâ-teferrakû …(dedi)…” (Şûra 42/13) Ancak bazı kimseler bunun tam tersini yaptılar.

“Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.” (Câsiye 45/17) 

Esasen insanlar Tevhid dinine inanan bir ümmet idiler. Ancak zamanın akışı içerisinde Tevhid dinini bozdular, parçaladılar, yani dinde ayrılığa düştüler, kendi uydurdukları inançları hak din sayıp peşine gittiler. (Bekara 2/213)

Özellikle Kitap ehli kendilerine ilim geldikten sonra nefsânî arzularına uyarak ve aralarındaki kıskançlık sebebiyle hak yoldan saptılar. Dini işlerine geldiği gibi anladılar. Din konusunda ki ihtilaflar giderek tefrikaya, mezhepleşmeye, fırka fırka olmaya dönüştü. (Bekara 2/253)

“Allah nezdinde hak din İslam'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa (ihtilafa) düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.”  (Âl-i İmrân 3/19)

Ancak onların dinlerinin parçalayıp grup grup olmalarının bir anlamı ve faydası yoktur. İstedikleri kadar, dinlerinin (görüşlerinin) hak, kendilerinin doğru yolda olduklarını iddia etsinler. Onların hakkında Allah (cc) hüküm verecektir. (En’am 6/159)

İnsanların hatasına bakın ki, kendilerine gelen hakikatin bilgisini, yani Allah’ın dinini işlerine geldiği gibi, kendi kafa yapılarına uyacak şekilde yorumluyorlar, dine uyacaklarına, dini kendi pozisyonlarına uyduruyorlar; bundan dolayı da grup grup oluyorlar. Sonra da her bir grup elindeki din ile, ulaştığı dini yorum ile övünüp duruyor.  

Halbuki Kur’an insanları ‘fıtrat’a çağırıyor. (Rûm 30/30-32)

-Aynı kökten gelen “fırka” üzerinde aşağıda kısaca durulacaktır.-

Maalesef aynı hataya müslümanlar da düştüler. İnançta ve siyasi konularda mezheplere, hiziplere, fırkalara bölündüler.

İslâmı kendilerine göre anlayıp yaşamaya, yorumlayıp uygulamaya koydular.

Bu gibiler dine uyacakları yerde dini kendilerine uydurdular.

Din adına hurafeler, bid’atler ihdas ettiler.

İslâmın açık ve net hükümlerini bile kendilerine göre te’vil ettiler.

Öyleki ortaya çıkan böyle bir din anlayışı, Kuran'a aykırı, sünnette yeri olmayan, sahabe görse ‘bu nedir’ diyecek kadar farklı olmuştur.

 

-Müslümanların ihtilaf sebepleri

Günümüzde olduğu gibi Hz. Peygamberden beri müslümanlar arasındada fikir ayrılığı, görüş farlılığı ve ihtilaflar/anlaşmazlıklar olmuştur. Bunun da çeşitli sebepleri vardı. Bu sebepleri sıralamadan önce öncelikle şu tesbitleri yapmak gerekir.

-Müslümanlar arası ihtilafın alanı

Müslümanlar arası ihtilafların bir teorik bir de pratik alanı vardır.

1-Pratik ihtilaflar

Bunlar müslümanlar arasında görülen ilk anlaşmazlıklardır. Bunlar Hz. Ali ile emeviler, Hz. Ali ile Hariciler, Abdullah b. Zübeyr ile Emeviler gibi.

2-Teorik ihtilaflar:

Bunlar nazarî/ilmî ihtilaflardır. Daha çok akideye ilişkin konularda ve fer’î meselelerde ortaya çıkmıştır.

*Fıkıh konularındaki ihtilaf teori ve fikrî yönelme sınırını aşmamıştır.

*İlmî hayatın kendisi onlara kavga ortamı vermemiştir.

*Bu ihtilâflar birbirini hatalı olmakla veya bidatçı olmakla suçlamanın ötesine geçmemiştir.

*Bu bir anlamda ‘görüş ayrılığı’ idi.  Öyle ki bir kısım âlimler âdeta şöyle demişlerdir: “Bizim görüşümüz doğrudur, ancak hata ihtimali vardır. Onların görüşü hatalıdır, ancak doğru olma ihtimali vardır”.

*Bazen devlet yetkilileri bazı âlimlere müdahele ediyordu.  

*Bazen ortaya konan görüşler zındıklığa davet ediyordu. Bunun arkasında da siyasî mezhepler vardı. Zındıklık çoğu zaman İslâmı içten yıkmayı amaçlayan hareketlerdi.

*Teorik ihtilaflar derecesi ne olursa olsun, İslâmın özüne dokunmamıştır. İslâm itikadına aykırı görüşler İslâm toplumunda yer bulamamıştır.

Yani Allah’ın birliği, Hz. Muhammed’in peygamberliği, namazın, orucun, zekâtın farz oluşu gibi konularda ihtilaf yoktur. Bunların yerine getirilmesi, dinin anlaşılması, âyetlerin işaret ettiği şeyler, Allah’ın sıfatları ve benzeri konularda farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır.

*Ancak itikat konularındaki ayrılıklar müslümanlar hakkında iyi sonuç doğurmamıştır.  

 

2-Fıkıh açısından müslümanlar arası fikir ayrılıklarının sebepleri

1-İnsanların anlayış farklılığı. İdrak ve anlama kapasitelerinin farklı oluşu, elbette farklı fikirlere ve görüşlere sebep olur.

2-Metod ve ölçülerin farklı oluşu. Kimileri hüküm verirken aklı esas almış, nakli akıl ışığında anlamaya çalışmış, kimi nakli esas almış, aklı bunu destekleyici mahiyette kullanmaış. Buradan da farklı sonuçlar orata çıkmış.

3-Irkçılık veya asabiyye. İslâm her türlü asabiyyeyi yasaklamasına rağmen, Saadet Asrından sonra tarafgirlik gündeme gelmiş ve bu da müslümanlar arasında ihtilafı artırmıştır.

4-Hilâfet anlaşmazlığı. İlk dönem müslümanlarının ilk anlaşmazlığa düştükleri konu budur. Kimileri Hz. Ali’ye hak sahibi görürken, kimileri başkalarını veya Kureyş kabilesinin halifeliğini kabul ettiler.

Halife konusunda farklı görüşler, ilk dönemde müslümanlar arsında savaşların çıkmasına sebep olmuş, bunun izleri günümüze kadar gelmiştir. Bu savaşlarda ölenlerin durumu, savaşanların durumu, büyük günahlar işleyenler, kader, cebir ve kulun iradesi gibi meseleler, bu savaşlarda kaderin rolü gibi konular fikir ayrılıklarına sebep olmuştur.

5-Gayri müslimlerin İslâma girmesi. İslâm, kısa zamanda Arabistanın sınırlarından dışarı çıkmıştı. İslâm’a yeni girenlerden kötü niyetliler kendi yanlış fikirlerini müslümanlar arasında yaymaya çalıştılar, ihtilaf konularını körüklediler. Onlardan alınan fikirler, İslâmı ve Kur’an’ı anlamada farklı şekillerde kullanıldı.

Yeni müslüman olanlar, -iyi niyetli veya kötü niyetli-, kendi kültürlerinden etkilenerek cebir, Allah’ın sıfatları ve benzeri konularda fikirleri ileri sürmüşler, müslümanları da etkilemişlerdir. 

6-Felsefenin İslâm âlemine girmesi. Bir müddet sonra eski Yunan, Hind ve İran felesefi tercüme yoluyla İslâm âlemine girdi. Ancak bu felsefelerin pek çok fikirleri İslâm akaidi ile uyuşmuyordu.

Akla çok önem veren felsefenin İslâm âlemine girmesiyle ihtilaflar bir kat daha arttı.

7-Hevâ ve hevesine uyanların zararları. Bir kısmı ilimsiz, delilsiz, hevaya uygun ulu ortaya hüküm vermişler, başkalarını delilsiz taklid etmişler, ya da delilsiz ve haksız yere suçlamışlardır.

8-Nassların karakteri. Kur’an-ı Kerim’de ‘müteşabih’ bulunması, bunların farklı manalarda tefsir edilmesi farklı görüşlerin doğmasına sebep olmuştur.

Kur’an’da, anlamı hemen anlaşılmayan müteşabih veya birden fazla anlama gelen âyetleri ve kavramları anlama ve açıklama girişimleri ihtilafı artırdı.

9-İslâmın tanıdığı fikir hürriyeti,. 1. Hicrî asır sonlarından itibaren İslâm dünyasında zarurat-i diniyye inkar hariç olmak üzere, herkes fikirleri açıklamakta serbestti. İlim adamları ortaya atılan meseleleri rahatlıkla tartışır, fikirlerini beyan ederlerdi.

10-Hadislerin ulaşma yolları. Hadislerin tümü sonraki kuşaklara sağlam bir yolla ulaşmamıştır. Hadislerin zabt edilmesi konusundaki farklı ölçüler, hangi hadisle, özellikle zayıf hadislerle amel edilip edilmeyeceği konusunda fikir ayrılıklarına sebep olmuştur.

