Tevhid-Şehadet kelimelerin kapsamı ve ifade ettikleri hakikatler, şirkin en büyük zulüm olduğu hakkında bir seminer.

Hüseyin K. Ece

24.05.2009

Beytü’s-Selam Duisburg

BİRİNCİ OTURUM: KELİME-İ TEVHİD-KELİME-İ ŞEHÂDETİN KAPSAMI

 

a-Giriş

Ubâde b. Samid (ra) Rasûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğunu rivâyet etti:

“Kim lâ ilâhe illallah’a şehâdet edip Allah'ın tek olup ibadette O'na hiçbir ortak olmadığına, hz. Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü (son elçisi) olduğuna, İsa'nın O'nun kulu, rasûlü ve ondan bir ruh olduğuna, "ol" kelimesinin Meryem'e yöneltildiğine, cennet ve cehennemin hak olduğuna şehâdet ederse, ne yaparsa yapsın Allah onu cennete koyar.” (Muttefekun Aleyh)

Utban (ra) diyor ki Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Allah (cc) kendi rızasını isteyerek "lâ ilâhe illallah" diyen kimseye cehennemi haram kıldı.” (Muttefekun Aleyh)

"Zikirlerin en faziletlisi lâ ilâhe illallah kelimesidir.” (Tirmizî, no: 3383.  İbn Mâce no: 3800)

 

b-Sözlük anlamıyla şehâdet;

‘Şehâdet’ veya ‘şuhud’; bir şeyi yerinde ve yanında gözlemektir. Bu gözleme kafa gözüyle olabileceği gibi kalp gözüyle de olabilir.

‘Şehâdet’ kelimesi farklı kullanım yerlerine göre, hazır olma, açık belirti demektir. Türkçe’de şimdilerde tanıklık diye ifade edilmektedir.

Türkçe’de kullanılan ‘şahit olma’, ‘şehâdette bulunma’ bu anlamlardadır.

‘Şehâdet’ türevleriyle birlikte Kur’an’da yüzelli kadar yerde geçmektedir. Bu türevlerden en çok kullanılan, ‘şehid’ ve ‘şâhid’ (tanık olan, gözleyen) (çoğulu: şüheda), ‘meşhûd’ (gözlenen, tanık olunan), ‘istişhad’ (tanıklık, gözleme, görerek bilip öğrenme) kelimeleridir.

 

c-Kur’an’da Şehâdet

‘Şehâdet ve şuhûd’ Kur’an’da  ‘ğayb’ın karşıtı olarak kullanılıyor.  

Allah (cc) hem ‘ğayb’ alemini hem de ‘şehâdet’ alemini bilir. (32 Secde/6. 39 Zümer/46. 59 Haşr/22. 62 Cumua/8)

*Şehâdet âlemi; insanın duyularıyla algılayabildiği, görebildiği, bilebildiği, kısmen kullanabildiği alandır. Bu alan beşer için hareket alanı, yasamasını saplayan imkanların yer aldığı yerdir.

Bu âlem aynı zamanda insanın kendi gerçeğini anlaması için önüne konulan bir ‘Hakikat”tir.

Kişi bu hakikate şahit olursa, ‘gayb ve şehâdet alemi’nin arkasındaki Kudret Elinin farkına varır. O Elin her iki âlem uzerindeki tasarrufunu idrak eder. Bu idrak onu teslimiyete, bir diğer deyişle âlemle özdeşleşmeye götürür.

İnanan bir insan Allah’ın verdiği, yani insanın bünyesine yerleştirdiği şuur ve işaretle, ilim veya düşünce üretebilir. Bu ilim ve düşünce sayesinde de varlığı ve eşyayı tanır. Bu esya ister şehâdet âleminde olsun, isterse gayb âleminde olsun, farketmez.

Zira bu tanıma (din diliyle: marifet) onu Yaratıcı’ya götürecektir.

İşte insanın bizzat kendisi ve onun ürettiği bilgi ve düşünce, Şahid olan Allah’ın ona verdiği bir ‘şehâdet’ olayıdır. O, Allah’ın kendi varlığının delili olarak yarattığı ‘şuhûd alemindeki/görünen evrendeki’ bazı şeylerin farkına varmaktadır. Bu fakında oluş, Allah’ın âlem üzerindeki tasarrufuna, oluştaki müdahelesine ‘şâhit’ olmaktır. 

İman eden bir kimsenin imanı güçlendikçe, bunun doğrultusunda ilmi arttıkça basireti de artar. Tam tersi de mümkün; basireti artanın imanı da kuvvetlenir. Böyle bir iman tahkiki imandır ve sahibi marifet ehlinden sayılır, yani âriftir. Bu da bir anlamda kalp gözünün açılması, genişlemesi, anlayış derinliğinin kazanılmasıdır.

Basireti artan bir iman sahibi, âlemdeki Allah’ın ‘şahidlerini’ daha iyi anlar. 

Âlemdeki ‘şâhitlerin’ farkına varmak kişiye ‘şehâdet’ etmeye ulaştırır.

Madem âlemdeki canlı cansız, yerde ve gökte olan her şey, kendi lisanı haliyle kendilerini yaratan ve sahibi olanı tanıyor, O’nun Rabliğine şahitlik ediyorsa; öyleyse aklı başında, şuurlu bir varlık olan insana düşen de tıpkı evrendeki şeyler (eşya) gibi şâhitlik mertebesine ulaşmaktır. Onlarla birlikte ‘şahitler’den olmaktır.

Bu ‘şehâdeti’ yerine getiren mü’minleri Kur’an söyle anlatıyor:

“Onlar Bu Elçi'ye indirileni anlamaya başladıkları zaman gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün, çünkü ondaki hakikatin bir kısmını tanırlar; (ve) “Ey Rabbimiz” derler, “Biz inanıyoruz: öyleyse bizi hakikate şahitlik yapanlar ile bir tut.” (5 Mâide/83)

Allah (cc) kendi varlığına bizzat kendisi ‘şehâdet’ ediyor. Aynı şehâdeti melekler ve ilim sahibi kimseler de yaparlar. (3 Âli İmran/18) 

Şehâdetle aynı kökten gelen ‘müşâhede’; iyice gözlemek, hisleriyle bir şeyi anlamak, bir şeyde kesin bilgiye ulaşmak anlamlarına gelir.

Şehâdet, müşâhedeye hazır olmak, nefis ve duygularla bir şeyin varlığına şahid olmak, ona ait bir bilgiye ulaşmak ve sonunda bu bilgiyi açığa vurmak eylemidir.

 

d-Allah’ın Şehâdeti:

‘Şehâdetin’ en büyüğü Allah’a ait olandır.

Bu, O’nun tarafından yaratılan ve bilinen, ya da O’nun bildirdiği şeylerdir. (6 En’am/19)

Allah (cc), insana gore gayb olan alemin de, insanın algıyabildiği veya ulaşalabildiği âlemin de şâhididir. Her şey O’na göre bilinendir. Zira zaten her heyi O yarattı. O her şeyi bilir ve görür. (2 Bekara/181, 224. 3 Âli İmran 3/34, 121 ve diğerleri) Âlemde hiç bir şey O’na gizli değildir. (3 Âli İmran/5)

Allah (cc), âfakta (dış âlemde) ve enfüste (insan bünyesinde) bulunan âyetlerini insana göstereceğini belirttikten sonra, kendisinin her şeye şahid olduğunu haber veriyor. (41 Fussilet/53)

Her şeye şâhid olduğunu söyleyen Allah (cc), insana, onun şah damarından daha yakındır. (6 En’am/19)  Öyleyse insan sürekli bu tanıklığın kontrolü altındadır. İman edenler bu gerçeği bilerek devamlı dikkatlidir. Ellerinden geldiği kadar salih amel işlemeye, iyilik yapmaya, iyilerden olmaya çalışırlar.  

