Kur'an'a göre insanın konumu ve ruh sağlığını (mutluluğu) koruma hakkında bir seminer

Hüseyin K. Ece

23.12.2016 Groesbeek-İDEE Ribat

 

BİRİNCİ OTURUM

 

-Giriş

Buna insanın iç ve dış veya beden ruh dengesi de diyebiliriz. Ya da psikolojiyi korumak şeklinde de ifade edebiliriz.

Konuyu üç başlık altında anlatalım. Birinci başlıkta; insanın başına gelenlerin kaynağını,

ikinci başlıkta; başımıza bir felâket, musibet, hastalık, dert, gam, kasavet, problem geldikten sonra bunları nasıl anlamayılız, nasıl karşılamalıyız?

Üçüncü başlıkta; bunları nasıl hafifletebiliriz veya nasıl savabiliriz, bu konuda hangi imkanları kullanabiliriz? Ruh sağlımızı koruyacak Kur’ani tedbirler nelerdir, Kur’an bize nasıl rehberlik ediyor, onu anlatalım.

Herkes hasta olabilir. Herkes sıkıntıya düşebilir, herkes zorluklarla karşılaşabilir, herkes stres sahibi olabilir. Ancak stresin depresyona, onun da şizofreniye varması tehlikelidir.

Stresin tedavisi kolay. Depresyon da zor olmakla tedavi edilebilir. Ama psikoljik rahatsızlık şizofreniye ulaşmışsa onun tedavisi bir hayli zor.

İşin uzmanları depresyonun sebeplerini, görüntüleri ve tedavisini anlattılar.

Ben onların konusuna girmeyeceğim. Elbette hem bedensel hastalıklarda, hem de psikolojik rahatsızlıklarda doktora, uzmana, ilaca, tedaviye, terapiye, psikoloğa, psikiatriye, ameliyata, hava değişimine, rehabilitasyona, daha başka şeylere de baş vurmak, dermanı/şifayı aramak gerekir.

Ancak işin bir de başka boyutu var. Bazı rahatsızlıkların, ruhsal veya psikolojik rahatsızlıkların sebebi görünen şeyler ve teşhisi kolay olmayabilir.

Ben bu derste daha çok tür rahatsızların sebeplerini, önlemenin ve azaltmanın yönlerini, bunlardan korunmanın yollarını Kur’an ekseninde özetlemeye çalışacağım.

Söz konusu edeceğim Kur’ani ilkeler aynı zamanda İslâmî hayatı inşa eden, kulluk görevlerini tamamlayan, ahlâkı güzelleştiren, ruhsal sağlığı sağlayan şeylerin bir kısmıdır.

Allah (cc), Kur’an’ı, insan için bir şifa ve rahmet kaynağı ve yol gösterici kılavuz olarak tanımlamaktadır.

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا ﴿82﴾

Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’an, ancak zararını artırır.” (İsrâ 17/82. Bir benzeri: Mü’min 41/44)

هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿56﴾ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَٓاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَ ﴿57﴾

“Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olan (hastalık) lar için bir şifa, müminler için çözümler sunan) bir yol gösterici ve (iki dünya mutluluğu veren bir ) Rahmet olarak gelmiştir.” (Yûnus 10/57)

Kur’an, şifadır. Ama nasıl ve kimin için şifa olduğunu yine Kur’an’dan, Peygamber’in uygulamalarından iyi anlamak gerekiyor.  

Bilimsel tedavi ve ilaçların yanında, kalbin Allah ile, ibadet ile, insanlık görevini yapmakla huzur bulabileceği konusunu hatırlamak yerinde olur. İlaçlar beden hücrelerini nasıl etkileyip iyileştiriyorsa, Kur’an da kalp ve zihne, duygu ve düşüncelere, tasavvura ve isteklere öyle şifa sağlar. Hayatı düzene koyar, insanı terbiye eder.

Bazı hastalıklar vardır ki tabip neylesin, ilaç neylesin. Bu gibi hastalıkların, dertlerin, ızdırapların dermanı başka yerdedir.

Bazı dertler vardır ki dışarıdan görünmez, içeridedir. İçerideki yarayı kim görebilir, hangi alet tesbit edebilir ki?

Bir şiirde anlattığımız gibi:

“BANA ANNEMİ ÇAĞIRIN

Telaş etmeyin beyler, hele biraz bekleyin

Siz bir kenarda oturun da, annemi çağırın.

Bilemem, bu hicrandan gerçek anlar mısınız

Yüreğinize sorun da, annemi çağırın.

 

Ne olur karışmayın, çektiğim ızdıraba

Ne kadar ilacınız varsa koyun dolaba

Hiç bir faydası olmaz, el basarım kitaba

Hele geriye durun da, annemi çağırın.

 

Geçti zaman, başımda boşuna beklemeyin

Bırakın öyle kalsın, yaramı emlemeyin

Boş verin, ´bu adama ne oluyor?´ demeyin

Dostlar, şöyle buyurun da, annemi çağırın.” (H. K. Ece)

 

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabip

Kılma derman kim helâkım zehr-i dermanındadır” Fuzûlî.

 

Bir türkücü de derdini şöyle anlatıyor:
“Yaş akar gözüm sızlar ne kalır gerisinde
Herkesin bir derdi var durur içerisinde

Doktorlar da ne bilir ciğerin acısını
Cerrahpaşa'ya koydum canımın yarısını” Volkan Konak

“Bazı dertler vardır ki, dermanı kendidir.”

İnsan bir bütün ama, bir bedensel yönü vardır, bir de manevi yönü vardır. Buna isterseniz ruh deyin, farketmez. Var ama tarifi o kadar da kolay değil.

İnsan bedeninin görünen ihtiyaçları var. Bunlar yeterince karşıoılanmazda veya bedende bir dengesizlik olursa doktor, ilaç, tedavi; tamiri, düzeltilmesi mümkün.

Görünmeyen iç dünyamızın da ihtiyaçları var. Onun dengesini de bu ihtiyaçlar sağlar.  Onun dengesi bozulursa, bedeni düzelten maddeler, onu düzeltmez. İç dünyamızın ihtiyaçları da farklı, dermanı da farklı.

İnsanların içinde bulunduğu gam ve kedere, hüzne ve üzüntüye, bunalım ve streslere, yani psiklojik dengesizliklere bir de bu açıdan bakmak gerekir.