Mesela, bu anlamda Irak’taki âlimlere ehl-i rey, Hicaz’daki âlimlere ehl-i hadis demek meşhur olmuştur.

11-Yeni şer’í hükümlerin çıkarılması. Kapalı meselelerin açıklanma gayretleri. Hayat devam ederken ortaya çıkan meselelere, Kur’an ve sünnet ışığında çözümler üretme gayretleri farklı hükümlerin ve görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Kur’an ve hadislerde yer almayan konular ve olaylar hakkında, bu kaynaklar ışığında çözümler bulmak (ictihad etmek) gerekli idi. İslâmın uygulanabilmesi için buna ihtiyaç vardı.

Bu konuda yetkin âlimler, kendi güçleri kadar, ellerine ulaşan deliller doğrultusunda fetvalar verdiler, ictihad yaptılar. Müctehid âlimlerin bilgileri, kapasiteleri ve ellerindeki delil ve yöntemler farklı olduğu için farklı ictihad yaptılar.

         Ancak onların bu gibi ayrılıkları hiç bir zaman şer olarak değerlendirilmedi. Bilakis bu, müslümanlar için rahmet sayıldı. Ki mezheb konusunda en olumlu gelişme de budur.

12-Kıssalar. Bazıları aslı astarı olamayan hikâyeleri halk arasında yaymışlar. İsrailiyat denilen bu uydurmalar müslümanlar arsında faklı kanaatlere sebep olmuştur.

13-Arapçanın yeterince bilinmemesi. Arapçanın gramer yapısını, fesâhat ve belâğat sanatının inceliklerini bilmeyenler, nassların maksadını anlamadılar, onları işlerine geldiği gibi yorumlamaya kalkıştılar.

14-Örf ve adetlerin değişik olması. İnsanlar içinden geldikleri ortamın etkisinde kalırlar. Örflerin ve âdetlerin farklılığı, ihtilaflara sebep olabiliyor.

 

-Mezheb gerçeği karşısında tavrımız

Bugün müslümanların tarihteki mezheb tartışmalarının uzağında durmaları gerekir. O günün tartışma konusu olan anlaşmazlıkları günümüze taşımanın, ya da o günkü gruplara bugün taraf olmanın bir faydası yoktur.

İtikadí ve siyasí tartışmaların, gruplaşmaların, hizip ya da farklı gruplara bölünmenin, mezhep tassubunun zararları ortadadır. Kaldı ki geçmişte müslümanların bölünmesine sebep olan –özellikle – siyasí fikir ayrılıkları bugün bir işe yaramamakta, günümüzün sorunlarına cevap olmamaktadır.

Müslümanlara düşen tarihimizde ortaya çıkmış mezheb olayına gerçekçi olarak bakmak, onu hak ettiği yere koymaktır. Onlar, İslâmı Kur’an ve Sünnetin getirdiği ölçüler doğrultusunda  anlamak ve yaşamak zorundadırlar. Mezhep temelinde değil.

Müslümanların, İslâmın temel konularında, o ilkeleri kabul etme noktasında ayrılık içinde olmamaları gerekir. (Âli- İmran 3/103)

Ancak onları algılama, açıklama ve pratiğe aktarmada farklı düşünebilirler, Bu da son derece doğal bir şeydir. Ancak herkes kendi anladığını, ya da içinde bulunduğu hizbin, mezhebin anladığını dinin kendisi zannederse;  böyle bir durumda müslümanlar arasında ayrılık/tefrika olması kaçınılmazdır.

Bu aynı zamanda bir mezhebi, bir grubu, bir hizbi, bir cemaati dinin yerine koyma tehlikesini beraberinde getirir.

İnsanlar her devirde belli fikri savunmuş, aynı fikri savunanlarla bir araya gelip bir topluluk (cemaat) olmuşlardır.

Mezhep kavramını sözlük anlamıyla alırsak, bugün insanların peşine gittikleri bütün gruplar, bütün partiler, bütün akımlar tıpkı birer mezhep gibidirler.

Herkes mensup olduğu grubu ve o gruba ait fikirleri doğru kabul etmiyor mu?

Pek çok insan belli bir partiyi desteklemiyor mu, onun fikirlerini savunmuyor mu? 

Herkes bir dünya görüşünün, bir anlayışın peşinde değil mi?

Falancalar, şu gruptan olanlar, şucular, bucular ne anlama gelmektedir?

Kendilerini bir gruba veya belli bir fikre nisbet edenler isimlerinin sonuna ‘cı, ci, cu, cü’ eklemiyor mu?

Mezheb olayı bundan pek farklı değildir. İnsanlardan bazıları bir fikri, bir anlayışı, o düşünce etrafında şekillenen hükümleri kabul ederse, onun mezhebi, yani görüşü ve gittiği yol odur.

Yalnız İslâm tarihindeki Fıkhí mezhebleri diğerlerini ayrı ayrı değerlendirmek gerekir diye düşünüyoruz.

Onlar Kur’an’ın anlaşılması, uygulanması, kişi ve toplum hayatında daha iyi yaşanabilmesi ihtiyacından doğmuşlardır.

Bugün yaşayan ve ortaya koydukları fıkha tabi olan kalmadığı için yaşayamayan az sayıdaki fıkhí mezhebler, tefrika sebebi değil, birer hukuk okulları, ya da fıkıh disiplinleridir. Dini kapsayan değil, dinin şemsiyesi altında birer imkandır.

Onlar da dinin kendisi sayılır, bir mezhebinin tanımladığı, algıladığı şeyler,

İslâm zannedilirse, ya da İslâm bir grubun şemsiyesi altına sokulursa; bu da mezhebçiliktir ve dinde tefrikaya sebep olur.

İslâmı bütün yönlerini bilmeyen, yani müctehid olmayan müslümanların bir fıkhî mezhebe uymaları dinde bir kolaylıktır.

Ancak itikadta bir mezhebe mensup olmak. “Benim itikadta mezhebim şudur” demek oldukça tartışmalıdır. Zira itikadtaki tartışmalar, gruplaşmalar, giderek mezhepleşmeler siyasi sebeplerden çıkmıştır.

İtikadta (kurumsal nalmada) mezhep olmaz diyenlere hak vermek gerekir.

Zira imanî/itikadî konulardaki farklı algılamalar, ve bu farklı anlamların neredeyse iman ilkesi haline getirilmesi tefrikaya sebep olmuştur, sebep olmaktadır. Öyleki itikadını belli bir âlime veya mezhebe dayandıran sonuçta, Kur’an’a  değil, onun yorumlayanın, onu anlamaya çalışanın görüşünü kabul ediyor demektir. Halbuki ister itikadta ister amelî konularda fıkheden, fikir geliştiren, ictihad eden âlimlerin görüşü din değil, Din’i anlamaya ve uygulamaya hizmet etmesi gereken imkanlardır.

Mezhepçi olmak müslümanlar arasında ihtilaf çıkarmak, dinde tefrikaya düşüp parça parça olmaktır.

Aynı şeyi bugünkü cemaatler için de söyleyebiliriz.

Şuna da işaret etmek gerekir: Kur’an’dan bir şey inkâr etmenin, veya Sünnette sabit olan bir şeyi inkâr etmenin küfür olduğu açıktır. Ancak itikat sahasında farklı yorumları, ortaya atılan bütün görüşleri hem tesbit etmek, hem de şirk, dalalet, küfür diye nitelemek, dolaysıyla bize uymayan görüş, yorum ve kanaatleri ve bunlar etrafında oluşan grupları İslâm dışı görmek hem zordur, hem de tehlikelidir.

 

-Mezheb asabiyeti

Siz buna taassup da diyebilirsiniz.

Taassup nedir? 

“Taassup: “İlmî, dinî ve aklî olmayan âmillerin tesiri altında bir görüş, kanaat veya tarafa sımsıkı bağlanmak, gerektiği halde ayrılmamak” demektir.” (Karaman, H. Mezhepçilik ve tarikatçılık, Yeni Şafak 02.11.2017)

Mezhep asabiyyeti olur mu? Elbette olur. İslâm tarihinde oldu. Hem de bu asabiyye ne anlaşmazlıklara, haksızlıklara, kavgalara ve hatta savaşlara yol açtı, saymakla bitmez.

Halbuki Allahın Rasûlü bunu yasaklamıştı. “Asabiyyeye davet eden bizden değildir...” (Müslim, İmâret/57. Ebu Dâvud, Edeb/113. İbni Mâce, Fiten/7)

Bir müslüman dini kimliği mezhep üzerinden tanımlıyorsa, bu asabiyyedir, mezhebi din haline getirmedir, dinde tefrikadır.

Bir kimse kendi mezhebini hak, diğerlerini batıl görüyorsa, mezhebin dini anlayışını tek açıklama biçimi kabul edip, diğerlerine yanlış diyorsa; ortada ciddi bir cehalet ve vahdet açısından ciddi bir tehlike var demektir.

“Üç şey insanı helak eder; teslim olunan hırslı bir cimrilik, peşinden gidilen arzular ve bir görüşü olanın sadece kendi görüşünü beğenmesi.” (Taberânî’den). http://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/ornegimiz-resulullah-mi-2040942

“Birisi çıkıp “İslam’ın omurgası Hanefî mezhebi ve tasavvuf (veya filan tarikattır” derse, “Ehl-i sünnet ve cemaat bu mezhep ve bu tarikattan ibarettir” derse mezhepçilik ve tarikatçılık yapmış olur.

