el-Esmâu'l-Hüsnâ dersleri seminerinin bir bölümü olarak Allah'ı (cc) hakkıyla tanıma (Ma'rifetullah) 

Hüseyin K. Ece

Selam Pazar Dersleri

Dortmund 21.01.2007

II-MA'RİFETULLAH

 

1-Ma’rifet

Allah’ı sıfatlarıyla ve fiillerinin tecelleriyle (sonuçlarıyla) tanımak insanın ilk görevidir. Ki buna ‘ma’rifetullah’ denir.

Bu bir anlamda Allah’ı, O’nun vahdaniyetini, O’na ait sıfatları, fiilleri ve isimleri hakkıyla tanımak, anlamak, idrak etmek demektir.

‘Ma’rifetullah’, Allah’ı Kur’an'ın bildirdiği gibi tanıma, sıfatlarını, isimlerini ve bunların sonsuz kemalde olduğunu anlama, ilahi gerçekleri idrak etmedir.

‘Ma’rifet’, ve ‘irfan’ ilim ile birlikte kullanılsalar da aralarında farklılık vardır.

Bunlar ‘A-ra-fe’fiilinin masdarıdır. Ma’rifet ve irfan masdar olarak bilmek, tanımak, ikrar etmek, isim olarak da bilgi anlamına gelir. İlim tümel ve genel bilgileri ifade ederken, ma’rifet ve irfan tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. Bu sebeple ilim her zaman ma’rifetin yerini tutmaz. (Uludağ S. TDV İslâm Ansiklopedisi, Ma’rifet mad. 28/54)

Bu da esasen herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, o şeyin eserine (izine) bakarak ve akıl yorarak, tefekkür ederek o şeyi hakkıyla tanımak demektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 495)

Ya da bir şeyi olduğu gibi idrak etmektir. (el-Cürcânî, A. b. Muhammed. et-Ta’rifât, 218)

‘Ma’rifet’, ustalık, herkesin yapamadığı şeyi yapabilme anlamına da gelmektedir. Bu demektir ki, aslı, özü bilinmeyen bir şeyi, o şeye ait emarelere bakarak anlamaya çalışmak ustalık gerektirir.

Arap dilinde, ‘şu adam Allah’ı biliyor’ denmez. Çünkü Allah (cc) ‘ma’lum’ yani bilinen bir şey değildir. O, insan bilgisine konu olmaz. İnsan ne kadar uğraşırsa  uğraşsın, Allah’ın zatının ne olduğunu bilemez. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 495)

Ama O’nu sıfatlarıyla, fiilleriyle ve bunların kâinattaki tecelleriyle tanıyabilir. O’nun gücünün ve hükümranlığının eseri yerde ve göklerdedir. O’nun âyetleri evrende, insanda, Kur’an’da ve Peygamber mesajındadır. Kişi onlara bakar ve Allah’ı tanımaya, idrak etmeye çalışır.

İşte bu ‘ma’rifettir’. Ancak bu bazılarının iddia ettiği gibi ötelerden insana verilen (ledünni) bilgi değil; kulun Allah’ın Kur’an’da ve kâinattaki âyetleri üzerinde tefekkür ederek, aklını, bilgi elde etme yollarını kullanarak ulaştığı bir idrak ve anlayıştır.

Ma’rifet, Allah'ı O'nun isimlerini ve sıfatlarını, kudret ve iradesinin geçerliğini bilmek; alçak gönüllü olmak manasını ifade ettiği gibi bilginler arasında ilim manasına da gelmektedir. Onlara göre, her ilim bir ma’rifettir, her ma’rifet de bir ilimdir. Allah'ı âlim (bilen) herkes âriftir, her ârif de âlimdir. (Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Ma’rifet mad.)

Bazılarına göre ise ilim aklın keşfi; marifet de kalbin keşfidir. Bu yüzden ilim genel, ma’rifet özel bir terimdir. Yani her ma’rifet ilimdir, ama her ilim ma’rifet değildir. Şayet her ilim ma’rifet olmuş olsa idi, her ilim adamının “ma’rifetullah” sahibi olması lazım gelirdi. Halbuki pek çok ilim adamının kalbinde  ma’rifet, hatta bazen iman bile bulunmuyor.

