Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat Sempozyumun'da Ehl-i Sünnetin kavramlaşması, oluşum süreci ve klasik dönemde ortaya çıkan itikadi akımlar hakkında sunulan tebliğ (Kısa hali)

Hüseyin K. Ece

17 Aralık 2017

KHMG  Federasyonu-Amsterdam

 

Birinci Oturum

 

-Giriş

Son dönemde piyasada ehl-i sünnet” kavramını daha sık duyuyoruz.  

Allah adına çalıştıklarını iddia eden ama ümmeti parçalayan bu inhirafçı grupların maalesef kendilerine yer buldukları kavram “ehli sünnet” tanımlaması...

Bu kelime bazılarının dilinde sanki keskin bir kılıç. Kendileri gibi düşünmeyenleri Ehl-i Sünnet dışı olmakla, sapıklıkla, bâtıla düşmekle veya modern ve oryantalistler gibi düşünmekle itham ediyorlar.

Böyle bir anlayış; din adına Allah’ın Kur’an’la ve Peygamberle öğrettiği İslâmı değil, sanki ideolojilerden bir ideoloji sunuyor. Tarihte kalması gereken haricî kafa yapısıyla kendi şablonuna uymayan her yorumu, fikri, görüşü, ictihadı Ehl-i Sünnet adına yargılıyor.

Sonuçta zaten sorunlarla boğuşan, fitne ve tefrika ateşinden kurtulmaya çalışan ümmetin arasına ayrılık tohumları saçılmakta, farklı görüşler arasındaki uçurum derinleştirilmekte, vahdete davet edilmesi gereken müslümanlar adeta hasım veya düşman olmaya çağrılmakta.

İslâm kültürünün yanlış anlaşılan, yanlış yerlerde kullanılan kavramlarından biri de “ehli sünnet ve’l-cemaat” kavramıdır.

Maalesef pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da ifrat ile tefrit arasında gidip geliyoruz. Bazıları Ehl-i Sünneti dinin kendisi sayarken, tam karşıt grup da onlara tepki olsun diye Ehl-i Sünneti sosyo-politik şartların ortaya çıkardığı tarihsel bir olay gibi değerlendiriyorlar. (Şenocak, İ. Vuslat 125. Ehl-i Sünnet Özel sayısı, s: 6)

Mezhepleri konu alan eserler incelendiğinde İslâm düşünce tarihinde “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” nitelemesinin ne zaman ortaya çıktığı, tam olarak ne olduğu ve kimleri kapsadığı hususunda bir konsensüsün olmadığı görülür.

“Ehl-i Sünnet” ilk tedavüle çıktığı andan itibaren ona yüklenen manalar, kişiden kişiye, mezhepten mezhebe deeğişiyor. Aynı durum, Ehl-i Sünnet’i oluşturan Selefiye, Mâtüridiye ve Eş’ariye gibi zümrelerin, “Ehl-i Sünnet” anlayışlarında da mevcuttur. Ehl-i Sünnet dışında sayılan mezheplerin “Ehl-i Sünnet”i tanımlama biçimleri daha da farklıdır.

Günümüzde kendilerini Ehl-i Sünnet’e nisbet eden müslümanlara “Ehl-i Sünnet”ten ne anlıyorsunuz?” diye sorulsa, verilecek her bir cevap, getirilebilecek her bir tanım birbirinden az-çok farklı olacaktır.” (Esen, Muammer. Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci, Ankara Okulu yay. 2009 tanıtım yazısından.)

İşte bir kaç örnek: 1989 yılında Ehli Sünnet araştırması yapan editör anlatıyor. Arkadaşı ile birlikte bir Temmuz sıcağında bir şehire uğradılar. Ziyaret etmeleri istenen bir saatçıya uğradılar. Saatçı arkadaş dış görünüşü açısından mütedeyyin birine benziyordu. Bakımlı bir sakalı, açık yeşil bir üstlüğü ve esans kokusu vardı. Hoş beşden sonra, oradakilerin meraklı bakışları altında sağ ayağının ayakkabısını özenle çıkardı ve oradakilerin gözlerine sokarcasına ayağını ileri uzatarak; “Biz ehl-i sünnetler çorap giyeriz” dedi.

Yanlarında biraz önce tanıştıkları o sıcakta sandeletle ve çorapsız gelen biri vardı. Galiba onu kasdederek çorapsız gezen bu müslümanı ehl-i sünnet olmamakla suçluyordu.

Yine aynı editör anlatıyor: Bir zamanlar dergi bile çıkarmış, yazılar yazmış birisi; ağzından  mı kaçırdı, yoksa her zaman öyle mi konuştuğu belli olmayan bir tarzda kendisinin de bulunduğu ve söze karışmadığı bir mecliste konuşmanın akışında gayet ciddi bir şekilde; “Ehl-i Sünnet demek, ehlileştirilmiş ve sünnet edilmiş adam demektir” deyiverdi. Demek ki bazıları sünnet ehli olmayı böyle anlıyorlardı. (Ehl-i Sünnet Tetkikleri, s: 9)

Öteden beri inhirafçı (yoldan çıkan) ve parelel din oluşturuyorlar diyebileceğimiz cemaatler kendilerini daha çok “ehl-i sünnet ve'l-cemaat” olarak lanse ediyorlar. Zira Şiî-Sünnî şeklinde başlayan ayrışma art niyetli insanlara geniş kullanım alanı sağlıyor.

Her mezhep, fırka, cemaat, tarikat kendisi diğerine göre makbul sayıyor.

Oysa Kur'an üstünlüğü, müslümanların arasındaki tarihteki siyasî ve itikadî çekişmelere, gruplaşmalara veya mezheplere mensup olmaya göre değil takvaya bağlamıştır. Buna göre sünnîliğe nisbette de ölçü; Kur’an’a ve sahih sünnete uygun inanıp yaşamak ve takva ile hareket etmek olmalıdır. (S. Mehmet Deniz http://www.dinihaberler.com/analiz/ehli-sunnet-tanimi-yikici-cemaatleri-ayirdetmede-yetersiz-bir-kavram-h99082.html)

 

1-Kavram olarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat

Bu terkip kavramı anlamak için öncelikli olarak ‘ehl’, ‘sünnet’ ve ‘cemaat’ kelimelerinin  anlamlarına ve Kur’an’daki kullanımlarına ve ıstılah (terim), süreç içerisinde kazandığı anlamlarına bakmak gerekir.   

 

a-Sözlükte ehil

“Ehl” sizlükte fiil olarak evlenmek, alışmak ve bir kimseyi bir işe layık görmek demektir. Ehl; 1.Aile, yakın akrabalar, eş, zevce,

2.Bir bölgenin halkı , bir  yerde bulunan insan topluluğu,

3.Bir insanın etrafında ona inanan ve tabi olan insanlar taraftarlar.

4.Bir şeyi hak eden, layık olan, ehil olan.

5.Bir yere, düşünceye, bilgi evrenine ve kültürel koda ve davranış biçimine ait olma, aynı görüşü ve inancı paylaşma demektir.  

Kur’an’da ehil kelimesi yüzaltmış kadar âyette kullanılıyor.

Kişinin ehli, kendisiyle birlikte aynı meskende bir arada bulunanlardır.  Bunun da akrabalık açısından olması doğaldır. Kur’an’da bir kaç yerde geçmektedir.

Ev halkı; “Elçilerimiz Lût’a geldiklerinde, Lût, onlar yüzünden tasalandı, onlar hakkında çaresizlik içine düştü. Elçiler ona, “Korkma, üzülme. Biz, seni ve aileni (ehli-ke) kurtaracağız. Ancak karın başka. O, geride kalıp helâk edilenlerden olacaktır.” (Ankebût 29/33. Bir benzeri: Hûd 11/81. Kasas 28/29)

Ehlin diğer anlamları:

Halk: Bir bölgede bulunan insanlar topluluğu. “Hani İbrahim, “Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından (ehlehu) Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır” demişti...” (Bekara 2/126)

Liyakat: “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline (ehliha) vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor...” (Nisâ 4/58)

Sahip, efendi, veli: “... Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost tutmamaları hâlinde, sahiplerinin (ehli-hinne) izniyle onlarla evlenin, mehirlerini de güzelce verin...” (Nisâ 4/25) (Varol, Bahaüddin. Ehl-i Beyt Gerçeği, s: 26-27)

Ehil tamlama (muzaf-muzafun ileyh) olarak kullanıldığı isimle birlikte bir anlam kazanır. Mesela; Ehlu’r-racul, Ehl-i beyt, Ehl-i kitap, Ehlü’z-zikr gibi.

“Ehl” kelimesi sünnet ve cemaat kavramlarıyla birlikte, Peygamber’in sünnetine ve İslâm topluluğuna tabi olan grup ve kişi olmak, Peygamberin ve sahabelerin ortaya koydukları geleneği sürdürmek manasını kazandırmıştır. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 31)

 

b-Sünnet

-Sünnet sözlükte;

Olumlu veya olumsuz takip edilen yol demektir. İslâmdan önce genelde kabul görmüş örfi uygulamalar manasında idi.  *Sünnet aynı zamanda âdet, gidiş, tabiat, kanun, yaratılış, hur, çığır, model, prensip, hüküm gibi anlamlara gelir.

Kur’an’da; *“senden önce gönderdiğimiz elçilerin kanunu da budur” (İsrâ 17/77) âyetinde kanun, *“öncekilerin başına gelen durum” (Hicr 15/13. Enfal 8/38. Kehf 18/55. Fâtır 35/43), *“Allah’ın adaleti” (Ahzab 33/62. Mü’min 40/85) manasında geçiyor.

Hadislerde sünnet daha çok, yol ve çığır manalarında kullanılıyor.

“Her kim İslâm’da iyi bir sünnet (yol)/âdet) ortaya koyarsa, onun ve ondan sonra bununla amel edecek kimselerin sevabı o kimseye ait olur... Kim de kötü bir sünnet (yol) ortaya koyarsa, onun ve ondan sonra bununla amel edecek olanların günahı o kimseye ait olur.” (Müslim, 1/705)

 

-Terim olarak sünnet;

Ehl-i hadise göre; söz, fiil ve takrir olarak Peygamber’e (sav) ait söz ve haberlerin râviler tarafından tesbit edilip nakledilmesi demek olan hadistir.

Fıkıhçılara göre sünnet; edille-i şer’iyye diye bilinen sıralamada dinî değer olarak farz veya vacipten sonra gelen amel, ya da bu amelin dindeki bağlayıcılık değeri demektir.

Kelâmcılara göre sünnet; bid’atin karşılığıdır. Ehl-i Sünnetin gelişmesine ve ekolleşmesine bu tanımın yardımcı olduğunu akılda tutalım.

Usûlcülere göre sünnet; aynı zamanda İslâmın akide, amel-ibadet, ahlâk ve tasavuurunun dayandığı Kur’an’dan sonraki ana kaynak, Kur’an’ın pratiğe aktarılmış şeklidir. Buna göre sünnet bir anlamda Resûlüllah (sav)’ın takip ettiği yol ve hayatında prensip haline getirdiği fiil ve davranışlara verilen bir isimdir.

Sünnetin ahlâk manasında da kullanılmaktadır.

 

Hadis kitaplarında Sünen başlığı altındaki hadisler genellikle iman konularında oluşu dikkat çekmektedir.

Burada İslâmı anlamada ve uygulama Peygamber modelini örnek almanın bağlayıcı oluşu söz konusudur. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 34)

 

Burada şu soruyu sorabiliriz: Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat nitelemesindeki “sünnet” yukarıdaki sünnetlerden hangisidir?

 

c-Cemaat

‘Cemaat’ kelimesinin aslı, toplamak, bir araya getirmek anlamındaki 'ce-ma-a’ fiilidir.

‘Cemaat’, sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir.

Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya toplanan insan topluluğuna verilen addır. Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’; namazı bir imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur.

İslâm kültüründe ‘cemaat’; İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar, yani İslâm (Muhammed) ümmeti bu anlamda bir bütün halinde ‘cemaat’tırlar.

Cemaat, tefrikanın oluşumunu engellemek, birbirine benzeyen unsurların yakınlaşması sonucunda gerçekleşen bütünlük ve birlike demektir.

Bu anlamda cemaat “ümmet” yerine de kullanılmaktadır. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 34)

Hadislerde cemaat İslâm toplumu ile aynı anlamdadır. “Allah’ın eli cemaat üzerindedir.” (Tirmizî, Fiten/7)

“Cemaatten ayrılan cahiliyye ölümüyle ölür.” (Buhârî, Fiten/20)

“Allah ümmetimi dalâlet üzere birleştirmez, Allah’ın yardımı cemaatledir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe gider...” (Tirmizi, Fiten/7)  gibi hadislerde bunu görüyoruz.

Peygamber, fitne zamanı ne yapması gerekeni soran Huzeyfe’ye (ra); “Müslümanların cemaatine ve imamına tabi ol” buyurdu. (Fethu’l-Bâri, 13/35)

Peygamber burada müslümanlara İslâm esasları çerçevesinde toplanan ümmetin bir üyesi olmayı tavsiye ediyor. Ehl-i Sünnetin vahdet vurgusu da bu hadislere dayanmaktadır.

İslâmî kimlik aynı zamanda İslâm cemaatı, ümmet kimliğidir.

Özetle cemaat; İslâmın temel esaslarına bağlı bir zihniyete, dünya görüşüne sahip olan topluluk, İslâm ünmmeti demektir.

http://www.huseyinece.com/en-son-yaz-lar-m/943-cemaat-nedir-neye-denir

 

d-Ehl-i sünnet ve’l-cemaat

Buna göre “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”; Peygamberin Kur’an’ın pratiği olan sünnetine bağlı, sahabeyi izleyen ümmetin bilinçli çoğunluğu demek olur.