Din kuralları, fıkıh usulü ve tarihi gerçeklik olarak tek mezhep ve tek tarikat (hangisi olursa olsun) dinin tamamı da değildir, omurgası da değildir.

Mezhep demek yorum ve ictihad demektir ve bunlar, kaynakları ilâhî de olsa beşerî bir faaliyettir; isabetli de olur, hatalı da olur. Ne var ki, İslâm’ın bir rahmeti olarak müslümanlar, isabetli ictihad ile de hatalı ictihad ile de amel etmiş olsalar kulluk vazifelerini yerine getirmiş olurlar.

Tarikaçılığın üç şekli:

1.Şeriata karşı tasavvufu ve tarikatı savunmak; şeriatı avamın, tasavvufu ise havassın dini olarak tanımlamak.

2.Tasavvuf ve tarikata girmeyen kimsenin makbul bir müslüman olmadığını, şeyhinin de şeytan olduğunu ileri sürerek tarikat propagandası yapmak.

3.Kendi tarikatını tek veya en üstün tarikat olarak takdim edip diğerlerini ya sahte veya aşağı derecede görmek ve göstermek.” http://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/mezhepcilik-ve-tarikatcilik-nasil-yapiliyor-2040929

İşte mezhebi tanımamanı ve onu din zannetmenin garabetinden bir kaç örnek.

*M. Azimli anlattı:

Konyada Kapu Camisi var. Doğulu bir genç ilahiyat fakültesini kazanmış, Konyaya gelmiş okumak için. Bir gün bir namaz için Kapu Camisine gitmiş. Namazda farklı bir kaç hareket yapmış. Namaz bitince cemaatten birisi yanına gelmiş ve “Genç namazda öyle el kol hareketi yapma, namazın bozulur demiş.” O da tebessüm ederek “amca ben Şafiîyim, biz de böyle yapılır” deyince amca; “Ha öyle mi,  ben de seni müslüman zannetmiştim” deyivermiş.

*Ahmed Boz anlattı.

Ona da bir zamanlar Hollanda’da görev yapan bir arkadaşı anlattı. Bu arkadaşı yıllar önce Urfa’nın bir ilçesinde müftü imiş. Usulen bazen köylere gidip camileri, cemaatı ziyaret ediyor. Birgün bir köye gitmiş, kendisi kürsüye çıkıp konuşmaya başlamış. İmam ise dışarıda cemaat arıyormuş. Sokakta veya kahvede kime rastladıysa “kardeş gel, sayımıza kırka tamamlayalım da Cuma kılalım, müftü efendi gelmiş ona ayıp olmasın” demiş. Yaz ayları köylüler tarlaya dağa çok gittikleri için cemaatin sayısı bazen kırkın altına düşünce Cuma kılamıyorlarmış. Kışın ise pek sorun olmuyormuş.

Köy Şafiî ya. Cuma için illa da kırkı kişi olacak. Yoksa Cuma sahih olmazmış.

*S. Yıldırım’ın hizmet içi eğimdeki hatırası. (Kapu Cami olayına benziyor.)

“Bir kaç sene önce Van’da Milli Eğitim Müdürleri hizmetiçi kursundayız. Müdür arkadaşların büyük bir bölümü namaz kılıyordu. Bazen cemaat halinde de namazlarımızı kılıyorduk. Bir gün biraz geç yaşlarda namaza başlayan bir müdür arkadaş sanırım bir öğle namazından sonra bir diğer milli eğitim müdürüne “sen namazda niye şöyle şöyle yaptın, dikkatimi çekti. Bizim gibi yapmadın” diye sordu. O da dedi ki “ben Şafiiyim, biz böyle yaparız” Bunun üzerine diğer müdür efendi; “ Ha öyle mi dedi. Ben de seni müslüman zannetmiştim”.

Şafiî arkadaş bozulduğunu belli edercesine öylesine gülümsedi ve cevap vermedi. Ben sözü aldım ve durumu izah ettim. “Müslümanlar arasında farklı anlayışlar farklı mezhepler var. Namazda böyle küçük farklılar olabilir. O arkadaş öyle öğrendi, öyle alıştı. Bundan bir yanlışlık yok.” Arkadaş, “ben başka mezhep olduğunu ve bu farklılıkları bilmiyordum, özür dilerim” dedi. İşi tatlıya bağladık.

Siz de belki böyle bir sürü örnek verebilirsiniz.

Mezhep taasubunun nasıl olumsuz sonuçlara yol açtığını, müslümanlar arasında tefrikaya sebep olduğunu, tefrikanın da Muhammed ümmeti paramparça ettiğini, bu parçalanmanın devam ettiğini, mezheplerin birer uydurulan din haline geldiğini görüyoruz.

Bu işin bir de ötesi var. Bazıları ya kendisini, ya da mensup olduğu mezhebini, grubunu, cemaatini “fırka-i nâciye”den sayıyor. Ya da öyle hayal ediyor.

Acaba böyle bir zan, pratikte bir anlam ifade eder mi?

Hadiste geçen “fırka-i naciye” tabirini nasıl anlamak lazım?

 

-Fırka nedir?

‘Fırka’ kelimesi sözlükte; ayırmak, bölmek, açıklayıp hükme bağlamak anlamına gelen ‘fark’ kökünden türemiştir.

 ‘Fırka’; bir grup insan, diğerlerinden ayrılan kendi başına bir cemaat olmuş topluluk demektir. ‘Fırka’nın çoğulu ‘firak’tır.

Kavram olarak ‘fırka’, İslâm tarihinde kendilerine mahsus siyasi ve itikadí görüşleri bulunan guruplara ve akımlara verilen bir isimdir. Yukarıda geçtiği gibi mezhepler tarihinde daha çok itikadí mezhepler ve siyasí akımlar için kullanılmıştır.

‘Fırka’ kelimesi ve türevleri hadislerde dinde ve sosyal plânda bölünmeyi, parçalanmayı kötülemek üzere kullanılmaktadır.

 

-Fırka-i naciye:

‘Fırka-i Naciye’, kurtulan fırka, umduğuna kavuşan, Cehennem azabından uzaklaşan grup demektir.

Kavram olarak, Kur’an ve Sünnet’in hükümlerini kabul ederek, Peygamberimizin ve sahabelerinin yolunu izleyen kimseler hakkında kullanılan bir niteleme.

Bu niteleme bir kaç hadiste geçmektedir.

“Yahudiler yetmişbir veya yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Hırıstiyanlar da yetmişbir veya yetmişiki fırkaya/gruba ayrıldılar. Benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılacaktır.” (Ebu Dâvud, Sünnet/no: 4596)

“Şüphesiz İsrailoğulları yetmişbir fırkaya bölündüler. Bunların yetmiş fırkası helâk oldu, birisi kurtuldu. Muhakkak benim ümmetim de yetmişiki fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmişbiri helâk olacak birisi de kurtulacak. Dediler ki, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bu kurtulacak olan fırka hangisidir?’ Rasulüllah (sav) buyurdu ki: ‘Cemaattir, cemaattir’” (A. b. Hanbel, 3/145. nak. İ. Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, s: 26) 

 

-Kurtulan fırka (grup) hangisidir?

Çeşitli sebeplerden dolayı tıpkı öncekiler gibi bir çok gruplara ayrılacak olan İslam ümmetinden acaba kurtulacak grup hangisisidr?

Hadislerin böyle gelmesi bir uyarıdır ve ümmet; ‘siz böyle yapmayın’ manasında bir ihtardır.

Bazı mezhep tarihçileri İslâm tarihinde ortaya çıkmış ve bid’atçi diye nitelenen fırkaları/mezhepleri ve kollarını sayarak yetmişüç rakamını doldurmaya çalıştılar. Halbuki buradaki rakam gerçek rakam olmadığı gibi, ümmet arasında tarih boyunca yetmiş üçten çok çok fazla grup çıkmıştır.

Kaldı ki fırka fırka olmak hastalığı tarihte olmuş bitmiş ve bir daha olmayacak şey değil ki. Müslümanlar, Kur’an’a, Peygamberin ve O’nun temiz sahabelerinin yoluna uymadıkları, kendi akıllarına göre bir din uydurdukları sürece fırkalaşma olacak, dinde bölünmeler durmayacaktır.

İslâm tarihinde ortaya çıkmış hiç bir fırka kendisinin yanlış, batıl ve bid’atçi olduğunu söylememiş; aksine hemen hepsi de asıl doğru yolda olanların, yani fırka-i naciye’nin kendileri olduğunu iddia etmiştir. Kur’an bu iddia sahiplerine şöyle cevap veriyor:

“(Onlar ki) Kendi dinlerini fırkalara ayıran ve kendileri de parça parça olanlardır; her iki grup kendi elindekiyle övünüp- sevinç duymaktadır.” (Rûm 30/32)

Bir kimsenin veya bir grubun kendi kendine övünmesinin bir anlamı yoktur. Kim kendisi için kurtuluş bileti kesebilir ki?

