Endülüs fatihi Tarık ibnu Ziyad ve Endülüs'ün (İspanya'nın) fethi hakkında bir seminer

Hüseyin K. Ece

26 Ekim 2008

Selam-Dortmund

 

Giriş

 

a-Endülüs neresi

Endülüs, İspanya'nın güneyindeki şimdiki 7 eyaletten birinin adıdır.

Bizim tarihimizde ise 8 yüzyıl yaşamış bir medeniyetin adıdır.

Kuruluşundaki azim ve kararlılığın, yaşayışındaki medeniyet ve ihtişamın, yıkılışındaki tefrika ve hüznün adıdır Endülüs..

Muhammed İkbal, Salih bin Şerif, Yahya Kemal ve Mehmet Âkif gibi, müslümanların dertlerini kendisine dert edinmiş nice bağrı yanıklar, ağıtlar yakmış Endülüs için.

Müslümanlar, kısa zaman içerisinde İspanya'da muhteşem bir medeniyet kurdular. İkiyüzbin hanelik ve bir milyon nüfuslu Kurtuba şehrinde 80.000 saray ve konak, 600 cami, 80 mektep, 50 hastane, 900 hamam, 600 han yapılmıştı.

Yalnız Kurtuba Kütüphanesi'nde 600.000 cilt kitap toplandı. Bunların kataloğu ise 44 cilt tutuyordu.

İlmî gelişmeler öylesine ilerlemişti ki, dünyanın her tarafından, öğrenim yapmak için Endülüs'e talebeler geliyordu. Pek çok Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyan asıllı öğrenciler Endülüs Üniversitelerinde eğitim görmüşlerdir.

Bu öğrenciler ülkelerine döndüklerinde yeni kurulan üniversitelerde hoca oluyorlardı. Endülüs ve Sicilya'da gördükleri İslâm medreselerindeki mîmarî üslûp, ders programları, öğretim metotlarına uygun olarak bu üniversiteleri genişletip sayılarını çoğalttılar.

Fransa'da Bologne, Montpellier ve Paris Üniversitesi; İngiltere'de Oxford, Almaya'da Köln Üniversiteleri İslâm medreselerini takliden; İslâm ilim, kültür ve medeniyetinin Batı'ya aktarılması gayesiyle kurulmuş okullardır.

Rönesansın, dolayısıyla bugünkü Avrupa ilim ve tekniğinin temelinde, Endülüs Medeniyetinin büyük katkısı vardır.

Toplumsal yaşam açısından bakıldığında, belli haklar ve sorumluluklar çerçevesinde, Müslümanlarla Müslüman olmayanların, müşterek bir coğrafya üzerinde ve tek bir devlet çatısı altında, birlikte yaşayabilecekleri anlayışına dayalı yeni bir sosyal model uygulanmıştı.

Yerli halka;
- Can ve mal emniyetlerinin sağlanacağı,
- Dinlerini yaşama ve muhafaza konusunda güçlükle

karşılaşmayacakları, dinlerini terke zorlanmayacakları, dinlerinden dolayı kınanmayacakları, mâbetlerine zarar verilmeyeceği,

- Hür olarak yaşamaya devam edecekleri, yani köleleştirilmeyecekleri,

- Ailelerin parçalanmasına yol açabilecek tasarruflarda bulunulmayacağı,

- Kendi aralarındaki mesele ve ihtilaflarda kendi hukuklarını tatbik hakkına sahip olacakları, taahhüt edildi.

Halk, kendilerine tanınan bu haklar karşılığında, tespit edilen miktardaki senelik vergilerini ödeyecek, ayrıca düşmanla işbirliği içine girmeyecekti.

M.S. 711 yılında Afrika'dan kendi adını verdiği Cebel-i Tarık Boğazı'ndan 7000 askeri ile Avrupaya geçen ve geri dönmemek için geçtikten sonra kendi gemilerini yakan, Arap komutan Tarık Bin Ziyad, İber Yarımadası'na ayak bastığında; ortaçağ karanlığına gömülmüş Avrupa'ya medeniyet ışığını da beraberinde getirdiğini, hiçbir Avrupalı tahmin edemezdi. Tıpkı, ticaret gemisi sandıkları gemilerle gelen bu tüccar kılıklı insanların, aslında birer asker olduklarını, kendi gemilerini niçin yaktıklarını anlayamadıkları gibi...

Kısa sürede İspanya'yı baştan başa fetheden muzaffer komutanı ancak Prene Dağları durdurabildi. O dönemde Prene Dağları'nı aşabilmeleri mümkün olabilseydi; Fransa'dan başlayarak bütün Avrupa'nın Müslümanların eline geçmesi işten bile değildi. İspanya'da Endülüs Emevileri'nin hakimiyeti çeşitli dönemlerle birlikte sekiz yüzyıl kadar sürdü.

Valiler Dönemi (715-756) olarak adlandırılan dönemden sonra, (756 - 1031) yılları arası Endülüs Emevileri'nin altın çağı oldu, Avrupanın en güçlü devleti olarak tarihe geçtiler.

1031 yılındaki iç karışıklıklar sebebiyle Emevi Devleti yıkılınca, Endülüs siyasi olarak bir bölünme sürecine girdi. Bu süreçte hemen her şehir, bağımsız devletçiklere dönüştüler. Tavaif-i Mülük 'Küçük Sultanlıklar' Dönemi olarak adlandırılan bu dönem 1090 yılına kadar devam etti.

Bu tarihten sonra Endülüs'ün idaresi 1228 yılına kadar, yine Kuzey Afrika'dan gelen Muvahhidler tarafından üstlenildi.

Beni Ahmer Devleti (Gırnata Emirliği 1232 -1492) Muvahhidler idaresinin 1228 de yıkılması üzerine Hıristiyan İspanya Endülüs toprakları üzerinde hızlı bir işgal hareketi başlattı. Kendilerini savunacak gücü kaybeden Endülüslüler güneydeki Gırnata, Malaga, ve Meriyye dışındaki toprakları kaybettiler. 1231 yılında Nasriler sülâlesi elde kalan bu topraklarda bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Bu küçük Gırnata sultanlığı, yürüttüğü siyaset sayesinde iki buçuk asır ayakta kalabilmeyi başardı. Gerek İslâm gerekse dünya mimarisinin en gözde eserlerinden biri olan El-Hamra Sarayı bu döneme aittir.

Üzerine güneşin son ışıkları düşerken aldığı 'nar' renginden ismini alan El-Hamra Sarayı; Günümüzde eğitim düzeyi ne olursa olsun görenleri büyüleyen Endülüs şaheseridir.

1490 senesinde Hıristiyan orduları tarafından kuşatılan Gırnata (Granada) 1492 de yapılan bir anlaşma ile Müslümanların dini ve medeni hakları garanti altına alınması şartı ile teslim oldu. Böylece, İspanya'da sekiz asırdır devam eden İslâm hakimiyeti son bulmuş oldu.