Zarurat-ı diniyye üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde farklı anlamaya müsait olan hususlarda hevâyı değil, Kitap ve Sünneti, yerine göre aklı kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 111) 

Genel ve yaygın kanaat Ehl-i Sünnet’in itikâdî bir İslâm mezhebi olduğu şeklindedir.

Oysa Ehl-i Sünnet hem tarihte, hem de günümüzde bir mezhebi, fırkayı, grubu değil İslâm ümmetinin ana gövdesini ifade eder. 

Peygamber’in Sünneti’nden maksat sadece onun bireysel ve dini açıdan bağlayıcı olmayan davranışları değil, O’nun Kur’an’ın uygulaması olarak ortaya koyduğu pratikleridir. Yine O’nun rehberliğiyle Kur’an’ın fert ve toplum olarak sahabe tarafından yaşanmasıyla oluşan ve daha sonraki nesillerde de devam eden orijinal İslam geleneğidir.

“Cemâ’atten” dan maksat ise başta sahabeler olmak üzere her nesildeki İslâm ümmetinin çoğunluğu ve ana gövdesi demektir.

İşte Ehl-i sünnet  terimi bu sahih, otantik, bozulmamış İslâm geleneğine sahip çıkanlar anlamına gelmektedir.

Ehl-i Sünnet’e mensup olanlara Sünnî denilir. Bunlar İslâm tarihi boyunca ümmetin ana gövdesini ve çoğunluğunu (es-sevâdu’l-a’zam) etmiştir.  

http://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

Ehl-i Sünnet’in orijinal İslâm geleneğini temsil etmesi sadece çoğunluk olmasından değil, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in rehberliğinde oluşan İslâm geleneğini benimsemesindendir. Çoğunluk olmak tek başına hakikatin ve haklılığın ölçüsü değildir.  

https://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

Âlimler Sünnete bağlı ve cemaat olan sahabelere tabi olan, bid’at fırkalarına sapmamış herkesi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat diye anlandırdılar.

Bir ekol olarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat realitesinde iki önemli önermeye dayanır.

1.İslâmı, bir model olarak sunulan sahabe gibi anlamak,

2.İslâmî esaslara bağlı kalarak ümmetin birliğini sağlamak, ya da buna zararlı fikir ve davranışlardan kaçınmak. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 37)

“Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat İslâm ümmetinde bir bölünme değildir. İtikadî çizgisini siyasî ihtilaflara göre belirlemekten uzak durarak, iman esaslarına Kur'an’dan ve Peygamber'den (sav) nakledildiği kesinlik kazanmış Sünnetten deliller bulmaya özen gösteren ana bünyedir.” (Varol, A. Vuslat 125. Ehl-i Sünnet Özel sayısı, s: 125)

 

e-Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın kavramlaşması

Peki bu kavram tarihte ne zamandan beri kullanılmaya başlandı?

Hadislerde sünnet ve cemaat farklı konularda geçtiğini biliyoruz. Ancak “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” kavramı hadislerde yer almamaktadır. Bu iki kavramı kendi bağlamında anlamak daha isabetli görünüyor. Zira bunlar İslâmın ilk dönemlerinde henüz kavram anlamı kazanmamışlardı. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 37-38)

“İlk asırda başka mezhepler olmadığı gibi Ehl-i Sünnet diye de bir mezheb yoktu; Peygamberimiz'in (s.a.) ve ashabının anlattığı, yaşadığı, örneklendirdiği İslâm vardı. İman sade ve sağlamdı, daha sonraki felsefî-kelâm tartışmalarından da eser yoktu.

Hâricîlerden başlayarak itikad konusunda, daha önce bulunmayan ve bilinmeyen aşırı görüşler ortaya çıktıkça “sahih İslâm”ın nitelikleri tarif edilmeye başlamıştır. Ancak zaman içinde bu tarifler az çok değişmiştir.” http://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/ehl-i-sunnet-muslumanligi-2038009

Bazıların göre Ehl-i Sünnet kavramı peygamberle birlikte ortaya çıktı. Onun “fırka-i naciye”den bahsettiği hadisine sorulan soru üzerine; kurtulanların “cemaat”, bir başkasında ise “kendisi ve ashabının benimsediği yolda” sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.

“Şüphesiz İsrailoğulları yetmişbir fırkaya bölündüler. Bunların yetmiş fırkası helâk oldu, birisi kurtuldu. Muhakkak benim ümmetim de yetmişiki fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmişbiri helâk olacak birisi de kurtulacak. Dediler ki, ‘Ey Allah’in Rasûlü! Bu kurtulacak olan fırka hangisidir?’ Rasulüllah (sav) buyurdu ki: ‘Cemaattir, cemaattir’” (İbni Mâce, Fiten/17. Tirmizî, İman/18. A. b. Hanbel, 3/145)

Buna göre “kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek sahabe ve sevad-ı a'zamın yolu üzerinde olandır.  

Her ne kadar M. Watt, sünnî teriminin ilk defa 4.hicri yüzyılda kullanıldığını ileri sürse de (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 48) Ehl-i Sünnet’in oluşumunun başlangıcını Hicrî 2. yüzyılın başlarına kadar geri götürmek mümkündür.

https://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

Ehl-i Sünnet tabiri, Darimî’de geçen bir rivâyete bakılacak olursa ilk defa Hasan el-Basrî tarafından kullanılmış. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 111. Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 48. İbni Kuteybe, Hadis Müdafaası (ter.) s: 115. Yavuz, Y. Şevki. TDV İslâm Ansiklopedis, 10/526)

Ahmed b. Hanbel “er-Red ala Zenâdıka ve’l-Cehmiyye” adlı eserinde Ehl-i Sünnet tabirine yer vermiştir. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 111)

Buradaki “cemaat” kavramı bir şemsiye kavram olarak düşünülmelidir.

Hz. Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne” kısa zamanda Haricî, Şia ve Mu’tezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca, büyük kopuşun ardından geride, ümmet yapısı içerisinde kalanı ifade etme ihtiyacı ortaya çıktı.

Sünnetin bid’atin, cemaatın da bölünmenin karşıtı olması, Ehl-i Sünnetin İslâmın rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak meşhur olmasına zemin hazırladı.

Bu, bir anlamda bu bütünden ayrılan siyasî ve akıdevî kopuş ve oluşların hangi konularda sapma içinde olduklarını tesbit edilmesidir.

İlerleyen yıllarda fitne ve bid’at, akıdevî ve ictimaî anlamda bir karışıklığı anlatırken; Sünnet, de Peygamber gibi inanıp yaşamayı, cemaat ise ayrılmadan içeride kalmayı ifade etmeye başladı. (Şenocak, İ. Vuslat 125. Ehl-i Sünnet Özel sayısı, s: 6)

Ehl-i Sünnet 3.hicrî asırdan itibaren bir ekol olarak ehl-i bid’ate karşı bir savunma olarak gelişmeye başladı.

Bu adlandırma İslâmın büyük mirasını vurgulayan önemli bir kavramdır.  

 

2-Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat ekolünün gelişim süreci (şekillenmesi)

Müslümanlar neden kendilerini sünnî diye göremeye başladılar ve bu adı seçtiler?

Çünkü onlar kendilerinin Kur’an ve sünnete bağlı olduklarını, sahabenin yolunu izlediklerini iddia ediyorlardı.

“Adlandırma ne zaman ortaya çıkarsa çıksın Ehl-i Sünnet'in görüşlerinin ana çerçevesi, İslâmın ilk dönemi sayılan sahabe ve tabiinle beraber bir gelenek oluşturmaya başladı. Daha çok Kur'an tefsiri, hadis rivâyeti ve fıkıhla meşgul olan ilk âlimler zaman zaman itikadî veya siyasî meselelerle ilgili sorulara cevaplar veriyordu. 3./9. yüzyılda Mu'tezile hareketinin güçlenmesiyle ümmetin çoğunluğunu teşkil eden Ehl-i Sünnet yeni bir döneme girmeye, özellikle itikadî konulardaki görüşlerini netleştirdi. http://isamveri.org/pdfdrg/D149034/2006/2006_OZERVARLIMS.pdf

Peygamber zamanında dinde ihtilaf sorunu yoktu. Zira vahiy iniyordu ve Elçi sorulara cevap veriyordu. Sahabelerin ilk döneminde de çok fazla ihtilaf söz konusu değildi. Zira Peygamberin talebeleri büyük sahabeler hayatta idi ve onlar sorulara/sorunlara Peygamberden öğrendikleri gibi cevap veriyorlardı. Ya da İslâm ümmeti onların temsil ettiği İslâm anlayışına bağlı idiler.

Bu durum tabiin döneminde, ihtilaflar ve siyasî rekabetler ortaya çıkınca değişti. 3. Halifenin şehid edilmesinden sonra başlayan siyasî rekabet, beraberinde akidevî ve amelî tartışmaları getirmiş, bu tartışmalar başka kültürlerin ithaliyle, zenginlik/refah ve dünyevileşme ile de daha alevlenmiştir. Buna bir de her yeni fikre ve oluşuma bid’at diye karşı çıkan tepkileri de ekleyiniz.

Müslümanlar Cemal, Sıffin ve Nehrevan savaştılar. Ölenler arasında sahabeler ve tabiiler, Kur’an’ın övdüğü Bedir ashabından, sahabelerin ileri gelenlerinden kimseler vardı. O zaman şu sorular tartışılmaya başlandı:

Bu savaşlarda ölenlerin ve öldürenlerin durumu ne idi?

İnsan kendisi için yazılmış bir kaderin mahkûmu idi? Yoksa fiillerinde temamen özgür müdür?

Büyük günah işleyenin Allah katındaki durumu ne idi?

Halife kimden olacak ve nasıl nasbedilecek?

İdarecilerin zulmü karşısında nasıl bir tavır takınılacak? gibi sorular gündeme geldi. 

Ehl-i Sünnetin İslâm tarihinde ortaya çıkmış siyasî ihtilafların tamamen dışında kalmadı. Bu ihtilaflarda karşı karşıya gelen taraflardan birinin bünyesi içinde yer aldı. Hatta bazen her iki tarafın içinde yer almış, siyasî yönden birbirleriyle karşı karşıya gelmişlerdir.

Ehl-i Sünnetin fıkhî ve itikadî çizgisini anlatmaya çalışan âlimler bu tür siyasî taraftarlığı aynı zamanda itikadî ilkelere taşımayarak; bunlara Kur'an ve Sünnetten delil aramaya özen gösterdiler.

Bu noktada nassa bağlı olan âlimler arasında iki ana anlayış belirdi.

Birincisi; özellikle hadisleri zâhirî manasıyla olduğu gibi kabul etmek, asla te’vil etmemek, üzerlerinde fikir yürütmemek görüşünde olanlar. Ki bunlara “ehl-i hadis veya ehl-i eser” denildi.

İkincisi ise; nassları özellikle hadisleri akılla anlama ve yorumlamaya, bazı metodlar kullanarak nass’dan hüküm çıkarmaya çalışanlar. Bunlara da “ehl-i rey” dendi.

Ehlu’r-re’y  ve Ehlu’l-eser-hadis ayrışmasının her iki tarafı da Ehl-i Sünnet’in en önde gelen temsilcileri olarak  ehl-i bid’at’a karşı müşterek mücadele vermişlerdir.

Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramının çerçevesini çizmek, neleri savunduğunu, nelere karşı olduğunu belirlemek oldukça zordur. Belki en doğrusu bir Ehl-i Sünnet’ten değil, bir çok Ehl-i Sünnet’ten bahsetmektir. http://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

Ehl-i Hadîs’e mensup öncüler yazdıkları Kitâbu’l-Îmân ve Kitâbü’s-Sünne’ler ile itikâdî rivâyetleri bir araya topladılar. Bu reddiyelerle muhtelif ehl-i bid’at fırkalara Ehl-i Sünnet inancını temellendirdiler. 

Ehl-i Re’y’in baş temsilcisi Ebû Hanîfe “el-Fıkhu’l-Ekber” ve diğer itikadî nitelikli risaleleri ve reddiyeleriyle çok erken bir dönemde Ehl-i Sünnet’in asırlar boyu savunulacak temel ilkelerini çok kısa ve özlü bir şekilde formüle etmiştir.

Hicri 4. Asırda yetişen kelâm alimleri İmam Eş’arî ve İmam Maturidî bu temel ilkeleri daha da sistemleştirdiler. Aklî ve naklî delillerle itikadî konuları açıklamaya çalıştılar.

İmam Eş’arî ve takipçileri Ehl-i Hadîsin açtığı yolda, İmam Mâtürîdî ve takipçileri ise Ebû Hanîfe’nin açtığı yolda yürüyerek bu oluşumu günümüze kadar taşımışlardır.

Mâtürîdî kelamcıları mezhebin kurucusunun Ebû Hanîfe olduğunu sıkça tekrarlarlar. Eş’arî ise Ahmed b. Hanbel’in yolundan gittiğini bizzat kendisi ifade etmiştir (https://takdimdergisi.com/sayi1/stratejik-olarak-ehli-sunnet-bilinci-prof-dr-selahattin-polat/

Eş’arî ve Mâtürîdî, Ehl-i Sünnetin kurucuları değil, Ehl-i Sünnet’in iki farklı damarının itikat esaslarını kelâm metoduyla kendi çağlarının ihtiyaçlarına göre yeniden formüle eden ve sistemleştiren kişiler olarak nitelendirilmelidir.