Kim anladığı, kanaat ettiği, ortaya koyduğu şeylerin doğru olduğunu kim garanti edebilir?

Yapılan amellerin Allah’ın rızasına tam uygun olduğunu ve kabul edildiğini kim ileri sürebilir?

Kimin bu gibi konularda elinde senet vardır?

Allah’ın insanlar için seçip gönderdiği Din ortadadır. Onu anlamanın, onu yaşamanın yolu ve şekli Hz. Muhammed’in sünnetinde mevcuttur. İnsana düşen elinden geldiği kadar kulluk görevini samimiyetle yapması ve Allah’tan ümit kesmemesidir.

İslâm’ı Kur’an’da anlatıldığı, Peygamberimizin öğrettiği gibi, sahabelerin ve onları izleyen ilk nesillerin uyguladığı gibi anlayıp yaşayanlar, İslâmı kendine değil de fikrini, davranışlarını, ahlâkını, düzenini, dünya görüşü ona uygun hale getirmeye çalışanlar fırka-i naciyedir.

İslâma, Allah’ın istediği ve Peygamberin gösterdiği gibi teslim olup, onu hayatlarına uyguluyanlar, adları ne olursa olsun; onlar, fırka-i naciyedendir.

Müslümanların ırkı, bölgesi, mezhebi, meşrebi, tarikatı, partisi, içinde yaşadığı sosyal düzen veya siyasí sistem ne olursa olsun; eğer Kur’an ve Sünnet’in idealleri ve hedefleri doğrultusunda fikir birliği, heyecan ve hedef birliği yapıyorsalar, onlar cemaat olmuşlardır ve fırka-i naciye’den olmaya adaydırlar.

Ayrı ülkelerde yaşamak, ayrı siyasí fikirlere sahip olmak, amelde farklı mezheblere uymak, farklı gruplarla çalışmak, bazı faaliyetleri ve hizmetleri  yapmak üzere gruplar/cemaatler oluşturmak, hatta prensipleri İslâma aykırı olmayan partilerle çalışmak mümkündür ve bazen de ihtiyaçtır.

Ama bütün bunlar İslâmın prensiplerinin önüne geçerse, içinde bulunulan yapı İslâmın kendisi zannedilirse, bu tehlikelidir.

Sonuç olarak; ‘fırka-i naciye’ bir grubun/cemaatin isminden çok bir tavrın, bir ahlakın, bir anlayışın takipçilerinin ortak adıdır.

İslâmı Allah’ı razı edecek şekilde yaşayan herkes, umulur ki fırka-i naciyedendir.

Kişiyi mezhebi, tarikatı, cemaati, soyu, adresi, pasaportu, malı, ünvanı, cemaati değil; imanı ve sâlih amel kurtarır.

 

-Tefrika ve ihtilaflar karşısında

Günlük hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevasına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek yanlış yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve tefrikaya yol açar.

Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir.

Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır.

Yukarıda geçtiği gibi müşriklerin ve Kitap ehlinin yaptığı yanlışlık da buydu.

Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır, Hz. Muhammed (sav) de bize tebliğ etmiştir, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini göstermiştir.

Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları,  yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmeli. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir.

Mezhebli olmak ihtiyaç, mezhebçi olmak yanlıştır.

Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir.

Bir grupla hayırlı çalışma, islami faaliyet yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir gruba mensup olmak iyi, ama grupçu olmak yanlıştır. 

Müslümanlar arasındaki ‘vahdet’in en büyük düşmanı, yanlış din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup (ırkçılık), siyasi rejimler, mezhep ve tarikat taassubudur.

Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.

Ne yazık ki Kur’an’ın bütün bu uyarılarına, Peygamberimizin bütün tenbihlerine rağmen Muhammed ümmeti ilk müslümanlardan itibaren olumlu ihtilafı bir tarafa atıp fırkalaşmaya, mezhepleşmeye, grup grup (hizip hizip) olmaya başladı. Bunlar tarih içerisinde masum ihtilaf boyutundan çıkıp tefrika, dinde bölünme noktasına ulaştı.

Bu tefrika tarih boyunca devam etti ve bugün de devam ediyor.

Kur’an Peygamber’in şahşında bir gerçeği haber veriyor:

Dinlerini parça parça edip (ferrakû) guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (En’am 6/159)

            Zeyneb b. Cahş’ın anlattığıne göre bir gün Peygamber (sav) yüzü kıpkırmızı olarak uyandı ve şöyle dedi: “Lâilâhe illallah, yaklaşan felâketten dolayı vay arapların haline”. (Buharî, Fiten/4, Enbiya/7. Müslim Fiten/1. Müsned 2/290, 291)

 

İkinci ders:

YEREL FIKHIMIZ               

 

Önce şu soruları soralım: Fıkıh ne demektir?

-Geleneksel veya eldeki fıkıh müktesebatı her devirde ve yerde kişisel ve toplumsal sorunlara cevap veriyor mu?

-Bu müktesabat sabit midir, değişemez mi?

-Günümüzde ictihad yapılabilir mi? Yani ictihada ihtiyaç  var mıdır, varsa hangi alanlar da olmalıdır?

İctihadı kim yapar ve ne kadar bağlayıcı olur?

 

-Sözlükte fıkıh

Fıkıh; anlamak, kavramak, bilmek, keskin zeka (fıtnat) demektir. Kelimenin kökünda yarmak ve açmak manaları da var. Bu da “fıkh”ın sıradan bir bilme değil, bilinen şeyin, sanki yarıp içine girmiş gibi künhüne nüfuz eden ince, etraflıca bir bilme olduğunu gösterir.

Fıkıh; söz sahibinin sözündeki meramını, gayesini, sözün hikmetini ve bu sözün sarfedilmesine sebep olan maksadı bilme, kafa yormayı gerektiren bir anlamadır

Fıkıh kelimesin ism-i faili “fâkih” (çoğulu: fukaha)dir.

Aynı kökten gelen “tefâkuh”; meselenin inceliklerini (fıkhını) teati etme, “tefkîh”; talim gibi öğretme, kavratma anlamına gelir.

Fıkıh kelimesinin kök anlamında bir maharet ve becerililik de var. Bu da işin inceliklerine vakıf olma ile ilgilidir.

Daha sonraları fıkıh din ilminin adı oldu. Bunda şöyle bir incelik de aranabilir: Sanki en ince detaylarına kadar ve iyice kavranılarak bilinmeye en layık konu dindir. Çünkü dinde tesadüfe yer olmadığı gibi, onu anlşamadaki hatalar büyük zararlara yol açabilir.

Din ilmine fıkıh denilmesinin bir sebebi de fıkhın daha ziyade Kelâmı anlama dmek olmasındandır. (Beşer, F. Bilgi Fıkıh ve İctihad, s: 87-88)

 

-Kur’an’da fıkıh

Fıkıh ve türevleri Kur’an’da yirmi yerde geçiyor. Hepsinde de şimdi zaman olarak kullanılır.  Bunun sebebi fıkıh kavramındaki anlama ve kavrama özelliğinin sürekli yenilenen bir anlama olduğuna işaret olabilir Zira şimdiki/geniş zaman teceddüde delalet eder.

Fıkıh mutlak olarak kullanıldığında ondan öncelikle Din’in kavranılmaı anlaşıldığına göre bununla, dini anlmanın da son bulmayacağına ve sürekli yenileceğine işaret olabilir.

Yani fıkıh bir kez anlaşılıp kitaplara geçen bilgiler değil, yerine ve zamanına göre sürekli oluşan ve yenilenen bilgidir.

Tabidir ki fâkih de fıkıh kitaplarındaki malumatı ezberleyen değil, yaşadığı şartların gerektirdiği dini bilgiyi, Kelâmın yorumuyla, yerinde ve zamanında üretebilen âlimdir.

 Fıkıh Kur’an’da ya genel anlamda veya sözü anlamıyla kullanılıyor. Bu söz de Allah’ın kelâmı, ya da Peygamberin getirdiği mesajlardır. (Beşer, F. Bilgi Fıkıh ve İctihad, s: 89)

“Şu kavme ne oluyor ki neredeyse hiç bir sözü anlamıyorlar.” (Nisâ 4/78. En’am 6/25)

“Baksanıza anlaşılsın diye âyetleri nasıl bol bol gösteriyoruz..” (En’am 6/65, 98)

Bu âyete göre fakuhta delilden hareketle bir sonuca varmak manası vardır. Buradaki âyetler kevnî âyetlerdir. Oysa fıkhın sözü anlamak olduğunu iddia ediyoruz. Bu durumda, kevni âyetleri, kısaca varlığı tanımdan kelâmı anlamak mümküğn değildir diyebiliriz.