Ma’rifet bir anlamda ilmin iman ve hidâyet ile işlenmiş şeklidir diyebiliriz. (https://sorularlarisale.com/ilim-ile-marifetin-farki-nedir)

Marifet sahibi olanlara da ‘ârif’ denir.

Ma’rifet, sadece Allah’ı gereği gibi tanımak değil, o aynı zamanda O’na gereği gibi bağlanmayı da ifade eder.

İnsanlar içinde O'nu en iyi tanıyanlar, O'nun azametini idrakten, yahut zâtını keşfetmekten âciz olduklarını en çok ikrar ederler. Burada "Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar… » (Fatır 35/28) ayetini hatırlamak gerekir.

Hz. Ali’nin deyişi ile Din’in başlangıcı ‘ma’rifettir. Kim Allah’ı hakkıyla tanırsa, kulluğunu, teslimiyetini daha iyi yapar. Tevhidí inancın kökleşmesi de ‘ma’rifet’ şuurunun artmasına bağlıdır. 

İnkârcılar, müşrikler ve münafıklar «Allah’ı hakkıyla takdir edemediler...”  (En’am 6/91), edemezler de. Allah’ı hakkıyla takdir etmek, O’nu hakkıyla tanımak, anlamaktır. O’nu, insanı O’na götüren âyetlerinden tanıyan da zaten kafir, müşrik, münafık olmaz.

Ma’rifetullah kişinin Allah'ı hakkıyla tanıması ve buna göre O'na bağlanmasını ifade eder. Zira, kişi, Allah'ı hakkıyla tanırsa, O'nun emir ve yasaklarına da bağlanır.

M’arifetullah’ta şu üç nokta önemlidir: 

Birincisi; İzzet ve Celâl sahibi olan Allah'ı ve O'nun vahdaniyetini (tek ilah oluşunu) idrak etmek, O’nu tekbir etmek (O’nun en büyük en ulu bilmek), O’nu tesbih etmek, yani noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu bilip, O’nu taratıkloardan bir şeye benzetmemek,

İkincisi; Allah'ın sıfatlarını ve bu sıfatların işlevini anlamak,

Üçüncüsü; Allah'ın fiillerini ve bu fiillerin hikmetlerini kavramak (Hucvirî, Keşful-Mahcûb s: 92den Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Ma’rifet mad.) 

Mü’minin bilgisi, tefekkürü ve hikmeti arttıkça, ma’rifeti de artar. Bu da onun imanını güçlendirir. Güçlü iman sahibini sâlih amel işlemeye sevkeder ve onu sâlihlerden yapar. Zaten insandan istenen de sâlih bir kul olmasıdır.

“İlim ve irfan sahibi bir âlimin ve ârifin Allah’ı bilme derecesiyle, câhil bir mü’minin Allah’ı bilme derecesi bir olmaz. Ömrünü Allah’a yakın olmak için ilim, irfan, hikmet ve ibadet ve taatla geçirmiş bir mü’minle, bunlardan uzak durmuş bir mü’minin Allah’ı anlama derecesi de bir olmaz. Birincilerle ikinciler arasındaki ortak nokta imandır.

İman kalbin bilgisidir. Alim mü’min de cahil mü’min de kalbin bilgisiyle bilirler. Fakat âlim mü’min aklın bilgisiyle kalbin bilgisini güçlendirdiği için, Allah’ın bilmede câhile göre ilim ve irfanı oranında ileridedir.

Bu bilgiyi sâlih amelle pekiştiren kişi, Allah hakkındaki bilgisini eyleme geçiren kişidir. Bu tıpkı bir şeyi yalnız okuyarak bilmekle, onu görüp koklayıp, tadıp, dokunarak bilmek arasındaki fark gibidir. (İslâmoğlu, M. Allah, s: 72)

Muhabbet (Allah sevgisi), ma’rifetin meyvesidir; onun için ma’­rifetten sonra gelir. Ma’rifet (Allah'ı tanıma) olmazsa muhabbet de olmaz. Ma’rifet zayıf olursa muhabbet de za­yıf olur. Bunun için Hasan-ı Basrî: "Rabb'ını bilen O'nu sever, dünyayı bilen, O'ndan nefret eder." demiştir. (Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Allah mad.)