 

  • BİRİNCİ OTURUM

İnsanın başına gelen olumlu ve olumsuz şeylerin, karşımıza gelenlerin üç kaynağı vardır:

kendisi,

başkaları

ya da Allah (cc).

 

A-Kişinin karşılaştığı iyi veya kötü şeyler kendi yaptıkları yüzündendir

Yani geçmişte bir şey yapmıştır, ondan dolayı sıkıntı, ceza, huzursuzluk veya benzeri bir şey başına gelmiştir, dengesi bozulmuş, ya da hasta olmuştur.

O zaman o kişinin kimseyi suçlamamsı gerekir. Hata kendindedir. Yapılacak şey hatayı anlamak ve vazgeçmektir. Bir daha aynı hataya düşmemeye dikkat etmektir.

Saadet; neşe, mutluluk, rahatlama, sevinç ve memnun olmaya yönelik bir duygu ve heyecandır. Ki bunu kalbinizde hissedersiniz. Hayatın tadında olması, ya da kişinin içinde bulunduğu durumdan memnun kalması demektir. Yani kişinin kendi yaptığı iyi, doğru ve isbaetli eylemler sonucunda kavuştuğu huzurdur.

Bunun tam tersi de şekâvettir. Bu da kişinin kendi yaptıkları yüzünden mutsuzluğa düşmesi, yaptığı hatalar yüzünden huzursuzluk yaşaması, rahatını kaybetmesi demektir.

Bu birbirine zıt iki durumu kazanmak insanın kendi tercihidir. Kişi isterse saadeti, isterse şekaveti tercih eder.

Din dilinde saadete ulaşan kişilere “said”,

kendi yaptığı hatalar ve işlediği günahlar, içinde bulunduğu isyanlar sebebiyle bedbaht olan, mutsuzluğa ulaşan kimselere de “şakî” denir.

Kur’an bunu şöyle açıklıyor:

وَمَٓا اَصَابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْد۪يكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍۜ ﴿30﴾

 “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ 42/30)

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ اَيْدِي النَّاسِ لِيُذ۪يقَهُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿41﴾

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (Rûm 30/41)

İnsanı iyi şeyleri yapmaya da, kötülük yapmaya da kabiliyetli yaratmasının anlamı da budur.

Kur’an insanın dünyaya ilk gönderilişi bağlamında şöyle diyor:

قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَم۪يعًا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقٰى ﴿123﴾

“Dedi ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık benden size hidâyet geldiğinde, kim benim hidâyetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht (şaki) olmaz.” (Tâhâ 20/123. Bir benzeri: Bekara 2/38)

Rahman olan Allah (cc) vahiyle insanın nasıl yaparsa saadete, hem de iki dünya saadetine ulaşacağını, nasıl “said” olacağını, nasıl yaparsa şekâveti hem de iki dünya şekavetini kazanacağını, nasıl “şakî” olacağını öğretti.

Buna siz istersenin hidâyet ve dalâlet, isterseniz sırat-ı müstakim ve batıl yollar, isterseniz rüş yolu ve cehâlet deyin fark etmez;

“İslâm, saadetin diğer adıdır.”

 

Kendimizden kaynaklanan ve bize zarar veren işlerin bazı sebepleri:

1-İlâhi ahkâmdan yüz çevirmek

İlâhi ahkâm, yani islâmî hayat  insanın dünya imtihanını ve dareyn saadetini kazanması içindir ve Allah’ın rahmetinin gereğidir.

فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِۚ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَٓاءِۜ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿125﴾

“Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir.” (En’am 6/125)

İnanmak ve teslim olmak insanın göğsüne inşirah verir. Zira onun fıtratına uygun olan budur.

Tersi mi?

Âyette söylendiği gibi, dalâlet insanı sıkar, huzursuz eder, içi göğe çıkacakmış gibi daralır. Çünkü tabii olanın dışına çıkmıştır dalâlette olan.

Allah’tan gelen hidâyat ya da hayat proğramı insanın iç dünyasına inşirah, huzur, rahatlık, itminan verir.

Akide bir köke bağlanmayı ifade eder. Akidesi olmayan başıboştur. Başıboş olanlar ise zayıftır, dengesizdir, kararsızdır, nefsin elinde öteye beriye savrulurlar.

Hiç öteye beriye savrulan mutlu olur mu? 

 وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى ﴿124﴾ قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرًا ﴿125﴾

“Her kim de benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyâmet gününde kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ 20/124)

Yani, herhangi bir gerçek anlam ve amaçtan yoksun, manevî planda dar ve kısır; bu durum, sonraki cümlede işaret edildiği gibi, böylelerinin ahiretteki azaplarının da kaynağı olacaktır. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/642)

İlâhi ahkâm insan için mutluluk ve imtihanı kazanma proğramıdır. Bu proğramı uygulamayanlar, kendi hevâsına yani nefsinin arzularına uyan zarar eder, strese düşer.

Dar bir geçimi nasıl anlamalıyız?

Sadece maddi anlamda fakirlik mi, geçim darlığı mı, zengin olmamak mı?

Hayır söylenen bu değil. Bunun da ötesinde sıkıntılı, mutsuz ve doyumsuz bir hayat. Mala, mülke, servete, yüksek gelire rağmen huzursuz bir hayat. Sürekli geçim endişesi, rızık korkusu, aç gözlülük, doymamışlık ve kanaatsizlik olan bir yaşantı.

Geçim endişesi, aç kalma takıntısı olanlar strese girerler, cimri olurlar, tükenecek diye harcamaktan korkarlar.

Dahası var. Allah’ın zikrinden yüz çeviren kimseye şeytan musallat olur.

“Kim, Rahmân’ın Zikri’ni görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur.

Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını sanırlar.

O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışsın! der” (Zuhruf 43/36-38)

Eh, şeytanın musallat olduğu kimse de hata eder, günah işler, yanlış yapar, sapıtır, isyancı, bedbaht, şaşkın ve zalim olur.

Böyle olan kimselerin de mutlu olduğunu, huzur içinde yaşadığını kimse iddia edemez.

 

2-Haramları işlemek:

Aklı başında ve imanlı herkes bilir ki İslâmın haram kıldığı her şey insan için mutlaka zararlıdır. Zaten İslâm faydalı olan şeyi haram kılmamıştır. Emrettiği şeyler de insanın lehindedir.

Hangi harama bakarsanız bakınız, sonucu zarar olarak işleyene döner. Adam öldürmekten, yalana kadar, zinadan hırsızlığa kadar, zulümden hak yemeğe kadar hepsi.