“Onların kalpleri var ama bu kalp ile anlamıyorlar.” (A’raf 7/179)

“İnanmıyorlar, çünkü anlamıyorlar.” (Enfal 8/65. Ayrıca: Tevbe 9/81, 87, 122, 127. Hûd 11/91. İsrâ 17/44, 46. Kehf 18/57, 93. Ta-ha 20/25. Fetih 48/15. Haşr 59/13. Münafikun 63/3, 7)

Hadislerde fıkıh kelimesi Din’i anlama manasında da kullanılıyor. Mesela; “Bu sözümü duyup da başkalarına ulaştıranın Allah yüzünü ak etsin. Zira nice fıkıh taşıyıcıları vardır ki, kendileri fâkih değildir. Nice fıkıh taşıyıcıları vardır ki (fâkih olsalar da) bunu kendilerinden daha fâkih olana taşırlar.” (İbni Mâce, Mukaddime/18. Ebu Dâvud, İlim/10. Tirmizî, İlim/7. Ahmed b.. Hanbel 3/225)

“İki güzellik vardır ki onlar münafıkta birlikte bulunmaz: Güzel ahlak ve dinde fakih olma.” (Tirmizi, İlim/10)

“Allah kime hayır dilerse onu Dinde fakih kılar.” (Buhârî, 2/175. Müslim, Fedail/199. Darimî, Mukaddime/24. Ahmed b. Hanbel, 1/306)

Bütün bu kullanımların ortak özelliği fıkhın düşünme, anlama ve akletme şeklinde zihinsel faaliyeti ifade etmiş olmasıdır.

 

-Tefekkuh

Kur’an’da bir yerde fıkıh “tefekkuh” şeklinde (tefe’ul kalıbıyla) yer alıyor.

Ne var ki) mü’minlerin hepsi toptan seferber olacak değillerdir. Öyleyse onların her kesiminden bir grup da, din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak (tefekkuh etmek) ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar.” (Tevbe 9/122)

Dini iman, ibadet, muamelat ve ahlâk olarak bir bütün halinde hikmet ve incelikleriyle kavramaya gayret etmek demektir.

Buna göre, tefakkuh bir uzmanlık ve maharet işidir. Zor ve çaba gerektiren bir iştir. İlmi disiplin olmaya aday bir alandır.

Din üzerinde yapılan bir anlama faaliyetidir. Müslümanlar oturdukları yerde dini tefakkuh edemezler. çıkmalılar, yani insanı, toplumu, varlığı tanımalılar.

Demek ki tefekkuh Din’in kavranılması çabasıdır. Din ise vahiydir. Bunu da Kur’an diyor. “Bugün sizin dininizi tamamladım...” (Maide 5/3) Tamamlanan şey Kur’an’dır. Tefakkuh, ahlka, ahkâm, akide diye ayırmadan Din’i bütünüyle kavrama çalışmasıdır.

Bu açıdan fıkıh; vahiy üzerinden olur ve onun konularını kapsar.

Fıkıh ile tefakkuh aynı kökten ama kalıbının gereği tefekkuh; fikhın ifade ettiği bilme işinde çaba göstermeyi ve iyice kavramayı, uğraşmayı anlatır. Kelime bu özelliği ile “ictihad” kavramına yakındır. (Tefeu’l kalıbı bir şeyi kolay olmayan yolla, zorlanarak etme manası verir)

Buradan ne anlıyoruz?

İslâm fıkhı, fıkıh ilmi, yerel fıkhımız, yeni bir fıkıh dili; hangisini kullanırsak kullanalım asıl mesele Kelâmı anlamak, vahyi kavramak, tefekkuh etmek. Zaten fıkıh diye ortaya konulan ilmin hedefi de bu olmuştur. (Beşer, F. Bilgi Fıkıh ve İctihad, s: 91-92)

Belki bugün kendi çapımızda, aklımız erdiği kadar, ilmimiz ölçüsünde, imkanlar dahilinde yapacağımız en hayırlı iş budur.

 

-Istılah (terim) olarak fıkıh

Fıkıh kelimesi Peygamber döneminden itibaren özel bir anlam kazanmış, ağırlıklı olarak zihinsel faaliyet sonucu elde edilen bilgiyi ifade etmekle birlikte, nakle dayalı bilgiyi de kapsayan geniş bir anlama sahip olmuştur. Sahabe döneminde fâkih ismi artık, ictihad bulunup fikir yürüterek (re’y ile), dini meselelere çözüm üretmeye çalışan kimseler için kullanılıyordu.

Hicrî birinci asrın sonlarında hadis tedvin faaliyetleri başlamasıyla Peygamberden ve sahabelerden gelen haberler ilim, düşünsel ve dirâyete dayalı bilgilere de fıkıh denilmeye başlandı.

İlim Allah’a, fıkıh ise onu anlayan ve kavramaya çalışan insan nisbet edilir.

Ebu Hanife’ye göre fıkıh: “Kişinin lehine ve aleyhine olan hükümleri, yani haklarını ve vazifelerini bilmesidir.” Kitabının ismi el-Fıkhu’l-Ekber”dir. Konusu dinin usûlü, akidedir.

İslamî ilimlerin tedvin döneminde iman ve amel konuları “usûlu’d-din” ve “füruu’d-din” adıyla ikiye ayrıldı. Kelâm ilmi iman, fıkıh ise amel konularını ele almaya başladı.

İmam Şafi fıkhı şöyle tanımlamış: “Fıkıh, dinin ameli hükümlerini kaynaklarından çıkararak elde edilen bilgidir.”  (Bahçekapılı, N. İslâm Hukukuna Giriş, s: 23-24)

Fıkıh; şer’î, amelî hükümleri tafsili (ayrı ayrı) delillere dayanarak bilmektir. 

Buna göre fıkhın konusları iki kısımdır: 1)Şer’i, ameli hükümleri bilmek. Ancak akdevî konular buna dahil değildir..

2)Her hükmün delillerini ayrıntılı bir şekilde bilmek. Mesela “faizin azı da çoğu da haramdır” diyebilmek için Kitaptan bir delil zikretmek gerekir. (Ebu Zehra, M. İslam Hukuku Metodolojisi, s: 18)

Bu işi yapana da fâkih denir. Fâkih aşçıya benzer.

Fıkıh denilen bilgiye ulaşmak salt anlamak değildir. Bundan öte bir çaba ve derin kavrayışın sonucudur. Zira fıkıh görünen (şahidin) vasıtasıyla görünmeyenin (ğaibin), açık olan vasıtasıyla kapalı olanın, asıl vasıtasıyla fer’in bilgisine ulaştıran şeydir. Ya da bunları kavrama çabasıdır. Bu manada fıkıh ilmin bir alt dalıdır. (Bahçekapılı, N. İslâm Hukukuna Giriş, s: 22)

Fıkıh mahiyeti gereği hayatın bütün bütün alanlarını kapsadığı için ilmihal, hukuk, hukuk metodolojisi, ekonomi, siyaset ve bunlara ait kurumları kapsamaktadır.

 

-Fıkıh usûlü

            Usul aslın çoğuludur. Fıkıh usûlü, fıkhın dayandığı temeldir. Fıkhî hükümleri çıkarmaya ulaştıran kuralları bilmedir.

Bunun açıklaması: Fıkıh usûlü ameli hükümleri, tafsili delillerden çıkarmak (istinbat etmek) için gereken metodları tanıtan kaideler ilmidir.

Fâkihin delillere dayanarak hüküm çıkarırken tutacağı yolu ve delilleri kuvvetine göre düzenleyerek, Kur’an’ı Sünnet’ten, Sünnet’i kıyas veya doğrudan nass’a dayanmayan delillerden öne alınmasını açıklayan metodlardır. Fıkıh ise bu metodlara bağlı kalınarak hükümlerin çıkarılmasıdır.   (Ebu Zehra, M. İslam Hukuku Metodolojisi, s: 19)

 

-Fıkıhla ilgili bilinmesi gerekenler

*Fıkhın, fakihler tarafından gerçekleştirilen zihinsel faaliyet (ictihad) sonucu elde edilen hükümler olduğunu dikkate aldığımızda, elimizdeki fıkıh malzemesinin beşer ürünü olduğu anlaşılır. Dolaysıyla şeriat kelimesiyle ifade edilen vahyin ortaya koyduğu hükümlerden farkı ortaya çıkmaktadır. Vahiyle belirlenen şeriat Kur’an Ve Sünnetin açık ve kesin hükümlerini anlatmaktadır.

*Fıkıhta akıl yürütme, yorum yapma ve görüş bildirme anlamı mevcuttur. Dolaysıyla fıkıh kelimesinin ifade ettiği anlamda, kesin olmayan ve fâkihten fâkihe farklılık gösteren zanni bilgidir. (Bahçekapılı, N. İslâm Hukukuna Giriş, s: 30)

*Fıkıh, hukuk kurallarının yanı sıra ibadetler, adab-ı muaşeret, iktisad, ticaret, muamelat, siyaset kurallarını konu edinir.

*Kuralların bağlayıcılığı açısından bakıldığında fıkıhta emredici, tavsiye edici ve tecviz edici olmak üzere üç tür kural vardır.

*Fıkıh genelde bireye hitab eder. Nerede bir müsalüman varsa fıkıh onu ilgilendirir. Çünkü onun hedefi şeriatin ve kendi amaçlarını gerçekleştirmektir.

 

-Yerel fıkıh

Yerel fıkıh derken neyi kasdediyoruz?

Acaba İslâm ülkelerinin dışında, ya da İslâmın uygulanmadığı modern toplumlarda İslâmı hakkıyla yaşamak mümkün mü?