 

2-Marifetin İmkanları:

a-Akıl

‘Akl’ sözlükte, masdar olarak; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. ‘Akl’ isim olarak; idrak, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ demektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 511)

‘Akıl’,  bilgi edinmeye yarayan güç, düşünme, kavrama, anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir.

Sözlük anlamından hareketle denilebilir ki ‘akıl’; ilimle insanı koruyan, kale içerisine alan, insanı mahveden yollara sürüklenmekten koruyan ruhí bir kuvvettir.

Kur’an-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah’ın emirleri karşısında yükümlülük (mükelleflik) altına sokan ve ona sorumluluk yükleyen akıldır.  Aklı genellikle fiil halinde kullanan Kur'an, akletmenin ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekiyor.

         وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِۚ وَمَا يَعْقِلُهَٓا اِلَّا الْعَالِمُونَ ﴿43﴾

“Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak bilenlerden başkası akletmez. (Ankebût 29/43)

Bu demektir ki âyetler üzerinde iilim sahipleri daha çok düşünürler ve onların ötesindeki gerçeği anlayabilir. Bunlara basiret sahipleri de (ulu’l-ebsâr da)  denir.

Bir gerçeğe varabilmek için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde yürüdüğü yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunlardan faydalanarak bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır. 

‘Akıl’, eşyanın özelliklerini tanıyan, idrak eden bir kabiliyettir. O insana verilmiş bir manevi kuvvet, bir nûrdur. Hatta bu nûr insanın ömür boyu yürüdüğü yolu aydınlatır.

Ama maalesef insanların çoğu bu akıl gücünü ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar. 

        وَمَثَلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذ۪ي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءًۜ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ ﴿171﴾

“Küfre sapanların örneği çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi duymayıp haykıran bir kimsenin örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdirmezler.” (Bekara 2/171)

         اِنَّ شَرَّ الدَّوَٓابِّ عِنْدَ اللّٰهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذ۪ينَ لَا يَعْقِلُونَ ﴿22﴾

“Gerçek şu ki, Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal 8/22) 

Aklını kullanmayıp sapıklık üzere devam edenlere azaptan başka bir şey yoktur. (Yûnus 10/100)  Cehennem azabından kurtuluş da ancak akletmek ve aklı kullanmakla mümkün. (Mülk 67/10)

Aklın birinci görevi eşyadaki düzeni, ilâhí gerçekleri anlama, sezme, onların üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrak etmedir.          

Kur’an, mü’minler için bazı hükümleri sıraladıktan sonra;

كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ۟ ﴿242﴾

“İşte  Allah, size âyetlerini böyle açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz” (Bekara 2/242) buyuruyor.

Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: 

“Hiç kimse kendisini hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır.” (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s:511)

“Akıllı kimse, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, aciz insan da nefsini hevasına (istek ve tutkularına) uyup ta Allah’tan (olmayacak şeyleri) temenni eden kimsedir.” (İbni Mace, Zühd/31 no: 4260)

Bilindiği gibi İslâma göre, ancak akıllı insanlar Allah’ın tekliflerinden sorumludurlar. İlâhî teklifler akılla idrak edilir. Akıl, bu tekliflerin sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği zaman zararını  anlayabilir. 

İslâm akla bu kadar önem verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri,  bilginin, fayda-zararın, insanla ilgili hükümlerin son ve mutlak hakemi yapmamıştır. 

Ma’rifet ehli kimseler, neyin çirkin neyin güzel olduğunu o şeylere ait özelliklere bakarak tanıyabilirler. Çünkü onlar ‘selim akıl’ sahibidirler. 

 

b-Âyetler:

'Âyet' sözlükte, bir şeyin ve bir amacın varlığını gösteren açık alâmettir.

Açıkça ortada görülmeyen şey âyetiyle bilinir ve tanınır. Bir yolu bilmeyen, o yola ait alametleri bilirse, yolu tanr. Âyet, duyuların, düşüncelerin veya akılla bilinen şeylerin dışa vurmuş şeklidir denilebilir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 40)

Yüzü kızaran bir kimsenin kızdığını veya utandığını anlarız. Yüzü kızarmak kızgınlığın âyetidir. 