Başkasının felâketi üzerine saadet arayanlar yanılır. Her haram -özellikle hak ihlalleri- bumerang gibi geri gelir. Bu da insanda strese yol açar.

Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: “Birr, kalbinin (nefsinin) kendisiyle tatmin olduğu şey, ‘ism’ (gğnah) ise, göğsünü sıkan (seni huzursuz eden) şeydir.” (Müslim, Birr/5, Hadis no: 2553. Buharî, A. b. Hanbel, nak. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s:10)

Eğer mü’min isen günah sana huzursuzluk verir. İnkârcının günahı, zalimin zulmü, âsinin isyanı uzaktan bakıldığı zaman zararsız gibi görünebilir.

Ama Karaman’ın koyunu misâli günahların zararları yavaş yavaş ortaya çıkar.

Mesela, kişi ve toplum haklarını zedeleyen günahları işleyenlere hem diní, hukukí ceza gerekir, hem zarar vermişlerse zarar ödetilir.

Kişi günahı işlemekle kendine zarar verdiği gibi, günahın cinsine göre başkalarına da zarar verebilir. İçki içmek kişinin şahsına zarar verdiği ileri sürülür ama sarhoş bir toplumun sağlıklı olduğunu kimse iddia edemez.

Zinanın zührevi hastalıklara yol açtığı, nesilleri bozduğu, edebi öldürdüğü, insanın değerini azalttığı bilinmektedir.

İnsan, hayvan ve tabiat haklarına saldırının, açgözlülüğün, mal hırsının doğal dengeye zarar verdiği, dünyayı yaşanmaz hale getirdiği açıktır.

Günah işleme anlayışı; her yerde kaosa, huzursuzluğa, felaketlere sebep olur. Günahlar, ilâhí bereketi azaltır, insandaki iyi duyguları köreltir, çirkinlikleri artırır, hakları ihlal eder, rezilliklere ve yıkımlara sebep olur, mü’min kalpleri karartır.

Günahlar, insanları korkuya, şüpheciliğe, dengesizliğe, doymazlığa, utanmazlığa sürükler.

Günah demek aslında "Ruhun ekolojik dengesinin bozulması", tertemiz vicdan sayfasına bir lekenin damlaması demektir.

Dengesi bozulan ruhsal yapı sağlıklı mıdır?

Adına iste stres deyin, ister depresyon, ne farkeder.

 

3-Fıtrata aykırı davranmak

İnsanlar fıtrat üzere yaratılmışlardır. Kur’an insanlari fıtrata, yani tabii olan dine, hayat sekline davet ediyor. 

فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ ﴿30﴾

“Böylece sen, bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde (hak olan) dine çevir ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran (ki,) Allah'ın fıtratında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: bu, sahih (bir) din(in gayesi)dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.” (Rûm 30/30)

İnsan kendi türünün özelliklerine sahiptir. O da diğer varlıklar gibi saf, temiz ve lekesiz bir şekilde doğar. O kendi türünün kabiliyet ve becerilerine, işlev ve rolüne, suret ve biçimine sahiptir.

İnsan kendisi için konulan yasalar ile dünyaya gelir. Bu, aslında insan ile çevresindeki varlıklara hakim olan yasalar arasındaki uyumdur. Çünkü onun varlığını sürdürebilmesi için, içinde yaşadığı doğal çevre ile uyumlu olmak zorundadır.

Doğal yasalar aynı zamanda kâinatın ve insan bünyesinin dengesidir. Dışarıdan bir müdahele olmadığı sürece bu denge uyumlu bir şekilde devam eder.

İnsan bir taraftan mükemmel bir şekilde var olan bu düzenle içiçedir, bir taraftan da kendi içine yerleştirilmiş olan tabii, saf ve beşer özelliğine uygun yasalarla başbaşadır.

Allah (cc) “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım" (Zâriyat 51/56) buyuyor.

İnsanı bu hedef için yaratan Allah’ın, ona bu hedefe gidebilmesi için gerekli donanımı, yeteneği, imkanları vermesi de doğaldır. Fıtrat, bu doğal yeteneği, bu insan bünyesine yerleştirilmiş özelliği ifade etmektedir.

Kişi fıtratına yerleştirilen tabi dengeyi korursa rahat bir hayat sürer. Ama bunun dışına çıkarsa dengeyi bozar.

Fitrata uyum sağlamak ile, kevnî âyetleri okuyup, onlari hikmete uygun kullanmak arasında bir bağ vardır.

 

4-Kevni âyetleri es geçmek, yeterince okuyamamak

Kur’an (kavlî âyetleri) okumak ile, kevnî âyetleri okumak aynıdır.

Daha doğrusu kevnî âyetleri okuyup anlamak, sonra da onlardan hayat için istifade etmek ve hangi amaç için kullanacağımızı bilmek, Kur’an’ı hakkıyla okumaktan yani anlamaktan geçer.

Allah (cc) yerde olan her şeyin insanlar için yaratıldığını söylüyor.

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟ ﴿29﴾

“O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu yedi gök olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bekara 2/29)

İnsan için hazırlanan şeyler de kevnî âyetlerin bir bölümüdür. Öyleyse insan bu nimetlerden meşru bir şekilde faydalanmaya çalışacak. Ancak bunlardan istifade ederken haddi aşmayacak, zulme baş vurmayacak, her şeyi zamanında ve yeteri kadar yapacak. Gereken çalışmayı yapacak. Aksi halde kendisi için hazırlanan bu imkanlardan faydalanamaz. Bundan dolayı da zorluklarla, sıkıntılarla karşılaşır.  

Kevnî âyetlerde yürüyen ilâhi yasalara “adetullah” diyoruz. İnsan aklını, bilgisini ve geçmiş tecrüblerini kullanarak kevnî âyetleri keşfedebilir, onlardan faydalanabilir, alet ve adevat yapabilir. 

Ancak kâinatta geçerli ilâhi yasalara aykırı hareket ederse onlardan faydalanamaz, zarara uğrar.

Mesela, tarlaya bir şey ekmeyen mahsul alamaz. Deniz kenarında balıkla geçinen, zamanında balık avına çıkmayan aç kalır.

Su itiyacı olan sebzeye yeteri kadar su verilmezse istenen ürün alınmaz. Mevcut sebzeyi tarladan veya pazardan alıp yemek yapmayana gökten sofra inmez.

Soğuğa elbisesiz çıkan hasta olur.