Böyle toplumlarda yeni bir fıkıh oluşturabilir miyiz?

Böyle bir çaba ve ortaya konulacak yeni fıkıh anlayışarı dinde reform tehlikesini beraberinde getirir mi?

İslamı çağa, yaşanılan ülkelere, yaşanılan hayata, yani kendimize uydurmak olur mu?

Ya da dinin hangi alanlarında yeni fıkıh geliştirilebilir?

Başat bir sual daha: Hem bu işi kim yapacak?

İnsan fiillerine dair veya toplumda olabilecek olayların hükümleri ister nâsslarda olsun, isterse ictihât yoluyla sonradan ortaya konulmuş olsun; yukarıda saydığımız üç ana maslahatı korumaya yöneliktir.

Öyleyse dini anlamada, anlatmada ve uygulamada bu maslahatlar  gözetilmesi gerektiği gibi, başka kültürlerle ve âdetlerle karşılaşıldığı, müslümanların azınlıkta oldukları zaman da aynı gayeler gözönüne alınmalıdır.

Bu gibi yerlerde yerleşik siyasi sistem, kanunlar manzumesi, örf ve âdetler, dünya görüşü ve kültür hemen peşinen reddedilmeden veya kabul edilmeden önce bu ölçüye vurulmalıdır. Hangi hüküm, kanun, kültür unsuru, ya da örf İslâmın ‘zarûriyyât’ ilkesi ile çelişiyor, hangileri ‘tahsiniyyât’ kısmına dahil edilebilir?

Bu ayrım ne olarak belli olduktan sonra seçim yapmak, tercih etmek veya rededetmek daha kolay olur.

Ancak bu ayrım nasıl olacak, kim yapacak?

Elbette her müslüman bilgisi dahilinde bundan sorumludur. Fıkhın Kur’an’daki kullanımını tekrar hatırlayalım: Her müslüman dini anlamaktan, âyetler üzerinde akletmek, düşünmekten sorumludur. Gücü ve ilmi yetmediği durumlarda daha ilerideki âlimlerin görüşlerinden ve ictihatlarından faydalanır.

Sorun şu: Ya ortada yeni ortaya çıkmış veya yaşanılan ülkeden karşılaşılan sorunlara çözüm üreten fâkihler (müctehidler) yoksa?

İsterseniz konuyu bir de İslâmın sabiteleri ve değişmezleri açısından ele alalım.

 

-Din’in (İslâm’ın);

  1. a) Sabiteleri, yani asla değişmeyen, değişmesi de gerekmeyecek esasları/ilkeleri vardır.
  2. b) Din’in (İslâm’ın) değişmeye izin verdiği, ya da değişmeye müsait prensipleri vardır.

Din’in değişmeyecek hükümleri belli.

*Değişebilir hükümler ise, insan ve toplum maslahatını (faydasını) esas alan meselelerdir. Yani bir konu insana faydalı ise; Din’in özüne aykırı olmayacak şekilde o meseleye yeni hüküm getirilir.

Dinî metinlerde, yani Kur’an ve Peygamberimizin hadislerinde değişkenlik olmaz. Ama bunların yorumlarında  her zaman farklılıklar olabilir.

Farklı yorumların da farklı hükümlere yol açtığı bilinen bir şeydir.

Yine Din’in (İslâm’ın) ideal hedefleri, bir de o ideallerin üzerine bina edildiği realite/gerçekler vardır. İdeal hedefler, çoğu zaman realiteyi göz önünde bulundurur ve insan maslahatına uygun hükümlerin verilmesine zemin hazırlar.

Şüphesiz ki bu yeni hükümler Din’in değişebilir alanında söz konusudur.

Din’in değişebilir veya değişmez esaslarını şöyle formüle edebiliriz:

1-Lafız (Dinî metinler, nass): Değişmez.

2-Maksad-nihâî gaye (Mekâsıdü’ş-şeria): Değişmez.

3-Hüküm (ictihad-fetva)/uygulama: Değişebilir.

İslâm; bir kaynağa; yani vahye dayanır. Bu da Kur’an ve hz. Peygamberin vahy adına yaptığı uygulamalardır.

Kur’an ve sahih (sağlam) hadislerin lafzı (sözü) değişmez.

Yine bu kaynaklarda olan bu hüküm ve ölçülerin de maksatları/hedefleri de değişmez.

Burada problem, maksadın ne olduğunu tesbit edebilmektir.

Kur’an’daki veya hadislerdeki bir hükmün maksadının ne olduğunu kim belirleyecek?

Birisine göre hükmün hedefi şudur, diğerine göre ise şudur. Acaba hangisi isabetli olacaktır?

Üstelik lafzın (âyet ve hadislerin) farklı anlaşılması veya farklı yorumlanması, hayat değiştikçe yeni olayların ortaya çıkması da mümkün.

Özellikle halkının çoğunluğu müslüman olmayan ülkelerde bu gibi meseleler çoktur. Buradaki müslümanlar bu realite ile hergün karşı karşıyadırlar.

Böyle bir ortamda “yeni bir fıkıh anlayışı”, ya da “yerel fıkıh” ve ictihad olayı gündeme geliyor.   

 

-İctihad

-İctihad, öncelikle bir entellektüel cihadtır.

“Cehd” kökünden gelen ‘ictihad’ sözlükte; nefsi, güç sarfederek ve meşekkati yüklenerek bir işe koşmak demektir. (R. el-Isfehâní, Müfredat, s: 142. M. Ebu Zehra, İslam H. Metodolojisi, çev. A. Şener, Ankara s: 325

Bir şeyi elde edebilmek için güç ve çaba sarfetmek anlamında gerçek, kıyas ve benzeri yollarla hüküm çıkarmak manasında mecazdır. (Zebidi, Tacu’l Arus 2/329. Zamahşeri, Esasu’l Belağa, s : 156. nak. İslam Hukukunda İctihad, H. Karaman, Ank. s: 15)

İctihad belli bir konuda fikrí yoğunlaşma, en doğrusunu bulma yolunda yoğun bir zihinsel çaba sarfetmektir.

Bu sözlük anlamıyla ictihad. Bunun bir de fıkıh ilminde kazandığı terim anlamı var.

 

-Istılah (terim) olarak ictihad

Ben buna “kurumsal ictihad” diyorum.

Fıkıh ilminde ‘ictihad’, fer’i (detay) olan İslâmí hükümleri, mufassal (ayrıntılı) onlara ait delillerinden anlayıp çıkarmak için olanca gücün sarfedilmesidir. (Ş. V. Dehleví, Dört Risale, ter. H. Karaman, s: 152)

İctihad yapan âlime müctehid denir. Fâkih’in yakın manaya geldiğini hatırlayalım.

Bu tanıma göre kurumsal ictihad iki kısma ayrılır:

  1. a) Hükümleri çıkarıp açıklamakla ilgili ictihad,
  2. b) Hükümleri uygulamakla ilgili ictihad. (M. Ebu Zehra, İ. Hukuk Metodolojisi, s: 325)

Demek ki;

*İctihad etmeye yetkili müctehid isabetli hükme ulaşmak için bütün gayretini harcamaktadır, ki ondan ötesine gücü yetmemektedir.

*Müctehid olmayanın göstereceği zihinsel çaba fıkıhta gözönüne alınmaz.

*Bu çaba (cehd), ameli ve şer’i hükümleri anlamak için olmalıdır. Buna göre aklî, hissî, ya da dile dair hükümleri anlamak için gösterilen çaba fıkıh usûlcülerine göre kurumsal manada ictihad değildir.

*Dini hükümlerin delillerinden araştırma ve inceleme (istinbat) yoluyla çıkarılır.

*Buna göre birinden fetva sormak, islâmî ilimleri kaynaklarından anlamak, ya da öğrenmek fıkıh usûlünde ictihad değildir. (A. Zeydan, Fıkıh Usulü, çev. R. Özcan, s: 521)

“Kurumsal ictihad”, gerekli ehliyeti kazanmış bir âlimin, Kur’an-ı Kerim ve hadislerin yoruma açık kısımlarını delillere dayanarak hükümler çıkarması veya çıkarılan hükümleri uygulamak, ya da yeni problemlere çözüm üretmek üzere yoğun bir şekilde zihinsel çaba sarfetmesi demektir.                    

Bilindiği gibi Kur’an, hayatla ilgili hükümlerin kısmını açıklamıştır, bir kısmına işaret etmiştir veya Sünnete bırakmıştır. Bazı konularda ise bir takım ip uçları vererek, insanların bu konular üzerinde düşünmelerini tavsiye etmiştir.

Peygamberin (sav) sünneti, Kur’an’ın açıklaması veya uygulamasıdır. O, hayatında Kur’an’ın hükümlerini uygulamış, işaret edilenleri vahiyden aldığı yetkiyle açıklamış ve bazen de ashabıyla istişare ederek/görüşerek hükümler vermiş, uygulamalar yapmıştır.

Ancak şu da bir realitedir ki hem nass’ların bazı lafızları farklı anlamaya müsaittir, hem de insanların karşılaştıkları olaylar sahabe dönemiyle sınırlı değildir.