Allah’ın insanı her an gördüğünün bilinmesi şuuru, ‘ihsan’ makamıdır ki mü’minlerin yücelecekleri en üstün makamdır.

 

d1-Allah’ın İsmi Olarak Şehid:

Allah’ın güzel isimlerinden (Esmâ-u Hüsnâ’dan) biri de ‘eş-Şehid’tir.

Allah’ın ismi olarak eş-Şehid, kendisinden hiç bir şey saklanamayan, her şeye şâhid, ve hiç bir şeyi unutmayan demektir.

Şâhit olma, bir şeyin bizzat yanında hazır olmayı hatırlatır.

Allah (cc) ğaybı ve gizli-açık her şeyi bilmesiyle ‘el-Alîm-bilen’,

her şeyden haberdar olmasıyla ‘el-Habîr-haberi olan’,

açık ve ğayb olan şeylere şahid olması açısından da ‘eş-Şehid’tir.

İnsanlar bir şeyi ancak onu ulaştıkları, o şey kendileri için hazır olduğu zaman bilirler, ona şâhitlik ederler. Allah (cc) ise, insanlar için hazır olmayan, insanların duyu organlarına kapalı her şeye ‘şahid’ olan, onları olduğu gibi bilendir.        

‘Şehid’ kelimesi yirmi kadar âyette Allah (cc) hakkında kullanılır. “Allah her şeye ‘şehîd’tir, -şâhidtir-’” veya “şehîd’ olarak Allah yeter’ şeklinde geçmektedir. 

“Rabbin sana yeterli değil mi? Şüphesiz O her şeye ‘şehid’tir.” (41 Fussilet/53)

“Allah, benimle sizin aranızda ‘şehid’ olarak yeter...” (17 İsrâ/96)

 

e-Peygamberlerin Şâhid Oluşu:

Kur’an Hz. Muhammed’i (sav) de ‘şehid’ veya ‘şâhid’ sıfatıyla anıyor.

O, hem kendi ümmeti için, hem bütün insanlar için bir ‘şahid’ olarak gönderilmiştir. O’na inanan mü’minler de insanlar üzerine ‘şâhid’ olmak durumundadırlar. (22 Hacc/78. 4 Nisa/41. 48 Fetih/8)

Peygamberler Hakikatın ve insanların Hakikat karşısındaki duruşlarının birer ‘şâhid’idirler. (16 Nahl/84)

Kur’an, Hz. Muhammed’in bir ‘şahid’ olarak gönderildiğini sık sık vurguluyor. (33 Ahzab/45. 48 Fetih/8. 73 Müzemmil/15)

 

f-İnsanların Şâhid Olması:

Kur’an’da ‘şehid’ (çoğulu; şühedâ) kelimesi Allah’ın (cc) hakkında kullanıldığı gibi insanlar hakkında da kullanılmaktadır. Bu kullanımlar daha çok Türkçe’deki ‘şahitlik-tanıklık’ anlamındadır.

İslâm ümmeti diğer insanlar üzerine ‘şühedâ’-şâhidler’ olarak seçilmiştir.

“Böylece sizi, insanlara ‘şühedâ (şahitler ve örnek) olmanız için vasat (orta) bir ümmet kıldık: Peygamber de sizin üzerinizde ‘şehid-tanık’ olsun…” (2 Bekara/143)

Allah (cc) zafer ve hüzün günlerini insanlar arasında devredip durur. Bunun sebebi, Allah’ın insanlar arasından ‘şühedâ-şâhitler veya şehitler’ seçmek istemesidir. (3 Âli İmran/140)

Mü’minler, Mahşer meydanında şehâdet sahibi kimseler (şühedâ) ile beraber olmayı isterler. (3 Âli İmran/53) Zaten Allah’a ve Rasûlüne itaat eden kimseler her zaman peygamberler ve ‘şühedâ-Hakikate gönülden şâhitlik yapanlar’ ile beraberdirler. (4 Nisa/69. 3 Âli İmran/140)

Hz. Muhammed (sav) nasıl bir ‘şehid-şâhid’ ise, O’nun ümmeti de insanlar üzerine bir şehidler (şühedâ) cemaatidir. (2 Bekara/143. 22 Hacc/78) 

Müslümanlar, aslında Hakikatin canlı şehid-şâhitleridir. Türkçede şehit diye bilinen, Allah yolunda can verenler ise fiili şehitlerdir.

Onlar, Allah’ın (cc) kendi yolunda can verenlere ne gibi mükâfatlar vereceğine şâhit olduklari için; ‘şehit’ ismini alırlar.

Onlar, şehâdetlerini canlarıyla ortaya koyan, Hakikatin fedâkar şâhitleridir.

Onlar, şehâdeti yürekden dile, dilden bedene, bedenden de cana taşıyan; en cesur şâhitlerdir.

Onlar, yüreklerinde köklesen şehâdet iddiasını can vererek isbat eden sâdıklardır.

Onlar, sürekli diri kalabilmeyi, şehâdetlerinin hülasası olarak hak eden ölümsüz şâhitlerdir. (3 Âli İmran/169-171. 2 Bekara/154)

 

g-Şehâdet ne demektir?

İnsan, gerek aklıyla, gerekse duyularıyla bir şeyin doğru olduğunu anlarsa, ya da o şeyin doğru olduğundan emin olursa, onu itiraf eder, onun öyle olduğuna tanıklık eder. Tanıklık ettiği şeyin var oluşundan asla şüpheye düşmez. O şey önündedir, bildisi dahilindedir, isbatlıdır, delili vardır.

Şehâdet/Tevhid Kelimesini söylemek, Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmektir. Yani bu kelimenin ortaya koyduğu bilginin, ifadenin doğruluğundan emin olmak, onun doğruluğuna şahid olmak demektir. Burada hislerle bir şeyin doğruluğu gözlenmiş, emin olunmuş ve bu doğrulayıcı tavır bir ‘şehâdetle/tanıklıkla’ ortaya konulmuştur.

İnsanın var olması bir anlamda ‘şehâdeti’ yerine getirmesi içindir. Bazı mü’minlerin “Yarabbi! Bizi şâhidlerden yaz” diye dua etmeleri bu gerçeğe işaret etmektedir. (3 Âli İmran/53. 5 Mâide/83)

İmanı olgun mü’minler, böyle bi ‘şehâdeti’ hakkıyla yerine getiren, bunu ifadeleri, fiilleri ve tercihleriyle ortaya koyan kimselerdir. (70 Meâric/33)

Kur’an, bu ‘şehâdeti’ insanlara bildirmek için indirildi dense yanlış olmaz.

Kur’an, insan bünyesindeki ve kâinattaki kevnî (varoluş) âyetlerine dikkat çekerek, o ayetlerin ifade ettiği gerçeğe şâhitliğe çağrı yapıyor.

Zira bu şâhitlik bir mahkemedeki herhangi bir aolayla ilgili yapılan tanılıklık değildir.

Bu şehâdet, iki kişi arasındaki bir anlaşmaya şâhid olmak da değildir.

Bu şehâdet; ciddi bir adım, hayatî bir karar, insanın bütün bir hayatını kuşatacak bir seçim, insanla ilgili her şeye yön veren bir tercihtir.

Bu şehâdet ne yaptığının farkında olmak, neyi kim adına yapacağını karar vermek, yapması veya yapmaması gerekenleri anlamak, hangi değerleri kuşanacağını bilmektir.

Bu şehâdet kime ve niçin söz verdiğinin farkında olmaktır.

 

h- Şehâdet/Tevhid Kelimesi (Şehâdet Bilinci)

Bilindiği gibi şehâdet kelimesi:

“Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasûlühu” cumlesidir.