Gırnata sultanlığının yıkılmasıyla beraber İspanya'da Hıristiyan hakimiyetinde çok sayıda Müslüman kalmıştı. 1497 senesinde Katolik kral Ferdinand ve kraliçe İzabella, yaptıkları anlaşmayı hiçe sayarak kalan Müslümanların zorla Hıristiyanlaştırılmasına karar verdiler. Müslümanlar kapalı mekanlara doldurularak üzerlerine vaftiz suyu serpilip artık Hıristiyan oldukları ilan edildi. Kur'an' ı Kerim ve diğer arapça eserler toplatıldı, kütüphaneler boşaltıldı. Avrupa'yı ortaçağ karanlığından, rönesans ve reform hareketlerine taşıyan Endülüs ışığının geride bıraktığı sayısı bir milyon aşan kitaptan kurtulabilen otuz kitabın haricinde bütün kitaplar bu yağmada yakıldı.

Öyle ki, asırlar sonrası, Fransız Fizikçi P. Curie: 'Endülüs'ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olurduk', diyerek hıristiyanlar adına hayıflanacaktır.

Geleneksel kıyafetleri yasaklanan Endülüslülerin, çocuklarına Arapça öğretilmesi yasaklandı. Camiler kiliseye çevrildi. Aksi davrananlar Engizisyon'a sevkedildi. Kimi İspanyol kaynaklarına göre Engizisyon, müslümanlar için üç binin üzerinde ağır ölüm kararı verdi.

Meydanlarda gururla koşturdukları Endülüs'ün şahin duruşlu arap atları ve gülleri haricindeki herşey bu kıyımdan nasibini aldı. Oysa Avrupa kıtası ve özellikle İspanya, Tarık Bin Ziyad'a çok şey borçludur: Avrupa, ortaçağ karanlığına son veren Rönesans ve reform hareketlerini başlatan medeniyet ışığını; İspanya da, barbar kral Vizigot Rodriguez'in zülmünden kurtuluşunu ve en önemlisi günümüzde Dünya'da turizmden en büyük payı alan ülkelerden birisi konumunda olmasını borçludur. Çünkü: İsbiliye'deki (Sevilla) Alcazar Sarayı, Kurtuba'daki (Cordoba) Ulu Cami ve Gırnata'daki(Granada) El-Hamra sarayı, İspanya'da en çok turist çeken yerlerdir ve burada adı geçmeyen yüzlerce eser ile birlikte kendilerine Endülüs'ten kalan mirastır.

b-Yaşadığı ortam/İslâm dünyası

Yezid’in yerine oğlu Muaviye (40 gün) halife oldu. Sonra Hakem b. Eb’l-Âs’ın oğlu Mervan halife oldu (64-65/684-685) Onun yerine de Abdülmelik bin Mervan tayin edildi. (65-86/685-705) O ölünce de yerine oğlu Velid iktidara geldi.  (86-96/705 – 715)

Velid ‘in zamanında Emevî devletinin sınırları genişlemiş, bolluk ve refah artmıştı. Fetihler doğuda Maveraünnehr’e ve Çin ve şimdiki Hindistan hududuna kadar, batıda ise bügünkü Fas’a kadar genişlemişti.

Alınan tedbirler sayesinde halkın hayat yükü hafiflemiş ve kolaylaşmıştır. İmar faaaliyetleri yapılmış, halkın ihtiyaçlarına göre hizmetler verilmeye çalışılıyordu.

Bu dönemde ilim ve kültürün de geliştiğini görmekteyiz. Ancak Emevîlerin yönetiminden hoşnut olamayanlar vardı. Sürekli karaışıklık ve isyan çıkıyordu. Emeviler çoğu zaman bu isyanları kanla bastırıyor, bazen de anlaşarak isyanları önlüyorlardı.

 

c-Kuzey Afrika

Velid b. Abdülmelik iktidara geldiği zaman Kuzey Afrika'da Hassan b. Numan valid idi. Velid, 708'de onu azlederek yerine Mısır valisi Abdülaziz b. Mervan'ın azatlısı Musa b. Numayr'ı getirdi. Güney Araplarından Lahm kabilesine mensup olan Musa'nın babası da zamanında Muaviye'ye yakın kimselerdendi.

Etkin ve disiplinli bir askerî lider olan Musa b. Nusayr, eski vali Hassan'dan devraldığı birliklerle batı Afrikaya doğru yola çıktı. Fazlı kayıp vermeden Tanca'ya kadar ilerledi. Burası, Berberi kabilelerinin merkeziydi. Tanca'nın doğusunda kalan bölgelerde yaşayanlar, büyük ölçüde Müslüman olmuşlardı. Tanca'nın fethi, İslâm'a yönelişi hızlandırıp pekiştirdi. Çünkü o zaman burası berberilerin başşehri ve önemli bir merkezi idi.

Tanca’nın ele geçirilmesi ve halkının müslüman olmasıyla birlikte Kuzey Afrika’ın fethi tamamlanmış oldu.

 

1-Tarık bin Ziyad ve İspanyanın Fethi

            a-Fetihten önce İspanya

İspanya 5. asırda Vandallar tarafından işgal edildi. Buraya Vandalosya dediler. Araplar ise el-Endelus veya el-Cezire adını veriyorlardı.

  1. asrın başlarında Batı Gotları İspanyayı ele geçirip güçlü bir devlet kurdular. Bu devlet müslümanların bu ülkeye gelmelerine kadar devam etti. Ancak yerle halka iyi davranmadıkları için çoğu zaman isyanlar oluyordu. Ağır vergiler vardı, halkın ekonomik durumu iyi değildi. Yönetimden memnun olmayan kesimlerin, özellike yahudilerin müslüamnalara yardımcı olmaları dikkat çekicidir.

701 miladi yılında krallığa Achila getirildi. Ama henüz bir yıl olmadan azledilip yerine Got kralı Rodrik başa getirildi. Ancak yönetiminden memnun olmayanların ve eski kral taraftarlarının muhalefetiyle karşılaştı. İspanya da yer yer isyanlar çıkıyordu. Bu isyanlar ve iç karışıklıklar, baskıcı yönetim, müslümanların fethini kolaylaştıran en önemli etkenlerdendi. 

 

b-Tarık b. Ziyad Kimdir

b1-Aslı,

Yaklaşık 90 yıl hüküm süren Emeviler'in adı bugün de bilinen iki büyük komutanı vardır. Bunlardan biri zulümleri ve katliamlarıyla ünlü Haccac bin Yusuf; diğeri ve daha tanınmış olanı ise Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad'dır.

Tarık, sabah yıldızı, venüs, zühre, Endülüs fatihi, fatih demektir.

Tarık b. Ziyad İslam tarihine damgasını vurmuş, tarihin yüz aklarından biridir. Tıpkı Halid b. Velid, Sad b. Ebi Vakkas, Salahaddin Eyyubî gibi.

İspanya Endülüs’ü fetheden büyük İslam kumandanı. Doğum yeri ve terihi hakkında çeşitli rivayetler bulunmakta, kaynaklarda şimdiki Tunus bölgesinde yaşayan Berberilerden olduğunu söylerler. Bazı kaynaklara göre o Zenata adı verilen bir Berberî kabilesindendi.  İran asıllı azatlı köle olduğunu söylenmektedir.

Musa b. Nuseyr zamanında pek çok arap kabilesi İslâmla şereflenmişti. Tarık b. Ziyad da bu kabilelerden birine mensuptu.