Sağlıklı beslenmeyen vücudun dengesi bozulur.

Su yerine zehir içen ölür.

Yeterince uyumayan ayakta duramaz, günlük işlerini verimli bir şekilde yapamaz.

Kışın ortasında açık alanda, buzun üzerinde elbisesiz gecelemek isteyen donabilir vb.

Mü’min, evrende geçerli olan yasaları bilir, tanır, anlarsa; ona göre onlardan faydalanmaya, hayatını kolaylaştırmaya çalışır. Bunun tersini yapanlar, yani kevnî âyetlere ters hareket edenler ise zarara uğrar, hayatını zorlaştırır, sorunlarla karşılaşır.

 

*Bir de “sünnetullah” var. İnsan ve toplumlar hakkında işleyen ilâhi yasa.

Bu kavramın geçtiği âyetlerde anlıyoruz ki, insan ve toplumlar Allah’ın gösterdiği yolda yürümez, O’nun koyduğu sınırları aşarlarsa, asi, haddi aşan, yoldan çıkan, azgın, eşkiya olurlarsa, zarara uğrarlar. Daha dünyada iken ceza alırlar.

Bu ceza –azgın kavimlerde olduğu gibi- toptan helâk olduğu gibi, kişisel ve toplumsal yıkım, huzursuzluk, salgın hastalık, güvensizlik, fitne, kaos, bunalım, musibet ve benzeri şeyler olabilir.

اِسْتِكْبَارًا فِي الْاَرْضِ وَمَكْرَ السَّيِّئِۜ وَلَا يَح۪يقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ اِلَّا بِاَهْلِه۪ۜ فَهَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا سُنَّتَ الْاَوَّل۪ينَۚ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَبْد۪يلًاۚ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَحْو۪يلًا ﴿43﴾

“(Bir de) yüeryüzündeki böbürlenmelerinin ve çirkin entrika çevirme kapasitelerinin... Oysa ki her çirkin entrika sadece onu çevireni çepeçevre kuşatır. Bu durumda onlar, öncekilere uygulanan ilâhi uygulama dışında başka bir şey mi bekliyorlar? Ve sen Allah’ın yasasında (Sünnetullah'ta) bir başkalaşma göremezsin. Evet sen Allah’ın kanununda bir sapma da göremezsin.” (Fâtır 35/43)

Demek ki “sünnetullah”, kendilerine gönderilen paygambere inanmayan, Hakka karşı tuzak kuran geçmiş ümmetlere verilen bir karşılık, onlar hakkında gerçekleşen bir cezadır veya geçerli kuraldır. İtaatsizliğin, Hakka karşı hile kurmanın karşılığı böyledir. Tefsirciler aynı anlamın başka âyetlerde de olduğunu söylemişlerdir. (Kehf 18/55. İsrâ 17/77. Enfal 8/38)

Âli İmran Sûresi 137. âyette çoğul olarak geçen ‘sünen-sünnetler’ ise, bir açıdan sünnetullah’ı, diğer açıdan önceki ümmetlere yapılan uygulamalar veya onlar hakkında gerçekleşen hükümler anlamında tefsir edilmiştir.

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ ﴿137﴾

Sizden önce de nice hayat tarzları (sünen) gelip geçti. Öyleyse gezin yeryüzünü ve Hakikati yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün.” (Âli Imran 3/137)

Sünnetin bu âyetteki vurugusu olumsuzdur ve insanı helâka sürükleyen hayat tarzına işaret etmektedir. Çöküş ve çözülüşle sonuçlanan bu olumsuz hayat tarzı kendisinden önceki olumsuz geleneğin bir uzantısı, kendisinden sonrasının belirleyicisidir. (M. İslâmoğlu, Meal 1/131)

Allah (cc), yarattığı her şeye bir ölçü/yasa koymuştur. Onlar için bir yol çizmiştir. Canlı veya cansız bütün varlıklar konulmuş olan bu ölçüye/yasaya uyarlar.

Göklerin ve yıldızların bağlı olduğu ölçü (kanun) olduğu gibi, göze görünmeyecek kadar küçük varlıkların da bağlı oldukları ölçüler vardır. Her bir varlık, kendisi için konulan düzlemde, kendisine verilen özellikleri gösterir, bir anlamda görevi bitince hayat sahnesinden çekilir.

Evrende olan bütün varlıklar ve olan olaylar arasında bağlantı vardır. Varlıkların sahip olduğu özellikler ve onların bağlı olarak meydana gelen olaylar, Allah’ın onlar hakkında koyduğu ‘sünnettir/yasadır’ denilebilir. 

Ancak ‘sünnetullah’a yalnızca tabiat kanunu demek uygun değildir.

Benzer yasalar kişiler ve toplumlar hakkında da geçerlidir. Şu davranışın sonucu şudur, şu eylemin kazancı ve zararı şu’dur gibi.

Tarlaya tohum atanın ürün hak etmesi, bostanına acı biber ekenin tatlı kaysı meyvesi beklememesi, kaynar su içenin ağzının yanması, yağmurda yürüyenin ıslanması, çalışanın bir karşılık hak etmesi gibi.

Bir başkasına zarar verenin, zulmedenin, işkence edenin aferin değil; eninde sonunda ceza alacağı,

aldatanın günün birinde birileri tarafından aldatılacağı,

ocak södürenin günün birinde ocağının söneceği,

bir mazlumu ağlatanın günün birinde ağlayacağı hakikati gibi.

İnsanı kulluk için yaratan Allah (cc) ona takvayı da, fücuru da öğretmiştir. (Şems 91/7-10)

İnsan kendisine verilen bu seçim hakkıyla hem ‘ıslah’ edebilir, hem de ‘ifsad’ edebilir.

“Rüşd/aklı başında olma” yoluna girebildiği gibi “ğayy/sapıtma” yoluna da girebilir.

Bu denemenin sonucu olarak insan, yaptıklarını karşılığını alır. İnsana yaptıklarının karşılığını göstermek, ona hak ettiğini vermek; yahutta dünya hayatında seçtiği yolun sonucunu ona göstermek Allah’ın sünnetidir/yasasıdır.