Bu iki İmam’dan çok önce Ehl-i Sünnet’in en belirgin prensiplerinin savunuculuğunu yapan ve “ehl-i bid’at”la mücadele eden âlimler vardı. Bu âlimler farklı görüşlerde olmalarına rağmen aynı prensipleri savunmuşlardı. İlk akla gelenler arasında başta Ehl-i Hadis olmak üzere, Hasan el-Basrî, Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel, Eyyub es-Sahtiyânî, İbn Küllâb, Kalanisî, Hâris el-Muhasibî, Süfyan es-Sevri gibilerdir.  

Mezhep tarihi araştırmacıları Ehl-i Sünnet’i iki ayırırlar: Ehl-i Sünnet-i Hâssa (Selefiyye), Ehl-i Sünnet-i Amme (Halefiyye)

 

a-Ehl-i Sünnet-i Hâssa (selefiyye),

Ehl-i Sünneti Hâssa diye isimlendirilen Selefiyye; sahabe ve tabiunu izleyen fâkihler ve hadiscilerin yolu” şeklinde tarif olunmaktadır.

Selefiyyeü Kur’an ve Sünnet’te belirtilen esasları (nass’ları) ve müteşabihleri aynen kabul ederek akıl (rey’e) ve te’vile başvurmaksızın olduğu gibi inanlardı. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 131)

“Erken dönemde Ehl-i Sünnet anlayışı; “ehl-i hadis ve sıfatiyye” olarak görülmüş.

Seleften pek çokları Allah’ın bildiğimiz Subuti, in’am, izzet ve azamet gibi sıfatlarını ayrım yapmadan Kur’an ve Sünnette geçtiği gibi kabul ediyorlardı.

Mu’tezile sıfatları nefyedip, selef isbat edince selef alimlerine “Sıfatıyye”, Mu’teziliye de “Muattıla” denmiş. 

Eseriyye de denilen Selefiyye akide ile ilgili konularda âyet ve hadislerde bildirilenlerle yetinip teşbih ve tecsime düşmeyen, ama te’vil yoluna da gitmeyen topluluğun adı olmuştur.

Sıfatların te’vili hoş bulmayanlar arasında Malik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, Süfyan es-Sevri, Süfyan b. Uyeyne ve bunlara tabi olanlar vardır. (Macit, Nâdim, Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 48-49)

İbn Küllâb, Hâris el-Muhâsibî ve Kalânisî gibi âlimler aynı devirde yaşadılar. Bunlar çağdaşları olan Enes b. Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’den farklı olarak Kelâm ilmi ile uğraştılar ve selef akidesini kelâmî delillerle savundular.

Bu âlimlerin yeni terminoloji ve yöntemle ilk teması temsil eden hazırlayıcı çalışmalarını müteakip merkezi coğrafyada Eş'ârîlik ve Maturidîlik ekolünün teşekkülüyle Sünnî düşünce kelâm diline ve metoduna dönüştü. http://isamveri.org/pdfdrg/D149034/2006/2006_OZERVARLIMS.pdf

 

b-Ehl-i sünnet-i âmme (halefiyye)

Kelâm ilminden maksat kelâmî delillerle iman esaslarını savunmaktır.  Bu tanıma göre sünnî kelâmın ekol olma sürecine girişi “Sıfatıyye” ve bu fikrin öncüsü olan İbni Küllâb ile başladı. (Macit, Nâdim, Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 50)

Ebu Hanife'nin çizgisini takip edenler ise bir kısmı Irak'ta Mu'tezile'ye yakın bir yöneliş gösterirken, Maveraünnehir' de önce Hanefî kelâmı, sonra Maturîdilik adı altında Mu' tezile ile keskin bir mücadele veren diğer bir Ehl-i Sünnet kelâm ekolünün teşekkülüne zemin hazırladı. http://isamveri.org/pdfdrg/D149034/2006/2006_OZERVARLIMS.pdf

Maturidiyye ve Eş’ariyye’nin temsil ettiği Sünnî bünye ve akideye mensup olanlara, Selefiyye karşılık olarak “Halefiyye veya Ehl-i Sünnet-i Âmme” denmeye başlandı.

Halefiyye, Selefiyyenin aksine müteşâbihler üzerinde düşünmenin, anlamaya çalışmanın ve onları muhkem âyetlerin ışığında tefsir etmenin Kur’an’ın mantığına uygun olduğunu ve taklidden kurtularak delilleriyle inanmanın dinin emri olduğunu kabul edenlerin mezhebidir. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 135-136)

Bazıları Eş’arîlik ve Maturidîlik birer kelâmi mezhep olarak ortaya çıktıktan sonra Ehl-i Sünnet terkibi kullanılırken bununla Eş’arîlik ve Maturidîliğin kastedildiğini söylerler.

Bu ekolün bu noktalarda ittifak etmesi bunun geleneği esas aldığının göstergesidir. O gün ortaya çıkan sorunlara çözüm sunmaya çalışan bu ekol, sadece çoğunluğun temsil ettiği bir grup değil; görüşlerini kelâmî ve fıkhî olarak da temellendiren bir ekoldür. (Macit, Nâdim, Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 51-52)

Buna göre Halefiyye Ehl-i Sünnet itikatta Selefiyye, Maturidî ve Eş’arî görüşleri esas alan, amelî/fıkhî konularda da bugün yaşayan dört veya tabisi kalmayan diğer amelî mezhepleri içine alan ana gövdenin genel adı olmuştur.

Burada şunu eklemekte fayda var: Bu ana gövdeyi bir nehire benzetebiliriz. Bu nehir ilk çıktığı yerden denize kadar saf bir şekilde akmamış, yan derelerden buna sular karışmıştır. Bu karışan suların hepsi de arı duru değildir. Kimisi temiz, kimisi kirli, kimisi zehirli maddeler taşıyan sulardır. (Aynı şeyi Şiîlik geleneği için de söyleyebiliriz)

Bugün yapılması gereken şey, Peygamberden ve sahabeden yola çıkan bu ana gövdeye, nehire hangi kirli sular karışmıştır? Onu ayırdetmektir.

 

-Değerlendirme

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ekolü hem ifrat ve tefritten uzak, hem Kur’an’a ve sünnete uygun bir din anlayışına sahip olan, hem de İslâm ümmetinin tarihten beri çoğunluğunu, ana gövdesini temsil ettiğini iddia etmektedir.

Ancak “Ehl-i Sünnet, başlangıçta bir gelenek ve anlayışı paylaşan camiayı ifade eden şemsiye kavram iken, daha sonralan “ehl-i bid'at”a karşı hadis ve mezhep imamlarının içtihatlarına dayanan din anlayışını savunan bir tür fırka (fırka-i naciye) haline dönüştürül­müştür.

Bu durum Ehl-i Sünnet kavramında büyük bir anlam daralmasına neden olmuştur.

Günümüzde Ehl-i Sünnet denilince Şi'i karşıtı, sünnî denilince alevi karşıtı veya yetmiş üç fırkadan biri, hatta bazı kesimlerde belli bir mezhep, tarikat veya cemaat anlaşılır olmuştur. Buna modern dönemin mezhep karşıtı söylemi de eklenince ortaya parlak bir tablo çıkmamaktadır. (Çelebi, İlyas. Geleneksel Ehl-i Sünnet Anlayışının Günümüzde Yeniden Değerlendirilmesi, Tarihte ve Günümüzde Ehl-i Sünnet içinde, s: 399-423, Ensar Neş. İstanbul 2006)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İkinci oturum

 

1-Klasik dönemde ehl-i sünnet karşıtı oluşumlar

Sempozyumda başlık böyle seçilmiş. Bunu tarihi gelişmelere bakarak şöyle ifade edebiliriz: Klasik dönemdeki bid’at sayılan oluşumlara karşı Ehl-i Sünnet.

Ehl-i Sünnetin ehli bid’atın ortaya çıkmasından sonra ortaya çıktığını unutmamak gerekir.

Sünniliğin karşına şiîliğin (veya aleviliğin), ehl-i sünnetin karşısına ehl-i şia konulmaası tarihsel olarak doğru olmadığı gibi, böyle bir nitelendirmede iyi niyet yok.

Ehl-i Sünnetin zıddı şia değil ehl-i bid’attır. Bu nitelendirme de genellikle ana gövdeden ayrılanları (inhiraf edenleri) ifade etmek için kullanıldı.   

Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler" anlamına gelirken dinî literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber'in ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i sünnet'e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılır.

Bu bağlamda Ğaliyye, Bâtıniyyye gibi ehl-i bid‘at sayılan mezheplerin bir kısmı, görüşleri itibariyle İslâm dışı sayıldılar.

“Bir kısmının görüşleri Sünnete aykırı olsa da bu onları din dışında bırakmaz. Bunlar ehl-i kıbledirler ve İslâm ümmetine mensuptur” denmiş. Hâriciye, Mu‘tezile, Şîa gibi.

İster Ehl-i Sünnet ister ehl-i bid’at şeklinde isimlendirilsin; -yukarıda geçtiği gibi- fırkaların, mezhepleri çıkış sebebi öncelikle siyasî olaylardır.

Buna, kabilecilik, nassları anlama ve yorumlamdaki farklılık, başka toplumların kültür ve inançlarından etkilenme, felsefenin İslâm alemine girişi, dünyevileşmenin artması, Abdullah ibni Sebe’ gibilerinin yıkıcı ve fitne çıkarıcı faaliyetleri katkı sağlamıştır.

Ehl-i Sünnetin ehl-i bid’at diye nitelediği bu fırkaların çıkışına bu sebeplerden biri veya bir kaçı etkili olmuştur.

Önceleri siyasî sebeplerden ayrı grup olan cemaatler zamanla bu taraftarlığın itikadî delillerini ileri sürdüler. Her mezheb/fırka nass’ları kendi görüşlerini destekleyecek şekilde anladılar, te’vil ettiler. İşlerine yarayacak hadisleri, ya da kendi önemsedikleri kişilerden gelen hadisleri kullandılar. Hadis bulamadıkları yerde kendileri bol bol hadis uydurdular. Uydurma rivayetler bir yekûn tuttuğunu eklemeliyiz. 

Tekrar edelim ki klasik dönem denilen hz. Ali döneminde başlayan siyasî ve itikadi fırkalaşmalar aslında Ehl-i Sünnet’e meydan okuma değil; tam tersine Ehl-i Sünnet, sahabelerin yolundan ve ümmetin çoğunluğun İslâmî anlayışından ayrılan, paralel dinlere karşı saf İslâm anlayışını ve müslümanların vahdetini korumak üzere gelişen çabadır.

Bu açıdan pek çoklarına göre Ehl-i sünnet böyle mezheplerden bir mezhep, fırkalardan bir fırka değil; nassları, yani sahabenin din anlayışını en iyi anlayan, bunu geliştirerek sürdüren, İslâma uymayan görüş ve anlayışlarla mücadele eden yorumlardır, görüşlerdir, İslâmı anlama ve yaşamada bir orta yoldur.

İslâm tarihinde müslümanlar arasındaki ilk fırkalaşma hz. Ali’ye karşı çıkan, onunla savaşan haricîlerle başlamıştır.

 

a-Hâriciyye

Bilindiği gibi müslümanlar arasındaki ilk ciddi ihtilaf ve savaş Cemel savaşıdır. (Hicrî 36)  Her iki taraftan onbinden fazla kişi öldü. Ölenler arasında sahabler, tabiiler ve sahabenin ileri gelenlerinden Zübeyr b. Avvam ile Talha b. Ubeydullah da vardı.

Hz. Ali daha sonra kendisine biat ve itaat etmeyen Şam valisi Muaviye sorunu halletmek istedi Ama ona biat etmek istemeyen Muaviye ile Sıffin’de savaşmak zorunda kaldı. Muaviye ordusu tam yenilecekken askerler mızraklarının ucuna taktıkları Kur’an sahifeleriyle “Kur’an’a dayalı bir çözüm olsun, yani tahkim olsun” dediler. Bu yaygara etkili oldu. Hz. Ali taraftarlarından bir grup bu söze aldandı ve hz. Ali’nin hakeme razı olmasını istediler. (Hicrî 36 sonları)

Hz. Ali safında savaşanlardan bir grup daha önce Kur’an’ın hakemliğine onu zorladıkları halde, olayın ummadıkları yöne gitmesi üzerine “tahkime” karşı çıktılar. Böyle bir olayı kişilerin görüşüne göre çözmenin Kur’an’a aykırı olduğu ileri sürdüler. “Eğer mü’minlerlerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa..” (Hucurât 49/9) âyetini delil aldılar ve “el-hükmü lillah” (Mü’min 40/12), el-hükmü illa lillah (En’am 6/57. Yûsuf 12/40, 67) âyetlerini sloganlaştırdılar.

Onlara göre Muaviye zorba, hz. Ali de onunla savaşı durdurduğu için suçludur. Dolaysıyla her ikisiyle de savaşmak vaciptir dediler. 

Hz. Ali onların fitnesini önlemek üzere üzerlerine yürüdü Nehravan denilen yerde onları mağlup etti. Ama kurtulanlar pes etmediler. Zaman zaman kıyam edip kan döktüler, fitne çıkardılar. Bunlara Havâric dendi.

Muhalifleri Havâric ismini “insanlardan, dinden, haktan veya Hz. Ali’den uzaklaşan ve yönetime karşı ayaklanarak cemaatten çıkanlar” anlamında kullandılar. Kendileri ise Havâric ismini, “kâfirlerin arasından çıkarak Allah’a ve peygamberine hicret edenler” (Nisâ 4/100), “kâfirlerle her türlü bağı koparanlar” anlamında kullandılar. (Fığlalı, E. Ruhi. TDV İslâm Ansiklopedisi, 16/169)

Bunlar daha çok badiyeden gelen, sonradan müslüman olmuş, İslâmı henüz öğrenmemiş, kabile anlayışı ile hareket eden, İslâmı kendilerine göre anlayan kimselerdi.