O dönemdeki pek çok müslüman çocuk gibi kıraat, Kur’an ve biraz hadis öğrendi.

Tarık Bin Ziyad, Emevî halifesi Velîd bin Abdülmelik zamanında (705-715) Kuzey-batı Afrika’nın fethi için vazifelendirilen Mûsâ bin Nusayr’ın mahiyetinde Kuzey-batı Afrika fethine katıldı. Savaşta cesaretiyle ortaya, yönetimdeki becerikliliği ile öne çıktı. Musa b. Nasr ondaki ona maharete hayran kalmış, ona güvenmiş ve ona genç yaşına rağmen önemli görevler vermiştir.

 

b2-Yöneticiliği

Mûsâ bin Nusayr, onun kâbiliyet ve cesareti dikkate alarak, emrindeki öncü birliklerin başına komutan tâyin etti. Sonra Berberîlerle yaptığı savaşı kazanınca, onu Tanca şehrine vâli olarak tayin etti.

Belli ki Tarık b. Ziyad  bu görevde başarılı oldu ki onu Endülüsün fethine memur etti. Tarık’ın valilik görevinden ne kadar kaldığını bilmiyoruz.

 

b3-Endülüs’ün fethi hazırlıkları

Kuzey Afrika sahil şeridinde Müslümanlara direnen merkez olarak bir tek müstahkem Mecazu’z-Zukak (Cebelitarık’ın en dar yeri)ın en mustahkem şehri Septe kalmıştı. Bu şehir, Bizans'a bağlı bir vali olan Julien tarafından idare edilmekteydi. Bu sıralarda, İspanya kralı Rodrik, bir ziyaret esnasında, vali Julien'in kızına tecavüz etmiş ve bir husumete yol açmıştı. Septe valisi Julien, Rodrik'ten intikam alabilmek için Musa b. Nusayr'ı, İspanya'ya saldırması konusunda sürekli kışkırtmaktaydı.

Musa b. Nusayr, İspanya'ya girmesi için kendisini ikna etmeye çalışan Julien'in görüşlerine önce ihtiyatla yaklaştı. Bizans valisinin kendilerini kandırmasından ve büyük bir tehlikenin kucağına atmasından korkuyordu. Bu durumu, Velid b. Abdülmelik'e yazarak, onun direktifleriyle hareket etmeye karar verdi. Velid, tedbirli olunması ve acele edilmemesi gerektiğini bildiren cevabi bir mektup gönderdi.

Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr, bir süre sonra, İspanya'nın coğrafî, askerî ve siyasî konumu hakkında bilgi edinebilmek ve anlatılanları test etmek amacıyla 500 kişilik bir askerî keşif birliği hazırladı. Bu birlik, Julien'e ait gemilerle İspanya'ya geçti.

709 yılının sonlarında İspanya'nın güney kesimlerinde yapılan keşiflerde Gotlar'ın savunma imkânlarından yoksun oldukları kanaati oluştu. Kaynaklarda, bu keşif birliğinin, bölgede küçük çaplı çarpışmalara da girdiği ve ganimet dahi elde ettiği de aktarılmaktadır. Bu durum, Musa b. Nusayr'ı İspanya'nın fethi konusunda yüreklendirmiş oldu.

İspanya'daki karışıklıklardan istifade etmek isteyen Musa bin Nusayr,  711 yılında hazırlıklar tamamlanarak, Afrika'nın seçkin askerlerinden oluşan 7 bin kişilik bir ordu hazırlandı. Musa b. Nusayr, bu ordunun başına, Tanca valisi olarak görev yapan azatlısı Tarık b. Ziyad'ı getirdi.

 

b4-Endülüse geçisi,

Tarık b. Ziyad 92 hicri (711m) yılının Şubat ayında Septe kontu Julien’in kandisi için hazırladığı dört gemi ile 7000 kişilik ordusu ile Cebeli Tarık Boğazı'nı geçti.

Gemilerle yola çıkan bu nicelik açısından küçük fakat askerî kabiliyeti büyük ordu, boğazı geçerek, şimdiki Cebel-i Tarık denilen dağlık bölgenin al-Hadra denilen bölgesine yanaştılar. Burası İspanyanın güneyi idi. Müslümanlar el-Buhayra denilen yerden karaya çıktılar. Müfrezelerini parça parça bu dağa yığdı. 

Tarık çok dikkatli hareket etmekte ve askerlerini uyanık ve zinde tutmaktaydı. Temkinli hareket ederek kıyı şeridinde ilerlemeye başlamışlardı.

 

 

2-Fetihleri

a-Gemileri yakması

 

ALLAH'IN ÜLKESİ

Karaya çıkar çıkmaz
Bütün gemileri yaktı Tarık.

Askerleri:
"Çılgınlık senin bu yaptığın
Nasıl geri döneriz şimdi?
Yaktın bütün gemileri
Çaresiz bıraktın bizi!" dediler.

Gülümsedi, kılıcını kavradı Tarık:
"Ne demekmiş geri dönmek,
Yeryüzüdür bizim ülkemiz!
Ve bütün ülkeler
Mülküdür Rabbimizin!"

Muhammed İkbal

 

Birçok kaynakta, Tarık'ın kendilerini taşıyan gemileri yaktırdığı ve bazılarını da Kuzey Afrika’ya geri gönderdiği aktarılmaktadır. Böylece geri dönme ümidini ortadan kaldırmıştı.

Ancak bu gemi yakma olayının zamanı pek belli değil. Acaba karaya çıkar çıkmaz mı, yoksa Rodrik’in çekirge sürüleri gibi üzerlerine gelmekte olauğunu haber alınca mı?

Bu kararlı ve cesur tutumu ile ordusunu büyük mücadeleye hazırladı. İlk şehir olarak deniz kıyısındaki Ceziret’ül-Hadra şehrini fethetti.

 

b-İlk büyük zaferi

Önce 7000 kişilik ordusu ile Seduniye şehrine doğru yürüdü ve zaferi elde etti. Daha sonra Guadalate veya Late ırmağı kenarında bulunan Seviş mevkiine doğru ilerledi. Burada kral Rodrik’in ordusunun haberini güneye doğru yola çıktığı haberini aldı. Bunun üzerine hazırlıklara girişti.

O sırada İspanya’da hüküm veren Vizigot kralı Rodrik kuzeyde; Meblûne şehrinde çıkan bir isyânı bastırmakla meşguldü. Tarık ilk defa (710) da İspanya sahillerine geçince Endülüs valisi Theodemir, durumu İspanya kralı Rodrik’e bildirerek, Arapların niyetlerinin iyi olmadığını haber vermişti. Kral Rodrik de o zaman gerekli hazırlıklara başlamıştı. Sonra da her şeyi bırakarak, büyük bir ordu ile derhâl güneye hareket etti. Tariçiler bu ordunun sayısı ile ilgili 70-90 bin rakamını verirler.

Rodrik’in ordusu her türlü imkâna sâhipti. Yiyecek ve içecekleri bol, her birinin üzerinde kalın zırhlar, yanlarında çeşit çeşit silahlar mevcuttu.