Türkçesi: “Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah (tanrı) yoktur ve yine şehâdet ederim ki Hz. Muhammed O’nun kulu ve rasûlüdür (elçisidir).”

Tevhid Kelimesi:

‘Lâ-ilâhe illallah muhammedu’r-rasûlullah”dır.

Türkçesi: “Allah’tan başka ilah (tanrı) yoktur, Hz. Muhammed O’nun rasûlüdür (elçisidir)”

Hz. Muhammed (sav), “İslâm, beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve rasülü olduğuna şehâdet etmek,...” buyurmuştur. (Buhârî, İman/11, 2. Müslim, İman/19-22. Tirmizî, İman,/3. Nesâî, İman/13 )

Buna göre İslâm şehâdet üzerine bina edilmiştir. Ya da İslâm binasının giriş kapısı şehâdettir. Eğer İslâm daire gibi bir bütünse, şehâdet o dairenin kendisidir. İslâma ait ne varsa hepsi o dairenin içindedir.

Bir kimse; demişse/diyorsa; o, daireden içeri girer, o dairenin içinde olanları kabul eder demektir. 

 

i-Şehâdetin süreci

Sehâdetin insan bünyesinde üç zamanını görmek mümkündür:

1-Allah’ın (cc)  insanların benliklerini kendi Gerçeğine şâhid tuttuğunu Kur’an haber vermektedir. Bu “elest bezmi-kâlû belâ” diye bilinen sözleşmedir (misak’tır). Bütün insanlar fitratlarıyla Allah’a ve O’nunla ilgili gerçeklere ‘şehâdet’ etmişlerdir ve etmektedirler.

“Ve senin Rabbin, her ne zaman Âdemoğulları'nın sulblerinden onların soylarını çıkaracak olsa, onları kendileri hakkında tanıklık etmeye çağırır: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar, cevaben: “Elbette!” derler, “Buna tanıklık ederiz!” (Bunu, böylece hatırlatıyoruz ki) Kıyâmet Günü'nde, “Doğrusu, bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz,

yahut: “Aslında, önce (biz değil,) atalarımızdı Allah'tan başkasına tanrısal nitelikler yakıştıranlar; biz sadece onların izinden yürüyen bir kuşağız; öyleyse, bâtılı ihdas edenlerin işlediklerinden dolayı bizi mi helâk edeceksin?” demeyesiniz.” (A’raf, 7/172-173)

“Metnin orijinalinde, bu bölümde geçmiş zaman kipi kullanılmaktadır (“çıkardı”, “onlara sordu” vb.). Ne var ki, yukarıda “soru” ve “cevap” tarzında mecazî bir yolla anlatılmak istenen vaka, mahiyeti itibariyle, sürekli bir tekerrür ifade ettiğindendir ki, bu devamlılığın şimdiki zaman kipiyle ikinci bir dile aktarılması, anlatılmak istenenin anlaşılmasını oldukça kolaylaştıracak gibi geldi bize.

Kur’an'a göre, Mute‘âl Kudret'in varlığını sezme, algılama yatkınlığı insanda yaratılıştan (fıtrat) var olan bir hususiyettir; sonradan, kendini-beğenmişlik, nefsine-düşkünlük gibi arızî duygular eliyle ya da yoldan çıkarıcı çevresel etkilerle üzeri örtülebilir, bulandırılabilir olsa da, böyle içsel, sezgisel bir idrak imkanının varlığıdır ki, akıl sahibi her insanı Allah'ın önünde “kendi hakkında tanıklık yapma”ya yöneltmektedir.” (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/309)

2-İnsan dünyaya geldikten sonra, dünya hayatının cazipliğe kapılarak bu ‘şehâdeti’ unutabilir. Âhirette ona “size bir uyarıcı peygamber gelmedi mi?” sorusu sorulduğu zaman “nefislerimize karşı şehâdet ederiz” derler. (6 En’am/140)

Bu itiraf, hem varlık dünyasının Allah’a ait olduğunu, hem de varlığın sahibi Allah’ın insanlara elçiler gönderdiğini kabul etmektir. Böylece iman edenler dünya hayatında da bu ‘şehâdeti’ sürdürmeye davet ediliyorlar.

Melekler, bu gerçeği itiraf ederler. İlimden nasibi olan bazı alimler de elde ettikleri bilgilerle bunu kabul ederler. Çünkü onların elde ettiği bilgiler zaten Allah’ın Rabbliğinin şahitleridir. (Âli İmran 3/18)

3-Kişi zaman içerisinde bilerek ve farkında olarak, gerek bünyesine yerleştirilen âyetlerden, gerek âlemdeki kevnî âyetlerden, gerekse çevresinden edindiği şuurla Hakikat’i anlar. Buna şâhit olduğunu hem kendi nefsine hem de etrafındakilere ilân eder.

Bu bir taraftan varlığının ve varlığın dayandığı kaynağın, ya da varlığına sebep olan gücün farkına varmak, bir taraftan da hayatı anlamlandırmada çıkış noktasını, dayanağını seçmektir.

Böyle bir tanıklıkla yola çıkan kimse bütün bir hayatını bu şehâdet üzerine bina eder. Bu şehâdetini her gün bir şekilde defalarca yeniler. Bu yenileme tefekkür ile olabileceği gibi, zikir (hatırlama) ile ve itaat (ibadet) ile de olur.

Bu şehâdet süreci sürekli yenilenen, sürekli kuvvetlenen, iman eden her yürekte kök salan, hayata yansıyan ve şehâdet âlemiyle bütünleşen bir farkında oluş, bir itiraf, bir söz veriştir.

“Size bundan önce müslüman ismini O verdi. Bunun sebebi, Rasûl sizin üzerinize, sizler de insanlar üzerine ‘şehid’ (tanık) olasınız diye.” (Hacc, 22/78)

 

2-Şehâdetin kapsamı ve bölümleri

Şehâdet veya Tevhid Kelimesi iki bölümdem meydana gelir.

Birinci bölüm Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik, ikinci bölümde ise Hz. Muhammed’in O’nun son elçisi olduğunu kabul etmek yer alır.

Şüphesiz her iki cümle de dilde tekrar edilen bir zikir’den çok daha geniş manası ve önemi olan bir iman itirafıdır. Müslümanlar bunu her namazda, her et-Tahiyyatü’yü okuyuşta, her gün hatırladıkça söylerler. Böylece şehâdetlerini tazelerler, tanıklıklarını güçlendirirler.

Lâ ilâhe illALLAH nefiy (red/inkâr) ve ispat (kabul) olmak üzere iki kısımdan meydana gelmektedir.

Lâ ilâhe, ilahlığı canlı cansız ne varsa her şeyden çekip almak, İllALLAH ise, ulûhiyete (ilahlığa) ait ne varsa sadece ve sadece ALLAH’a tahsis etmektir.

Hiç şüphesiz ki "Lâ ilâhe" kelimesinin başında bulunan "Lâ" tevhid ve şirk denizleri arasında bir settir.

"Lâ ilâhe" demek, kişinin apaçık bir şekilde tüm sahte ilahları, beşerî kanun ve yasaları, ALLAH'ın şeriatından başka kanun ve hüküm koyan sahte ilahları red ve inkâr ettiğinin apaçık beyanıdır.

Diğer bir anlamıyla tevhid kelimesinin ilk kısmı olan "Lâ ilâhe" kelimesi, yeryüzünde egemenliğe soyunan sahte rableri diğer bir anlamıyla tüm tağutları inkardır.

ALLAH'u Tealâ şöyle buyurmaktadır.

"Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp ALLAH'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. ALLAH, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." (Bekara 2/256)

İslâm bir bina ise onun giriş kapısı şehâdettir. İslâm bir bahçe ise o bahçeye şehâdet kapısından girilir. Kapıdan giriş, bahçeye/binaya giriş iznidir. Girilen mekana dahil olmak, nereye girdiğini farketmektir.