قُلْ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ يَنْتَهُوا يُغْفَرْ لَهُمْ مَا قَدْ سَلَفَۚ وَاِنْ يَعُودُوا فَقَدْ مَضَتْ سُنَّتُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿38﴾

“İnkârda ısrar edenlere, eğer (inada) bir son verirlerse geçmişte yaptıklarının bağışlanacağını söyle. Yok eğer bildiklerini okumaya devam edeceklerse, geçmişte benzerlerinin başına gelenleri sakın (unutmasınlar).”  (Enfal 8/38)

Yani, “eski çağlarda yaşamış olan toplumların örneği (sünneti) nasıl vuku buldu”: ahlakî ve manevî gerçekleri inatla görmezlikten gelip inkâr eden toplumların başına gelmiş olan ve gelmesi mukadder olan felaketlere işaret ediliyor. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/330)

Demek ki hata, cürüm, suç nasılsa, onun karşılığı da öyle olur. Tarihte herkes hak ettiğini kişisel ve toplumsal olarak aldı ise; bugün de ve gelecekte de yine herkes hak ettiğini ilâhi adaletin gereği olarak alacaktır.

Bu öteden beri Allah’ın kişi ve toplum için onların amalleri hakkında koyduğu yasadır.

“Andolsun, eğer münafıklar, kalplerinde bir hastalık bulunanlar ve Medine’de kötü haberler yayıp ortalığı karıştıranlar (tuttukları yoldan) vazgeçmezlerse, elbette seni onların üzerine gitmeye teşvik edeceğiz.

Onlar da (bundan sonra) orada lânete uğramış kimseler olarak seninle pek az süre komşu kalacaklardır. Nerede bulunurlarsa, yakalanırlar ve yaman bir şekilde öldürülürler.

Daha önce gelip geçenler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Allah’ın kanununda asla değişme bulamazsın.” (Ahzab 33/60-62. Sünnetullah için bkz: Ahzab 33/38. Fetih 48/23)

 

6-Hikmetten ayrılmak:

Hikmet’ sözlükte, kötülükleri ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmek, gerçeği yakalama noktasında ilim ve akılla hareket etmedir.

Hikmet, Allah (cc) açısından, eşyanın bilinmesi, tutarlı ve anlamlı bir şekilde icad edilmesi; kul açısından ise, varlıkların bilinmesi ve hayırlı iş yapılmasıdır.

‘Hikmet’ sözde ve işde en iyiyi yakalamak veya olması gerekeni idrak etmektir. Doğru bir karar, isabetli bir sonuç, tutarlı ve sağlam bir hareket tarzı, bir şeyin faydalı hale getirilmesi hikmettir.

Bir şeyi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve ondan doğacak bütün tehlikeleri savmayı göze alarak yapmak demektir.

Bir işin gereği ne ise ona göre davranmak demektir.

Allah (cc) her şeyi hikmetli olduğu için O el-Hakîm’dir. Kullarından faydayı celbetmek, zararlardan kurtulmak ve hayra ulaşmak için onların da hikmetle davranmalarını istiyor.

Hikmet, hem ilimdir, hem de isabetli, tutarlı iş yapmadır.

Ahlâkın meşru temeli doğru ve kesin bilgidir. Bu bilgiye sahip olan kişi de ‘hikmete’ sahip kimsedir. Yeterli ve doğru bir araştırma ve tefekkür kişiyi doğru bir hükme varmaya, dolayısıyla hikmete göre iş yapmaya götürür.

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“Yalnız iki kişiye gıpta edilebilir: Bir adam ki Allah (cc) kendisine hikmet vermiştir, o adam bu hikmet gereğince hareket ediyor ve onu başkalarına öğretiyor ve bir adam ki Allah (cc) kendisine mal vermiştir, o da malı Hakk yolunda harcamaya koyulmuştur.” (Müslim, S. Musafirîn/267 no: 815. Buharî, İlim/15. Nesâî, nak. İbni Kesir, 1/242)

Kur’an, ‘hakîm’ bir kitaptır. (Yâsîn 36/2. Lukman 31/2) O, her işi ‘hikmet’li olan ‘el-Hakîm’ bir Allah’ın hikmet sergileyen, her şeyi hikmet olan kitabıdır.  (Ece, H. K. İsâmın Temel Kavramları, s: 269)

Kur’an şöyle diyor:

يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِيَ خَيْرًا كَث۪يرًاۜ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ ﴿269﴾

“Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz hikmet verilene sonsuz ve bereketli bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt-alıp düşünmez.” (Bekara 2/269)

Hikmet akıllı, düşünerek, teenni ile, tedbirli davranmaktır. Her işin sonunu hesaba katarak basiretle ferasetle hareket etmektir.

Hikmetle iş tutmak, insana faydalı olabilecek her işi yerli yerinde, zamanında, hem de yeteri kadar yapabilmektir.

Buna göre işlerini hikmetle göremeyenler hata yaparlar, yanılırlar, zarara uğrarlar.

Çok hata, çok yanılgı, çok zarar da insanı manen rahatsız eder, psikolojisini bozar.

 

7-Zulmetmek (eşyayı ait olmadığı yere koymak)

‘Zulüm’, karanlık olan yolu, gidişi, anlayışı benimsemektir.

Allah’a ait ilâhlık hakkını başkasına vermektir.

Haklının hakkını vermeyip, ona haksızlık yapmaktır.

Sapıklığı, isyanı, nefse uyup da azmayı seçmedir.

Eldeki servet ve iktidarla şımarıp insanlara baskı uygulamak, onların haklarına ve hürriyetlerine tecavüz etmektir.

Adalet eşyayı ait olduğu yere koymak ise, zulüm, hakkı yerli yerine koymamak, yer ve zaman, nitelik ve nicelik olarak yanlışlık yapmak ve sapkınlığa düşmek, az veya çok tecavüzde bulunmaktır.

Bu anlamda zulmün karşıtı adalettir. Adalet ise, her şeyi yerli yerine koymak, her şeyi yerli yerinde yapmak demektir.

Kömür ısınmak veya ısıtmak içindir. Bir insanın kömür yemesi bedenine zulümdür.

Bir kimsenin bir miktar yemesi bedeninin ihtiyacıdır. Bir kimsenin da abur cubur yeyip iri çuval gibi olması, boyuna göre aşırı kilo alması bedenine zulümdür.

Bir kimsenin ihtiyacı için evlenmesi güzeldir, yerindedir, fıtrata (yaratılışa) uygundır. Ama bir kimsenin bu ihtiyacı için İslâmın ğayrı meşru’ dediği zinaya başvurması zulümdür. Zira ihtiyaç şey’ini yerine koymamış, tabi yoldan karşılamamıştır.