 

  • Bir rivayet daha:

El-Ceziretü’l-Hadra bölgesi halkından müslümanlara esir düşen ihtiyar bir kadın, Tarık b. Ziyad’ı görünce, meydana gelecek olayları önceden birlen bir kocası olduğunu, kendilerine ülkelerine girecek ve orayı ele geçirecek bir komutandan bahsettiğini, buı komutanın bazı özelliklerini belirttiğini söyledikten sonra Tarık b. Ziyad’ı süzerek; “Onun kafası büyük olacaktı, işte sen öylesin. Sol kürek kemiği üzerinde kıllı bir beni olacaktı, eğer öyle bir benin varsa kocamın bahsettiği komutan sensin” diye söylemiş. Tarık gömleğini sıyırınca kadının bahsettiği ben görülmüş. Tarık ve yanındakiler buna çok sevinmişler. (Makkarı, Nefhatü’t-Tîb, 1/109. nakladen İslam Tarihi, İ. Hasan 2/397)

İki ordu, Bekke vadisi denen yere doğru ilerlemeye başladılar. Düşmanın sayıca çok üstün olduğunu fark eden Tarık, bu ordunun karşısında tutunabilmek için vali Musa b. Nusayr'dan yardım istemişti. Tarık'tan daha çok endişelendiği, heyecanlandığı ve aynı zamanda istekli olduğu anlaşılan vali hemen 5 bin kişilik bir takviye birliği daha yola çıkarmıştı.

Askerler arasında korku ve isteksizliğin boy verdiğini fark eden Tarık, onlara güzel ve etkili bir konuşma yapmıştır. Düşman ordusuna herkesten önce daldığı ve büyük bir cesaretle savaştığı, ordusunu yüreklendirmek için de sürekli çaba gösterdiği ve onlara seslendiği bildirilmektedir. Gemileri yaktıktan sonra yaptığı konuşmada geçen şu sözler meşhur ve anlamlıdır. Kaynaklarda farklı metinler yer almaktadır.

Tarık b. Ziyad Allah’a hemdettikten sonra, askerlerini cihada ve şehadete teşvik etti, sonra şöyle dedi:

“Ey insanlar! Arkanızda deniz, önünüzde düşman, nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Bu ikisi yenilemeyecek güçtür. Bu ikisi muzaffer iki asker gibidir. Azlık onlara zarar vermez. Tembellik, ihtilaf, çekememezlik, çoklukla övünme de onlara bir fayda sağlamaz. Vallahi ben içinde olmadığım bir şeyi size emretmiyorum. Biliniz ki bu işe ilk defa kendim başlayacağım...

Eğer ölürsem sakın gevşeklilk göstermeyin, üzülmeyin, aranızda çekişmeyin, sonra dağılır gidersiniz, kuvvetiniz gider. (İmame ve’s-Siyase, İbni Kuteybe, 2/74)

“... Bu adada, alçak ve cimrilerin sofrasındaki yetimlerden daha zavallı olduğunuzu biliniz. Muhakkak ki düşmanınız sizi orduyla karşılamıştır. Silahı, techizatı ve erzakı boldur. Sizin silah olarak kılıçlarınız, erzak olarak da düşamnın elinden çekip alabileceğiniz şeyler var.

Böyle bir durumda olduğunuz halde, eğer ve başarı ve zafere ulaşmakta gecikirseniz, işinizi gerektiği şekilde bitirmezseniz, güç ve kuvvetiniz zayıflar, düşmanınızın kalplerindeki korku cesarete dönüşür... Eğer nefisleriniz için ölümü göze alırsanız zafere ulaşmak fırsatını yakalamak mukhakkak mümkün olacaktır.

Bu ada krallarının damatları ve akrabası olmak helifemiz Velid’i memnun edecek, dinin adını yüceltme sevabından bir pay da ona gidecektir....” (İslam Tarihi, İ. Hasan 1/398)

İki ordu Vadiü Lekke ırmağının yakınında karşılaştı. Araplar buraya Vadiu’l-Bekke derlerdi. Savaş nehri denize dökülen yerin yaknında oldu.

Bir Temmuz sabahı kral iki hayvanın taşıdığı tahtı üzerinde ortaya çıktı. Başı üzerinde mücevherlerle süslü bir gölgelik, etrafında da büyüklü küçüklü bayraklar vardı. (İmame ve’s-Siyase, İbn Kuteybe, 2/74)

Bazı kaynaklarda Târık bin Ziyâd elçiler göndererek şu teklîfte bulunduğu geçiyor: Müslümanlar bu teklifi düşmanlarına her zaman yapıyorlardı.

“Seni ve halkını İslâma davet ediyoruz. Müslüman olursanız kardeşimiz olursunuz, bağrımıza basarız. Kabûl etmezseniz, cizye ve harac vererek canınızı kurtarırsınız. Bunu da reddederseniz, aramızı kılıç düzeltecektir.”

Kral, askerlerinin çokluğuna güvenerek, bu teklîfi kabûl etmedi.

711 Temmuz'unda iki ordu savaşa tutuştu. Müthiş bir savaş başladı. Çok çetin geçen savaşın 8 ya da 10 gün sürdüğü rivayet edilmektedir. Târık bin Ziyâd, akıl almaz bir şekilde savaşıyordu. Çarpışa çarpışa, Kral Roderiche ulaştı. Seri bir kılıç darbesiyle onu yere serdi. Krallarının öldüğünü gören, düşman askerleri, şaşkın şekilde, sağa-sola kaçmaya başladılar. Mücâhidler, kısa zamanda, düşman askerlerinin çoğunu kılıçtan geçirdiler ve bir kısmını da esîr aldılar. 

Sonuçta, Tarık b. Ziyad'ın küçük ordusu, Rodrik'in ordusunu hezimete uğrattı. Bazı kaynaklar kralın kendini ırmağa attığı, boğulduğu ve cesedini  ırmağın Atlas okyanusuna sürüklediğini söylüyorlar.

Müslümanların galip gelmesinin etkenlerinden biri de Vitiza oğullarının kral Rodrik’ten ayrılarak müslümanlara katılmaları olabilir. Zira kendi adamları olan Achila’dan krallığı zorla almıştı. Onlar müslümanların krla Rodrik’in hakkından gelebileceğine inandılar. Savaşta, babalarından kalan arazileri –ki bunlara sonradan safay-ı mulûk’ denilmiş, 3000 malikâneden meydana geliyordu- kendilerine teslim etme şartıyla Tarık bin Ziyad’a yardım etmeye karar vermişlerdi.

Bu büyük zafer, Kuzey Afrika'da ve diğer bölgelerde büyük bir sevinç ve coşkuyla karşılandı. Tarık b. Ziyad'ın adı ve başarısı, övgü ve dualarla anıldı.

Stanley Lane Poole şöyle demiş: “Müslümanların Vadi’l Lekke’deki zaferleri, bütün İspanya’yı müslümanların eline düşürdü. Artık Tarık b. Ziyad, bazı şehirlerdeki zayıf mukavemeti kırmak için ancak az bir çaba göstermeğe ihtiyaç duymuş, fazla zorlanmamıştı. Bilakis İspanya halkı köy köy, şehir şehir ona teslim oluyorlardı.” (İslam Tarihi, İ. Hasan 1/400)

 

c-İspanya’da diğer fetihler

Tarık b. Ziyad, Musa b. Nusayr’a kazandığı zaferler ve elde ettiği ganimetlerle ilgili bir mektup gönderdi. Belli ki azatlıaının bu başarısı Musa’yı kıskandırmış olabilir. Cevabi mektubunda Endülüs’e geleceğini, kendisi gelinceye kadar harekatı durdurmansının, olduğu yerde kalmasını söyledi.

