el-Esmâu'l-Hüsnâ dersleri seminerinin bir bölümü olarak Allah (cc) lafzı  (Lafzatullah) 

Hüseyin K. Ece

Selam Pazar Dersleri

Dortmund 21.01.2007

I-LAFZATULLAH

el-Esmâu’l-Hüsnâ ile ilgili dört önemli kavram:

Lafzatullah                                                                                          

Ma’rifetullah

Muhabbetullah

Rü’yetullah

 

-Allah lafzı

Sözlükte kelime-söz anlamına gelen ‘lafız’ ile Allah kelimesinin birlikte söylenmesidir.

Allah ismi, bütün ilâhî sıfatları kendisinde toplayan Zât’a delâlet eden alemdir. Bütün isim ve sıfatlar Allah ismine isnad edilir.

Bu lafız herhangi bir mevsûfun sıfatı olamaz.  Mesela er-Rahîm, Allah’ın sıfatıdır. ‘Allah rahmet eder’, ‘Allah’ın rahmeti’ denilir. Ama Allah, er-Rahim’in sıfatıdır denilemez.

Cahiliyye döneminde bile Allah isminin mutlak İlah’dan başkasına verildiğine şahit olunmamıştır. Onlar, putlarına ilâh, Âlemlerin yaratıcısına Allah derlerdi.

Ayrıca bu lafzın yapısı gereği tesniyesi (ikilisi) ve cem’isi de (çoğulu da) yoktur. Tenvin kabul etmez. Alem olduğu halde munsarıftır (i’rab kurallarına tabidir).

İlk harfi olan hemze, ne kat’ (sabit) ne de vasl (birleştirme) hemzesidir. Zira bir çok durumda vasl edildiği halde, münâda’da hemze sakıt olmaz (düşmez). ‘Billahi’ derken vasl, ‘Ya Allah’ derken kat’ hemzesi durumundadır. (Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyyet, s: 100)

-Lafzâ-i celâl

Sözlükte “kelime” anlamına gelen lafız ile “azamet ve yücelik” anlamındaki celâl’den oluşan “lafzâ-i celâl” terkibi, “kayıt ve kıyas kabul etmeyen azamet ve yüceliği ifade eden kelime” demektir.

Bu da yalnız Allah ismi için kullanılır. Ayrıca “hüve” (hû)-O” zamiri pek çok ayette Allah’ın zâtını, dolayısıyla bütün sıfatlarını ihtiva eden “lâfza-i celâli” simgeler. (Topaloğlu, B. TDV İslâm Ansiklopedisi, 27/47)

 

1-İslâm öncesinde Allah ismi:

Allah ismi, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan odak kavramdır.

“Allah”,  varlığı  zaruri  olan  ve bütün övgülere layık bulunan zatın ismidir.  “Allah’ın varlığının zaruri olması”, O’nun yokluğunun düşünülemeyeceği, var olması ve varlığını devam ettirmesi için kimseye muhtaç olmaması, O’nun kainatın yaratıcısı olması demektir. 

Allah,   gerçek mabudun ve tek yaratıcının özel ismidir. Bu kelimenin çoğulu yoktur. Başka dillere tercüme edilemez. Bu yüzden O’ndan başka hiç bir varlığa isim olarak verilemez. O’nun diğer isim ve sıfatları, yaratmış olduğu varlıklara (gerçek anlamda değil) mecazi anlamda verilebildiği halde, Allah ismi verilemez.

Mesela, insanlar için şefkatli, merhametli, âlim, âdil, halim gibi sıfatlar kullanıldığı halde, “Allah” ismi, hiç bir varlık için kullanılmaz, kullanılmamıştır da.  Nitekim tanrılık iddiasında bulunan Fir’avn bile: “ben sizin rabbiniz değil miyim?” dediği halde, “ben sizin Allah’ınızım” dememiştir.

İslâm öncesi cahiliyye Araplarının puta taptıkları bilinmektedir. Kur’an’da bu konuya sık sık temas edilmekte, bazı âyetlerde putların isimlerinden de söz edilmektedir. (bkz: Necm 53/19-20. A‘râf 7/180) 

Bununla birlikte farklı kabileleri sayıları yüzleri bulan putlarının üzerinde  ‘Allah’ adını taşıyan bir yaratıcıyı kabul ediyorlardı. 