Haricilerin görüşleri hilâfet ve tekfir etrafında odaklaşır. Onlara göre imam tayin ve vasiyet yoluyla değil, ümmetin tercihi ile seçilir.

Bazı konularda farklı düşünmelerine rağmen hepsi Hz. Osman, hz. Ali, Cemel savaşına katılanlar, “tahkime” razı olan herkese kâfir demişler.

Bir kısmına göre büyük  günah işleyen (mertekibu’l-kebâir) İslâmdan çıkar, tevbe etmezse katli vaciptir.

Lafızları zâhiri manasıyla anlayan; kendilerinden olmayanları tekfir eden, hatta öldüren, büyük günah işleyeni küfre düşmekle itham eden bu fırka bir kaç gruba ayrılmasına, mahalli ve marjinal kalmasına rağmen İslâm âlemini uzun müddet meşgul etti.  

Hâricîlik her ne kadar tarihte kalsa da bazı fikirleri günümüzde bazı gruplar (cemaatler) ve kişiler tarafından sürdürülüyor. Özellikle tekfir anlayışı, nassların zâhirine aşırı bağlılık, kendi cemaatlerinden olmayanları dışlama, iyi müslüman, ya da müslüman saymama anlayışı hâlâ yaşamaktadır.  

 

b-Şia

Şîa kelimesi Arapçada “şe-ye-a” kökünden fırka, bölük, taraftar, yardımcı, bir kimseye uyan ve yardımcı olan manalarına gelen bir kavramdır. Kur'ân’da bir kaç yerde geçmektedir. (bk. En'am 6/65, 159. Hıcr 15/10. Meryem 19/69. Kasas 28/4, 15. Rûm 30/32 Sebe 34/54)

Terim olarak Şia; Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu nass ve tayin ile meşru halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ve bu çerçevede oluşan dinî anlayışın, fırkaların ortak adı.

Şîa diğer fırkalar gibi, İslâm'da ana bünye diyebileceğimiz cemaatten ayrılarak, yine İslâm içinde ortaya çıkan bir zümreleşme hareketidir.

Şia bir fırka olarak ortaya çıkışına kadar bu kelime “taraftar” manasında kullanılıyordu. Hilâfet/imâmet konusunda ve o günkü siyasî çekişmelerde hz. Ali’yi destekleyen, onunla birlikte hareket eden kitleye “Şi'atu Ali, yani Ali taraftarları”, Muaviye ile birlikte hareket edenlere de “Şi'atu Muaviye” deniyordu. Ancak bu bölünmede itikadî yönden bir ayrışma söz konusu değildir. Her iki tarafta da Sahabelerden insanlar vardı.  

Olayların başlangıcında, Muaviye ve taraftarları hz. Osman’ın (ra) katillerinden hesap sorulmasını istemiş, ancak daha sonra bu dava bir yönetim kavgasına dönüşmüştü. (Varol, A. Vuslat 125. Ehl-i Sünnet Özel sayısı, s: 125)

Şîa'nın bir fırka/mezheb olarak tam olarak ne zaman doğduğu konusu ihtilaflıdır. Bazılarına göre Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra Ehl-i Beyt’in haklarını savunma misyonu ile oluşan bir siyasî grup olarak doğmuş, hicrî 2. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî, amelî görüşleri olan bir mezhep haline gelmeye başlamıştır.

Her ne kadar sahabe arasında hilafetin hz. Ali’nin hakkı olduğunu düşünenler olsa da onların bu durumu bir fırka veya mezhep olarak adlandırılamaz.

Kimilerine göre ise hz. Ali Şiiliğinin (taraftarlığının) bir itikadî şiiliğe (mezhebe) dönüşmesi hz. Hüseyin’in (ra) 10 Muharrem 61/10 Ekim 681 tarihinde Kerbelâ'da şehit edilmesinden sonradır. 

Kerbelâ hadisesinden bir süre sonra Şîa kelimesi bir terim olarak Emevilere karşı Hz. Hüseyin'in intikamını almak, Hz. Ali ve soyunun haklarını aramak, onun nesline yardım etmek için bir araya gelenleri ve onlara taraftar olanları ifâde etmeye başlamıştır.

Özellikle 65/684 yıllarında ortaya çıkan ve Hz. Hüseyin'in intikamını almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde yardımsız bıraktıkları için ızdırap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin oluşturduğu Tevvâbûn hareketi, Şîa'nın terim haline gelişi ve İslâm içinde bir kitleleşme hareketinin başlaması  olarak kabul edilebilir.

“Bu harekete kadar müslümanlar ne sünnî ne de şiî, sadece müslüman idiler. Fikrî ayrılık kişilerin hangisinin daha haklı olduğu etrafında oluyordu. Hatta daha sonraları İsmailliyye ve İmâmiyle fırkalarının temel inanışı olan vasiyet ve imâmet fikirleri, hz. Hüseyin’in vefatından sonra bile henüz doğmuş ve gelişmiş değildi.” (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 267)

“Şia grubu hz. Ali  döneminde başlayan, Emevî  ve  Abbâsî dönemlerinde de devam eden iktidar mücadeleleri, başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapandı. Ümmet çoğunluğundan kendini tecrit etti. Tarihte kalması gereken siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler üretti. Kendi  fıkıh  ve itikat doktrinini de geliştirerek siyasî, itikadî ve fıkhî görüşleri olan bir mezhep haline geldi.                             

Şia ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i  Sünnet  âlimlerince eleştirilmiştir. Ancak temel itikadî ve amelî konularda müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir.” http://www.islamveihsan.com/sia-siilik-nedir-sia-sii-kimdir.html

Kitap, sünnet, icma ve aklı, şer'i deliller olarak kabul eden bu fırka, ibâdet ve muameleler konusunda mut'a nikâhı hariç Ehl-i Sünnet fıkhından çok farklı değildi. (Öz, Mustafa. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 6/42-44)

Şianın oluşumunda İslâmdam önceki kabile çekişmelerini, Emevîlerin ve Abbasîlerin Ehl-i beyt üzerinde baskılarını, zulümlerini, kıyam edenlerin öldürülmelerini de hesaba katmak gerekir. Bunların hem bu aile, hem de halk (onları sevenler) üzerinde uyandırdığı infial, nefret; Ehli Beyt’e olan sevgiyi, ilgiyi, desteği artıyordu. Bu da onların konumlarından faydalanmak isteyenlerin işine yarıyordu. Ehl-i Beyt ve konumları hakkında uydurulan sayısız efsaneye bütün bunlar etki etmiştir.

Ehl-i Beyt’e taraftar olduğunu söyleyenler, ya da onlar adına ortaya çıkanlar bir isim altında vahdet olamadılar, devamlı ihtilaf ettiler, inhiraf eden gruplar gibi pek çok fırkaya ayrıldılar.

Mezhep tarihi araştırmacıları “Gulat-i Şia ve Şia-ı muhlisûn” diye iki ana şia grubundan bahsederler. Gulat Şia’nın ehl-i bid’at olmak bir tarafa İslâm dairesinden çıktıkları kabul edilir. Şia âlimleri bile onları kendilerinden, hatta kıble ehli olarak da saymazlar. (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 47)

Şia-i muhlisûn sayılan fırkaların en büyükleri ise: Zeydiyye, İmâmiyye: İsnâ aşeriyye. İsmailiyye (ilk dönemi)

Gulat-ı şia sayılan fırkaların en meşhurları: Sebeiyye, Gurâbiyye, Keysâniyye’dir.

 

-Sebeiyye;

Abdullah b. Sebe taraftralarıdır. Bu adam aslen Hireli bir yahudi idi. Müslüman olduktan sonra öncelikle hz. Osman’ın icraatları aleyhine ve hz. Ali lehine propanda yapmya başladı. Onun, Peygamberin vekili ve vekillerin en hayırlısı olduğunu ileri sürdü. Hatta hz. Alinin ilâh olduğunu bile iddia etmeye başladı. Hz. Ali şehit edilince bunu fikirlerini yaymak için bir fırsata dönüştürdü. Onunla ilgi acıklı hikayeler uydurup yaydı. “Öldürülen o değil ona bir benzeyendi. Yahudiler ve hırıstiyanlar İsa’nın, Hâricîler de Ali’nin öldürüldüğü konusunda yalancıdırlar. Ali Göğe yükseldi, gök gürültüsü onun sesi, şimşekler onun tebessümüdür” dedi. O ve onun yolundan giden bazıları da ilâh Ali’ye ondan da diğer imamlara hulül etmiştir diye iddia ettiler. (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 46)

 

-Gurâbiyye;

Bu grup Hz. Aliye ilah demediler ama Peygamberden üstün gördüler. Onlara göre Peygamberlik Ali’nin hakkı idi Ama Cebrail hata edererk vahyi Hz. Muhammed’e verdi. “Karganın kargaya benzediği gibi Ali de Muhammed’e benzer” dedikleri için bu ismi aldılar. (Ebu Zehra, M. Mezhepler Tarihi, s: 47)

 

-Keysaniyye;

Tevvâbûn hareketinin Emevîler karşısında başarı kazanamaması sonucunda, kurtulanlarla birlikte, Ehl-i Beyt'in intikamını almak için ortaya çıkan ve Hz. Ali'nin Havle binti'l-Hanefiyye'den doğan oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunan Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Sakafî (67/687) gibi kimseler de Hz. Ali'nin neslinin adını kullanarak toplumun içinde itibar kazanmaya ve çıkar sağlamaya  çalışmışlardır.

Bu kişinin çıkışı o zaman İslâm âleminde yankı bulduğu gibi, ne yazık ki ileri sürdüğü mehdilik, gaib imam, ric'at ve bedâ gibi görüşleri İmâmiyye şiası tarafında kısmen değiştirilerek benimsenmiş ve işlenmiştir.

Bunlara Keysâniyye veya Muhtariyye denilmiş. Keysanîler imamların ilâh olmadıklarını ama kutsal kişiler olduğunu, onlara mutlak itaat, ilimlerine güvenilmesi gerektiği savundular. İmamı ilâhî sembol saydıkları için onu masum bilirler.

Onlar da Sebeiyye gibi imamın (Muhammed b. El-Hanefiyye’nin) bir gün döneceğini hayal ederler. Onlardan bazıları da imamın ölmediğine Radva dağında yaşadığına inanırlar.

“Beda’” prensibini kabul ederler. (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 49-50)

*Şia-i muhlisûn fırkalarından günümüze ulaşan üç tanesinin klasik dönemdeki durumlarından kısaca bahsetmek istiyorum:

 

-Zeydiyye:

Muhtarın veya el-Hanefiyyenin taraftarları Hz. Hüseyin hayatta kalan tek oğlu Ali’nin (Zeyne’l-abidin, öl. 94) etrafında toplanmak isteseler de o Medine’ye döndü, siyasetten uzak kaldı, ilim ve zühd ile meşgul oldu.

Onun oğlu Zeyd b. Ali ise Medine’de ilim ve ders ile meşgul iken Kûfe’ye gitti. Kardeşi Muhammed el-Bakır’ın muhalefetine rağmen kendisine biat eden Emevî muhalifi yaklaşık onbeş bin kişi ile Irak valisine karşı ayaklandı. Hişam b. Abdulmelik’in casusları onun taraftarlarını şüpheye düşürecek dedikodular yaydılar. Bir kısmı; “Biz senin Ebu Bekir ve Ömer hakkındaki görüşünü dinledikten sonra sana yardım edeceğiz” dediler. O da; “Bu ikisi hakkında iyilikten başka bir şey söyleyemem. Babamdan da onlar hakkında iyilikten başka bir şey işitmedim. Benim davam zalim Emevî yönetimi iledir” dedi. Bunun üzerine büyük bir grup onu terketti. O da az bir taraftarı ile ölünceye kadar Emevîlerin Irak ordusu ile savaştı. (h.122)  Onun davasını sürdüren oğlu Yahya ise 125 tarihinde Horasan’da öldürüldü.

Taraftarları ve Zeyd’i imam kabul edenler onların görüşlerini geliştirerek sürdürdüler. Bunlara İmam Zeyd’e nisbeten Zeydiyye denildi. Uzun bir süre dağınık yaşayan Zeydiler Abbasîlerin zayıflamasından faydalanarak Taberistan’da ve Yemen’de çok uzun sürmeyen iki ayrı devlet kurdular. Yemendeki Zeydiler varlıklarını günümüze kadar devam ettirdiler.

Zeyd b. Ali âlim, fakih, fıkıhta kitabı olan, başta Ebu Hanife olmak üzere bir çok âlimin kendisiyle görüştüğü, ders aldığı bir kimse idi. Hatta Ebu Hanife kıyamında ona maddi destekte bulundu, haklı olduğunu savundu ama kıyamda bizzat ona katılmadı.

Zeydiyye mezhebi en mutedil şia fırkası sayılır.

Amelî konularda Ehl-i Sünnet-i Âmme’ye özellikle Hanefîlere, itikadî konularda Mu’tezile’ye oldukça yakındır. Tevhid, adalet, va’d ve va’id konusunda Mu’tezile gibi düşünürler. Allah’ın varlığını aklî delillerle isbat ederler, Ancak Allah’ın sıfatlarını kabul ederler, tecsimi/teşbihi reddederler.

Onlara göre, Peygamber (sav) kişiliği belli bir imamı tayin etmedi özelliklerini söyledi. Buna en uygun ise hz. Ali’dir. İmamın bir soya hasredilmesi doğru değildir. İmam takva ve ilim sahibi olmalı, kendisi ortaya çıkıp imamlığını ilan etmeli.

Böyle olmakla beraber ilk üç halifenin seçimi meşrû’dur ve geçerlidir.

Gaib imam, beklenen mehdi, imamların mâsum olduğu fikri doğru değildir.