Musa bin Nusayr yerine oğlu Abdullah’ı Kayravan valiliğine getirip hicri 93. yılında 10.000 kişilik bir kuvvetle İspanya'ya geçti.  

Tarık bin Ziyad adamlarıyla görüştükten sonra ortamın müsait olduğunu, şu anda savaşı durdurmanın tehlikeli olduğuna karar vererek harekatına devam etti. Eğer harekata ara verirlirse Gotlar toparlanma fırsatı bulabilir ve karşı hücüma geçebilirlerdi.

Bu sebeple Musa b. Nusayr’ı dinlemedi. Askerlerini üç veya dört kola ayırarark her birini bir bölge üzerine gönderdi.

Muğis b. Haris’i 700 süvari ile Kurtuba’ya gönderdi. Kurtuba’ya bizzat kendisinin gittiği de söyleniyor. Kurtuba halkının çoğu Gotların başkenti Toledo’ya göç etmişti. Muğis yüksek surlarla ve iyi korunan Kurtuba’yı kısa zamanda ele geçirip halkına eman verdi. Bu zafere yerlilerin ve o gece şiddetli yağmurun ve çiğ düşmesinin de yardımcı olduğu söyleniyor. Mesela Kurtuba nehrini geçen müslümanlar soğuktan bir köşeye sinmiş olan İspanya askerlerine ani baskın düzenleyip saf dışı etmişlerdi.

Düşman askerinin yeniden toplanarak büyük bir ordu ile karşı koyarak intikam almaya kalkacağını hesaba katarak, Kurtuba şehri yakınında bulunan İstece kasabasına doğru yürüdü. Burada toplanmaya çalışan düşman ordusunun artıkları üzerine şiddetli bir hücumda bulundu. Onları iyice bozup dağıttı.

Tarık, dörde böldüğü ordusunun bir kısmını Kurtuba, bir kısmını Malaga, bir kısmını da Gırnata ve Elviraye şehirleri üzerine gönderdi. Kendisi de geri kalan kuvvetlerle Vizigotların merkezi olan Tuleytula şehri üzerine yürüdü. Bu şehir gayet sağlam surlara sahip olmasına rağmen teslim olmak mecburiyetinde kaldı.

Bu iki zaferin İspanya’da duyulması, Vizigotların maneviyatını bozdu, cesaretlerini tamamen kırdı. Köy ve kasabalardaki ahâli, büyük bir korkuya kapılarak şehirlere doğru iltica etmeye başladılar.

Endülüs şehirlerinin kolay fethedilmesinde yahudilerin katkıları zikre değer. Zira yerli halk gibi onlar da Rodrik’in yönetiminden memnun değillerdi. Malaga ve Gırnata gibi şehirlerin kolay ele geçmesinde orada yaşayan yahudilerin yardım ettikleri söyleniyor.

Bazı şehirler de kolaylıkla müslümanlara kapılarını açıyorlardı. Mesela Aryula şehri kapılarını müslümanlara açtı. Bunun arkasından Gotların 350 yıllık başkaneti Toledo’nun düşüşü takip etti. Halkın bir kısmı askerlerle birlikte Maride şehrine kaçtılar. Müslümanlar onları oraya kadar takip ettiler. Oradan da Galiçye taraflarına kadar peşlerinden gittiler.

            712 miladi Ramazanında Arap ve Berberîlerden oluşan bir orduyla Endülüs’e geçen Musa b. Nusayr önce bölgenin en mustahkem kalesi Karmona’yı fethetti. Sonra Sevilla (İşbiliye) üzerine yürüdü. Zengin, güçlü ve mamur bir şehir olan Sevilla Musa’ya karşı direndi. Kuşatma üç ay sürdü. Sonunda fetih gerçekleşti. Musa oradan Meride şehrine geçti. Orası da mukavemet gösterdi ama 94 hicri yılın Ramazan ayında fethedildi.

            Musa b. Nusayr’ın fetihleri doğu İspanya’da Barşalûne, içeride Arbune, güneybetıda Kadis, Kuzeyde ise Galicia’ya (Cillikiye) kadar genişledi. Sonra Telbira şehri yakınlarında Tarık b. Ziya ile buluştu. (Bazı kaynaklara göre bu görüşme Toledo’da gerçekleşti.) Musa bin Nusayr buyruğunu dinlemediği gerekçesiyle Tarık bin Ziyad'a askerin önünde büyük hakaretlerde bulundu ve hatta bazı kaynaklara göre onu kırbaçlattı. Aldığı ganimetleri istedi ve sonunda onu hapsetti. Valinin, Tarık'ın başarılarını ve herkesi etkileyen şöhretini kıskandığı için böyle davrandığını dile getiren müellifler de bulunmaktadır.

Tarık b. Ziyad hapiste iken bir yolunu bulup halife’ye, şikayette bulundu. Halife Musa’ya bir mektup yazarak onu serbest bırakmasını ve eski görevine iade etmesini emretti. Böylece Tarık hapisten kurtuldu.

İspanya'yı Müslümanların egemenliğine açan bu iki kumandan arasındaki gerginlik ve çekişme vuku bulmuş ve Şam'a da ulaşmış olmalı ki Velid, onları bir mektupla uyarmak durumunda kalmıştır. Ancak bu ikazdan sonra birlikte İber yarımadasının kuzeyine yönelmişti.

Bundan sonra ikisi birlikte Kuzey İspanya’nın fethi için harekete geçtiler. Saragossa ve Barselonayı aldıktan sonra, Aragon, Leon kentlerini ele geçirdiler. Kaştale ve Katalonya bölgelerini fethettiler. Yollarına devam ederek Pirene dağlarına ulaştılar.

Böylece bazı ileri gelenlerin ve askerlerin sığındığı bazı dağlık bölgeler hariç hemen hemen bütün İspanya müslümanların kontrolüne girmiş oldu.

Musa b. Nusayr bununla yetinmeyerek harekâta devam etti. Güney Fransa’ya girdi hatta Narbonne şehrine kadar ilerledi.

Narbonne şehrine ulaştıklarında, Velid'in fazla ileri gitmemelerini bildiren emri kendilerine ulaşmış ve bu iki ordu Preneler'in güneyine çekilmiştir.

Bazı müellifler, Musa ve Tarık'ın niyetinin, Fransa'nın güneyini ele geçirip doğuya doğru ilerleyerek, birçok teşebbüse rağmen fethedilemeyen İstanbul'u ele geçirmek olduğunu iddia etmektedirler. Bu girişimden haberdar edilen Velid, böyle bir maceranın tehlikeli olabileceğini düşünerek fetihlerin durdurulmasını ve Şam'a gelmelerini emretmiştir. Musa b. Nusayr, rivayetlere göre, oğlu Abdülaziz'i Afrika ve İspanya valisi tayin ederek Tarık'la birlikte Şam'a hareket etmiştir.