Mekke’li müşrikler, Kabe’deki putlarına birçok isim verdikleri halde, hiç birisine Allah ismi vermemişlerdir.

Cahiliyye döneminde Araplar arasında “Allah” kavramı mevcuttu. Fakat Allah inancı sönük bir inançtı. Onların inancına göre de Allah, Kâbe’nin Rabbi, dünyanın yaratıcısı, yeryüzündeki herşeye hayat veren idi.  

Kur’an, cahiliyye insanlarının ulûhiyetle (tanrı) ilgili tasavvurlarını düzeltirken onların ismen inandıkları ‘Allah’ kavramından hareket etmiştir.

O müşriklere, “kâinatı kim yarattı?” diye sorulduğunda “Allah” cevabını veririlerdi.

وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَز۪يزُ الْعَل۪يمُۙ ﴿9﴾

“Andolsun, onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka, “Onları mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen (Allah) yarattı” diyeceklerdir.” (Zuhruf 43/9)

Kur’an onların deyişiyle “Allah”, “azîz” ve “alîm” diye adlandırdığı bu yüce tanrının kendilerini ve bütün kâinatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünü canlıların beslenmesine elverişli hale getirdiğine inandıklarını haber vermektedir.

﴾ وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۚ فَاَنّٰى يُؤْفَكُونَ ﴿61﴾

“Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?” (Ankebût 29/61)

وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ نَزَّلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ مَوْتِهَا لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۜ قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ۟ ﴿63﴾

“Andolsun ki onlara: "Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. De ki: (Öyleyse) hamd da Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu (söyledikleri üzerinde) düşünmezler.” (Ankebût 29/63)

وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۜ قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿25﴾

“Andolsun ki onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah..." derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.” (Lukman 31/25)

وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۜ قُلْ اَفَرَاَيْتُمْ مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ اَرَادَنِيَ اللّٰهُ بِضُرٍّ هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتُ ضُرِّه۪ٓ اَوْ اَرَادَن۪ي بِرَحْمَةٍ هَلْ هُنَّ مُمْسِكَاتُ رَحْمَتِه۪ۜ قُلْ حَسْبِيَ اللّٰهُۜ عَلَيْهِ يَتَوَكَّلُ الْمُتَوَكِّلُونَ ﴿38﴾

“Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette "Allah'tır" derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O'na güvenip dayanırlar.” (Zümer 39/38)

Cahiliyye insanları bu yüce bildikleri Allah adına yemin ederlerdi.

وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ لَا يَبْعَثُ اللّٰهُ مَنْ يَمُوتُۜ بَلٰى وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۙ ﴿38﴾

Eğer kendilerine (başka) bir mucize gelirse, mutlaka ona inanacaklarına dair en güçlü yeminleriyle Allah’a yemin ettiler…” (En‘âm 6/109. Bir benzeri: (Nahl 16/38)

Onlar hayatlarının sıkıntılı ve tehlikeli dönemlerinde, büyük bir tehlike ila karşılaştıkları zaman O’na sığınırlardı.

قُلْ اَرَاَيْتَكُمْ اِنْ اَتٰيكُمْ عَذَابُ اللّٰهِ اَوْ اَتَتْكُمُ السَّاعَةُ اَغَيْرَ اللّٰهِ تَدْعُونَۚ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿40﴾ بَلْ اِيَّاهُ تَدْعُونَ فَيَكْشِفُ مَا تَدْعُونَ اِلَيْهِ اِنْ شَٓاءَ وَتَنْسَوْنَ مَا تُشْرِكُونَ۟ ﴿41﴾

(Ey Muhammed!) De ki: “Söyleyin bakalım. Acaba size Allah’ın azabı gelse veya size kıyamet saati gelip çatsa (böyle bir durumda) siz Allah’tan başkasını mı çağırırsınız? Eğer (putların size yararı dokunduğu iddianızda) doğru söyleyenlerseniz (haydi onları yardıma çağırın).