Buna rağmen imâmet Zeydiye’de de usûlud-din’dendir.

Büyük günah işleyen tevbe etmezse ebedi cehennemliktir. Emr-i bil’l-ma’ruf ve nehy’i ani’l-münkere önemlidir. (Ebu Zehrâ, M. Mezhepler Tarihi, s: 50-54. Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 270-278. Kummî/Nevbahtî, Şiî Fırkalar, s: 94-95.Doğan, İsa. Zeydiyye Mezhebi, Şiilik Sempozyumu içerisinde, s: 557-588. Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 577-583)

-İmâmiyye

İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa’nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur.

İmamiye’ye nasslara veya zarurat-ı diniyyeye zıt derecede itikadı bozulmamış gruplar dahil olduğu gibi, itikadî ve amelî konularda İslâmın dışına çıkan görüş sahipleri de dahildir.

Bu mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam inancı etrafındadır.

Şia adıyla şekillenen ve günümüze kadar gelen bu ekol, özellikle imâmet açısından Ehl-i Sünnetten ayrılır. İmâmiye ismi altındaki bu fırkaların ortak noktası; -Zeydiyyenin tersine- Hz. Ali’nin hilâfete Peygamber tarafından bizzat tayin edilmiş olmasıdır. O da Peygamberden aldığı vasiyyet ile kendinden sonrakini, o imam da kendisinden sonrakini tayin etmiştir. Bunlara “Vasiyler-Evsiyâ” denir. İmamlar tabii ki Fatıma soyundandır.

Onlara göre dinde imam tayini en önemli işdir. Peygamber ümmetin bu işini ihmal etmedi. Kendisine uyulacak birini tayin etmesi Paygamber üzerine bir görev idi. Bu iddialarını bazı hadislere dayandırırlar. Peygamber zamanında olan nass dedikleri bazı olayları da bu fikri destekler şekilde yorumlarlar. (Ebu Zehrâ, M. Mezhepler Tarihi, s: 50-54)

İmâmiyye hz. Ali, Hasan ve Hüseyin’in imamlığı konusunda ittifak ederler. Ondan sonra ise aralarında derin görüş ayrılıkları vardır. Şîa'nın imamet konusunda böyle düşüncesine rağmen aralarında en çok ihtilaf edilen konunun yine imâmet olduğu söylenebilir.

İmamların ölümünden sonra o imâmın oğulları arasındaki mücâdelelerde imam olan kişinin güçlü ve itibarlı olması sebebiyle mi yoksa Allah'ın onu imam tayin ettiğinden dolayı mı imam olduğu konusu daima tartışılabilir. (Öz, Mustafa. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/207-209) (Daha geniş bilgi için: Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 240-251.

*Bunların en ileri gelenleri. İsmailiyye ve İsnâaşere’dir.

 

-İsnâaşeriyye imâmiyyesi;

Şia fırkaları içinde en büyük bu gruptur. Tarihte bunların içinden de daha başka gruplar çıkmıştır. 

İsnâaşeriyye, akâid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık’ın görüşlerini esas aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar.

Bazılarına göre bu grup 260 (873) yılından sonra bir mezhep olarak teessüs etmiştir. Bu bakımdan Zeydiyye ve İsmiliyye'den daha geç oluşmuş bir fırkadır.

İmamiyye Şîası büyük gaybetin başlamasından (238-940) itibaren Safevîlerin resmi mezhebi olduğu 10. (16) asra kadar İslâm dünyasında güçlü bir varlık göstermemiştir.  

Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder. (Hz. Hüseyin’den sonra, oğlu Ali b. Hüseyin, onun oğlu Muhammed Bakır, onun oğlu Cafer es-Sadık, onun oğlu Musa Kazım,  onun oğlu Ali er-Rıza, onun oğlu Muhammed el-Cevad, onun oğlu Ali el-Hadi, onun oğlu Hasen el-Askeri, onun oğlu Muhammed. Ki bu küçük yaşta kaybolmuştur.)

Akâid konularında yer yer Mu‘tezile mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir.

Sadece Ehl-i beyt’e mensup râvilerin hadis rivâyetini kabul ederler. İlk üç halifenin hilâfetini meşrû görmezler. İmamlar vahiy alma hariç peygamberlere benzer özelliklere sahiptirler.

Dinde hüküm koyma yetkileri vardır. İmam olmadan önce ve sonra günahtan, hatadan ve unutmadan uzak, tertemizdirler (masumdurlar).

Küçük yaşta gaib olan on ikinci imamın (Muhammed b. Hasen el-Askeri) kurtarıcı (mehd-i muntazar) olarak tekrar geri gelecek.

Açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye) caiz.

Hz. Ali’ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta‘n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir.   http://www.islamveihsan.com/sia-siilik-nedir-sia-sii-kimdir.html

Oniki imam Peygamberin vasiyyeti ile mukaddes bir otoritedirler. Söyledikleri her şey dini tamamladığı için şeriattendir, Peygamberin hadisleri değerindedir. Peygamber şeriatın sırlarını bu “Vasiy’ler” bildirmiştir.

Onların imamlıklarını isbat için peygamberler gibi olağanüstü olaylar göstermeleri caizdir. İlimleri kesbî veya ictihadî değil, bilfiil sabit, ledünni ilimdir. İmamlar Din’i açıklama görevini tamamlamak için bu ilmi peygamberden aldılar. Şeriatın korunması için buna ihtiyaç vardır. Zira imam Allah’ın kıyâmate kadar devam edecek hüccetidir. (Ebu Zehrâ, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 57. Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 296-312. Sâlih, Subhi. İslâm Kurumları (ter.), s: 63-81)

Ancak bütün bu iddiaların isbata muhtaç oldukları açıktır.  

Fıkhî görüşleri Ehl-i Sünnete yakındır. Fıkıh konularındaki görüş farklılıkları, dört mezhebin aralarındaki görüş ayrılıklarından fazla değildir. İctihad kapısı açıktır. Müctehid ölünce onun ictihadı ile artık amel edilmez. Yaşayan müctehide tabi olunur.

 

-İsmailiyye İmâmiyyesi:

İsmail b. Ca'fer es-Sâdık'ı imam tanımakla İsmailiyye, nasların bâtınî manası bulunduğunu iddia ettikleri için “Batıniyye” adını alan bu fırka imamet konusunda gerek ilk devrede gerekse Fâtımîler devrinde, Nizarîler ve sonrasında farklı özellikler göstermiştir.

İmâmiyye 6. İmam kabul ettiği Cafer-i Sadık’ın (öl.148) ölümünden sonra “Ehl-i Beyt” taraftarları arasında ihtilaf çıktı. İmamlığa onun oğlu İsmâil’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmâiliyye fırkasının doğmasına yol açtı.

Cafer-i Sadık önce oğlu İsmail’in imam olarak tayin etti. Ama daha sonradan bazı sebeplerden bu görevi ondan alarak kardeşi Musa Kâzım’a verdi.

İsmaililere göre o her ne kadar babasından önce ölse  de imamlığa babası Caferi es-Sadık tarafından tayin edilmiştir. Kendisinden varid olan nass değişmez, imamet kardeşten kardeşe geçmez, sadece İsmail’in evlatlarına geçer. Bu fırkanın kurulup gelişmesinde Cafer-i Sadık’ın yanında yetişen Meymun b. Kaddah ve oğlu Abdullah b. Meymun’un etkisi olduğu söyleniyor. 

İmamlık ondan sonra İsmail’in oğlu Muhammed Maktum’a geçti. Bu İsmailiyye’de gizli imamların ilkidir.

Bu fırka ortaya çıkmasından birbuçuk asır kadar faaliyetlerini daha çok taşrada gizli sürdürdü. Bundan dolayı onların dönemi hakkında fazla bir bilgi yoktur. İsmailîler siyasetin baskısından korkup saklandıkları için bu dönemde fırka “dâî” adını verdikleri temsilciler aracılığı yapıldı. Ancak imamet de badan oğula kesintisiz bir şekilde devam etti.

Yemen’e gönderilen dâîler önce zühd ve takva ehli görünerek çevrelerine adam toplandılar. Güçlenince de Yemen’in büyük bölümünü ele geçirerek ilk İsmailî devleti kurdular.

Onbirinci imam sayılan Ubeydullah el-Mehdi daha önce dâîlerin faaliyet gösterdikleri Kuzey Afrika’ya gitti. Hicri 297de mehdi olduğunu ilan etti ve kısa sürede Kuzey Afrikada, Mehdiyye’yi başkent yaparak siyasi hakimiyet kurdu. Onun bu başarısı Fatımî devletinin kurulmasına yol açtı. Onun yerine geçen el-Muiz 358de Kahireyi ele geçirerek 567 yılına kadar devam edecek olan Fatımî hanedanını başlatmış oldu.

360 Hicrî yıl Kahirede Ezher üniversitesini kurarak dâîler yetiştirdiler.

Onsekizinci imam Mustansır’ın zamanında (427-487) İsmailîler Doğu İsmailîler-Nizariyye ve Batı İsmailîler-Musta’liye diye iki ana gruba bölündü.

Nizarîlere mensup Hasan Sabbah Kahire’de İsmailî fikirleri öğrendikten sonra 483-1090 yılında Kazvin kuzay batısında Elburz dağlarındaki Alamut’u zaptederek oraya yerleşti. Bunlar da önderlerine imam adı verdiler. Yalnız bu döneme ait aydınlatıcı sağlam bilgiler olmadığı gibi, haşhaşiler, fedâiler, sahte cennet gibi bir sürü efsane de üretilmiş.

Hulagu Han H. 654 (1256)de Alamut’u ele geçirerek bunların hakimiyetine son verdi.

İsmailî kaynaklar Alamut sonrası da kesintisiz bir imametten bahsederler. İran’a ve Hindistana dağılan İsmailîler 19. yüzyıldan sonra imam yerine Ağa Han ünvanıyla faaliyetlerini sürdürüyorlar. (http://www.islamveihsan.com/sia-siilik-nedir-sia-sii-kimdir.html. Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 60-62. Öz, Mustafa. İsmailiyye Mezhebi, Şiilik Sempozyumu içerisinde, s: 605-638. Öztürk, Mustafa. Tefsirde Batınîlik, s: 69-81)

İsmailiyye’nin görüşleri batınî tevillerden oluşur. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden bazı fikirleri aldıkları belli. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 279-289)

Bundan dolayı onlara Batıniyye de denir. (Aşağıda gelecek) Çünkü hem uzun zaman kendilerini gizlemişler, hem de şeriatın bir zâhiri bir de batını vardır demişler. Zâhiri insanlar, batını ise ise ancak imamlar bilebilir. İmamlar batının da batını bilirler.

Buradan hareketle âyetleri Kur’an bağlamından uzak tevil ettiler, lafızları garip şekilde açıkladılar. Bu garip te’villere ve imamda olduğu sırları “batın ilmi” diye kabul ettiler.

Onlara göre imam açık ve bilinen birisi olması gerekmez. Gizli de olsa imama itaat vaciptir. “İmamı bilme ve ona bağlanma dinin aslı olduğu, dünya ve Âhiret saadetine ancak bu şekilde ulaşılır.” (Öz, Mustafa. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/200)

Bazıları yaşayan imam mehdi derler, bazıları muntazar mehdi beklerler. Bu mehdi çıkıp kötülüklere son vermedikçe kıyâmet kopmaz diye inanırlar. İmam kimseye karşı sorumlu değildir. Bilakis herkes onun hayr işlediğine inanmak zorundadır. İmamlar masumdur, zira onlara verilen ilim onları günahtan korur.” (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 60-62)

Musta’li İsmailîlerin Allah ve peygamber görüşleri Ehl-i Sünnte’e yakındır. Cuma namazı kılmazlar, ama beş vakit namazı üç vakitte kılarlar. Cemaathâneye özel elbise ile girerler. Zekât dâîlere verilir. Ramazan orucunu kabul ederler, Hacca giderler. Cihad nefse karşı verilen mücadeledir. Mut’a nikâhını kabul etmezler.

Nizarî İsmailîleri, imanın şartlarına zamanın imamını bilmeyi, onun emirlerine boyun eğmeyi, Allah’ın emirlerini yerine getirmeyi de eklerler. İman velâyeletle mümkün olur. İman ve İslâm velâyetin yardımcı unsurlarıdır.

Bunlarda batınî te’vil zaruri olduğu için İslâmın esaslarını batınî tevillerle başka türlü anladılar. Allah âlemi yaratandır ve Rabbidir. Ancak Allah’ı tanıma zamanının imamını tanımadır. İmam insana benzese de onun ilâhi tabiatı vardır ama bilinemez. Onun sözü Allah’ın sözü gibidir. Ramazan bin aydan hayırlı olduğu gibi zamanın imamı bin nebiden daha büyüktür. Bu nübüvvet nûrunun velâyet nûrundan çıktığını gösterir.

Nebinin görevi vahyi açıklamak, imamın görevi de tenzilin batınî te’vilini yapmaktır.

İmamı tanımayana sünnîlerin helâl saydığı şeyler bile haramdır. İmamı tanıyan için ise şarap içme vs. gibi sünnilerin haram kıldığı şeyler bile helâldir.

Değişik beldelerede yaşayan Nizarîlerin bu kanaatleri az çok farklılık gösterir. Tehlike gördükleri yerde takıyye yaparlar, bulundukları ortama uyarlar.

Sünnîlerle veya yakınlarında yaşayanlar onlardan, hindularla yaşayanlarda hindu adetlerinden etkilenmişlerdir. (Fığlalı, E. Ruhi. Günümüz İslâm Mezhepleri, s: 283-288)  

 

c-Kaderiyye

Sözlükte kaderiyye “kadere mensup olan, kader taraftarı” mânasındaki kaderîden gelmekle birlikte ilk dönemlerden itibaren bu anlamın aksine, ilâhî kaderi reddedenleri ifade etmek üzere kullanılmıştır.