Zulüm, varlık düzeninde bozulmaya yol açan faaliyettir. Toplum ve kâinât dengesini insan eliyle meydana getirilen zulüm bozmaktadır.

Allah’ın emanetini yüklenen insan, bunun gereğini yerine getirmediği için zalim ve cahildir. (Ahzab 33/72)

Zalim ve cahil olan kişilerde kendilerine zarar verecek, psikolojik dengelerini bozacak işler yaparlar.

 

8-Tecrübelerden ders çıkarmamak

KISSADAN HİSSE

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!

Beşbin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

“Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” (M. Akif Ersoy)

İsterseniz burada “tarih” yerine “hayatı”, ya da “tecrübeyi” koyun. Aynı kapıya çıkar.

İnsan geçmiş olaylardan, kendi yaşadıklarından, yanıbaşındaki tanıdıklarının başına gelenlerden ibret alsaydı, aynı hataya düşer miydi?

Aynı yanlışlar, aynı akılsızlıklar, aynı cahillikler yapılır mıydı?

Kişi birini görüyor, kumar oynuyor, gelirini kumara yatırıyor. Sonuç hiç bir kazancı yok. Ama mutlaka bir sürü zararı var. Evli barklı, çoluk çocuk sahibi ise hepsi perişan oluyor. Bir başkası bunu bildiği halde o da yapıyor. Ya da bunu yaptıktan sonra zarara uğradığını, kendini ve ailesini mağdur ettiğini gördüğü halde aynı hatayı yapmaya devam ediyor.

Görüyor ki biri uyuşturucu kullandı. Aklı zayıfladı, sağlığı gitti, Kliniğe yatırıldığı halde normal hayata dönemedi. İnsanlık görevlerini yapacak hali kalmadı. Kendisi de perişan, ailesi de, çevresi de. Bir başkası bundan ders çıkarmıyor. Aynı tuzağa o da düşüyor.

Birisi uyuştucu ticareti yapıyor. Çok kazanacağını sanıyor. Günün birinde yakayı ele veriyor. Ceza alıyor, bir çok şeyini kaybediyor. Hapse giriyor, akıllanmıyor, çıkınca yine yapmaya devam ediyor.

Adam yanında koho koho diyerek, ciğerleri sökülecek tarzda öksüren birini görüyor. Ya da kendisi böyle öksürüyor. Sigaradan olduğunu biliyor. Sigaradan kansere yakalananı, ciğeri çürüyeni, bacağı kesileni, böbrekleri devre dışı kalanı, yani zehirlenenleri biliyor, kendi zehirleniyor. Ama aldırış etmiyor. Devam diyor.

Adam içki içiyor, hem de aşırı. Sonra bu yüzden pek çok zarara uğruyor. İçkinin vücuduna verdiği zararı bizzat yaşıyor. Ama yine içmeye devam ediyor. İşin garibi onun bu halini içkiye yeni başlayanlar görmüyorlar, bu tecrübeden ders çıkarmıyorlar. Yola devam diyorlar.

Bu ve benzeri yanlışlar yüzünden hasta olanlar, hapse girenler, ailesi yıkılananlar, işini, şerefini, kişiliğini kaybedenler, strese girenler, depresyon geçirenler; onlara bakanlara ibret vermiyor. Ya da kendi yaşadıkları aklını başına getirmiyor. Yola devam diyor.

Adam başkasının hakkını yiyerek geçiniyor. Hırsızlık, sahtecilik, dolandırıcılık, tehdit yoluyla, gasp ve işgal yoluyla, rüşvet  aracılığıyla. Ancak günün birinde ya yakayı ele veriyor, ceza alıyor, ya rezil oluyor, ya işini kaybediyor, ya  insan içine çıkamaz oluyor, ya kötü, hırsız, güvenilmez diye parmakla gösteriliyor, ya da hakkını yediği kişiler tarafından hallediliyor. Bazıları da kafayı sıyırıyor, hasta oluyor, anormal bir hayat yaşamaya başlıyor.

Ama ne kendisi, ne de bunu gören bazıları aklını başına almıyor. Yola devam diyor.

Kişi gıybet ediyor, rastgele onun bunun aleyhine konuşuyor, dedikodu yapıyor. Sonra onun dedikleri duyuluyor. Ya da lâf taşıyanlar duyduklarına biraz da kendileri katarak, hatta kötü yorumlayarak başkasına aktarıyorlar.

Sonra, sonra kıyâmet kopuyor. Kardeşlerin arası, komşuların arası, akrabaların arası, hatta cemaatlerin arası açılıyor. Kavgalar oluyor, hatta eller silahlara gidiyor.

Bir başkası bunu görüyor. Acı tecrübelerden ders çıkarmıyor, benzerini kendisi de yapmaya devam ediyor.

Arkadaş geçen sefer kırmızıdan geçtin, araba kullanırken telefonla konuştun, yanlış yere parketten, hız sınırını aştın. Şu kadar ceza ödedin. Yahu yapma bir daha, yazık değil mi parana?

Bizim ki akıllanmıyor, aynısı gene yapıyor. Sonra da kahrolsun hollanda polisi diyor.,

Kur’an geçmiş toplumların ve kişilerin hataları sebebiyle başlarına gelenleri anlatıp, bizi uyarıyor. Bakınız aynısını siz de yaparsanız, siz de onların kazandığını aynen kazanırsınız, onların başına gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelir diyor.

Demek ki tarih tekerrür ediyor.

Yahu arkadaş sen geçen sefer şöyle yaptın da, ya da yapman gerekeni ihmal ettin de şöyle bir zarara uğradın. Bunaldın, huzursuz oldun, depresyona girdin. Şükür ki bundan kurtuldun, ee, bir daha aynı şeyleri yapma, yapman gereken şeyleri de zamanında ve yerinde yap ki aynı zarara düşmeyesin. Tamam mı?

Şu arkadaş, şu akraba, şu kişi depresyon hastası. Bundan dolayı huzursuz, mutsuz, hayatı altüst. Yazık ki yazık.

Peki o kişi neden bu rahatsızlığa yakalandı. Şu şu sebeplerden dolayı. Mesela, kocasının aşırı eziyetinden dolayı bir kadın, ailesinin yanlış davranışlarından veya ilgisizliğinden dolayı şu genç depresyon geçiyor. Bu nedenle tedavi oldu, oluyor. Demek ki sen o sebepleri biliyorsun?

Öyleyse sen aynısını yapma. Öyleyse sen de başkasının depresyona girmesine sebep olma.