Hayır! (Bu durumda) yalnız O’na dua edersiniz, O da dilerse (kurtulmak için) dua ettiğiniz sıkıntıyı giderir ve siz o an Allah’a ortak koştuklarınızı unutursunuz.” (En‘âm 6/40-41)

هُوَ الَّذ۪ي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ حَتّٰٓى اِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِۚ وَجَرَيْنَ بِهِمْ بِر۪يحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُوا بِهَا جَٓاءَتْهَا ر۪يحٌ عَاصِفٌ وَجَٓاءَهُمُ الْمَوْجُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ اُح۪يطَ بِهِمْۙ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ لَئِنْ اَنْجَيْتَنَا مِنْ هٰذِه۪ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ ﴿22﴾

O, sizi karada ve denizde gezdirip dolaştırandır. Öyle ki gemilerle denize açıldığınız ve gemilerinizin içindekilerle birlikte uygun bir rüzgârla seyrettiği, yolcuların da bununla sevindikleri bir sırada ona şiddetli bir fırtına gelip çatar ve her taraftan dalgalar onlara hücum eder de çepeçevre kuşatıldıklarını (batıp boğulacaklarını) anlayınca dini Allah’a has kılarak “Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, mutlaka şükredenlerden olacağız” diye Allah’a yalvarırlar.” (Yûnus 10/22)

Yine onlar gemi ile denizde seyrederken boğulma anında, ya da büyük bir felâketle yüzyüze kaldıkları zaman O’nu hatırlarlardı.

فَاِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ اِذَا هُمْ يُشْرِكُونَۙ ﴿65﴾

“Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O'na has kılarak (ihlâsla) Allah'a yalvarırlar. Fakat onları sâlimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah'a) ortak koşmaktadırlar.” (Ankebût 29/65)

Hatta O’nu Kâbe’nin rabbi kabul ediyorlardı. (Kureyş 106/3)

Onlar işte büyük, yüce, azim kabul ettikleri Allah’ı günlük yaşayışlarında unutmuşlardı. Ancak sıkıştırıldıkları veya bir soruya muhatab oldukları zaman O’nun adını anarlardı.

 Kur’an, onların bu yüce tanrı (Allah) inancının yanında başka ilahlara tapmalarının sebebin, putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun yanında şefaatçi olacağı kanaati olduğunu haber veriyor.

وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ شُفَعَٓاؤُ۬نَا عِنْدَ اللّٰهِۜ قُلْ اَتُنَبِّؤُ۫نَ اللّٰهَ بِمَا لَا يَعْلَمُ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِۜ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿18﴾

“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yûnus 10/18)

اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُۜ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۢ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ ف۪ي مَا هُمْ ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ ﴿3﴾

İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez. (Zümer 39/3)

İslâm öncesi Araplar’ı bazı dualarında, deyim, atasözü ve özellikle şiirlerinde Allah kelimesini oldukça fazla kullanmışlardı. (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/471)

Ancak onlar, fiilen kabul ettikleri ama tapınma olarak hayatlarında yer vermedikleri ‘Allah’ onlar için uzak bir tanrı idi.

 

2-Allah lazfının kökü:

Beşi “Allāhümme” şeklinde olmak üzere Kur’an’da 2702 yerde geçen lafza-i celâlin kelime türü olarak isim veya sıfat olduğu, türemiş niteliği taşıyıp taşımadığı, türemişse kökünün ne olabileceği, onun türemiş olmayıp sözlük anlamı taşımadığı ve gerçek mabud’un özel ismi olduğu, sözlükte bir anlamı olsa da mabuda özel ad olunca bu anlamı kaybettiği hususunda çeşitli görüşler var. (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/471)

Bunların sayısı otuzu geçmektedir. Ancak bunların tümü tahminden öteye geçmez.

Genel kanaate göre Allah ismi, türemiş bir isim değildir. Âlemlerin mutlak ve aşkın yaratıcısına alem olmuş has isimdir. Türemiş (müştak) olsaydı anlamı genel olurdu. Halbuki Allah’ın zâtı için dil bakımından bile, başkasının ortak olmayacağı bir alem addır.