İslâm bir daire ise şehâdet o daire içinde olan her şeyi kapsar. Müslüman olmak isteyen bir gayri müslim öncelikle Şehâdet veya Tevhid kelimesini diliyle söylemeli, kalbiyle tasdik etmeli. Müslümanlar da Şehâdet ile ne dediklerini bilmeliler. Şehâdet etmenin gereğini yapmalılar.

Bu tasdik sadece Şehâdet kelimesindeki ifadeleri tasdik değil, İslâmı kabuldür. İslâmı din olarak, dünya görüşü olarak, yaşama biçimi olarak seçmektir.

Bir kimse günde yüz defa, iki yüz defa, daha az veya daha çok diliyle Şehâdet/Tevhid Kelimesini tekrar etse, ama ne dediğinin farkında olmasa, maksat bu değildir.

Şehâdet nakarat halinde tekrar edilen sıradan bir söz, dile pelesenk yapılan bir söylem, ilâhi güftesi değildir.

Asıl amaç aşağıda geleceği gibi, -veleki günde bir defa söylensin-, ne dediğinin farkında olmak, gereğini yapmaktır.

O, yalnızca tesbih âletleriyle yapılan bir tekrar değil; bunun ötesinde çok daha önemli bir tercih, bir söz veriş, bir kimlik kuşanması, farklı bir hayatı (İslâmın öngürdüğü hayatı) yaşamaya karar vermektir.

 

* Birinci bölümün muhtevası;

“Eşhedü en lâ ilâhe illallah” veya “Lâ ilâhe illah” diyen bir kimse aşağıdaki şeyleri yapmış olur:

a-Tanıklık yapmak

Bütün benliği ile, şüphesiz ve tereddütsüz bir şeklide Allah’ın ilâh ve rab oluşuna şehâdet eder. Gözüyle gördüğünden, kulağıyla duyduğundan, eliyle dokunduğundan, daha kesin, daha emin bir şekilde bilir ve inanır ki Allah’tan başka tanrı olamaz. İlah olarak sadece O var. Her ne kadar O ilah kendisi için ‘ğayb’ olsa da, sanki yanındaymış, bizzat görüyormuş, bizzat şahit oluyormuş gibi inanır.

Kur’an’ın deyişi ile; ‘yakîn’ bir şekilde kabul eder. (Bekara 2/4)

O’nu bütün kemal sıfatlarıyla, bütün Esmasıyla, filozofların ve bilginlerin değil; peygamberlerin ve Kur’an’ın tanıttığı gibi kabul eder. Bunu diliyle itiraf eder, kalbiyle tasdik eder.

 

b-İdrak etmek

Şehâdeti söyleyen ne dediğinin, ne yaptığının; neyi kabul neyi reddettiğinin farkındadır. O bununla Hakikat’i anlar, Hakikatin kimden geldiği ve ne getirdiğini bilir. Âlemlerin Rabbi Allah’ı ve O’nun özelliklerini idrak eder.

Anlar ki, Allah baki, kendisi fani. Yaratıcı O, mahluk kendisi. Her şeyin sahibi O, kendisi ise O’na muhtaç. Gelişi O’ndandır, yine O’na dönecektir.

İdrak eder ki, tek Mutlak Varlık O’dur. O’nun dışında her şey, O’nsuz bir mana ifade etmez. Her şey O’na nisbetle bir anlam kazanır. Her şey O’na nisbetle bir ad alır.

 

c-İnsan yapısı tanrıları reddetmek

İnsan Allah’tan gelen hidayeti unuttuktan sonra, inanma/tapınma ihtiyacını karşılamak üzere tarihten beri sayısız din ve tanrı uydurmuştur. Gerçeği bulamayınca sahtesine veya yapma olanına sarılmış, Mutlak Varlık’a ibadeti unutmuş, yapay tanrılardan medet ummuştur.

Şehâdeti söyleyen bir müslüman; her ne şekilde olursa olsun, hangi sıfatla karşısına gelirse gelsin; bütün yapay, uydurma, icat edilmiş tanrı varsa, tanrı sıfatı verilmiş ne kadar uydurma güç odakları varsa; hepsi reddeder.

“Lâ ilâhe” der ve âdeta bütün bâtıl din mensuplarına ilân eder ki; “hayır, hayır, hayır; binlerce hayır. Sizin tanrı saydığınız şeyler, tanrı değil, sizin uydurmalarınızdır. Hepsini reddediyorum. Şehâdet ederim ki İlâhlık hakkı da, Rablik hakkı da âlemlerin Rabbi Allah’ındır.”

 

d-Söz vermek

Şehâdet aynı zamanda bir sözleşmedir, bir ahidtir.

“Elestü birabbikum” misakının yeniden ete kemiğe bürünmesidir. Zaten insan fıtratı, tabii olarak, ruhlar âleminde bu şehâdeti yapıp durmaktadır. Her varlık, her an, her salise kendi hâl lisanıyla bu tanıklığı ortaya koymaktadır.

Şehâdet getiren bir insan bedenindeki hücrelerin her an yapıp durdukları şehâdeti lisana döker, gün ışığına çıkarır.

Şehâdet ‘i kabul eden bir mü’min şehâdet ettiklerinin gerçekliğini itiraf ettiği gibi, neyi kabul ettiğini amelleriyle de tasdik eder.

Bu şu demektir: Müslüman Kur’an’da ne varsa, Hz. Muhammed (sav) İslâm adına ne getirmişse öncelikle kabul eder, iman eder. Bu, iman aynı zamanda kabul edilen şeyleri yapmaya da bir sözdür.

Mesela; Ramazan orucunun farz olduğunu kabul etmek, imandır. Ancak bu iman sadece sözle ‘tamam, kabul ediyorum’ demek değildir. Bu, Ramazan ayı geldiği zaman oruç tutmaya bir sözdür.

Kur’an’a iman etmek, içindeki hükümleri uygulamak üzere kabul etmektir. Kur’an’ın doğrultusunda düşünmek, onun getirdiği bakış açısına sahip olmak, onun değerlerini benimsemektir. Onunla şuurlanmak, onunla basiret ve feraset sahibi olmaktır.

Şehâdeti söyleyen bir müslüman İslâmın emirlerine elinden geldiği kadar uyacağına, yasaklarından elinden geldiği kadar kaçacağına söz veriyor demektir.

 

e-Berat vermek;

Yani insanlara ilâh olarak Allah’ı kabul ettiğini, din olarak İslâmi tercih ettiğini, İslâmın getirdiği dünya görüşünü benimsediğini, İslâmın değerlerini en üsten değerler bildiğini çevresine, diğer insanlara duyurmaktır.

Bu bir anlamda berat, yani bildiri/duyuru vermek gibidir.

 

f-Sınır cizmek;

Şehâdet etmek haddini bilme şuurudur.

Yani insan olarak konumunu, görevini, gücünü ve irade kapasitesini tanıma, anlama, kafayı öne alıp düşünmek demektir. Allah’ın makamını, ululuğunu, yüceliğini, insan ve kâinat üzerindeki tasarrufunu anlamaktır. İnsanın konumunu, yerini, görevlerini ve haddini anlamaktır.

Zaten O’nu hakkıyla tanıyan (ma’rifet sahibi olan), kendi konumunu bilir, ona göre davranır, ona göre sınırının farkındadır. Kibirlenmez, dik kafalılık etmez, boyundan büyük işlere kalkışmaz, mülkünde yaşadığı Sahibine karşı mütevazi olur.