 

9-Hevâya uymak

Bu kavram nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır.

Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke sevkeder. Kendisinin her arzusuna uyulan hevâ da kişiyi hataya ve yanlışa zorlar, günaha sürükler; hayatını berbat eder, cehenneme çevirir. Kimbilir psikolojisi bozulur, strese uğrar, depresyona düşer. Öldükten sonra da Cehenneme gitmesine sebep olur.

İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına ‘hevâ’ denilmektedir. Nefsin istekleri, meşru arzuları, normal yoldan karşılandığı zaman hata değil sevap bile sayılır.

Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu isteklerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil, nefsin aşırı istekleridir.

Kişi nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir.

Ancak nefsi bir takım istekleri vardır ki bunlar ihtiyaç değil, hata ve günah sebebidir. Nefsin aşırı isteklerine uymak bir noktadan sonra Rabbin ölçülerine aldırmaması anlamına gelir.

Bu şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir şeydir.

Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa, görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir.

Bir kimse Allah’tan gelen ilme-vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa bu nefis doğru yoldan azan bir nefistir ve o kişi hevâ’sına uyuyor demektir.

Buna göre nefsin meşru isteklerini karşılamak insanın görevi, hevâya uymak ise hata, günah, sapıklık, isyan ve azgınlıktır.

Yeryüzündeki bütün günâhların, bütün şirklerin, bütün kafirliklerin sebebi hevâ’ya uymaktan ileri gelir.

Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibadet fiilini yerine getirirken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer akıl Allah’tan gelen ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isabetli karar verir. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o aklın sahibi kesinlikle yanılacaktır ve hevâ’sına uymuş olacaktır.

Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi heva’sını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir.

Kur’an-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor:

اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُۜ اَفَاَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَك۪يلًاۙ ﴿43﴾

“Gördün mü hevasını (arzularını-isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” (Furkan 25/43)

Böyle kimseler, canlarının isteğinden başka kutsal bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bencildirler, kibirlidirler, hatta ahmaktırlar. Peşine düştükleri arzuları da çoğu zaman, normal bir istek değil, canlarının istediği kuruntulardır.

Böyleleri için hak, hukuk, adalet, birincil derecede önemli esaslar değildir. Bu nedenle, öncelikle kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar.

Bunlar, hakkı ve gerçeği kabul etmezler ama, keyfiliği hayat anlayışı olarak alırlar.

“Şimdi sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz yine öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (Câsiye 45/23)

 

10-Gaflet, ihmal, unutkanlık, aldırmamazlık

Şurası kesindir ki insanın hayatında kendisi için serbest bir alan belirlenmiştir. Burada herkes kendi hayat hikâyesini kendi eliyle yazar. Şûrâ 42/30. âyeti tekrar hatirlayalim.

“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.”  

Bir yanlış yapıyorsa problemle, zararla karşılaşması kaçınılmazdır.

Bazı musibetler, zorluklar, hastalıklar, üzüntüler, stresler kendi hatalarımız, kendi düzensizliklerimiz, yanlış seçimlerimiz, yanlış uygulmalarımız yüzünden meydana gelir.

Bundan dolayı böyleleri mutluluğunu kaybeder, hüzne düşer. Düşer de kendisi sebeplerini araştırmak yerine bunun bir kaza, bir alınyazısı olduğunu düşünür.

Kanunları çiğnemek, tembellik, dikkatsizlik, haram ile helâlin, yasak ile serbest olanın, faydalı ile zararlının arasını ayıramamak, vs. .

Bazen hak isteriz ama görevlerimizi tam yapmayız, bir şeyler bekleriz ama üzerimize düşeni ihmal ederiz. Gayret ve çabamızı kaybederiz.  Bazen acele ederiz, bazen de geç kalırız. Ancak her şeyin zamanında yapılması gerekir.

Bilmeliyiz ki  ne zaman sınırları aşarsak, kurallara uymazsak, randevülerimize/ anlaşmalarımıza uymazsak zarar ile karşılaşırız.

Mesela; trafik cezası alıyoruz. Ceza mektubunda açıkça yazıyor, zamanında ödenmezse ceza şu kadar artar, ikinci artırma şu kadar. O da belirlenen vakitte ödenmezse deurwaarder'a gider. Mesela 100 euro, 1. Verhoog 140, 2. Verhoog, 220. Ödenmedi. Deurwaarden bir mektup: 679 euroyu şu tarihe kadar ödemezsen evine haciz gelecek, ya da maaşına el konulacak.

Yine aldırmadın. Maaşına ale konuldu, ya da eşyaların satışa çıkarıldı.

Sonra sinir, öfke, sisteme hakaret, belki de sövüp savmalar. Hele bir de evin eşyaları satılırsa; stres, kafayı yeme, deli olma... arkadan gelir.

Kimin hatası?

İnsanın başına kendi hatası ve ihmali sebebiyle bir zorluk, sıkıntı, belâ geliyorsa otursun kendi nefsini suçlasın ve kendini düzeltsin.

Adam, evini uçurum kenarına yapmıştır. Evi göçtüğü zaman bu felaketin faturasını kimseye yüklememeli.

Burada Uhud örneği hatırlanabilir.

Bazıları başına gelen musibetlerin hepsinin başkaları yüzünden olduğunu düşünürler. Üçüncü şahısları suçlayarak teselli bulurlar, ya da hatalarını kendilerinden saklamaya çalışırlar. Bunun doğru olmadığı açıktır. Kendi hatasını veya ihmalini görmeyen, sürekli başkasını suçlayan ne düzelir, ne de kolayca tedavi olur.

Şu hikâyeye bakalım:

ADAM VE KARISI 

Adamın biri artık karısının eskisi kadar iyi işitmediğini ve artık işitme cihazına ihtiyaç duyduğunu düşünmüş.

Ona nasıl yaklaşması gerektiğinden emin değilmiş. Bu durumu konuşmak için aile doktorunu aramış. Doktor adamın karısının ne kadar duyduğunu anlayabilmesi için basit bir yöntem önermiş.

-"Yapacağın şey şu, karından 40 adım ileride dur, normal bir konuşma tonuyla bir şeyler söyle; eğer duymazsa 30 adım ilerisinde aynı şeyi tekrarla, sonra 20 adım; cevap alana kadar aynı şeyi tekrarla"

O akşam karısı mutfakta akşam yemeğini hazırlarken adam işlemi uygulamaya koymuş. 40 adım uzaklıktan karısına normal bir konuşma tonuyla seslenmiş.