Allah lazfının müştak (türemiş) olmasında bir engel görmeyenler arasında en çok taraftar toplayan fikre göre, bu lazfın aslı ‘ilâh’ lafzının belirlilik takısı ile geldiği forumdur.

Bu görüşler şöyle özetlenebilir:

Bazılarına göre el-İlâh zaman içerisinde Allah olarak teleffuz edilmiş, dilllerde böyle yerleşmiştir.

Allah lafzı ‘ilâh’ kelimesinden türemiş olup başına belirlilik takısı (harf-i ta‘rif) getirilmiş, el-ilâh şeklinde dildeki yerini aldı. Kullanım sırasında dile kolaylık sağlamak maksadıyla asıl kelimenin hemzesi kaldırılmış, lâmlar birleştirilmiş (idğam edilmiş) ve azamet ifade eden kalın bir ses verilerek Allah tarzında okunmuştur. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 25)

İlâh kelimesi ise; kulluk etmek ma’bud bildi, kulluğunu ona tahsis etti, ibadet etti anlamındaki ‘elehe-ye’lehu’ veya “hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak” anlamındaki ‘elihe-ye’lehu’ ve ‘velihe-yevlehu’ kökünden tümleç (ism-i mef‘ûl) mânasında bir masdar olup “tapınılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılıp sığınılan” mânalarını ifade eder. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 25. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 1/139. Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/471)

Buna göre Allah adının manası ‘belirli olan gerçek tanrı’ demek olur.

Bu görüşün doğru olabileceği ihtimalini destekleyen bir delil de şudur: İlâh kelimesi Kur’an’da 100 kadar yerde nekre olarak geçtiği halde ma’rife olarak tek bir defa bile gelmemiştir.

Demek ki Allah lafzı; el-İlâh yani belli ekmel ilâh manasında olduğu içindir ki marife olarak gelmemiştir.

“Huvallahüllezi lâ ilâhe ilâhu” (Haşr 59/22, 23), “İnnemallu ilâhun vahid” (Nisâ 4/171) âyetlerinden durum açıkça görülür. (Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyyet, s: 104)

Bir görüşe göre ilâh, “elihe” fiilinin hayret etmek, şaşmak, ya da şaşırmak manasından türemiştir. Zira insan Allah’ın sıfatları üzerinde tefekkür etse, hayrete düşer, şaşkınlığa uğrar. Nitekim bir rivayette şöyle deniyor: “Allah’ın nimetlerini tefekkür ediniz, ama Allah’ın zatını değil.”

Bir görüşe göre ilâhın aslı “vilah” kelimesidir. Daha sonra vav harfi yerine hemze getirilmiş. Bunun sebebi, her yaratığın O’na bir özlem duymasını sağlamaktır. Bu özlemler canlı ve cansızlarda iradesiz bir şekilde Sünnetullah’a (ilâhi yasaya) uymaları ile, insanlarda ise irade etme (dileme) sonucu ortaya çıkar.

Bu noktadan hareketle bazı hikmet ehli; “Allah tüm varlıkların sevilenidir” demişler. Şu âyet bir yönüyle bu sevgiye işaret ediyor denilebilir.

Bir başka görüşe göre ilâh kelimesinin aslı; gizlenmek, örtülü olmak, perdelenme, duyu idrakinin dışında olmak anlamındaki ‘lâhe-yelîhu’ kökünden ‘leyh-lâh’ kelimesinden türemiş olup “duyu organlarının idrakinin ötesinde bulunan” demektir. Lâh kelimesinin başına harf-i ta‘rif getirilerek lâmlar birleştirilmiş ve Allah kelimesi elde edilmiştir. Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/471. Ulutürk, V. Kur’an-I Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, s: 110)

 Bu görüşe göre şu âyet buna işaret ediyor:

لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ ﴿103﴾

 “Gözler O’nu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (En’am 6/103)

Buna göre “ilah” gözlerden perdelenen, gözlerin idrak edemediği yüce Yaratıcıdır.