‘Âyet’, bu şekilde, açık alamet, nişan, belirti, iz, eser ve işaret  anlamlarına gelmektedir.     

Kur’an âyetlerinin her biri Allah’a ait alametler, işaretlerdir. Bununla beraber Allah’a mahsus bir yüceliğe de işaret ederler. Bu yücelik onların bağlı oldukları Kudret’ı hatırlatır, O’nun büyüklüğünü tanıtır.

b1-Kaç çeşit âyet vardır?

İslâm alimleri, aklı, yani insanı Allah’ın varlığına ve birliğine ulaştıran âyetleri ‘kevnî ve kavlî’ olmak üzere ikiye ayırırlar. Şimdi bunlardan söz edelim.

b2-Kevnî âyetler:

Evrendeki sayısız varlıklara, çeşitliliğe, sürekli bir oluşuma ve evrensel düzene ‘fiilí veya kevnî âyetler-oluşun alametleri’ denmiştir. Bu âyetler, yüce bir varlığın kudretini açıkça haber vermektedir. -Kevnî âyetlere nerededir?

Bu âyetlerde ya âfakta, ya da enfüstedir:

         سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ ﴿53﴾

“Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyleki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 41/53)

-Âfakta

Kur’an, âyetlerden meydana geldiği gibi kâinat da âyetlerden meydana gelir. Çevremizde gördüğümüz her şey, Allah’ın birer âyetidir. Bütün varlıklar, bütün olaylar Allah’ın ‘ol’ emriyle meydana çıkmış kelime’leridir. Bunlar, insana Allah’ı tanıtmaları açısından ise birer âyettirler.  

Mesela, Güneşin bir aydınlık, Ay’ın bir nur kılınması yılların sayısı bilinsin diye Güneş’e ve Ay’a durakların tesbit edilmesi (Yûnus 10/5),

tanenin ve çekirdeğin yaratılması, sabahın gecenin içinden çıkıp gelmesi, gecenin dinlenme zamanı yapılması, karanlığın derinliklerinde yol bulmak için yıldızların bir lamba gibi var edilmesi, insanların tek bir nefisten yaratılması, gökten inen su ile bitkilerin büyütülmesi, her türlü meyvanın var edilmesi (En’am 6/95-99),

arının bal yapması, hayvanların çeşit çeşit yaratılmasý, hayvanlar tarafından insanlara süt hazırlanması  (Nahl 16/65-69),

gece ile gündüzün değişmesi (Âli İmran 3/190. Yûnus 10/6),

kuşların havada tutulması (16 Nahl/79),

yerden bitkilerin çıkarılması (Şûara 26/7-9) hep birer âyettir.

         وَهُوَ الَّذ۪ي مَدَّ الْاَرْضَ وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِيَ وَاَنْهَارًاۜ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ ف۪يهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿3﴾

“Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz dağlar ve ırmakları var edendir. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır. Geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” (Râd 13/3)

Peygamberimiz (sav) Güneş’in ve Ay’ın Allah’ın kudretinin iki âyeti olduğunu haber veriyor. (Buhârí, Bed’ü’l Halk/88)

Buna göre kâinatta zerreden kürreye, canlı veya cansız; var olan her şey, madenler, bitkiler, hayvanlar hepis birer âyettir. Kâinattaki denge, yani hayatın bizzat kendisi muazzam bir âyettir.

 

-Enfüste (yürüyen âyetler)

İnsanın çevresinde bunca âyet olduğu gibi bizzat kendi yapısında âyetler vardır. İnsanın harika yapısı, yaratılışı, hayatını devam ettirmesi, can-ru, akıl, irade, zekâ sahibi oluşu, düşünebilme, icat edebilme ve hatırlama ve unutma kabiliyetlerinin oluşu hep birer âyettir.

Her insanın ayrı bir yüze, ayrı bir karaktere, ayrı bir kapasiteye, hatta ayrı bir sese sahip olması ne kadar düşündürücüdür. İnsanın iç dünyasının derinliği, ortaya koydukları, düşünce dünyası hep olağanüstü değil mi?

Ma’rifete ulaşmak isteyenler insandan yola çıkabilirler. İnsan nasıl yaratıldı? İnsanın durumu ve konumu nedir? Ahsen-i takvim ve eşrefi mahlûkat nedir?