Bazılarına göre halife onun biraz daha ileri gidip ileride bağımsızlık ilan etmesinden korktuğu için onu durdurdu.

Vurgulanması gereken noktalardan biri de, Musa bin Nusayr’ın ileri görüşü ve Tarık bin Ziyad’ın heyecanı idi.

Endülüs fethedilince bir yandan yeni topraklar İslam’la şereflenmiş olacak, bir yandan da İstanbul arkadan kuşatılacaktı. Bu plân Balatuşşüheda savaşına kadar sürdü. O savaşta plân da bitti, hayali de.

Sekiz asra yakın bir zaman Endülüs ezan ve namaz diyarı oldu. Fethi plânlayanlar, plân işletilirken şehit veya gazi olanlar kazandılar. Sonra gelenler ise, hesabını Allah’a verecekleri hatalarla ahirete göçerken muhteşem bir mirası eritip gittiler.

 

f-Ölümü

İspanya'nın fethinden sonra Musa bin Nusayr oğlu Abdülaziz’i Endülüs’e, diğer oğlu Abdullah’ı İfrikıyye valiliğe tayin ederek ve yerine bazı komutanları ve askeri birlikleri bıraktı ve 96 (715). hicri yılda Şam'a gitti.  

Onlar yola çıktıklarında Velid b. Abdülmelik hastalanarak ölmüştü. (715). Yeni hükümdar Velid’in kardeşi Süleyman b. Abdülmelik, Tarık ile Musa b. Nusayr'ın ifadelerini almış ve onlara kızmıştır.

İç çekişmelerden başlarını kaldıramayan ve kendi saltanatlarını her şeyin üstünde gören Emevi yöneticilerinin fetih olgusunu anlamlandıramadıkları ve bu büyük komutanları hırpalayıp üzdükleri anlaşılmaktadır. Nitekim ikisi de göz hapsinde tutulmuş ve başka bir yere gitmelerine izin verilmemiştir. Yaşlı vali, kısa bir süre sonra hacca gitme hazırlıkları yaparken vefat etmiştir.

Tarık bin Ziyad'ın sonu da daha az hüzünlü değildir. O da Şam dışına çıkamamış, kendisine hiçbir görev verilmemiş ve kim bilir belki de "Sen devletin donanmasını, gemilerini nasıl yakarsın be adam?" suçlamaları altında ezilmiştir. Tarık Bin Ziyad ölümüne kadar Suriye'de yaşadı.

Bazı kaynakların bildirdiğine göre Şam'da düşkün bir hayat sürmeye mahkûm edilen bu büyük fatih, son yıllarını sefalet ve ilgisizlik içinde geçirmiş ve 720'de Şam'da hayata gözlerini kapamıştır. Nerede öldüğü, mezarının nerede olduğu hakkında bile sağlıklı hiçbir bilgi yoktur.

Askerleriyle geçip gemileri yaktığı boğaza onun adını verenler, yöneticilerden daha vefalı çıkmışlardır.

 

Medine’de Uhud
Paris’te Balat

Uhud gazvesinde ne olduysa, isimler ve zaman farkıyla aynısı Balat’ta oldu.
Yine İslam ve Küfür karşı karşıya geldi.
Allah için kılıç kullanıldı.
Allah lûtfetti, ilk hamlede zafer sinyali geldi.
Zafer sevinci akla malı getirdi.
‘Malımız’ dendi.
Çadırlara dönüldü.
Komutanın sözü dinlenmedi.
Küfür fırsatı kolladı.
Vurdu ve düşürdü.
O gün, Peygamber aleyhisselamın dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştı.
Ya Balat günü?
O gün ise, Peygamber aleyhisselamın dini yaralandı.
Fetih durdu.
Fetih durunca iç hareketler başladı.
Ve bugün yok.
Endülüs yok.

 

3-Şahsiyeti

a-Takvası

İbretlik bir biyografiye ve gıpta edilecek bir başarı öyküsüne sahip olan Tarık Toledo’da pek çok ganimetler elde etti. Kralın sarayına girdiğinde hazinelerinin üzerine ayağını koyduğu ve kendi kendine muhasebesini şöyle yaptığı rivayet edilmektedir:

"Tarık, sen dün tasmalı bir köleydin. Bugün muzaffer bir kumandansın ama dikkat et yarın toprağın altına göçecek ve hesap vereceksin."

Tarık, fethettiği yerlerdeki halkı dinlerinde serbest bırakıp mal ve can emniyetini sağladı. Hristiyanlara karşı gösterdiği bu güzel muamele, hemen tesirini göstererek, kısa zamandan sonra hristiyan muhacirlerden başka Avrupa’nın bilhassa Fransa’nın muhtelif yerlerinde oturan ve yaşayışlarından memnun olmayan bir hayli ahalinin sevine sevine Endülüse gelmesine sebeb oldu.

Artık İspanya yeni bir doğuşa nüve teşkil edecekti. Edebiyat, sanat, ilim ve teknikte rönesansın başlangıç noktasını burada aramak icap eder. Alman yazar S. Hunkenin “Avrupa’dan Doğan İslâm Güneşi” isimli eserini mütalaa eden herkes bu gerçeğin itirafını bütün boyutları ile görecektir.

İşte bir çağın fâtihi unvanına lâyık bu büyük lider, kumandan, her büyük lider gibi hizmetinin mükafatını dünyada istemeden, bu fâni âlemi terk etmiştir.  

 

b-Mütevaziliği

Ada fethi gerçekleştiğinde Tarık, Kralın Toleyto’daki debdebeli sarayına gider. Günlerin verdiği savaş yorgunluğundan dolayı yatmak ister. Ama bir an kendine gelir, kendi kendine

"Ey Tarık; dün berberi bir köleydin, bugün muzaffer bir kumandan. Yarınsa toprak altında hesap vereceksin" diyerek, saraydan çıkar. Doğruca sarayın ahırına gider ve orada yatar.

Eğer böyle ise bu güzel bir erdemdir. Muzaffer bir ordunun komutanı, Endülüs’ün Fatihi, debdebeli bir sarayda uyumak ve istirahat etmek varken, zafer sarhoşluğuna kapılıp, Allah’a hesap vereceğini unutmuyor. Dünyanın ve nefsin geçici tatlarına değil de, tevazu ve kendi asliyesine taraf tercih koyuyor.

 

c-Cesareti

Tarık'ın gemileri yakması, sadece başarılı ve on an için gerekli bir askerî taktik olarak görülmemelidir elbette. Bir özgüvenin, kuşatıcı bir dünya görüşünün yansıması olarak değerlendirilmelidir bu tutum. Ucuz bir çılgınlık değildir Tarık'ın bu tavrı. Ne yaptığını bilmeyen bir köle eskisinin hırsına hamledilemeyecek kadar anlamlıdır. Onun bir neferi olarak temsil ettiği bu evrensel nitelikli dünya görüşü, merkezî bir coğrafyaya saplanarak değil; dünyanın her yerini tarazlayan bir ufuk coğrafyasına sahip olarak açımlanmıştır.

Muhammed İkbal'in, yazının başında alıntıladığımız şiiri, bu mesajı doğru kavrayan bir anlam eğrisine işaret etmektedir.