“Bu isimlendirme Allah'ın belirlediği kader yerine insanın belirlediği bir kadere inanmaları ve fiilleri Allah'a değil insana isnad etmelerinden dolayı yapılmıştır. (Özalp, Ahmed. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/263)

Başlangıçta kendi içinde bağdaşık olmayan esnek nitelikteki bu zümrelere “Kaderiyye ya da Ehlü’l-kader” ismi kötüleme amacıyla muhalifleri tarafından verilmiştir. Bu adlandırmada, bazı hadis kaynaklarında yer alan ve kadercileri Mecûsîler’e benzeten rivayetler (Müsned, 2/86, 5/407. Ebû Dâvûd, Sünnet/16) önemli rol oynamış olmalıdır.

Kaderiyye, kader meselesinde daha sonra taraftarlarının kendisine katıldığı Mu‘tezile ile ilişkili olmakla birlikte en azından başlangıçta ondan ayrı bir fırkadır.

Bazıları kaderiyyenin Mu’tezilenin diğer adı olduğunu ileri sürdüler. Ancak mu’tezile alimleri buna karşı çıktılar.

Cemel ve Sıffin savaşında müslümanların birbirinin kanını akıtmaları ve diğer kelâm sorunları gibi kader konusunu da gündeme getirmiş. Kader konusunu gündeme getiren ilk kişinin Ma‘bed el-Cühenî olduğu belirtilir. Ona göre Allah tarafından önceden tayin edilmiş bir kader yoktur, insanın fiil ve tavırlarında tamamen serbesttir.

Emevî idarecilerinin, halkın karşı çıktığı bazı uygulamalarını kadere yükleyerek kendilerini aklamaya çalışmaları siyasî muhalefet çevrelerinde tepki doğurmuş, bu tepkilerden biri olarak Ma‘bed, zulüm niteliği taşıyan davranışların kaderle değil insan iradesiyle gerçekleştiğini söylemiştir. (Üzüm, İlyas. TDV İslâm Ansiklopedisi, 24/65)  

Demek ki “Kaderî düşüncelere yön veren etken, ilmî olmaktan çok siyasî niteliklidir. Emevîlerin yönetimlerini meşrulaştırmak amacıyla “cebr” düşüncesinden yararlanmaya  çalışmalarına karşılık, bu yönetime muhalif kişiler onların anladıkları anlamda bir kadere, dolayısıyla onların yönetimine karşı çıkıyorlardı.” (Özalp, Ahmed. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/263)

“Kaynaklarda, sorumluluk doğuran fiillerle ilgili olarak ilâhî kaderi inkâr edip insan iradesini öne çıkaran ikinci önemli kişi olarak Geylân ed-Dımaşkī’den söz edilir. Onun mevcut yönetime karşı tepkisini de içine alan kaderci görüşleri etkili olunca Halife Hişâm b. Abdülmelik tarafından idam edildi.” (Üzüm, İlyas. TDV İslâm Ansiklopedisi, 24/65)

Onun idamından veya Abbasîlerin iktidara gelmelerinden sonra Kaderiyye bağımsız bir akım olarak varlığını sürdüremedi.

Kaderiyye’nin görüşlerinin yer aldığı kaynaklar günümüze ulaşmamış. Onlardan bahseden kaynakların verdiği bilgiye göre; insan iradesine vurgu yapan âyetlerle desteklenen görüşleri, Mu’tezilenin “adl” prensibi ile güçlendirildi. Onlara göre zulümler Allah’a havale edilemez, bu O’nun adaletine uygun düşmez.

Her fırkada olduğu gibi bunlarda da fikir birliği yoktur. Kaynaklar bir sürü kaderiyye grubundan bahsediyor.  

“Bu akım içinde yer alanların kader ve buna bağlı olarak insanın özgür iradesi, Allah'ın iradesinin insanın fiilleri üzerindeki etkisi gibi konularda birleştikleri söylenebilir. Buna göre insan özgür ve irade sahibi bir varlıktır. Bu nedenle eylemlerinden sorumludur. Ne Allah'ın irade etmesi ve yaratması anlamında, ne de bilmesi ve takdir etmesi anlamında bir kader vardır.

İnsan eylemini bilgisiyle kendisi seçer, sonra iradesi ile seçtiği eyleme yönelir ve yapabilme gücüyle yaratır. Allah bu eylemi önceden belirlemez., iradesinin bu eylemle bir ilgisi, gücünün de ortaya çıkısında bir etkisi yoktur. Allah insanın eylemlerini ancak ortaya çıktıktan sonra bilebilir. (Özalp, Ahmed. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/263)

Başta ashabın ileri gelenleri olmak üzere Selef yöntemini benimseyenler Kaderiyye’nin karşısında yer almıştır. (Daha geniş bilgi için: (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 119-127. Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü (ter.), s: 276-278)

“Bir mezheb durumuna gelmesini sağlayacak bir sistematiğe sahip olmayan Kaderiyye akımının görüşleri farklı kişilerce temsil edildi ve giderek Mu’tezile ekolünün temel tezleri arasına girerek varlığını sürdürdü.”  (Özalp, Ahmed. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/263)

Her zaman olduğu gibi ifrat tefriti doğurur. Onların bu insanın özgür olduğu fikrine karşı bazıları tam bunun tersi bir tez ile ortaya çıktılar: Cebriyye.

 

d-Cebriyye;

Sözlükte “bozuk olan bir şeyi ıslah edip düzeltmek, birine zor kullanarak iş yaptırmak” gibi anlamlara gelen cebr kelimesinden gelir.

Cebriyye’nin kelâmcılara göre ortak bir tanımı yok. “İnsanların kendilerine ait bir iradeye sahip olmadığını, zihnî ve amelî bütün fiillerinin ilâhî gücün zorlayıcı tesiriyle meydana geldiğini savunanlar” diye tanımlanmış.

Mu‘tezile’ye göre; kadere inanan ve kullara ait fiillerin Allah’ın yaratmasıyla oluştuğunu savunan bütün Sünnî ekoller Cebriyye’ye dahildir.

Ehl-i sünnet kelâmcılarının çoğunluğuna göre ise insanlara ait fiillerin, kendilerinin hiçbir etkisi olmaksızın yalnız ilâhî irade ve kudretin tesiriyle gerçekleştiğini ve insanların gerçek anlamda herhangi bir fiil sahibi olmadıklarını iddia edenlere Cebriyye denilir. (İrfan Abdülhamid, TDV İslâm Ansiklopedisi, 7/206)

Kader konusunda ilk defa konuşan Ma’bed Emevîlerin zulüm ve haksızlıklarına karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve nihayet kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır.

Onun kaderi nefyetmesine karşı, bir reaksiyon olarak Cehm b. Safvan (öl. 128/745) da cebr inancını savundu.

“Ona göre insan fiillerinde mecburdur, iradesi ve kudreti yoktur. Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir. Yaprağın yönünü kendisi değil, rüzgâr belirler. Onun için insanın yaptığı işleri Allah takdir etmiştir. Allah geleceği bildiğinden, olayları da tamamen ve önceden kendi iradesine göre tespit etmiştir.

Allah, cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır. Yukarıya fırlatılan bir taş nasıl düşmeğe mahkûmsa, insan da yaptığını yapmağa mahkûmdur. Kul ibadeti de günahı da, elinde olmaksızın işler.” (Şimşek, M. Said. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/279)

Bu görüşleri Cehm b. Safvân ileri sürdüğünden onlara Cehmiyye de denilir.

Cebriyye'nin bu yanında şu görüşleri var: Allah, yaratıkların vasıflandığı sıfatlarla vasıflanamaz. Bu sebeple Allah'ın sıfatlarını reddederler. Allah'ın ilmi ve kelâmı hâdistir. Sevap ve cezanın vukûu zorunludur. İman, Allah'ı bilmektir (ma’rifettir). Allah hiç bir yerde ve şekilde görülmez. (İrfan Abdülhamid, TDV İslâm Ansiklopedisi, 7/207. Şimşek, M. Said. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/279. Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 373-377. Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 106-112)

İşin garibi kaderi reddeden Ma’bed de, cebriye fikrini savunan Cehm b. Safvan da Emevîlerin muhalifi idiler.

Bu fırka olarak uzun müddet devam etmeyip tarihe karışmıştır ama bazı görüşleri müslümanlar arasında yaşamaya devam ediyor.

 

e-Mürcie 
Mürcie kelimesi "tehir etmek, ümit vermek"anlamlarına gelen "irca" kökünden

türetilmiş bir isimdir.

“Günah imana zarar vermez” tezini savunarak, büyük günah işleyene ümit veren ve onun hakkındaki son kararı Allah'a havale etme görüşüne sahip olanlar.

Mürtekib-i kebire (büyük günah işleyen) meselesinin tartışıldığı bir ortamda ortaya çıkmıştır. Mürcie çok yönlü veya siyasî bir fırka değildir. Sadece amel-iman, büyük günahlar, va’d ve vaid gibi konularda görüş belirten bir gruptur.

Bu grup, İslâm dünyasında çok acı hatıralar bırakan bu tartışmalara şu hadîsi göz önünde bulundurarak katılmamışlardır: "İlerde bir sürü fitne kopacaktır, Bu fitneler esnasında oturan yürüyenden, yürüyen de koşandan daha hayırlıdır..." (Müslim, Fiten/12 (3)

Ameli imandan bir cüz saymadıkları ve “ameli imanden sonraya atan” anlamında, ya da fitne ve fesada yol açar endişesiyle, Hz. Ali ve muhalifleri hakkında hüküm belirtmekten çekinerek bir kenara çekilen ve son kararı Allah'a havale eden bu gruba, bu tutumlarından dolayı “Mürcie” denmiştir.

Bu görüşü savunanlara göre, başlangıçta siyasî alanda bir tarafsızlığın ifadesi olan Mürcie, daha sonra akâid sahasındaki bir tarafsızlığın da adı oldu. (Aydınlı, Yaşar k: Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/365)

Mürcie görüşleri amel-iman münasebeti konusunda ileri sürülen görüşlerdeki ifratın tabii sonucudur. Ameli imandan bir parça sayan Hâricîler ve –biraz yumuşatarak- Mu’tezile mürtekib-i kebâir’i müslüman saymıyorlardı. Mürcienin onların bu görüşüne karşı doğduğu söylenebilir.

Onlara göre amel imandan bir cüz değildir. İyi (sâlih) amelin kâfire fayda vermeyeceği gibi, günahın da mü'minin imanına zarar vermez. Cehennemde kafir olanlardan başkası ebediyyen kalmaz.

İman, Allah’ı bilmek (ma’rifetullah) demektir ve kalpte bulunur. Kalpde bulunan iman O’nu sevmek ve emirlerine boyun eğmek şeklindedir.

Haramı işleyenin veya farzları yerine getirmeyenin bu hali fısktır.

İman artmaz da eksilmez de, ziyadelik ve noksanlık kabul etmez. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 386-390)

Mürtekib-i kebîrenin durumunu Allah'a havale etmek (irca etmek) en doğru yoldur.  

Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre başlangıçta müsbet bir yaklaşımın ifadesi olarak ortaya çıkan irca görüşü, zamanla ehl-i bid’at sayılmıştır. Bunlar mürtekib-i kebîre hakkında benimsemiş oldukları mu'tedil kanaatle yetinmeyip, imanla beraber günahın hiçbir bir zarar vermeyeceğini kabule gitmişlerdir.

Bu prensipten hareket eden Mürcie, imanı sadece ikrar, tasdik, sevgi ve bilgiden ibaret sayarak kuru bir iman anlayışına sahip olmuştur. (Aydınlı, Yaşar k: Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/365)

 http://atelim.com/t-c-diyanet-isleri-baskanligi-egitim-hizmetleri-genel-mudurlug.html?part=17

Bu görüşü savunanlardan bazıları ibadetleri küçümsemiş, bu anlayışı günahlarına ve fısklarına bir sebep ve kolaylık vasıtası saymışlardır.

Büyük günah işleyenin nihaî kaderi hakkındaki hükmü Allah'a havale etme şeklindeki irca görüşü, temelde Ehl-i Sünnetin anlayışına yakın bir görüştür.

Ehl-i Sünnet alimlerinin önemli bir kısmına göre de, büyük günah işleyen kimse hakkındaki son karar Âhirette belli olacaktır. Allah onu isterse affeder, isterse cezalandırır. Eğer bir mü'min büyük günah işlerse bu davranışıyla imandan çıkmış sayılmaz. O sadece günahkâr bir mü'min olur. Onun cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olduğu meselesi Allah'ın iradesine kalmıştır. Allah onu isterse affeder isterse cezalandırır.

İşte, Ehl-i Sünnetin ircası budur.  (Ebu Zehra, Muhammed. Mezhepler Tarihi, s: 1129-133.  Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/365. Kutlu, Sönmez. TDV İslâm Ansiklopedisi, 32/41-45. http://atelim.com/t-c-diyanet-isleri-baskanligi-egitim-hizmetleri-genel-mudurlug.html?part=17

Başka frkalardan/mezheblerden oldukları halde Mürcienin görüşlerine sahip fırkalar, âlimler çoktur. Ebu Hanife onlara yakın görüşlerinden dolayı mürcie damgası yemiştir.

Mu’tezile kader konusunda kendileri gibi düşünmeyen herkese “mürcie” derdi.

Mürcie, geniş bir müsamaha getirmiştir. Bundan dolayı yöneticilerle başları derde girmemiş. Tersine yöneticilerin hoşuna gitmiş. Hatta onlara “el-İrcau’l-dinu’l-mulûk-meliklerin dini” denmiş.