Gerçekte O’ndan başka tanrı olmadığına göre ilah kelimesinin çoğulu olmaması gerekir. Ancak cahiliyye arapları birden fazla tanrıya inandıkları için kendi tanrılarını nitelemek üzere “âlihe-ilahlar” şeklinde çoğul kullandılar. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 25)

اَمْ لَهُمْ اٰلِهَةٌ تَمْنَعُهُمْ مِنْ دُونِنَاۜ لَا يَسْتَط۪يعُونَ نَصْرَ اَنْفُسِهِمْ وَلَا هُمْ مِنَّا يُصْحَبُونَ ﴿43﴾

“Yoksa bizim dışımızda onları koruyacak ilâhları (âlihe) mı var? O ilâh edindikleri nesneler kendilerine bile yardım edemezler. Zaten onlar bizden de yardım görmezler.” (Enbiyâ 21/43. Ayrıca bkz: A’raf 7/127. En’am 6/19. İsrâ 17/42. Furkan 25/3. Yâsîn 36/23 vd.)

el-İlâh ile mutlak ilâh kasdedilir.

Çünkü kelime-i tevhidde geçen “ilâh-tanrı” kelimesi müslümanlar arasında genellikle “mâbud” (tapınılacak) mânasına alınmış ve cümle “Allah’tan başka tapınılacak tanrı yoktur” şeklinde anlaşılmıştır.

Allah isminin Aramice’den arapçalaşmış olduğu da ileri sürülmüştür. Arapça’da ‘lâhe’ ve ‘Lâhümme’ kelimeleri ulûhiyyeti ifade için kullanılmıştır.  

Ancak Allah lafzının başka dilden geldiğine dair hiç bir belirti yoktur.

Kur’an’ın Allah hakkında beyanı tamamıyla Allah’ın birliği, yüceliği, ulûhiyyeti, vahdaniyyeti, kemâlinin tam olarak te’yidi konusunda toplanır. O halde bütün varlıkların saygı duyması gereken o malum ilâhdır. (Topaloğlu, B. DİA Allah maddesi, 2/471. Ulutürk, V. Kur’an-I Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, s: 110)

Allah kelimesi İslâmî naslarda bu tarifin özetlediği bir kavram haline gelmiş, gerçek mâbudun ve tek yaratıcının özel ismi olmuştur. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 1/139)

Bu ismin Allah’a ait olduğunu bir ayet şöyle vurguluyor: “… Hiç O’nun adaşı olan birini biliyor musun?” (Meryem 19/65)

İslâm bilginleri bu kelimenin tarifini genel olarak şöyle tariff ederler: “Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere lâyık bulunan zâtın adıdır”   (Tehânevî’den Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/471

 

-Lafzatullah ve dua: Allahümme;

Hem Câhiliye döneminde hem de İslâmî devirde kullanılan bu duaya başlama sözünün aslı bir görüşe göre bu “yâ Allah” olup çok kullanıldığı için nida harfi olan “yâ” hazfedilmiş, buna karşılık kelimenin sonuna şeddeli bir “mim” getirilmiştir.  (Ferrâ, Meâni’l-Kur’an, 1203)

Bir başka görüşe göre; “ya Allah emmenâ bi’lhayr-Ey Allahım bize hayr getiriver” denilir. Dolaysıyla allahümme, haydi çabuk-hayyehelâ gibi bir terkip haline gelmiş. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 25-26)

Beş âyette ve hadislerde geçen “bu kelime genellikle üç şekilde kullanılır. Bunlardan en yaygın olanı, dua esnasında kulun Allah’a yakarışını ifade etmek üzere “Allahım!” anlamında nida maksadıyla kullanılanıdır.

Bir soruya verilen cevabın doğruluğu konusunda muhatabı ikna etmek ve buna Allah’ı şahit tuttuğunu göstermek için pekiştirme edatı olarak “allahümme neam” veya “allahümme lâ” şeklinde söylendiği gibi, bir şeyin pek nâdir meydana geldiğini belirtmek için istisna edatı olan “illâ” ile “allahümme illâ...” tarzında da kullanılır.”  (Günel, Fuat. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/53)

-Peygamber’e hitaben: “De k: Ey Allahım..”