"Gemileri yakmak"la verilen mesaj, "Kaçacak, sığınacak yerimiz yok!" demek değildir sadece; "Geniş ve uzak görüşlü olun, burayı bir müstemleke olarak görmeyin!" mesajını da içeren kurucu bir etkinlik, bilinçli bir eylemdir aynı zamanda. Kölelikten fatihliğe, yerleşik bir inanç ve kültür evreni kurmaya yönelik bir yükseliş, işlevsel bir sıçrayıştır.

Bu ruha, bu zindeliğe bugün de ihtiyaç vardır. Tarık'ın çehresi ve çabası, Müslümanların günümüzdeki anlam haritasında da önemli bir yükselti olarak görülmeli ve yeniden okunup yorumlanmalıdır.

Müslüman, İslam için mücadele ederken, kendisini geriye meylettirecek ve ümit bağlayacak bir beklentisi olmamalıdır. Kendisine bir beklenti ve ümit penceresi bırakan, er geç dava ve mücadelenin ağır şartlarına göğüs geremeyip, arkasında bıraktığı umutlarına koşacaktır. Müslüman’ı davasından alıkoyacak ve hedeflerinden vazgeçirecek her ne varsa, gönül rahatlığı ile elinin tersiyle bırakabilme cesaret ve kararlılığı gösterebilmelidir.

Eğer tarihi incelerseniz, ölüme aşkla giden bütün savaşlar kazanılmıştır. Ölmemek, fazla zarar görmemek için çıkılan savaşların da neticesi hezimet olmuştur. Her şeyin bir riski vardır, dünyada risksiz hiçbir şey yoktur. Bedeline katlanılamayan bir başarı, asla başarı değildir. Her dönemin insanı olan, kazanır. Dolayısıyla

Müslüman, mücadelesinin her sürecinin adamı olmalı ve bütün süreçlerde gemilerini yakabilmelidir. Eğer, başarmak istiyorsak, tüm gemilerimizi yakarak ve girdiğimiz yolu geriye dönüşü imkânsız hale getirmeliyiz.

Bindik katralanmış gemilere
Allah; nefislerimizi, mallarımızı ve ailemizi cennet karşılığında bizden alır ümidiyle...
Bu uğurda bir şey istemek kolaylaşsın bize,
Hiç aldırmayız, kanlarımızın akıp gittiğine,
Şayet kavuşursak kavuşulması yüce olan şeye’ beyitleri de ona aittir.

d-İleri görüşlülüğü

Tarık Bin Ziyad'ın aslında gemileri yakmadığı, askerlerini indirdikten sonra az sayıdaki mürettabat ile birlikte gemileri Tunus'a doğru geri gönderdiği ve gemiler ufukta kaybolurken de şu konuşmayı yaptığı ileri sürülür: "Farz edin ki gemiler yandı. Artık dönüşümüz yok, önümüz düşman, arkamız derya. Bu yarımadada cimrilerin sofrasındaki yetimler gibiyiz, ancak gün gelecek bizden sorulacak. Biliyorum bu kolay bir şey değil ama size de çile ve sabır yaraşır...” 

Tarık'ın gemileri yakması, sadece başarılı ve on an için gerekli bir askerî taktik olarak görülmemelidir elbette. Bir özgüvenin, kuşatıcı bir dünya görüşünün yansıması olarak değerlendirilmelidir bu tutum. Ucuz bir çılgınlık değildir Tarık'ın bu tavrı. Ne yaptığını bilmeyen bir köle eskisinin hırsına hamledilemeyecek kadar anlamlıdır. Onun bir neferi olarak temsil ettiği bu evrensel nitelikli dünya görüşü, merkezî bir coğrafyaya saplanarak değil; dünyanın her yerini tarazlayan bir ufuk coğrafyasına sahip olarak açımlanmıştır.

 

f-Yönetme kabiliyeti

Mûsâ bin Nusayr, onun kâbiliyet ve cesareti dikkate alarak, emrindeki öncü birliklerin başına komutan tâyin etti. Sonra Berberîlerle yaptığı savaşı kazanınca, onu Tanca şehrine vâli olarak tayin etti.

Belli ki Tarık b. Ziyad  bu görevde başarılı oldu. Bundan dolayı Mûsâ bin Nusayr, Târık bin Ziyâd’da görülen; sağlam bir karakter, şiddete dayanıklılık, kahramanlık, kuvvetli azîm ve irâde, kalb kuvveti, keskin ve isabetli karar verme, fasîh bir konuşma ve dinleyenlerde derin te’sirler uyandıracak kuvvetli bir hitâbet kâbiliyeti gibi güçlü komutanlık hasletleri sebebiyle onu Endülüs’ü (İspanya’yı) fethe me’mur etti.

Tarık bin Ziyad, çok kısa bir zamanda fetih üstüne fetih gerçekleştirdi. Komutanı Musa bin Nusayr’ın çizdiği başarı sınırlarını bile aştı. İspanya içlerine doğru doludizgin yürüdüler. Hilafet merkezi Şam’a her gün yeni bir fetih haberi ulaşıyordu.

Resûlullah’ın (sav) vefatından sonra yüz yıl bile geçmemişti ki İslam, Avrupa kıtasına ordusuyla ayak basmış ve yerleşmişti. Yeryüzünü imar için çıkarılmış bir ümmetin büyük hedeflerinden biri gerçekleşiyor, ezan sesleri doğuda Çin sınırında başlayıp batıda Portekiz sahillerine doğru inliyordu.

İspanya toprakları mücahid Tarık bin Ziyad’ın azmi ve heyecanıyla İslam’la şereflendi. Tarık yeni bir sayfa açtı. Onun komuta ettiği orduda tabiinden de mücahidler vardı. Adsız, şansız bir adam Fatih adam oldu. Tarih oldu, tarih yazdı. Endülüs’ü yazdı.

 

4-Dersler ve ibretler

a-Gemileri yakmak/Ütopya sahibi olmak

Tarık bin Ziyad, ismi ile karşılaştığımızda büyük çoğunluğumuzun aklına Endülüs gelir. Belki Endülüs’ü fetheden komutan unvanından ziyade gemileri yakan insan olma özelliği daha baskın gelir. Büyük hedeflere ulaşmak isteyenler, büyük risk alması gerekenler ve geri dönüşü olmayan bir yola giren insanlar için, gemileri yakmak deyimi, içinde bulunan durumu açıklamak için tam yerine oturan bir ifadedir.

O günlerden bize en büyük miras, adını Tarık Bin Ziyad’tan alan “Cebel-i Tarık (Tarık Dağı)” ile “gemileri yakmak” deyimi kaldı. O günden bu güne “gemileri yakmak” deyimi azmi, gayreti ve hedefe ulaşmaktaki samimiyeti anlatmak için kullanılıyor.

Tarık Bin Ziyad'ın gemileri yakıp askerlerini düşmanla/deniz arasında bir yerde ölüme hapsetmesini kimileri komutanlık dehası olarak değerlendirirken, kimileri de -zaten az sayıdaki gemiye sahip Emeviler'in deniz gücüne zarar verecek bir hareket olarak- psikolojik bir sorun şeklinde değerlendirmektedirler.

Gemiler Yakıldı Mı?