Kur’an, insanın yaratılışın anlatıp, Allah’ın yüce kudretine işaret ediyor.

وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَٓا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ ﴿20﴾

“Sizi topraktan yaratmış olması O’nun âyetlerindendir. Sonra siz, (yeryüzünün her tarafına) yayılmakta olan bir beşer oldunuz.” (Rûm 30/20)

وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ مِنَ الْمَٓاءِ بَشَرًا فَجَعَلَهُ نَسَبًا وَصِهْرًاۜ وَكَانَ رَبُّكَ قَد۪يرًا ﴿54﴾

“İnsanı bir sudan yaratıp onu soy-sop yapan O’dur. Senin Rabbin her şeye gücü yetendir.” (Furkan 25/54)

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ﴿12﴾ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ﴿13﴾ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۗ ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ ﴿14﴾ ثُمَّ اِنَّكُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ لَمَيِّتُونَۜ ﴿15﴾ ثُمَّ اِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ تُبْعَثُونَ ﴿16﴾

“And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden (süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık.

Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta (rahimde) nutfe (sperma) haline getirdik.

Sonra nutfeyi bir alaka (embrio) yarattık, derken o alakayı bir mudga (bir çiğnem et parçası halinde) yarattık, derken o mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra onu diğer bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah, pek yücedir.

Sonra siz bunun ardından, muhakkak ki öleceksiniz.

Sonra da siz, şüphesiz, kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz.” (Mü’minûn 23/12-16)

Lisanların ve renklerin ayrı ayrı oluşu (Rûm 30/22),

eşler arasına konan sevgi (Rûm 30/21),

insanın uykuda veya uyanıkken canının alınması (Zümer 39/42) âyettir.

 

b3-Kavlî âyetler

Peygamberlere indirilen bütün ilâhí kitaplar da ‘kavlí’, yani sözlü âyetlerdir. Bu kitapların gönderiliş şekli olan vahy bir âyet olduğu gibi, bu kitapların anlattığı her şey de birer âyettir.

Kur’an âyetleri, Rabbimizin bize gönderdiği apaçık belgeler ve delillerdir. Bu belge ve deliller, bir yönden Rabbimizin ilâhlığının isbatlarıdır, bir taraftan da bizi doğru yola götürecek alâmetlerdir. 

Kur’an, Hz. Muhammed’e indirilen Kitab’ın insanüstü olduğunu bildirdikten sonra, bundan şüphe edenleri, “haydi bakalım, bunun gibi bir kitap, ya da bunun sûrelerine benzer sûreler yazıp getirin” diye meydan okumaktadır. (Bekara 2/23-24. Ankebût 29/50-51. İsrâ 17/88. Hûd 11/13)

Öyleyse O’nun kendisi, sûreleri, âyetleri hem birer mucize’dir, hem de onları gönderen Rabbimizin Rabliğinin, büyüklüğünün, kudretinin alâmetleri (âyetleri)dir.       

 

c-Rasûl:

Allah (cc) kullarıyla doğrudan konuşmaz. Onlarla iletişimi bir elçi aracılığıyla yapar.

وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُكَلِّمَهُ اللّٰهُ اِلَّا وَحْيًا اَوْ مِنْ وَرَٓائِ۬ حِجَابٍ اَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِيَ بِاِذْنِه۪ مَا يَشَٓاءُۜ اِنَّهُ عَلِيٌّ حَك۪يمٌ ﴿51﴾

“Kendisiyle Allah’ın konuşması bir insan için olacak şey değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûra 42/51)

Rasûllerin ve enbiyanın rolü belli. Onların vazgeçilmez sıfatları bize ipucu verir. Peygamberler tarihine tarafsız gözle bakanlar, onların örnek kişiliklerine şahit olurlar.

Son elçi son örnek. O’nun el-Emîn sıfatı ve yaşadığu hayat kişiyi ma'rifete  götürebilecek imkanlardan biridir. Yalan söylemeyen, yanlış iş yapmayan, çıkarını düşünmeyen, insanî faziletler için çalışan bir insanın yaptığı tebliğ haktır. Onu, misyonunu, tebliğ ettiklerini, çabasını yeterince tanıyan ma'rifete ulaşır.