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿26﴾ تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِۘ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّۘ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿27﴾

“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.

“Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” (Âli İmran 3/26-27)

قُلِ اللّٰهُمَّ فَاطِرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ عَالِمَ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ اَنْتَ تَحْكُمُ بَيْنَ عِبَادِكَ ف۪يمَا كَانُوا ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَ ﴿46﴾

“De ki: “Ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan, gaybı da, görünen âlemi de bilen Allah’ım! Ayrılığa düştükleri şeyler konusunda kulların arasında sen hükmedersin.” (Zümer 39/46)

-Mekkeli müşrikler Vahye inanmadıkları gibi Kur’an’a eskilerin masalları diyorlardı, üstelik adeta meydan okurcasına;

وَاِذْ قَالُوا اللّٰهُمَّ اِنْ كَانَ هٰذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَاَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَٓاءِ اَوِ ائْتِنَا بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ ﴿32﴾

“Hani onlar, “Ey Allah’ım, eğer şu (Kur’an) senin katından inmiş hak (kitap) ise hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem dolu bir azap getir” demişlerdi.” Halbuki Peygamber aralarında olduğu müddetçe Allah (cc) onlara toptan ceza verecek değildi. (Enfal 8/32-33)

-Hz. İsa’nın (as) dusaında;

قَالَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللّٰهُمَّ رَبَّنَٓا اَنْزِلْ عَلَيْنَا مَٓائِدَةً مِنَ السَّمَٓاءِ تَكُونُ لَنَا ع۪يدًا لِاَوَّلِنَا وَاٰخِرِنَا وَاٰيَةً مِنْكَۚ وَارْزُقْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ ﴿114﴾

“Meryem oğlu İsa, “Ey Allahım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; önce gelenlerimize (zamanımızdaki dindaşlarımıza) ve sonradan geleceklerimize bir bayram ve senden (gelen) bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızıklandıranların en hayırlısısın” dedi.” (Mâide 5/114)

-Cennetliklerin orada Allah’I tesbih ederken O’na hitaben;

اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ يَهْد۪يهِمْ رَبُّهُمْ بِا۪يمَانِهِمْۚ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ ف۪ي جَنَّاتِ النَّع۪يمِ ﴿9﴾ دَعْوٰيهُمْ ف۪يهَا سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌۚ وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟ ﴿10﴾

“(Fakat) iman edip salih ameller işleyenlere gelince, Rableri onları imanları sebebiyle, hidâyete erdirir. Nimetlerle dolu cennetlerde altlarından ırmaklar akar.

Bunların oradaki duaları, “Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah’ım!”, aralarındaki esenlik dilekleri, “selâm”; dualarının sonu ise, “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur” sözleridir.” (Yûnus 10/10)

Pek çok Peygamber duasının”allahümme” ile başladığını biliyoruz. Her müslümanın bildiği namaz duaları gibi.

“Allahümme salli alâ muhammed ve alâ âli muhammed…”

“Allahümme bârik alâ muhammed ve alâ âli muhammed…”

“Allahümme innâ nestainüke ve nestehdike ve nü’minü bile ve netûbu ileyke ve nevekkelü aleyke…”

“Allahümme iyyâke na’budü ve leke nusalli ve nescüdü ve ileyke nes’â ve nahfidü…”

Bütün bunlar, müslümanlar dularına “Rabbenâ veya Allahümme” diyerek başlayabilirler. Bunlarla dua edebilirler. Bunlarla Rablerine hitap edebilirler.

Başında ve içerisinde “Rabbenâ veya Allahümme” geçen bütün cümleler dua cümlesidir.

Bunlarla dua eden, bunlarla rabbine halini arzden mü’min hem Rabbinin büyüklüğünü itiraf etmiş olur, hem yalnızca O’ndan yardım isteneceğini göstermiş olur, hem de duaları sadece Allah’ın kabul edeceğini dile getirmiş olur.

Bunları söylemenin bir iman itirafı da olduğunu söylemeye gerek yok.