“O Allahtır, ben ise O’nun kuluyum. O’na ilâhlık yaraşır, bana kulluk. O ölümsüzdür, ben ise faniyim. O her şeye sahiptir, ben ise O’na muhtacım. O Kadir-i Mutlaktır, ben ise acizim. O, her şeyin sahibidir, ben ise hiç bir şeye sahip değilim” der.

 

g-Kimlik ilanı

Şehâdet etmek kimliği açıklamaktır.

“Ben müslümanım. Allah’ı Rab, Kur’an’ı kitap, Hz. Muhammed’i peygamber, İslâmı kimlik olarak seçtim. Bu tercihim biliçli ve farkında olunan bir tercihtir. Değer yargılarım, bakış açım, dünya görüşüm, ahlâkım ve tavırlarım buna bağlıdır.

Kendimi İslâmın dışında hiç bir kimliğe nisbet etmem. İslâm –M. İkbal’in  deyişiyle- benim anam-babamdır. İslâm benim için en üst ve alt kimliktir. Bir ülkenin vatandaşı olmam, bir ırka/kabileye mensup olmam, bir mezheple amel etmem, bir grupla çalışmam, bir gelenekten gelmem hiç bir şeyi değiştirmez” demiş olur.

Allah katında bunların hiç bir değeri yoktur. Değerli olan O’nun bize gönderdiğini bilinçli bir şekilde benimsemektir. O’ndan gelene razı olup, öpüp başa koymaktır.

İslâmî kimlik ‘vahiy’le şekillenir, vahyin terbiyesinden geçer ve vahyin kontrolünde işlerlik kazanır. Müslüman Vahyin, getirdiği ölçülerle bakar, o ölçülerden dışarı çıkmamaya çalışır, o ölçüleri hayatında rehber edinir.

 

h-Allah’in hayata mudahil oldugunu kabul etmek

Şehâdeti kabul eden bir mu’min, evrenin sahipli oldunu, varlığın aşkın bir güç tarafından yaratıldığını, Onun hayata her an mudahele ettiğini de kabul eder.

Ancak bu kabul ediş sadece O’na inanmak, O’nu kabul etmek değil, kendi konumunu bilerek O aşkın gücün karşısında yapması gerekenler olduğunun farkında olmaktır.

 

i-Hüküm koyma hakkının sadece O’na ait olduğunu kabul etmek

Hayatın sahibi aynı zamanda varlık için yasa ve sınır koyma hakkına da sahiptir. Şehâdeti söyleyen bir kimse varlığın yasalarını Allah’ın koyduğunu kabul ettiği gibi, insanlar ve toplumlar icin ibadet yasaları koyma hakkını da O’na teslim eder.

Bundan dolayı iman edenler, Allah’ın koyduğu yasalara (hükümlere) ve sınırlara zıt hüküm ve hudutlara karşıdırlar, onları benimsemezler. Bilirler ki Allah’ın hükümlerine zıt hükümleri benimsemek onları koyan güç sahiplerini ilah edinmek gibidir.

Şehâdet ise her türlü uydurma tanrı (ilah) inancını red esasına dayanır.

        

4-İkinci bölümün muhtevası

“ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasûlühu” diyen bir müslüman şunları yapmış olur.

a-Hz. Muhammed´i tanımak

Abdullah’ın oğlu Hz. Muhammed (sav) bir insandı ama bir peygamberdi. O kendi çabasıyla, kendi iddiasıyla, okuyup diploma alarak peygamberlik kazanmadı. O’nu Allah (cc) insanlar arasından elçilik görevi yapmak üzere seçti.

Şehâdet getiren bir müslüman O’nun şu tarihte Mekke ve Medine’de yaşadığını, yirmiüç yıl peygamberlik yaptığını, peygamberlik görevini hakkıyla yerine getirdiğini kabul etmiş olur. Hz. Muhammed’e peygamber (rasûl/nebi) olarak inanır.

 

b-O’nu kul bilmek

O bir melek değildi. O bir insandı, Allah’ın şerefli kuluydu. O’nda bir ilâhın özellikleri olmadığı gibi, O mütevazi, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluydu.

O, Allah’a kul (abd) olmaktan şeref duyar, kendisine böyle hitap edilmesini isterdi.

 

c-O’nu son rasûl bilmek

Muhammed (sav) Allah tarafından insanlara gönderilen son elçidir (Hatemu’l-enbiyâ’dır).

O’ndan sonra bir daha rasûl /nebi gelmeyecek. O’ndan sonra kim peygamber olduğunu iddia ederse, müslüman ona yalancı gözü ile bakar. Asla ona itibar etmez.

 

d-O’nun getirdiklerini kabul etmek

O’nu tanımak, Allah’tan getirip tebliğ ettiklerini, O’nun din adına bildirdiklerini benimsemiş olur. Şehâdeti yürekten söyleyenin bu konuda tereddütü olmadığı gibi, acaba sorusunu da sormaz.

O, müslüman olmanın Vahy’e teslim olmak olduğunun farkındadır.

 

e-O’nu örnek almak ve izlemek

Allah (cc) Hz. Muhammed’i müslümanlar için en güzel örnek seçmiştir. (Ahzab  33/21)

Bunun anlamı şudur: Allah (cc) Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu kulluktan razıdır. Siz de öyle yaparsanız, sizin kullunuğunuzdan da razı olur. Razı olmakla kalmaz bol bol ecrini/karşılığını verir.

Şehâdeti söyleyen kulluğunu Kur’an ve Peygamberin Sünneti doğrultusunda yapacağına söz vermiş olur.

Zaten peygamberi izlemek O’na din konusunda itaat demektir. (Âli İmran 3/32, 132. Nisâ 4/14, 59, 80)

 

f-O’nun yolunu sürdürmek (şâhit olmak)

Şehâdeti söyleyen müslüman iki görevi yüklenmiş olur.

Öncelikle kabul ettiği dinî yaşamak, sonra da yaşadığını dini hakkıyla temsil etmek. Bu da davet, tebliğ, ‘emr-i bi’l-ma’ruf nahy-i ani’l-münker/iyilikleri yaygınlaştırmak, kötülüklere karşı mücadele’ görevidir.

Müslüman sözüyle, tercihleriyle ve eylemleriyle inandığı dinin, peşine gittiği Peygamberin canlı şahidi/şehididir.

“Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik ki [hayatınızla] tüm insanlığın huzurunda hakikatin şâhitleri olasınız ve Elçi de sizin huzurunuzda ona şâhitlik yapsın.

Ve Elçi'ye uyanlar ile ökçeleri üzerinde gerisingeri dönenler arasında açık bir ayrım yapabilmek amacıyla senin, (ey Peygamber,) daha önce yöneldiğin hedefi (bu topluluk için) kıble olarak tayin ettik:

Şüphesiz bu, Allah'ın doğru yola ulaştırdığı kişilerden başka herkes için zor bir sınavdı. Allah sizin inancınızı kesinlikle gözardı etmeyecektir; zira, unutmayın ki Allah insana karşı en şefkatli olandır, rahmet kaynağıdır.” (Bekara 2/143)

Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şâhit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size "müslümanlar" adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekatı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!” (Hacc 22/78)

        

j-Şehâdet gerçek müslüman olmaktır

Tekrar vurgulama gerekir ki ‘şehâdet’ olayı, Allah’a, O’nun bütün âyetlerine ve Hz. Muhammed’in İslâm adına ortaya koyduklarına güçlü bir tanıklıktan sonra, bu tanıklığın bir gereği olarak O’nun dinini iman, salih amel ve güzel ahlâkla yaşamanın adıdır.

İşte bu müslümanın kimliği, tercihi ve dünya görüşüdür. Böyle yapan bir müslüman (Hakikat açısından) canlı şâhid/şehid sayılır. Eğer inandığı değerler uğruna çalışır, çaba gösterir, infak eder, emek ve ter dökerse; sonunda da bu uğurda can veririse, böylece hem dünyada, hem de ahirette şahitlerden yazılır.

“Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddikler, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4/69)

 

“Lâ-ilâhe illallah...” diyen mü’min zımnen şunları demiş olur:

“Ey Allahım!

*Bütün yaratılmışların sahibi, terbiyecisi ve yöneticisi sensin. (Fatiha 1/1)

*Kâinattaki her şey senin mülkündür. Mülkün hakiki sahibi sensin. Mülkünde dilediğin şekilde tasarruf edersin. (Bekara 2/107, 255. Âli İmran 3/26)

*Hayatımın her ânında, başkalarına değil, yalnız sana kulluk yaparım. (Fatiha 1/4, Yâsîn 36/60)

*Dualara yalnız sen cevap verdiğin için, darda kalınca yalnız seni yardıma çağırırım. (Bekara 2/186. Neml 27/62)

*Yaratan sen olduğun için, emretme yetkisi de, hâkimiyet de yalnız sana aittir. (A’raf 7/54. Yûsuf 12/40)

 *Senin doğru dediğin doğru, güzel dediğin güzel, iyi dediğin iyidir. (En’am 6/114. Furkan 25/1)

 *Doğru yol, senin Kur'an-ı Kerim'de gösterdiğin yoldur. (Âli İmran 3/73)

 *Geçmiş zamanları, günümüzü, geleceği, gizlileri bilen yalnız sensin. (Hıcr 15/24. En’am 6/59, 73)

*Hakiki adalet ve huzur ancak senin emir ve yasaklarınla gerçekleşir. (Nisâ 4/40. Mü’min 40/20. Tîn 95/6)

 *Hiçbir kanunu, geleneği, ilkeyi, töreyi senin emirlerinin önüne geçirmem. (Ahzab 33/36)

*Nasıl yaşayacağımı belirleme yetkisi ve hakkı yalnızca senindir. (Âli İmran 3/85. En’am 6/153. Casiye 435/)

*Hiçbir şeyi seni sever gibi sevemem. (Bekara 2/165)

*Dirilten ve öldüren sensin. (A’raf 7/158)

*Her şeyde senin rızanı ön planda tutarım. (En’am 6/162)

*Hiçbir zarar ve fayda senin takdirin olmadan gerçekleşmez. (En’am 6/17)

*Yediren ve içiren, rızık veren sensin. (Şuarâ 26/79)

*Hastalandığımda şifa veren sensin. (Şuarâ 26/80)

*Kıyâmet günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum sensin. (Şuarâ 26/82)

*Senin söz söylediğin bir konuda ben kesinlikle karşı bir söz söylemem. (Hucurât 49/1)

*Sana ve Resulüne karşı gelenleri asla sevemem. (Mücadile 58/22)

*Benim dostum yalnızca Sen, Rasûlün ve senin emirlerine boyun eğerek namazlarını dosdoğru kılıp zekatlarını veren mü'minlerdir. (Mâide/55)

*Hesap Günü'nün Sahibi sensin. (Fatiha 1/3)

*Azabından korkulması gereken yalnızca sensin. (Zümer 39/13)

*Tevekkül edilecek, boyun eğilecek makam yalnız sensin. (Yûsuf 12/67. En’am 6/71)

*İnsanları yalnızca sana davet ederim. (Yûsuf 12/108)

 *Sen her türlü noksan sıfatlardan uzaksın; senin bütün sıfatların mükemmeldir. (Haşr 59/23)

*Kalplerde olanı hakkıyla bilen sensin. (Lukman 31/23)

*Bir şeyde anlaşmazlığa düşersem, onu sana, yani Kur'an’a arz ederim. (Nisâ 4/59)

 

“... muhammedu’r-rasûlullah” diyen zımnen şunları demiş olur:

*Hazreti Muhammed (S.A.V.) Allah'ın gönderdiği bir peygamberdir. (Âli İmran 3/144)

*Ancak Hazreti Muhammed'in izinde olurum. (Nisâ 4/64. En’am 6/64). Furkan 25/27)

 *Yolunu Resulullah'a uydurmayanlardan uzak durup, onları sevemem. (Lukman 31/15. Nisâ 4/115)

 *Hayatımın her ânında, taklid edeceğim en güzel örnek Hazreti Muhammed'dir. Onun örnekliği, namazda, oruçta olduğu gibi; ailede, siyasette, iktisatta, hukukta, eğitimde dahi geçerlidir. (Ahzab 33/21)

*Rasûlullah'ın söz söylediği bir konuda ben karşı bir fikir beyan edemem. (Hucurât 49/1-2)

*Aramızda çekiştiğimiz şeylerde Rasûlullah'ın sünnetini hakem yaparım. Onun verdiği hükme, kalbimde hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet gösteririm.” (Nisâ 4/65)

 

İKİNCİ OTURUM: EN BÜYÜK ZULÜM OLARAK ŞİRK İNANCI

 

a-Sözcük olarak şirk

‘Şirk’, ‘şerike’ fiilinden bir masdardır.

 ‘Şirk’, ‘şerike’, ‘‘şirket’, ‘müşâreket’ sözlükte; mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler.

Ayni kökten gelen ‘eşreke’ fiili ortaya koşmak, ortak olmak anlamına gelir.

Ortak koşana ise ‘müşrik’ denir.

‘Şirk’ kavramı insanların uydurdukları dinleri tanımlama açısından son derece önemli kavramlardan biridir. İnsanlar tarih boyunca sınırlı sayıdaki ateistler dışında ya ‘şirk’ dini üzerinde ya da ‘Tevhid’ dini üzerinde olmuşlardır. Aslında ateistler de bir anlamda müşrik ve münkirdirler.

‘Şirk’ kelime anlamı itibariyle bir ortaklığı, ortak olmayı, bir eş-arkadaş tutmayı, malda ve tasarrufta bir hissedar bulmayı ifade eder.

Söz gelimi, aynı kökten gelen ‘şerik’ arkadaş, yardımcı, hissedar yani ortak demektir. ‘şirk’, bu ortak olma, eş ve arkadaş bulma fiilidir.

 

b-Kavram olarak şirk: 

İslâm kültüründe ‘şirk’ kelimesi sözlük anlamından hareketle çok daha özel bir mana kazanmıştır. Tevhid dinine aykırı olarak inanılan dinleri ve Allah’tan başka ilâh bulanların kafa yapılarını, aynı zamanda da onların yaptıkları yanlış işi değerlendirmek üzere kullanılır olmuştur.

‘Şirk’ olayının ‘küfr’ olayı ile birlikteliği vardır. Aslında ‘şirk’ de bir inkârdır. Hakk’tan gelen gerçeğin üzerini örtmektir (küfürdür). Ancak ‘küfr’ kelimesi ‘şirk’e göre biraz daha kapsamlıdır. ‘Küfr’ kavramı bütün inkârcıların eylemini ifade ederken, ‘şirk’ Allah’ı kabul ediyor görünürken, O’na ortak koşmayı, birden fazla ilâh edinmeyi, bir şeye Allah’ın özelliklerini (sıfatlarını) vermeyi, yaratılmışların sıfatlarını da Allah’a yakıştırmayı anlatmaktadır.

Kısaca ‘şirk’ Tevhid dini dışında kalan bütün ilâh inançları anlatan anahtar bir kavramdır. İnsanın, fıtratından gelen inanma ve ibadet etme ihtiyacını karşılarken düştüğü alçak seviyeyi, hakk’tan yüz çeviren insanın içindeki kaosu, inanma adına insanların sahiplendikleri cahilliği anlatmaktadır.

Yine ‘şirk’ kavramı, insanların kendi kafalarından uydurdukları inançları ve inançlar adına yaptıkları yanlışlar ile zulümleri gözler önüne sermektedir.