Tarık bin Ziyad’ın gemileri yaktırması olayı tartışılan tarihi konulardan biridir. Meşhur rivayetlerde gemileri yaktırdığı bilgisi vardır. Bazı tarihçiler ise bunu reddederek, gemileri bir akşamüzeri kayalık bölgede gizleyip, gemi diye başka şeyleri yakıp askerlerini gemi yakma olayına inandırdığı bilgileri vardır.

Öyle veya böyle Tarık bin Ziyad, tarihe ‘gemileri yakmak’ diye bir deyim yazdırmıştır. Gemileri yakmasından daha önemli bu düşünce tarzıdır. Geri dönme umudunu tama-men yok etmeye yönelik bu tavır, çıktığı yoldaki samimiyet ve azim gemilerden de, gemilerin yanmasından da önemli olsa gerek!

Tanımadıkları, coğrafyası hakkında ciddi bir bilgi sahibi olmadıkları bir toprak parçasına, Kelime-i Tevhid heyecanıyla çıkmış bir ordunun haleti ruhiyesini, hangi heyecan ve anlayışın ilk mücahidleri kuşattığını Tarık’ın bu tavrında görebiliriz.

Öte yandan bu konuda gerçekten tarihi kaynakların aslı yansıtmadığı, hadiseyi menkıbeleştirdikleri de iddia edilmektedir.

Muhammed İkbal'in, yazının başında alıntıladığımız şiiri, bu mesajı doğru kavrayan bir anlam eğrisine işaret etmektedir.

"Gemileri yakmak"la verilen mesaj, "Kaçacak, sığınacak yerimiz yok!" demek değildir sadece; "Geniş ve uzak görüşlü olun, burayı bir müstemleke olarak görmeyin!" mesajını da içeren kurucu bir etkinlik, bilinçli bir eylemdir aynı zamanda.

Kölelikten fatihliğe, yerleşik bir inanç ve kültür evreni kurmaya yönelik bir yükseliş, işlevsel bir sıçrayıştır.

Bu ruha, bu zindeliğe bugün de ihtiyaç vardır. Tarık'ın çehresi ve çabası, Müslümanların günümüzdeki anlam haritasında da önemli bir yükselti olarak görülmeli ve yeniden okunup yorumlanmalıdır.

Geri dönüşü olmayan olaylar için kullanılan bir deyimdir ‘gemileri yakmak’… Cesur insanların bütün riskleri üzerlerine alarak kendilerini öne atması ve kahramanlık göstermesiyle ilgili olarak söylenir. Gemileri yakmak herkesin yapabileceği bir iş değildir. Kararlılık ifade eden bu deyimin bir de hikâyesi vardır.

‘Gemileri yakmak’ zamanla dilimize yerleşerek deyimleşti. Bugün kararlılık ifade eden bir manaya büründü. Bilindiği üzere başarmanın yarısı inanmaktır. Siz evvelâ kendinize güveneceksiniz ve inanacaksınız ki zafer peşinden gelsin. Tarihteki zaferler hep inananların ve inandıkları davanın peşinde kararlılıkla yürüyenlerin olmuştur.

O insanlar davalarında ısrarcı ve kararlıydılar. Onların kor gibi yürekleri vardı. Ölümden korkmuyorlardı. Çünkü Allah ve vatan için ölmenin ecrini çok iyi biliyorlardı. Ölüme düğüne gider gibi tebessümle gidiyorlardı. Hayatı ve ölümü takdir eden Allah’a sığınıyorlardı. Haysiyetlerinden asla taviz vermiyorlardı.

Hedeflerinize ulaşmak için, hayallerinize inanmanız gerekir. Kararlılık gösterdiğinizde karşınıza çıkabilecek engelleri göğüsleyebilirsiniz. Belli bir işe başlamadan önce, planlı ve programlı hareket etmeniz, ekibinizi iyi seçmeniz gerekir. Planlı hareket etmeniz, işi şansa bırakmanızı önler ve daha sonra kullanabileceğiniz ‘keşke’ler azalır. Her ‘keşke’ acıdır. Ancak deneme yanılma ile öğrenilenler de kolay unutulmaz. Kararsız tutumlar sizin yeterli ön hazırlık yapmamanız, kendinizi yetersiz görmeniz ya da olayları aşırı büyütmeniz ile ilgili olabilir.

Demek ki, fetih, zafer ve başarılı olmanın şartı gemileri yakıp, geri dönmemek üzere bütün yolları kapatarak ileri ve hedefe doğru odaklanıp kilitlenmektir.

 

b-Davet ahlâkı

İlk neslin fetih aşkı, bir insanı daha cehennemden kurtarma arzusuna dayanıyordu. İnsanlara Allah’ın davetinin ulaşmasına engel olan sistemler ortadan kaldırılmak isteniyordu. Gaye karın doyurmak değil din yaymaktı. Endülüs’e de bunun için gitmişlerdi.

Tarık b. Ziyad’ın hayatına bakıldığı zaman onun da dünyalık peşinde olmadığı; servet değil, davet peşinde olduğu anlaşılır.

Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi eğer amaç dünyalık olsaydı, kralların sarayına girdiği zaman tahta oturur, sarayda kalır, pahalı elbiselere giyer, mağlup ettiğiklerinin her şeyini yağmalardı.

Ama öyle olmadı. Tarık saraylarda kalmadığı gibi bütün ömrü sanki at sırtında o cepheden diğerine koşamkla geçti. Ele geçirdikleri yerlerin sahiplerini koymadı. Mallarını yağmalamadı. Herkesi insanca yaşaması için tedbirler aldı. Din, mülkiyet, çalışam gibi bütün hakları verdi.

O yüzdendir ki onun ve müslümanların bu adaletini gören ezilen ispanyollar ve yahudiler onlara yardım ettiler, şehirlerinin kapılarınıu onlara açtılar.

Gerçek gerçek davet bu idi. İnsanlık, adalet, haklara saygı.

Tarık’ın bunu başardığını, zira attığı temelin yüzyıllarca ayakta kalmasından anlıyoruz.

 

c-Evlilikte örnekliği

Tarık belki de gemileri hakikatte yaktırmamıştı.

Sadece akıllardaki gemileri yaktırmış ve kalbe, imana teslim olmuştu.

Ve aklı (gemi) kalbe (gemi yataklarına) bırakmıştı.

Gemi yatakları rüzgâra ve akıntıya kapalı koy, tabii limanlardı.

Görüldüğü üzere karşımızda hem gözü pek hem de gözü tok bir komutan portresi duruyor. Hedefine giderken büyük riskler alabilen, çabuk karar verme yeteneğine sahip, büyük kalabalıklara etkili şekilde konuşabilen ve ikna gücü çok yüksek bir komutan… Kendisine atfedilen unvanları fazlasıyla hak eden bir şahsiyet… 

Tarık b. Ziyadla ilgili iki kitap:

*TARIK YA DA ENDÜLÜS'ÜN FETHİ (Yazım Tarihi; 1879) Abdülhak Hamit

Tarhan, Abdülhak Hâmit. Tarık ya da Endülüs'ün Fethi. Sadeleştiren: Prof. Dr. İnci Enginün. İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1975.

*Endülüs Fatihi Tarık b. Ziyad: Yılmaz Boyunağa