- "Hanım bu akşam yemekte ne var?" Cevap yok.

Mutfağa biraz yaklaşmış. Mesafeyi 30 adıma indirmiş ve soruyu tekrarlamış.

-"Hanım bu akşam yemekte ne var?" Gene cevap yok.

Mutfağa biraz daha yaklaşmış, mesafe 20 adım ve tekrar sormuş.

- "Hanım bu akşam yemekte ne var?" Hâlâ cevap yok. Adam mutfağın kapısına gelmiş artık mesafe iyice azalmış ve soruyu tekrarlamış.

- "Hanım bu akşam yemekte ne var?" Gene cevap alamamış.

Bu sefer karısına iyice yaklaşmış ve aynı soruyu tekrar sormuş.

-"Hanım, bu akşam yemekte ne var?"

-"Bey, beşinci defadır aynı cevabı veriyorum ya, tavuk, taavuuk, taaaavuuuuuk."

Hikâyenin ana fikri:

Belki de genelde düşündüğümüz gibi problem daima karşımızdaki kişilerde olmayabilir. Problemlerin sebebini biraz da kendimizde aramalıyız.

 

B-İnsanın başına gelen şeyler üçüncü şahıslar tarafından olabilir

Kişiliğini Kur’an’ın inşa ettiği mü’min, zulmeden, hak yiyen, rahatsız ve bîzar eden, huzursuzluk çıkaran; kısaca o eşrar (şerli) ve eşkıya (bedbaht olan ve bedbahtlık veren) değildir.

Tam tersine hayırhâhtır; yani insanların hayrını düşünür, insanların hayrına çalışır. Bu durum da ona mutluluk, huzur verir, sevap kazandırır.

Kişi baskaları ve şeytanın yüzünden, yani onların yanlışları, kandırmaları, fitneleri sebebiyle zarara uğrayabilir, rahatsız edilebilir, haksızlığa uğrayabilir.

Kişinin başına başkalarının hataları ve haksızlık yapmaları sebebiyle bir sıkıntı geliyorsa, o elinden geldiği kadar meşru araçlarla, kendisine zarar vermeyecek, yani daha büyük zarara yol açmayacak bir şekilde onunla mücadele eder.

Edemiyorsa intikam almaya kalkmaz, sabreder. Allah’tan yardım ister. Zira bilir ki alacaklıdır. Allah (cc) bir gün mutlaka hakkını ondan alıp kendisine verecektir. İster bu dünyada isterse öteki dünyada.

Âhirete alacaklı gitmek borçlu gitmekten iyidir.

Her ikisi de iyi değildir ama mazlum olmak ile zalim olmak arasındaki tercihte mazlum olmak zalim olmaktan yeğdir.

Kur’an insanlar birbirlerina karşı tutumları açısından imtihan edildiklerini söylüyor.

وَمَٓا اَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّٓا اِنَّهُمْ لَيَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَيَمْشُونَ فِي الْاَسْوَاقِۜ وَجَعَلْنَا بَعْضَكُمْ لِبَعْضٍ فِتْنَةًۜ اَتَصْبِرُونَۚ وَكَانَ رَبُّكَ بَص۪يرًا۟ ﴿20﴾

“(Ey Muhammed) Biz senden önce de yiyip içen, çarşıda pazarda dolaşan (ölümlü) insanların dışında kimseyi elçi olarak göndermedik. (Böyle yaparak ey insanlar), kiminizi kiminiz için fitne-sınama vesilesi kıldık (ki), sabredecek misiniz? (Bunu kendiniz de göresiniz; yoksa) Allah zaten her şeyi olduğu gibi görmektedir.” (Furkan 25/20. Ayrıca bkz: Mümtehine 60/5) 

Bu âyet; yalnızca peygamberler değil; her insanın toplumsal varlığı ile diğer kimseler için, onların ahlâkî tercih ve kavrayışlarının ortaya çıkmasını sağlayan bir deneme aracı olduğuna işaret etmektedir.

Buna göre âyete şu anlamı vermek yanlış olmayacaktır: “Sizin hepinizi birbiriniz için bir imtihan vesilesi kıldık.” (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/730)

Bu âyet şunu da haber veriyor: Demek ki insanlara arasındaki ilişkiler gelişigüzel yürütelemez. Bu ilişkiler belli insanî ve ahlâkî kurallara dayanmalı. Bu kurallara uymak kişisel çıkarları bir tarafa bırakıp hak ve adaletle davranmayı öngörür. Bu da sabrı ve fedakârlığı gerektirir. (Heyet, Kur’an Yolu, 4/134)

Ayrıca inkâr edenlerin müslümanlara karşı tavırları bir fitnedir. Böylece müslümanların İslâm’a bağlılıkları denenmiş olur. 

 

C-Kişinin başına gelen Allah’tan olabilir.

İnsan bazen kendi iradesi olmadan bazı işeylerle karşılaşır. Bazı şeylerden mahrum kalır, bazı sıkıntılara uğrayabilir. Allah (cc) kullarının nimetle denediği gibi zorluklarla da denebilir. Burada kişinin hiç bir dahli yoktur.

Bu gerçeği bilen mü’min isyan etmez, esef etmez, ah vah etmez. Bilir ki Allah’ın kendisi için takdir ettiğinde mutlaka bir hayır vardır.

İlâhi belâ ve musibetlere sabreden şükretmiş olur, şükreden kulluk yapmış olur, kulluk yapan imanının gereğini yapmış olur.

İmanın gereğini yapmak da mutluluktur, huzurdur.

İlâhi belâlar ve fitneler

ya bir uyarıdır,

ya denemedir,

ya keffârettir,

ya da daha çok sevap kazanma sebebidir.

Allah (cc) kuluna bir sıkıntı, yük, musibet, zorluk, daha doğrusu kulun hoşlanmadığı bir şey verdiği zaman onu mutlaka sevap, günahlarına keffâret, daha çok sevap olarak ona geri öder. Tabir caizse Allah kuluna borçlu kalmaz.

Hastalık, felaket, kaza, âfetler, ihtiyarlık, elden ayaktan düşmek, özürlü/engelli olmak birer musibet mi? Evet.

İnsan bunlarla karşılaşır mı? Evet.

Bunlardan dolayı stres olabilir mi? Evet

O zaman soru şu: Bunları nasıl okuyacağız, nasıl değerlendireceğiz?