Peygamber (sav) hem kendisi ictihad etmiş, hem de sahabelere bunun için izin vermiştir. Zira vahyin amaçlarını gerçekleştirmek için buna ihtiyaç vardır. Nitekim şu örnek meşhurdur ve ictihad iznine delildir.

Rasûlüllah (sav) Muaz b. Cebel’i (ra) Yemen’e göndermek istediği zaman ona şöyle sordu: “-Sana bir dava geldiği zaman nasıl hüküm vereceksin?” Muaz b. Cebel;

“-Allah’ın Kitabıyla” şeklinde cevap verdi. Peygamber bu sefer;

“-(Sana gelen davanın hükmünü) orada bulamazsan” diye tekrar sordu. O da;

“-Allah’ın Rasûlü’nün sünnetiyle hükmederim” dedi. Peygamberimiz;

“-Ne Rasûlüllah’ın sünnetinde ve ne de Allah’ın Kitabında (o meseleyi) bulamazsan? diye yine sordu. Muaz şöyle cevap verdi:

“-Kendi görüşümle ictihad edeceğim ve bundan da geri kalmayacağım.” Bunun üzerine Peygamberimiz eliyle onun göğsüne vurarak;

“-Rasûlüllah’ın elçisini, onu memnun edecek şekilde başarılı kılan Allah’a hamdolsun” buyurdu. (Ebu Dâvud, Akdiye/no: 3592. Tirmizî, Ahkâm/3 no: 1327. İbni Abdi’l Berr, Camiu Beyani’l ‘İlm, 2/56.)

 Şu âyete de bakalım:

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulü’l-emre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz (nizâ ederseniz) Allah'a ve Âhirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisâ 4/59)

“Bir hususta anlaşmazlığa düşmek” Allah ile mümin kulları arasında olamaz, Resûlullah ile ümmeti arasında da düşünülemez. Geriye yönetici, yönetilen, bilen, soran... şeklinde ümmet kalır; bu çerçevede ümmet arasında bir anlaşmazlık çıktığında mesele Allah’a ve resule götürülecektir.

Yönetilenlerle ülü’l-emr arasındaki ihtilâfta, bu ikincisi de taraf olduğu için tek merci Allah ve Rasûlüdür. Yani dinin ana kaynakları ışığında çözüm üretecek kurumlardır.

İhtilâfın tarafları arasında ülü’l-emr bulunmazsa, meselenin halledilmesinde onun da –benimsenen idare şekline göre selâhiyeti çerçevesinde– devreye girmesi tabiidir. Ancak ülü’l-emr tasarruflarında Allah ve Rasûlünden bağımsız değildir.

Meselenin “Allah’a götürülmesi” Kur’an’a, “Rasûle götürülmesi” ise sünnete başvurmayı gerektirir.

Anlaşmazlık konusunda bu iki kaynakta çözüm ve hüküm var ise bu, bütün ümmet için bağlayıcıdır ve gereğine uyularak anlaşmazlık çözüme kavuşturulur. Ancak bu iki kaynaktaki çözüm her zaman nokta tayini şeklinde değildir. Kıyâmete kadar ortaya çıkacak bütün anlaşmazlıkların konu konu, parça parça çözümü Kitap ve Sünnet’te bulunmaz.

Bütün anlaşmazlıkların çözümüne ışık tutan ilkeler, işaretler, delâletler, örnek ve emsal çözümler vardır. Bunlardan yararlanarak çözüm ve hüküm bulma işine ictihad denir.

İctihad bilinmeyenleri, açıkça belli olmayanları, anlaşmazlıkları Kitaba ve Sünnet’e başvurarak (götürerek) çözme metodunun ve çabasının adıdır. (Komisyon, Kur’an Yolu, 2/68)

Ben ictihadı bir ‘kurumsal manasıyla ictihad’, bir de ‘sözlük manasıyla ictihad’ diye ikiye ayırmak istiyorum:

Kurumsal anlamda ictihad derken daha çok fıkhí konularda, ‘yapılmalı, yapılmamalı, caizdir, caiz değildir, farzdır, ya da haramdır’ gibi bağlayıcı hükümleri kasdediyoruz.

Kur’an’da ve Sünnette hükmü bulunmayan, bir kaç manaya gelme ihtimali bulunan, ya da çok açık olmayan pek çok mesele ictihad kurumuyla şekillenmiş, İslâm ümmeti asırlardan beri müctehid âlimlerin bu ictihadlarıyla dini tanımış ve yaşamaya çalışmıştır.

Fıkıh usûlünde; kurumsal anlamdaki ictihada re’y, istinbat, fıkıh ve istidlâl de denilir.       

Nasslarda, yani Kur’an ve Sünnet’te bütün bütün olayların net karşılığını bulmak imkansızdır. İslâmın nassları genel hükümleri ve genel prensipleri ortaya koyarlar. Zamanın fâkihleri de olayları bu genel prensipler çerçevesinde değerlendirirler ve müslümanları ilgilendiren hükümlerini bulmaya çalışırlar.  

İnsanların yaşayış şekilleri ve hukuku ilgilendiren olayları sayılamayacak kadar çoktur. Bunlar da durmadan değişmektedir. Dolaysıyla her olay için bir nâss’ın olması imkansızdır. Nâss sınırlı, olaylar sonsuz olduğuna göre yeni olaylara fıkıhtan cevap bulmak için ictihad ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkar.         

Müslümanlar hayatlarının bütün alanlarında dinlerine uygun yaşamak, bütün sorunlarını Kur’an’a ve Sünnet’e göre çözmekle  görevlidirler.

Kur’an’da ve Sünnette o sorunun açık çözümü yoksa; o zaman ne yapılacak?

Müslüman ya o meseleyi -yeterli ilmi varsa- kendisi çözer, ya da kendisinin bilgisi yetersiz ise fıkıh ilminde yetkin bir alimin o konudaki ictihadını kabul eder.

Herkesin fıkıh ilmini bütünüyle bilmesi, ictihad edebilecek şartları taşıması mümkün olmadığına göre, müslümanların Kur’an’ı daha iyi anlamaları ve dinlerini daha iyi yaşayabilmeleri için bilenlerin ictihadların faydalanmalrı gerekir.  

İslâm tarihinin ilk döneminde, yani müctehidler dönemi denilen devresinde ictihadın şartların pek söz edilmemiştir. Bunun yerine onlar fıkhın kaynağı olan Kitap ve Sünneti anlşamaya çalışmışlar ve anlayabildiklerini de çevrelerine ulaştımışlar. İyi anlatabilenin görüşleri, ya da daha isabetli bulunan hüsnü kabul görmüş, kayda geçmiş, uygulanmış.

İctihad için belli şartlar gereklidir. Ama bunu bildiren bir nass olmadığı gibi, herkesin ittifakla kabul edeceği bir bilgi de yoktur. İctihadın şartları da bir açıdan ictihadtır. Bağlayıcı oluşu da ictihadın bağlayıcılığı kadardır.

Selef döneminde söz hürriyeti vardı. Peygamber’den itibaren yazılı ve geleneksel olmayan bir metod vardı. Alimler buna kenid kabiliyetini katarak Kelâmı anlamaya çalıştılar. Ancak daha sonradan siyasi baskıların artması, siyasi ve itikadi grupların artması ile bazıları işlerine göre fetva vermeye başlayınca yetkin alimler ictihadın şartlarını belirleyemeye çalıştılar. Bir müddet sonra da artık ictihat kapısının kapandığı ileri sürülmüş. Onlara göre o gün müctehid şartlarını taşıyan kalmamıştı, ya da öncekiler halledilecek mesele bırakmadılar.

Bu görüş taraftar buldu. Belki haklı idiler dini koruma isteği açısından. Ancak kötülerin cüretinin önüne geçelim derken iyilerin cesaretlerine set çekildi.

Cesareti kırılan alimler yeni meselelre çözüm üretmekten çekindiler. Derken fıkıh yerine “tahriç” ve “tercih” faaaliyetleri revaç buldu. Yani asıllara başvurma yerine, istinbat edilenlere başvurma anlayışı yaygınlaştı. Fıkıh, yani Kitabı anlama ve kavrama müctehidlerin söylediklerini iyi kavrama haline dönüştürüldü. Genel anlamda realiteden uzak kalındı. Bu suyunun suyu fıkıh da zamanla ortaya çıkan sorunlara çözüm üretemeyince modernistler suçu İslamda aradılar ve başka toplumlardan hükümler, kanunlar, çözümler ithal ettiler. (Beşer, F. Bilgi Fıkıh ve İctihad, s: 182-183)

Peki yeni problemler nasıl çözülecekti. Ya da daha önceden verilmiş fetvalar, yapılmış ictihadlar her topluma, her asra nasıl tatbik edilecekti?

Bu ihtiyaç açısından ictihad kapısı açık olmalı. İslam ümmeti fakihler/müctehidler yetiştirmeli. İslâm âleminde bireysel ictihadtan daha ziyade heyet/kurum ictihadı gündeme gelmeli.