Şirk’, insan zihninde bir sapmayı ve sıkıntıyı ifade etmektedir. Tevhid’in hakikatinden sapan kimselerin, içine düştükleri açmazları, sürüklendikleri yanlışları ve bunun sonucu olarak yaratılış kanununa aykırı bir konuma düşmeleri böylelikle ortaya konmaktadır.

‘İslâm’a göre ‘şirk’; Allah’a zatında (sayı olarak), sıfat ve tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanıma eylemi veya inanışıdır.

Şirk koşmak salt bir inkâr olayı değildir. Bunun altını çizmek gerekiyor. Şirk koşan müşrikler inançsız  insanlar değildir. Aksine, inanan ama yanlış inanan, Tevhide aykırı inanan ve Allah’ın yanında başka varlıklara da ilâh diye tapınan kimselerdir.

 

c-Şirk’in mahiyeti

Kur’an, şirk üzerinde ısrarla durmaktadır. Çünkü tarih boyunca dinsiz toplumlardan çok, şirk koşan toplumlarla, ateist insanlardan çok müşrik insanlarla karşılaşıyoruz.

İnsanlar, Tevhid’ten uzaklaştıkça , din adına bir çok yalanlar üretiyorlar, kendi kafalarından tanrılar uyduruyorlar, sonra da onlara yine kendi kafalarına göre ibadet ediyorlar. Veya kimi toplumlar, başlangıçta Tevhid’e bağlı iken zamanla çeşitli nedenler yüzünden şirk’e düşüyorlar, dinlerini  bozuyorlar ve yanlış bir şekilde  inanıp din adına ilâhlar, ilkeler, törenler, âyinler ve ibadet türleri uyduruyorlar.

Esasen inanma ve yüce bir kudretin önünde kulluk yapma, veya yüce bir güçten yardım isteme ihtiyacı bütün insanlarda vardır. İnsanın fıtratı böyledir. Yaşamak için suya, yemeğe, havaya muhtaç olan insan, inanmaya, inandığı ilâhın önünde eğilmeye de muhtaçtır. Bu ihtiyacı bilen âlemlerin Rabbi, ilk insandan itibaren insanlara elçiler göndermiş ve nasıl hareket etmeleri, kime ibadet etmeleri gerektiğini onlara öğretmiştir.

Dünyaya ‘deneme’ için gelen insan, bu elçilerin gösterdiği gibi, yani Tevhid dini üzerinde yasadığı zaman hem sınavı kazanır hem de dünya hayatını, fıtratına uygun olarak yaşamış olur. Üstelik Tevhid’in ilkeleri insana gerçek saadeti ve kurtuluşu getirmektedir. İnsana ait hakları ona vermekte, insanlar ve toplumlar arasındaki adaleti sağlamakta, azgın kimselerin heva ve heveslerinin getirdiği fitne ve zulümden insanları korumaktadır.

Ancak insan bu gelen elçileri her zaman dinlemedi. Kendi hevâsının peşinden gitti. Eline geçirdiği güç ve dünyalıklarla ‘baği’ oldu, ‘tuğyan’ etti ve doğru yoldan ayrıldı.  

Toplumların hayatını düzenleyici kanunlar, insanların bağlandığı  değer yargıları, insanın fıtratında bulunan tapınma, dua etme, kendinden üstün bir varlığa el açma ihtiyacı insanla birlikte vardır.

Tevhid’ten uzaklaşanlar veya Tevhid’i bilmeyenler, her ne kadar yerin ve göklerin bir sahibi, yağmuru yağdıran, dünyayı yaratan ve yöneten bir ilâhın olduğunu kabul etseler de; bu gibi konularda ve daha bir çok konuda kendi hevalarına uyarlar.

 Böyle kimseler ve topluluklar, zamanla bir takım varlıkları ve güçleri ilâhlaştırarak, onlara aşırı saygı göstermeye, kimilerinin yardımını alabilmek için, kimilerinin de kötülüğünden kurtulmak için onlar adına uydurulmuş putlara tapınırlar.   

Yukarıda geçtiği gibi insan, inanma ihtiyacı ile beraber yaratılmış olduğu için, âlemlerin Rabbine olan inancını kaybettikten sonra veya Hak dini bulamazsa, içindeki boşluğu mutlaka bir şeyle dolduracaktır. Geçmişte daha çok putçuluk ve batıl din şeklinde görülen bu ihtiyaç, günümüzde farklı bir sekilde karşımıza çıkmaktadır.

Kimileri Allah’a ait ilâhlık özelliklerini bir başka şeye verirler. Sayı olarak, birden fazla ilâh bulurlar, kimileri de Allah’a ait yaratma, rızık verme, cezalandırma, ödüllendirme, kendisine ibadet edilme gibi özellikleri Allah’ın dışındaki varlıklara da verirler. Onlar bu değer verdikleri ilâhlarını Allah’ı sever gibi, hatta daha fazla severler. (2/Bakara, 165)

Kimileri, herhangi bir şeyi Allah gibi zanneder. Allah’tan fazla ondan korkar, Allah’tan fazla ona değer verir. Allah’ın hükümlerini takmaz, aldırmaz; ama o çok sevdiği şeyden geldiğini zannettiği her şeye daha fazla itibar eder.

 

Bu gibiler, bir müslümanın Allah’a ibadet ettiği gibi, ilâh haline getirdiği şeyin karşısında rukû’ yapar, ya da secdeye kapanır. Ona olan saygısını ve bağlılığını çeşitli şekillerde ortaya koyar. İlâh haline getirdiği şeyin veya kişinin emrinden dışarı çıkmaz. Onun önünde boynunu eğer, onu razı etmeye çalışır.

-Şirk olayı, Allah’ın dışındaki herhangi bir şeyi, bir varlığı, bir kişiyi, bir gücü veya başka bir şeyi Allah gibi zannetmenin mantığıdır. Allah dışındaki herhangi bir şeyi Allah gibi sanmanın, onlara ilâhlık vermenin adıdır.

Bu, onlara tapınma şeklinde ortaya çıktığı gibi, inanç ve saygı olarak da görülebilir. Nitekim Kur’an cahiliyye araplarının putlara tapınmasını şirk olarak nitelendirdiği gibi (53/Necm, 19-23), O’na çocuk isnat etmeyi, yaratıkların ilâh sayılmasını da şirk diye nitelemektedir. (6/En’am, 100.7/A’raf, 191-192)

Bu yanlışlık kulların Allah’a ait ilâhlığı ve Rabbliği yeterince anlamamalarından kaynaklanmaktadır. Kur’an bu konuda şöyle diyor:

“Allah’ı gereği gibi takdir edemediler.” (22/Hacc, 74)

‘İlâh’ konusunda geçtiği gibi, insanların Allah’ın dışında buldukları bütün tanrı figürleri, ya da tanrı özelliği  verdikleri her şey birer ‘şirk’ unsurudur.

-Allah’ı hakkıyla bilemeyenler, O’nu ve O’nun Rabliğini anlamayanlar, başka dinlere, başka ilâhlara boyun eğerler. Kendilerini âlemlerin Rabbinden mahrum edenler, içlerindeki ihtiyacı başka yalancı ilâhlarla gidermeye çalışırlar.

-Şirk inanci kişinin kendisine birden fazla tanrı bulma eylemidir.

 

c1 Şirk en büyük zulümdür

Kur’an’ın ifadesine göre şirk en büyük zulümdür. (31/Lokman, 13)

Zulüm, hem ‘nur’un zıddı olarak karanlık; yani kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluk olduğu gibi, hem de hakkı asıl sahibine değil de bir başkasına vermektir. Şirk, bir taraftan huzursuzluk, kaos, fıtrattan sapma, körlük ve karanlıktır; diğer taraftan da Allah’ın hakimiyet hakkını başkalarına verme yanlışlığıdır.