Ya da bunlar vahye uygun bir Allah tasavvuruna sahip müslümanın duasının, çağrısının, En Yüce Makama seslenişinin lâtif, mütevazi, nazlı anahtarıdır.

 

3-el-Esmâu’l-Hüsnâ’ın kalbi “lafzatullah”

Allah ismi el-Esmâu’l-Hüsnâ’nın kalbidir. Hepsi de ve Allah’ın sıfatları bu isme dönüktür. Bu tıpkı Fatiha’nın Kur’an’ın kalbi oluşu gibidir. Kur’an’a göre Fatiha neyse, el-Esmâu’l-Hüsnâ’ya göre Allah ismi odur. el-Esmâu’l-Hüsnâ’da Allah ismi Fatihada Besmele gibidir. ‘Rahman Allah, Rahim Allah, Rab Allah´ cümlelerinde  olduğu gibi, diğer isim isim-sıfatlar, Allah ismini niteler.

Kur’an’ın bütün manası Fatiha’da, Fatiha’nın ki Besmele’de toplanmışsa, el-Esmâu’l–Hüsnâ’nın manası da Allah isminda toplanmıştır. Allah ismi tüm isim ve sıfatlar sebebiyle tecelli eden farklı renklerdeki ışığın kaynağıdır.

Allah ismi 99 rakamıyla temsil edilen sınırsız tecelli tesbihinin imamesidir. (İslâmoğlu, M. Allah, s: 13)

Gökte ve yerde ne varsa onlar bu tecellileri kendi lisanıyla okurlar.

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا ﴿44﴾

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız…” (İsra 17/44)

el-Esmâu’l-Hüsnâ belli köklerden türer ve delâlet ettiği mana ile Allah’ı  hatırlatır. Ancak Allah ismi hepsini kendinde toplar.

Beşer, Allah’ın Zâtını, mahiyetini/künhünü kavrayamaz. O’nu ancak âyetleri, eserleri ve eserlerin delâlet ettikleri sıfatlarıyla tanır. el-Esmâu’l-Hüsnâ’nın her biri de bir sıfata işaret eder. Onlara bakanlar da sıfatın sahibini anlarlar.

 

4-Lafzatullah’ın medlûlü:

“Tüm isimler Allah ismine dönüktür dedik. Peki Lafzatullah’ın dönük olduğu bir lafız var mıdır? Evet. Bu lafız Kur’an’da ‘Hüve-O’dur.

Bu sadece O’nu işaret eder. O, O´dur, O mutlak ilâhtır.

Huvenin aslı hû/he dir. Vav harfi bir fazlalıktır. Bazılarına göre Hû, Allah isminin türediği asıldır. Onlara göre he’ye bir sahip olma ‘lâm’ı eklenmiş, lehû olmuş, hürmet için ‘lam-ı tarif’ eklenince Allah olmuştur.

Allah ismi ‘elif’ ile başlar ‘he’ ile biter, yani dilden başlayıp ciğerde bitmesi gibi. Hû ve he’nin yali hali ‘h’, ciğerden çıkan bir ses, hatta nefestir. Nefes, canlılığın alâmetidir/âyetidir. Bu da insanı eşref kılan bir nefestir. Nasıl nefes almamak maddî ölüm alâmetiyse, O’nsuz kalmak da manevî ölüm alâmetidir.

Ceset nefessiz kalırsa ölür, ruh O’nsuz kalırsa ölür.

Her nefes sahibi aslında aldığı nefes kadar Allah’ı tesbih eder. ‘Ben ben ben’ diye nefsini putlaştıranlar, O, O, O diyen nefeslerini yalanlamış olurlar.

‘He’ isminin medarı olan nefes, ‘Hay’ isminin canlılardaki tecellisidir. İnsan aynasında mutlak iradeden, mutlak dirilikten, mutlak merhametten bir yansıma olduğu gibi, mutlak nefesten de bir yansıma vardır.

Nasıl ki maddî beden ciğer aracılığıyla aldığı nefesi kan aracılığıyla iletilen bir hayata dönüştürüyor, bu göze fer, beyne enerji, ele ayağa güç, dile ve dudağa söz ve ses olarak yansıyorsa, manevî beden de aldığı manevî havayı manevî kalp aracılığıyla tüm manevî organlara bir nûr olarak dağıtır.