Sözlük anlamıyla ictihad derken de, fıkıh ilmi dışında, her sahada yetkin bilginlerin, kararın en doğrusunu vermek, müslümanlara sağlıklı bir bakış açısı kazandırmak, yeni ve faydalı fikirlere ulaşmak, yeni sorunlara İslâmın genel mantalitesi çerçevesinde yeni çözümler üretmek ve nihayet başkaları tarafından üretilen yalan-yanlış, ardı-arkası gelmez iddialara tutarlı cevap bulmak amacıyla yapılan bütün entellektüel çalışmaları, bütün yoğun zihinsel çabaları kasdediyoruz.

Bu çabaların dille veya kalemle ifade edilmesi arasında fark yoktur.

Kur’an’ı anlamaya çalışmak, Kur’an üzerinde düşünmek, yeni açılımlar keşfetmek, hayata ilişkin yeni yorumlar geliştirmek, diní hükümlerin hikmetleri üzerinde yoğunlaşma ve benzerí faaliyetler birer zihinsel cihadtır.

Faydalı bütün ilim dallarında araştırmalar yapmak, gerçeğin tesbit edilebilmesi, ya da en isabetli hükme varılabilmesi için yapılan bütün zihinsel çabalar, kelime anlamıyla ictihadtır.

Burada ictihadın işleyişinden, şartlarından, müctehid olmanın şartlarından, kime müctehid denildiğinden bahsetmeyeceğim. Bunlar farklı bir dersin konusu, Ya da Fıkıh usûlü kitaplarında bulunabilir.

Avrupa’da yaşayan müslüman olarak karşılaştığımız sorunlara İslâm fıkhına göre nasıl çözümler bulabiliriz?

Mevcut İslâm fıkhını buraya nasıl veya ne kadar taşıyabiliriz?

Bunun için neler yapabiliriz? gibi sorulara cevap bulmaya çalışmalıyız.

 

            -Burada ne yapılabilir?

İslâmın hükümleri her yerde geçerlidir. Her müslümanı bağlar.

Ancak tarihten beri dini farklı anlama ve uygulama da bir gerçekliktir. Bazı ahkâmın şartlar değitiği zaman değişebileceği, bir zaman ve olaya bağlı yapılan bir ictihadın yerine yenisinin yapılabieceği, ictihadın ortaya koyduğu hükmün zanni be beşer kaynaklı olduğu unutulmamalı.

İslâm’ın ilkelerinin hepsi evrenseldir ama fıkıhtaki  bazı hükümleri tarihseldir. Bunlar değişebileceği gibi günümüz şartlarında yeni hükümlere kaynak ve örnek olabilirler.

-Fıkıhta kabul gören şöyle genel bir kaide vardır: “Lâ yünkeru teğâyyuru’l-ahkâm bi teğayyuru’l-ezmân-Zamanın değişmesiyle bazı hükümlerin değişeceği inkâr olunamaz.”

Zaten“mevrid-i nass’da ictihada mesağ yoktur” Akaid, ahlâk ve ibadetler, onların  uygulaması, onların edasının şartları da değişmez. Buna ihtiyaç da yoktur.

Ancak muâmalat farklı. Bu alanda da nass’ın belirlediği hükümler olduğu gibi şartlara göre değişebilen hükümler de vardır.

Özellikle gayr-i müslim çok olduğu, İslâmın hakim olmadığı bir ülkeden yaşama, siyasi katılım, birarada yaşama, teknoloji ile gündeme gelen üretim, helâl haram, gayr-i müslimlerle her türlü ilişki, mevcut otoritenin izin verdiği kurumlar, vergi vermek, askerlik yapmak, haram malların üretildiği yerlerde çalışmak, bunların bayramlarına katılmak ve benzeri daha pek çok konuda yeni bir fıkha, ya da fıkıhtan yeni çözümler bulmaya ihtiyaç vardır.

Buranın ya da günümüzün yeni sorunlarına çözüm aramak asla kökten kopuş, nasslara işimize gelen anlamı vermek, Avrupa İslâmı uydurmak için değil; İslâmı anlayabilmek, burada da bihakkın yaşayabilmek, sorunlara imanımız açısından cevap bulabilmek çabasıdır.

Burada neler yapılabilir? Fıkıh olayı karşısında tavrımız/sorumluluğumuz nedir?

*Müslümanlar her yerde ve her zaman fıkha ve fâkihe muhtaçtırlar.

Buna ictihad ve müctehid demek bu ihtiyacı değiştirmez.

Fıkıh ise Dinin ince kavranışı, ruhunun yakalanması demektir. Din de hakikat anlamında Kitaptır.

Eşyanın ve dinamik haldeki olayların nerede yaşarsak yaşayalım; Dine uygun anlaşılmasının ve yorumlanmasının, eylemlerimizin din’e uygun hale getirilmesini müslüman olmanın gereğidir. Bu da Kitabın ve onun beyanı olan Sünnetin iyi tefakkuh edilmesiyle mümkündür. Dolaysıyla fıkhetmek statik değil dinamik bir olgudur.

Bu noktada dinde tefekkuh eden ehl-i zikir olur. Bunun için de Kur’an arapçasıyla, Şeriatin maksatlarıni bilme, kesin emir ve yasakları uygulama demek olan takva ile gerçekleşir.

Bunlar varsa fıkhımız ve fâkihimiz var demektir. Ancak bu o kadar kolay ama imkansız da değildir. Hele hele İslâm hukukun uygulama alanı olmayan Avrupa’da.

*Fâkih yetiştirme ihtiyacı.

Bu özel ve uzun bir eğitimle ancak olur. Şu anda Avrupadaki müslümanların bunu yapacak imkanları, kapasiteleri ve işbirlikleri yok.

İslâm ülkelerinde var mı? Din eğitimi veren orta seviyeli okullar ve fakülteler var. Bunlar dini az çok bilen, din eğitimi verecek öğretmen ve müftüler yetiştiriyorlar. Ancak özel müctehid olabilecek, ya da “ictihad komisyonu”nda görev alabilecek kadar donanımlı fâkih yetiştirecek kurumlar henüz yok diyebiliriz.

Yok diye eli kolu bağlı mı duracağız?

Madem ki fıkıh veya tefekkuh öncelikle Kelamı anlama, derinlemesine kavrama görevidir, o halde her müslüman bulunduğu yerde bunu kendi çabasıyla yapacak. Herkes inandığı dini anlamaya çaba gösterecek. Herkesin de bir anlama kapasitesi vardır. Herkesin algılama kapasitesi bir kaba benzetilebilir. Ve herkes dini kendi kabının aldığı kadar algılar, öğrenir, fıkheder. Bu fıkhetme imanı kuvvetlendirir, sorumluluk bilincini (takvayı) artırır, müslümanca tavır almayı destekler.

Müslüman anne babalar, hocalar çocuklara, din ağitimi alan talebelere bunu öğretecekler, çocukları bu anlayışla yetiştirecekler.  

Bugün yeni bir ibadet fıkhına ihtiyaç yok. Allah rahmet eylesin kadim ulema bu konuyu Kitap, Sünnet ve Sahabenin uygulamaları çerçevesinde çözdüler. Belki yeni, modern, gayr-i müslimlerin kültürlerinden kaynaklanan farklı sorunlara cevap bulmaya ihtiyaç var. Bu anlamda mevcut fıkıh malzemesi yetersi olabilir. Ya da bu fıkıh malzemesini aynen tercüme etmek sorunlara cevap olamayabilir. Hatta yeni sorunlara yol açabilir.

Kur’an’î bir bakış açısına sahip müslüman, yani Kelâmı (Vahyi), yani İslâmı, İslâmın maksatları kavrayan, fıkheden bir müslüman iman ışığı, feraseti veya basireti ile, elde ettiği bilgilerle, neyin helâl neyin haram olduğunu, hangi sözün, davranışın, kullanımın, gıdanın, ilişkinin Dine uyup uymadığını, Dinde kendisine nelerin emredildiği az çok bilir.

Bu da onun fıkhıdır.

Buna bağlı olarak her zaman akidemizi Kur’an ve Rasûlüllah’ın öğrettiği gibi sağlamlaştıracağız, ya da koruyacağız. Bid’atlere, uydurmalara, Tevhide zıd inanç, yorum ve görüşlere itibar etmeyeceğiz. Öğrenebildiğimiz kadar ibadetlerimizi yerine getireceğiz, İslâm ahlâkını, Peygamber ahlâkını kişilik olarak her ortamda yaşatacağız.

Dinimizi sağlam kaynaklardan, kitaplardan, derslerden ve âlimlerden öğrenmeye, neslimize öğretmeye devam edeceğiz.

Karşılaştığımız yeni sorunlara bilgimiz ve takvamız ölçüsünde tavır alacağız. İşin içinden çıkamayınca güvenilir âlimlerden ve eserlerinden faydalanmaya çalışacağız. Kendimiz bilgisizce fetva vermeyeceğiz, ictihad yapmayacağız, hükümlerde “bana göre”, benim görüşüme göre” demiyeceğiz.

 Unutmayalım ki her müslüman Kelâmı anlamak ve ona uymaktan sorumludur, kapasitesine ve imkanlarına göre. Gücümüz aşan konularda Rabbimizn rahmetini talep ederiz.

es-Selâmu ala men ittibea’l-hüdâ.

 

Hüseyin K. Ece

04.11.2017

Zaandam