‘Şirk’ inancı, insana huzur değil, sıkıntıyı, emniyeti değil korkuyu ve güvensizliği, saadeti değil şekâveti, adaleti değil zulmü, iyi ahlâkı değil azgınlığı ve fesadı kazandırır. Kur’an şirk koşanların sürekli huzursuzluk içinde olduklarını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır:

“Kim Allah’a şirk koşarsa sanki o gökten yere düşmektedir de kuşlar onu didik didik etmektedir veya rüzgâr onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.” (22/Hacc, 31)

 

c2-Şirk inancının bir temeli yoktur  

İslâma göre tek yaratıcı Allah’tır ve O bütün kâinatın tek hakimidir. (En’am/101,164. 10/Yûnus, 68. 17/İsra, 111. 25/ Furkan, 2)

Bu açıdan şirk’in bir esası, bir temeli yoktur. Zaten müşrikler bile sıkıştıkları zaman âlemlerin Rabbi Allah’a sığınırlar. (6/En’am, 40, 63. 10/Yûnus, 22)

Yerde ve gökte iki veya fazla ilâh (tanrı) olsaydı hepsinin düzeni bozulurdu. (21/Enbiya, 22) Öyleyse şirk dininin ilâh anlayışı temelinden yanlıştır.

Şirk inancı, sahibini desteksiz ve yönsüz bırakır. Şirk koşanlar, Allah ile bağlarını kopardıkları için hak’tan uzak kalırlar, yanlış hüküm verirler, adaletten uzaklaşırlar, zulme bulaşırlar. Hatta bu şirk onlara çocuklarını öldürmeyi bile güzel gösterebilir. (6/En’am, 137)

Böyle bir kimse bir arayış ve özlem içerisindedir. Ancak şirk inancı insana bu tatmini vermez. Müşrikler, ibadet ve dua ettikleri ilâhlarının kendi ihtiyaçlarını karşılayacağını sanırlar. Halbuki ilâhlar onlara hiç bir karşılık veremezler. İlâhlara yalvaranların hali susuzluğunu gidermek için iki elini suya uzattığı halde asla suya ulaşamayan kimse gibidir. (13/Ra’d, 14)

Müşrikler, hiç bir şey yaratamayacak olan, aksine kendileri bir Yaratıcı tarafından yaratılmış şeyleri Allah’a şirk –ortak koşmaktadırlar. Şüphesiz aklını iyi kullananlar bunun yanlışlığını görürler. (7/A’raf, 191)

Allah’a ait özellikleri (nitelikleri) yaratılmış olanlara vermek, yanlışların en büyüğüdür. Şirk koşanlar büyük sapıklık ve karmaşa içerisine düşerler. (4/Nisa, 48) Onlar, dibi görünmez bir karanlığa yuvarlanırlar. (4/Nisa, 116)

Allah (cc) böylesine yanlış ve sapıklığa düşenlerin yüreklerine sürekli bir korku salmıştır. Onlar devamlı bir tedirginlik ve korku içerisindedirler. (3/Âli İmran, 151)

Onlar, ahiret hayatına inanmadıkları için hep dünyada kalmak isterler, ölmekten korkarlar. (2/Bakara, 96) İnanmadıkları ahiret hayatında hesaba çekilmekten şiddetli ürkerler.

 

d-Şirke düşme sebepleri

Bazı insanların şirke düşme sebepleri söyle özetlenebilir:

1-Aklı kullanmamak, Allah’ı yeterince tanımamak,

2-Cahillik, Allah’ı ve O’nun tasarruflarını bilmemek,

3-Allah’ı, insan gibi sayma yanlışlığı,

4-Heva ve heveslere uyma hastalığı ve onları ilâhlaştırma,

5-Firavun gibi kibirlenerek tanrılık taslama,

6-Atalardan kalma her şeyin doğru olduğuna inanma veya topluma uyma yanlışlığı,

7-Zenginlik ve refahla şımarma anlayışı,

8-Şeytanın aldatması ve diğer nedenler.

 

e-Şirk koşmadan ölenlerin affedileceği umulur

Şirk koşanlar kesinlikle cehennemliktirler. (5/Maide, 72)

Müslümanlardan şirk koşmadan ölenlerin af edilip cennete konulacağı umulur. (Müslim, İman/151-152, Hadis no: 93-94, 1/94)

Ebu Zer (ra) in rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu:

“Cebrail (as) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini ver’ dedi. Ben (hayretle) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. ‘Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da’ cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. ‘Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)’ buyurdu.  

Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; ‘Ebu Zerrin burnu kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir’ dedi. (Müslim, İman/153-154, Hadis no: 94, 1/94-95. Tirmizî, İman/18, Hadis no: 2644, 5/27. Buharî, Tevhid/33. nak. K. Sitte,  2/205)

Peygamberimiz (sav) mü’minleri ‘gizli’ şirk’ten sakındırmaktadır. (İbni Mace, Zühd/21 no:4204, 1/1406)

Şunu da ilave ederek diyor ki: “Dikkat edin ben size onlar (müslümanlar) Güneşe, Aya tapacaklar demiyorum, ancak onlar amellerini Allah’tan başkası için yapacaklar.” (İbni Mace, aynı yer, no: 4205)

Gizli şirk’te, Allah için yapılması gereken ibadeti başkaları için yapma, Allah’tan beklenmesi gereken karşılığın başkasından beklenmesi yanlışlığı vardır.

Kur’an bu durumu şöyle açıklıyor:

“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa artık salih amel işlesin ve Rabbine (yaptığı) ibadette hiç kimseyi şerik (ortak) tutmasın.” (18/Kehf, 110)

 

f-Şirkin yeni görüntüleri

Şirk, bir anlamda Allah’a ait özellikleri gasbetmektir ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın rabbliğini, melikliğini, ilâhlığını, hakimiyetini gasbederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya bir takım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler.

İnsanların şirk içinde olması Allah’ın rabbliğine zarar vermez. Ancak şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde ‘fesat’ yaygınlaşır, hayatın huzuru bozulur.

Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve ibadet eder gibi itaat edilen, hükmüne -Allah’ın hükümlerine aykırı olarak- boyun eğilen her şey şirk inancıdır. Bu şekilde olanlar, şüphesiz toplum içinde, tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Halbuki Tevhid bu hayatî dengeyi korumak için gönderilmiştir.

Şirk’e düşenler hiç bir zaman “Allah (cc) evreni şu kadar ortakla-yardımcı ile idare ediyor” demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk olduğunu belki de kabul etmezler. Hatta bir çoğu İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını bile söylerler.

Ancak şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hakimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabbliğinde ortaklar bulmak, ya da öyle inanmaktr. Dolayısıyla hayata ait hükümleri, ilâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu başka ilâhlara yapmak,  yahut da başka şeyleri Allah gibi var saymaktır.

Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur.

Artık, atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline gelme konumuna getirilmiştir.

Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplum hayatına başka inançları daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçülere aldırış etmemektedirler. Kimi siyasal doktrinleri, Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları bir takım kişilere, Allah’tan ve O’nun isteklerinden daha fazla değer vermektedirler.

İslâm, insanın bu yanlış yoldan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yalnızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın fıtratına uygun olan bir konumda  olmasını istiyor. İnsanın, Kur’anda belirtilen “De ki O Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’na denk-eş değildir.” gerçeğine teslim olması gerektiğini ifade ediyor.

Peygamberimiz (sav) , mü’minlere şöyle dua etmelerini tavsiye ediyor:

“Bile bile şirk koşmaktan Allah’a sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim”.

(İslâmın Temel Kavramları, s: 652-658'den)