Bu nûr gözde basirete, gönülde muhabbete, akleden kalpde hikmete, şuurda ferâsete, hafızada zikre, mudrikede idrâke dönüşür.” (İslâmoğlu, M. Allah, s: 18)

Nitekim Allah Teâla insana kendi nefesinden üflediğini ve böylece canlı bir beşer haline geldiğini beyan ediyor. İnsanın aldığı nefes, bu ilâhî nefes sayesindedir. O yüzden her nefes ‘hû’ diyerek çıkmaktadır.

فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي فَقَعُوا لَهُ سَاجِد۪ينَ ﴿29﴾

“Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın." (Hıcr 15/29)

 

5-Kur’an’da lafzatullah

Allah ismi Kur’an’da 2697 defa geçmektedir. Buna O’nu işaret eden zamirler dahil değildir. Ona atfen kullanılan açık ve gizli zamirleri bu sayıya eklersek 6000i geçer.

Bunun amacı muhatabın kafasında Allah’a ait sahih bir tasavvur inşa etmektir.

Allah tasavvurunu inşa eden sûre ve âyetler, Allah Rasûlü’nun en çok dikkat çektikleridir. Bunlar âdeta ilâhî bir kartvizit mesabesindedir. Allah’a yönelen kulun “Ey Allahım seni tanımak istiyorum” duasına sunulmuş bir karşılık niteliğindedir. (İslâmoğlu, M. Allah, s: 20)

Allah lafzı yaklaşık olarak Mekkî sûrelerde %35-40, Medenî sûrelerde %65-60 yer almaktadır.

Görünen o ki Medine döneminde Allah lafzı, Mekke döneminde Rabb lazfı daha fazla kullanılmış. Cahiliyye insanları her ne kadar âlemleri yaratan bir Allah inancına sahip olsalar da ibadet etmek üzere uydurma rabber edindiler.

Kur’an öncelikle Allah’ın insan ve kâinat üzerindeki hakimiyetini Rab ismini kullanarak tesis ettikten sonra, ‘İşte bu Allah’dır sizin Rabbinizdir’ diyerek kâinatın ve ibadetin sahibi Allah olduğu gerçeğini tekrar tekrar zihinlere yerleştirmiştir. (Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyyet, s: 101)

 

6-Lafzatullah: Sevgi kaynağı

İlâh kelimesinin kökü olan ‘e-le-he’; mabud edindi, (sevdiği için) ibadet (kulluk) etti demiştik. Bu kulluğun esası da sevgidir.

Bu fiil ayrıca (elihe formuyla ve farklı harf-i cerlerle), himaye etmek, şaşmak, sığınmak, iltica etmek, bir yere ikâmet etmek, bir şeye hasretten dolayı acele etmek gibi anlamlara da gelir.

“ellehe”; kulluk ettirmek, ilâhlatırmak, bir şeyi tanrı saymak,

“teellehe”; tanrı olmak, ya da ilâh olduğunu iddia etmek, ya da birine, bir şeye kulluk yapmak. 

“el-İlâh” başka bir deyişle; sevginin, sevgiyi yitirmekten dolayı duyulan korkunun, azametinden dolayı duyulan ürperti ve endişenin, yüceliğinden dolayı duyulan saygının muhatabı olan ve bütün bunlardan dolayı ibadete layık olan demektir.

  Varlığın tek yaratıcısı yarattıklarını sevgiyle yaratmıştır. Sevgi yaratılışın sırrı, var oluşun sebebidir. O sevdiği için var etmiş, biz var olanı sevmişizdir. O sevince varlık var olmuş, biz ise var olunca ancak sevebilmişiz.” (İslâmoğlu, M. Allah, s: 14)

O halde Allah sevgisi nedir, nasıl olmalıdır? Bunun elbette ma’rifaullah’la ilgisi vardır. Zira Allah hakkında ma’rifeti az olanların Allah’a olan muhabbetleri de az olacaktır.