Onlara göre esas önemli olan Allah’ın affını, lütuf ve kereminin, fazl ve ihasınını düşünmek, gazap ve azabını fazla akla getirmemekir. Allah’tan ümitvar olmak kadar korkmak. Müslüman için önemli olan “beynel-havf ve’r-recâ” yaşamasıdır. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 390)

 

f-Mu’tezile 

İslâm'da itikadî konuları aklın ışığında izah edip temellendirmeye çalışan ilk büyük kelâm ekolünün adı.

Sözlükte; “uzaklaşmak, ayrılmak, bırakıp bir tarafa çekilmek” gibi anlamlara gelen “i'tizal” fiilinin özne ismidir (ism-i faildir). “Ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler» anlamına gelir.

Mu'tezile'ye bu ismin hangi sebeple verildiği konusunda çeşitli görüşler vardır.

Bu konuda en yaygın kanaat Vâsıl b. Ata (öl. 131/748) Hasan el-Basrî’den (öl. 110/728) ayrılması üzerine verildiği görüşü. Ancak bu, konuyu yeterince aydınlatmaya yetmiyor.

Esasen Mu’zilenin ortaya çıkışına zemin en temel fakötürün Emivîlerin saltanat rejimi olduğu söyelenebilir. Mu’tezilenin ortaya çıkışı ile Emevî saltanatı aynı yıllara denk gelmektedir.

Mu’tezile, cebr düşüncesini halka empoze etmek suretiyle ğayr-i meşru icraatlarını Allah’ın irade ve takdirine bağlamayı ilke edinen, insana ait fiillerin Allah’ın takdiri ile gerçekleştiğini, dolaysıyla yöneticilere ait her icraatın aslında Allah’ın değişmez takdirinin tezahürü olduğunu dikte eden Emevî yöneticilerine karşı insan özgürlüğünü savunmak üzere siyasî muhalefet zeminde meydana gelmiştir. (Öztürk, M. Kur’an’ın Mu’tezili Yorumu, s: 10)

İslâmın ilk dönemlerindeki siyasî ve dinî ihtilaf ve çekişmelerin Mu’tezile mezhebinin doğuşuna da zemin hazıladığı açıktır.

Bazılarına göre bu isim onlara muhalifleri tarafından verilmiştir.  Onlara fiillerde iradeyi insana verip, insanı fiillerinin yaratıcısı kabul ettikleri için Kaderiyye;

Ru'yetullah, Allah'ın sıfatları ve halku’l-Kur'an gibi meselelerde Cehm b. Safvan'ın görüşlerine katıldıkları için el-Cehmiyye;

Allah'ın bazı sıfatlarını kabul etmedikleri için de Muattıla adı verilmiş.

Fakat onlar bu isimleri kabul etmeyip, kendilerini “Ehlu’l-Adl ve't-Tevhîd” olarak isimlendirmişlerdi. (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, İstanbul 1981, s. 170; Kemal Işık, a.g.e., s. 56’den Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/300)

O zaman hararetle tartışılan konulardan birisi de mürtekib-i kebîre'nin durumu idi. Haricîler, mürtekib-i kebîre'nin kâfir olduğunu iddia ederken, Mürciîler, mü'min olduğunu iddia ediyorlardı. Vâsıl b. Ata ve taraftarları ise, meseleye "el-menzile beyne'l-menzileteyn (iki yer arasında bir yer)" prensibiyle yeni bir çözüm şekli teklif ettiler. 

Bir başka sebep müslümanların hakimiyetine geçen ülke insanlarla ortaya çıkan yeni problemler. Bu ülke insanlarıdan müslüman olan vardı, olmayan vardı. Müslüman olanlar da eski inanç ve kültürleri bıçak gibi kesip atmıyorlardı.

Müslüman âlimler köklü kültürlere sahip diğer din mensupları ile başedebilmek için cedel yöntemleri geliştirdiler. Bunu ilk yapan mu’tezili alimler oldu. Bu anlamda mu’tezili âlimler kelâm ilmin gelişmesine yardımcı oldular denebilir.

Mu'tezilî düşüncenin temel esprisi; İslâm akaidini aklî tefekkür zeminine oturtmak ve akılla çatıştığı anda nassı aklın gücüyle te’vil etmektir.

Naklî düşüncenin yanında, zaman içerisinde nasslardan başka bir kaynak kabul etmeyen tutuma karşı aklî düşüncenin de teşekkül etmesi; aklı rehber kabul eden bir zümrenin ortaya çıkması tabii bir durumdur. (Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/300)

Akılcı bir mezhep olan Mu`tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. 

Ortaya çıkışlarından bir asır sonra tercüme faaliyetleriyle müslümanların kültür dünyasına kazandırılan eserler giderek güçlendiler.

Mu’tezile Abbâsîler döneminde gelişip yaygınlık kazandı. Harun er-Reşîd döneminde (170-193/786-808) saraya kadar nüfuz etmiş olan Mu'tezilî düşünce, altın çağını el-Me'mun (öl. 218/833), el-Mu'tasım ve özellikle el-Vâsık'ın hilafetleri esnasında yaşamıştır. Yaklaşık 198-232/813-846 yılları arası.

Bu halifeler döneminde Mu'tezilî görüş devletin resmi mezhebi durumuna gelmiş, Mu'tezile âlimleri de devlet adamları yanında en muteber kişiler olarak saygı ve itibar gördüler. Mu'tezile'nin devlet otoritesi ve resmi mezhebi haline geldiği bu dönem, Ehli sünnet âlimleri ve müslüman halk açısından ve ızdırabın hüküm sürdüğü bir dönem olmuştur.

Abbasî yöneticileri bununla yetinmeyip devlet zoruyla halkı başta “Kur’an’ın mahlûk” olduğu iddiası olmak üzere bu görüşleri kabullenmeye zorladılar.

“Mihne" denilen bu durum el-Me'mun, el-Mu'tasım ve el-Vâsık dönemlerinde devam etti. Başta Ahmed b. Hanbel (öl. 241/855) olmak üzere, resmi düşünceye karşı çıkan pek çok İslâm âlimi, bu tutumlarından dolayı mahkûm edilip işkenceye maruz kaldılar.

İşim garibi başlangıçta hür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkan Mu'tezile, bu halifeler döneminde tam aksi bir pozisyonda bulunmuştur.

Mu'tezile'nin parlak dönemi ve dolayısıyla “mihne” olayı, el-Vâsık'ın ölüp yerine el-Mütevekkil (247/861)'in geçmesiyle son buldu. Mu`tezile bundan sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirdi.

Mezhepler tarihi araştırmacıları Mu'tezile'nin çöküşünü hazırlayan sebepler arasında, “mihne” olayını, Mu'tezile'nin akla ifrat derecede önem vermesini ve bu arada el-Eş'arî ile el-Matüridî'nin öncülüğünde Ehl-i Sünnet ilm-i kelâmının gelişmesini gösterirler.  (Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/301)

Mu`tezile’nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir. Bunlar da;

1.Tevhid: Allah’ın zât ve sıfatları yönüyle bir, eşi ve benzeri yoktur. Allah’ın en önemli sıfatı Vahdaniyet ve Kıdemdir. Diğer sıfatları da kabul ederler ama bu sıfatlat Allah’ın zatından ayrı değildir derler.  

2.Adl: İnsan tamamen hür bir iradeye sahiptir ve fiillerinin yegâne sorumlusu odur. Yapmış olduğu iyilik de kötülük de kendisine aittir. Eğer kulun fiillerinde Allah'ın bir müdahalesi olsaydı, o zaman kul yapmış olduğu fiillerden mesul olmazdı.  

3.Vaad ve vaid: İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunludur. Allah, adâletinin bir gereği olarak, sâlih amellerde bulunanları cennetle ödüllndirecğini (el-va'd); günah işeyenleri ise Cehennemle cezalandıracağını (el-va'îd) bildirmiştir. Mü'min, mutlaka Cennete; büyük günah işleyipte tevbe etmeden ölen kimse ise mutlaka Cehenneme gidecektir. Mutezile, bu görüşü ile şefaati reddetmiştir.

4.el-Menziletü beyne'l-Menzileteyn (İki yer arasında bir yer): Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında, yani fasıklık noktasında bulunacağını ifade eder. Bu görüş, büyük günah işleyeni kâfir sayan Hâricîlerle, mü'min sayan Mürcie mezhepleri arasında orta bir görüşü temsil etmektedir.

5.İyiliği emretmek kötülükten Nehyetmek (el-emru bi'l-ma'ruf ve'nnehyu ani'l-münker): Mutezile, toplumda hak ve adaletin sağlanması ve ahlâkî yapının sağlıklı olabilmesi için, her müslümanın bu görevi yapması görüşündedir. (Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/301-302. http://www.diyanetdrammen.com/itikadi-islam-mezhepleri/

İslâm'da akâid esaslarını nakille yetinmeyip, onları aklın ışığı altında ele alıp değerlendiren, te’vil yapan, naklin sustuğu konularda, inanç konularına aklın ölçüleri doğrultusunda çözüm getirmeye çalışan ilk düşünürler, Mu'tezile ve onların selefleri olan Kaderiyye ve Cehmiyye'dir.

Selefiyye tarafından şiddetle eleştirilen,Mu’tezilenin inanç konularında kullandığı bu yeni yaklaşım tarzının adı kelâmî metottur. (Aydınlı, Yaşar K. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/301)

 

f-Müşebbihe-mücessime 

Sözlükte “benzetmek” anlamındaki teşbîh kökünden türeyen müşebbihe kelimesi “benzetenler” demektir.

Terim olarak Müşebbihe; Allah’ı yaratıklara veya yaratıkları Allah’a benzeten yahut bu sonuçları doğurduğu ileri sürülen inançları benimseyenleri ifade eder.

Bunlara “Mücessime ve Haşeviyye” de denildi.  Bu fırkanın ortaya çıkış sebepleri hakkında şunlar söylenmiş:

1.Teşbih inancı İslâm dışı inançlardan ve kültürlerden müslümanların arasına yayılmıştır. İslâmdan önce cahiliyye arapları, yahudiler, başka kavimler tanrıları insan şeklinde, kendileri gibi düşünürlerdi. Ya da tanrıları yaratıkların özellikleri ile vasıflandırırlardı.

2.Teşbih inancı taraftarları Cehmiyye (Cehm b. Safvan (öl. 128/746)), Kaderiyye ve Mu‘tezile’nin (Muattıla’nın) tenzih düşüncesinde aşırı giderek Allah’ın sıfatları reddetmeleri üzerine, onlara reaksiyon olarak ortaya çıktı. Buna selefiyyenin sahih-zayıf olmasına bakmaksızın bazı rivâyetleri delil almasının, nassları daha çok zâhiri manaları ile yorumlamaları da etkili olmuştur. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 379-380)

3.Aşırı Şiîler’le bazı sûfî gruplarının liderlerini ifrat derecesinde yüceltmeleri ve bunlara ulûhiyyet nitelikleri nisbet etmeleri teşbih inancının yayılmasını hızlandırmıştır. (Yavuz, Y. Şevki. TDV İslâm Ansiklopedisi, 32/156-157)   

Müşebbihe’nin, ulûhiyyete dair naslardan mânası açık bulunanları öne çıkarıp kapalı olanları bunların ışığı altında anlamak yerine aksi bir yöntemle mânası kapalı bulunan naslara lafzî anlam veren ve bu anlayışı uydurma rivâyetlerle destekleyen Haşeviyye kanalıyla ortaya çıktığını söylemek mümkündür.

Sünnî yazarların çoğuna göre teşbih inancı ilk defa Şîa içinde ortaya çıkmıştır. İmâmet hakkındaki görüşleri diğer şia fırkaları gibidir. (Şimşek, M. Sait. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/395)

Saf Müşebbihe Allah'ın zat ya da sıfatlarını yaratıklara benzetip bunların aynı niteliklere sahip olduğunu söyleyen fırka olmakla birlikte; bazı fırkalar diğerlerini Müşebbihe olmakla şuçlamışlardır. Meselâ, Mutezile, Ehl-i Sünnet mensuplarını âhirette Allah'ın görüleceğini söylemeleri ve Allah'ın sıfatlarını kabul ettikleri için Müşebbihe olmakla suçlamışlardır. (Yavuz, Y. Şevki. TDV İslâm Ansiklopedisi, 32/156-158)   

Onlara göre Allah'ın görüleceğini söylemek, aynı zamanda Allah'ın cisim olduğunu, belli bir mekânda ve belli bir yönde olduğunu söylemekle eş anlamlıdır. Bu sebeple de Allah'ın görüleceğini söyleyenler hem Müşebbihe ve hem de Mücessimedirler.

Yine Mutezile'nin etkisinde kalan bazı kelâmcılar, Allah'ın yukarıda olduğunu; arşının üzerinde istivâ ettiğini kabul edenleri "teşbih" ile itham etmişlerdir.

Bu nedenle teşbih ile itham edilen kişilerin gerçekten Müşebbihe olup olmadıklarını iyi araştırmak gerekir. (Şimşek, M. Sait. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 4/395)

İnanç konularının hepsine dair orijinal fikirleri bulunmayan ve müstakil bir mezheb sayılmayan Müşebbihe, Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında değişik fırkalara mensup âlimlerin “teşbih-tecsim” görüşleridir.

Onlara nisbet edilen görüşler şöyle özetlenebilir:

1.Allah’ın zâtını yaratıklara benzetmek. Buna göre Allah insan şeklinde olup sınırlı bir varlıktır; baş, yüz, göz, ağız, el, ayak ve bedeni vardır. Hareket eder, aşağı iner, yukarı çıkar, gider gelir, sâlih müslümanlarla dünyada görüşür ve kucaklaşır.

2.Allah'ın sıfatlarını yaratıkların sıfat ve fiillerine benzetmek. Mutezile'nin Basra ekolünden bazılarıdır. Buna göre Allah’ın iradesi insanın iradesi gibi hâdistir, kelâm sıfatı da zâtı dışında herhangi bir nesnede yarattığı harf ve seslerden ibarettir.  

3.Yaratıkları Allah’a benzetip insanda ulûhiyyet niteliklerinden birinin yahut tamamının bulunduğuna, Allah’ın ya da bir niteliğinin yahut zâtının (cüzü) insana hulûl ettiğine, böylece O’nda bedene dönüştüğüne inanmak. Bunlar Gulat-ı şîadan, sufilerden veya batınîlerden bazılarıdır. (Şimşek, M. Sait. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Uludağ, S. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 382-383)

 

h-Batıniyye

Asıl üzerinde durulması gereken akım/anlayışlardan biri de batiniyyedir.  

“Batın” sözlükte dışa nisbetle iç, iç yüzü, gizli demektir.

Kur'an ve hadislerdeki her zâhirin, açık hükmün bir de bâtını, iç yüzü, herkesin anlayamayacağı gizli tarafı olduğunu ve Kur'an ile hadislerin ancak tevil (yorumlama) ile anlaşılabileceğini iddia eden fırkalara, anlayışlara toptan verilen isim. (Öztürk, Mustafa. Tefsirde Batınilik ve Batınî Te’vil Geleneği, s: 28-45)

“Her zâhirin bir bâtını ve her nassın bir te’vili bulunduğunu, bunu ise sadece Tanrı tarafından belirlenmiş veya O’nunla ilişki kurmuş mâsum bir imamın bilebileceğini iddia eden gruplar” Batıniyye adıyla anılmış.

Bu isim mûtedil sûfîlerden, aşırı Şiî fırkalara ve mülhidlere varıncaya kadar bir çok zümreyi içine alır.

Bâtıniyye teriminin hicrî IV. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktığını söylemek mümkünse bunun doğuşunu 2. Hicri yıldaki siyasî ve fikrî sebeplere dayandıranlar var. (İlhan, Avni. TDV İslâm Ansiklopedisi, 5/191)

Bunlar kendilerinin Şiâ'ya mensup olduklarını iddia ederlerse de, İslâm bilginleri tarafından İslâm dışı kabul edilmiştir.

Bâtıniyye, genellikle aşırı görüşleriyle ortaya çıkan çeşitli mezhebi oluşumlar için kullanılan müşterek bir lakap olmakla birlikte, bunun dar anlamdaki, yani mezhepler termiminolojindeki reel karşılığı İsmailiyye fırkasıdır. (Öztürk, M. Tefsirde Batınîlik ve Batınî Te’vil Geleneği, s: 45)

“İslâm düşünce tarihinde Bâtıniyye, nassları zâhir-bâtın ayırımına tâbi tutarak te’viller yapan, İslâm’ın temel hükümlerini (zarûrât-i dîniyye) bütün müslümanların anlayışından farklı olarak yorumlayıp din anlayışlarını inkâr veya ibâha sınırına kadar götüren itikadî fırkalar yanında; kendilerini gizlemeleri, gizli örgütlerle merkezî idareye karşı isyan faaliyetlerinin başını çeken çeşitli siyasî gruplar için de kullanılmış ortak bir lakaptır.

Âyet ve hadisleri sûfî temayüle göre tefsir eden (işâri tefsir) mutasavvıflara da bazen aynı lakap verilmiştir. (Pusmaz, Durak. Şâmil İslâm Ansiklopedisi,

Ehl-i sünnet ve Mu‘tezile âlimlerine göre Bâtıniyye’nin menşei Mecûsîlik, Sâbiîlik, Yahudilik gibi eski din ve kültürlerdir. Bâtınîlik fikirleri eski Yunan, İran ve Hind düşüncesinden kaynaklanmış, en azından bunların tesirinde kalmıştır.

Görüşleri: 1. Bilgi problemi. Akıl ve duyular yeterli ve güvenilen birer bilgi kaynağı oluşturmadığından her asırda insanlara gerçek bilgileri öğretecek mâsum bir imam gereklidir; gerçek bilginin kaynağı odur.

2.Ulûhiyyet. Allah, “kadîm küllî akl”ı icat edendir. Akıl “sâbık” (ilk varlık), nefis ise “tâlî”dir (ikinci varlık). Tanrı’ya herhangi bir sıfat nisbet etmek mümkün değildir. Tanrı imamların bedenine hulûl eder ve kâinatı onlar vasıtasıyla yönetir.

3.Nübüvvet ve imâmet. Küllî akıl ile küllî nefis ulvî âlemin iki sınırını teşkil ettiği gibi nebî ve imam da süflî âlemin iki boyutunu oluşturur. Nebî “nâtık” (konuşan), imam ise “sâmit”tir (susan). Nebî küllî akıldan taşan mânaları kutsî gücü sayesinde alarak zâhirî bir kelâma dönüştürür ve insanlara bildirir. İmam ise yaptığı bâtınî te’villerle bu lafızların gerçek mânasını ortaya koyar. Sanıldığı gibi nebî melek vasıtasıyla kendisine vahiy gelen ve mûcizeler gösteren biri değildir.

4.Âhiret. Âlem hem ezelî hem de ebedîdir. Kıyâmetin kopması, zamanın imamının ortaya çıkıp yeni bir şeriat getirmesi demektir. Ölen insanın bedeni toprağa karışıp aslına döner, ruhu ise durumuna göre ya devamlı şekilde başka bir bedene girerek cismanî âlemde kalır veya iyi ruhlarla beraber olur. Bir görüşe göre cennet dünyada mutlu olarak yaşamayı, cehennem ise sıkıntı ve ıstırap dolu bir hayat sürmeyi ifade eder.

5.İbâha. Nasların zâhirlerinden çıkarılan bütün dinî yükümlülükler, bâtınî mânalarına vâkıf olmayan halk için söz konusudur. Bâtınî mânaları öğrenenlerden bütün dinî yükümlülükler kalkar. Bundan dolayı Bâtıniyye’ye girenlerin ibadet etmesi gerekmez.

Bunlara göre tahâret kıbleye kadar İslâmdaki her ibadet diğer müslümanların anladığı gibi değil, bambaşkadır. (Uludağ, Süleyman. İslâmda İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s: 345. İlhan, Avni. TDV İslâm Ansiklopedisi, 5/193)

6.Takıyye. Naslarda semboller halinde saklı bulunan bâtınî mânaları herkesin anlaması mümkün değildir. Bir sır niteliği taşıyan bu mânaları Bâtıniyye’ye intisap etmeyen ve dolayısıyla ehliyet kazanmamış bulunan kimselerden saklamak gerekir. Bunun için de takıyye uygulamak vazgeçilmez bir prensiptir.

 

-Değerlendirme

*İslâm tarihindeki yukarıdaki oluşumdan biraz haberdar olmak faydalıdır. Ancak bu ümmetin tarihindeki siyasî, itikadî, felsefî, batınî, mezhebî kavgaları, çekişmeleri günümüze taşımanın bir faydası yoktur.

*Bu çekişmeleri ya da o günün şartlarında ileri sürülen, kendi yerine belki bir anlam ifade eden  görüşleri aramıza, gündemimize taşımak problemleri çözmediği gibi tafrikayı daha da artırır.

*Mezheb, fırka, cemaat, tarikat asabiyeti, tassubu, fanatikliği de doğru değildir.

Mezhep asabiyyeti olur mu? Elbette olur. İslâm tarihinde oldu. Hem de bu asabiyye ne anlaşmazlıklara, haksızlıklara, kavgalara ve hatta savaşlara yol açtı, saymakla bitmez.

Halbuki Allahın Rasûlü bunu yasaklamıştı. “Asabiyyeye davet eden bizden değildir...” (Müslim, İmâret/57. Ebu Dâvud, Edeb/113. İbni Mâce, Fiten/7)

*Mezhebli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak taassuptur, tefrikanın kendisidir.

*Bizim Ehl-i Sünnet diye bir dinimiz yok, ama İslâm diye bir dinimiz var.

Kendilerine ehl-i sünnet ismi verilen âlimlerin ve kitlenin İslâm anlayışı, Kur’an’ın ve Sünnetin ruhuna en uygun ve mutedil olduğu için bu anlayışı benimsiyoruz.

*Ehl-i Sünnet bir mezhep, bir fırka, bir cemaat değildir. Onu da fırkalardan bir fırka/mezheb sayarsak; hem ana ve ümmetin büyük bir kısmını kapsayan gövdeyi bir fırka seviyesine düşürürüz, hem başkalarını dışlamış ve ötelekileştirmiş,

hem insan ürünü bir kazanıma kutsallık atfetmiş, hem de –Allah korusun- insanlara ait görüşleri itikad/iman haline getirmiş oluruz.

*Akâdimizin adı İslâm akâididir. Bu bakımdan “Ehl-i Sünnet Akâidi”, “Maturidî Akaidi”, “Eş’ârî Akâidi, Pezdevî Akâidi, Nesefî Akâidi, Şiâ Akâidi, Mu’tezilî Akâdi gibi isimlerdirmeler bana göre isabetli değildir. Adı geçenlere göre İslâm Akâidi demek daha doğru olsa gerek.

*İslâmî kurallar; kelâmî tartışmalar, fıkıh usûlü ve fıkhî görüşler, tarihî gerçeklik olarak tek mezhep ve tek tarikat (hangisi olursa olsun) dinin tamamı da değildir.

*Mezhep demek yorum ve ictihad demektir ve bunlar, kaynakları ilâhî de olsa beşerî bir faaliyettir; isabetli de olur, hatalı da olur. (Karaman, H. Mezhepçilik ve tarikatçılık, Yeni Şafak 02.11.2017)

Hiç biri Hakikatin veya İslâmın kendisi değildir. Beşer ürünü olan şeyler yanlış da olabilir, doğru da olabilir. Alınabilir de rededilebilir de.

Akıllı ve şuurlu bir müslüman bütün bunlardan Kur’an ve Sünnete en uygun olanı almaya çalışır.

*Akâid konularında görüş anlamında mezheb olsa da, kurumsal anlamda “akâidte mezheb” nitelemesi de isabetli görünmüyor. Maturidî Mezhebi, Eş’arî mezhebi gibi. Zira insanların görüşleri, fikirleri, yorumları, yani mezhepleri inanç konusu olmaz, belki inanç konularını anlamaya yardımcı ve destek olabilir.

*Amelî/fıkhî mezheplerden birini de amelî konularda kolaylık olsun, ibadetlerimizi belli bir disiplin içinde yapalım, İslâmı daha iyi fıkhedelim diye takip ederiz veya esas alırız. Biliriz ki fıkhî mezhepler de din değil, dinde kolaylıktır.

Birisine “hangi mezheptensin” sorulması abestir. Şayet sorulursa, “ben amelî konularda Hanefî fıkhını takip ediyorum, ya da Şafiî fıkhını takip ediyorum” demek doğru olabilir.

*Bir müslüman dinî kimliği mezhep üzerinden tanımlıyorsa, bu asabiyyedir, mezhebi din haline getirmedir, dinde tefrikadır.

*Bir kimse kendi mezhebini, meşrebini, fırkasını, hizbini hak, diğerlerini bâtıl görüyorsa, mezhebinin din anlayışını tek açıklama biçimi kabul edip, diğerlerine yanlış diyorsa; ortada ciddi bir cehâlet ve vahdet açısından ciddi bir tehlike var demektir.

*Bu ümmet mezhebini, meşrebini, fırkasını, tarikatını, partisini din haline getirenlerden çok zarar gördü.

*Herkes kendi içinde bulunduğu, bağlandığı, faaliyet yaptığı yapıyı “fırka-i nâciye” saymak takıntısından kurtulmalı.

*İhtilaflar hep olumsuz olarak algılanır. Oysa ki bir inanç veya ideoloji kendi içinde köke bağlı olarak farklılaşmaz, hem de diğer ve medeniyetlerle ilişki kurmazsa kendi üstünlüğünü ortaya koyamaz ve bir medeniyet oluşturamaz. (Macit, Nâdim. Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, s: 32)

Bu bakımdan İslâm tarihindeki ihtilaflar olumsuz, acı ve felaket olarak sanılsa da İslâm kültür ve medeniyetinin, ehl-i sünnet ekolünün gelişip kuvvetlenmesine yol açmıştır.

 

-Sonuç olarak;

*İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, hem inanç hem de amelî konularda Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın hayata uygulanmasıdır. Diğer bid’at ve bâtıl oluşumlara göre orta yoldur. Ümmet-i Muhammed'in ana özelliği, itidaldir. Kur’an bunu şöyle haber veriyor: “Böylece biz, sizi ümmeten vastaen-orta (dengeli) bir ümmet yaptık...” (Bekara 2/143).

*Tekrar etmek gerekir ki sünnîlik gökten inmiş bir kimlik değildir. Tarih boyunca Müslümanların dinî ve toplumsal tecrübeleri sonucu oluşmuş ve şimdi ucu açık bir sistemdir.

Bir mezhebi İslâm’la özdeşleştirmek de, onu dinin dışına atmak da yanlıştır. İnsan ürünü olan şeylere derhal hak, hakikat, İslamın ta kendisi, yanlış zannettiklerimize küfür-ilhad-sapıklık damgası vurmak yerine, merhamet ve anlayış göstermek, insaflı ve objektif olmak gerekir. (http://www.karar.com/gorusler/mehmet-evkuran-yazdi-ehl-i-sunnet-vel-cemiyet-607513)

 

Hüseyin K. Ece

15.12.2017

Zaandam