el-Esmâu'l-Hüsnâ dersleri seminerinin bir bölümü olarak Allah'ın (cc) görülmesi (Ru'yetullah) 

Hüseyin K. Ece

Selam Pazar Dersleri

Dortmund 21.01.2007

IV-RU’YETULLAH

 

-Ru´yetullah ne demektir

“Allah’ın görülmesi” demektir ki, Allah’ın dünyada veya âhirette mü’minler tarafından görülüp görülmemesini ifade eder. 

Allah (st) zamandan, mekândan, cihetten, cisim olmaktan münezzehtir. O'nun zâtının hakikatini aklımızla ve hislerimizle idrâk edemeyiz. Bu idrâk insan takatinin dışındadır. Çünkü Al­lah'ın hakikati, varlıkların hakikati­ne hiçbir yönüyle benzemez. (Şûrâ 42/11)  

Kendini bile hakkıyle anlamaktan âciz olan, maddiyât ve mahsûsât sahasında bile birçok hatalara düşen insan; elbette hakîkât-i ilâhiyeyi de idrâkten âciz olur.

Burada karşımıza “ru’yetullah-Allah’ın insanlar tarafından görülmesi” sorunu çıkıyor.

Acaba insanların Allah’ı görme imkanı var mı?

Bir âyette Allah (cc) “len terânî-Beni asla görmezsin” diye kesin bir cevap verdiğine göre, bundan sonra Allah’ın görülebileceği iddia edilebilir mi?

Dünyada imkansız olan bu ru’yet acaba âhirette olabilir mi?

Cennetliklerin Rabbine bakmasını (nazar etmelerini) nasıl anlamak gerekir? (Kıyâmet 75/22-23)

Oradaki bakmak dünyadaki gibi bakmak mıdır?

Orada Allah cennetliklere kendini gösterecek mi, ya da kendini görebilecekleri gözler yaratacak mı?

Bu ve benzeri sorular müslüman âlimleri baştan beri meşgul etti. Bu konuda onlar ve mezhepler arasında tartışmalar, farklı görüşler olmuş, nâsslar farklı şekilde yorumlanmış.

Biz bu tartışmalardan bir kaç örnekle ‘ru’yetullah” konusunu özetlemek istiyoruz. Ama önce hz. Musa’nın Allah’ı görme isteğine bakalım.

 

-Hz Musa’nın arzusu

Kur’an’dan öğrendiğimize göre Mûsâ (as), Tûr’daki o olağanüstü buluşma sırasında, üç vahiy şeklinden biri olan ‘vasıtasız vahiy’ ile Allah’tan vahiy alırken, aynı zamanda, kendisiyle konuşma lütfunda bulunan Allah’ı müşâhede etmeyi, O’nu beden gözüyle görmeyi de diledi. Şöyle ki:

وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًاۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿143﴾

"Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'ı (onunla)konuşunca: “Rabbim bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. (Rabbi buyurdu ki:

“Sen Beni asla göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de Beni görebilirsin.”

Rabbi dağa görününce (tecelli edince) onu darmadağın etti ve Musa da baygın düştü. Ayılınca: “Sen Sübhânsın (yücesin-yaratılmışlara benzemezsin), Sana tevbe ettim, ben inanan­ların ilkiyim” dedi.” (A'râf 7/143)

Bir yoruma göre hz. Musa Allah’ın kelâmını (vahyini) işitince O’nun zâtını görme arzusu duydu. Ama Allah ona; “Beni asla göremezsin, yani, Beni dünyada görmene imkan yoktur” buyurdu. (Kurtûbî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1318)

Bir peygamberin Allah’ı dünya gözüyle görmek istemesi... Bize garip gelebilir.

Hz. Musa’nın (a.s), Allah’ın zâtını görmeyi istemesi bir peygam­berin böyle bir talebin caiz ve mümkün olabileceğine delildir.

Hz. Musa'nın (a.s.) bu görme isteği­ne karşı Allah'ın "Sen Beni asla göre­mezsin... " buyurması “görmeye tahammül edemezsin” anlamındadır. Âyetin devamı bu manâyı kuvvetlen­dirmektedir.

Hz. Musa bu dünyada beden gözüyle Allah’ı görmenin mümkün olduğunu düşünerek böyle bir talepte bulundu diyebiliriz. Fakat Allah (cc) “Sen Beni asla göremezsin” buyurarak bunun (dünyada) imkânsız olduğuna işaret buyurdu. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/459)

Tecelli sözlükte bir şeyin görünmesi, ortaya, açığa çıkması, perdenin veya örtünün açılması üzerine bir şeyin bütün gerçekliğiyle ortaya çıkması demektir. Bu da "Gelini açığa çıkardım, görünmesini sağladım" tabirinden alınmıştır. Yine üzerindeki pası giderilerek ortaya çıkartılan kılıç hakkında da aynı fiil kullanılır ve her ikisinde de mastar şeklinde gelir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 134)

Âyetin “Rabbi dağa görününce (tecelli edince)” Allah’ın emri ve kudreti tecelli etti diye de açıklanmıştır. 

 Hz. Musa ayılınca anladı ki bu tecelli kendisini bu kadar sarstığına göre, bu dünyanın şartları içinde, bu bedenî, hissî ve psikolojik yapısıyla Allah’ı görmeye asla tahammül edemeyecekti. Sonuç olarak o Allah’tan, genel anlamda mümkün, fakat bu dünyada imkânsız olan bir şeyi istediği için tevbe etti. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/459-460)

“Ayılınca; “Sen Sübhânsın (yücesin-yaratılmışlara benzemezsin), Sana tevbe ettim” kısmı hakkında ilk dönem tefsircilerinden Mücahid demiş ki; “bu, dünyada seni görmeyi istediğimden dolayı tevbe ettim” demektir.

Bu ifade şöyle de açıklanmış: “hz. Musa Allah’tan izin istemeksizin böyle bir dilekte bulunmuştu. Bundan dolayı tevbe etti.” (Kurtûbî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1319)

Bu âyeti; “hz. Musa Allah’tan kendisine bazı âyetlerini göstermesini istedi şeklinde anlamak mümkün değildir. Şayet öyle olsaydı, ona istedikleri verilirdi. Nitekim önceden Musa’ya çeşitli âyetler (mucizeler) verilmişti.

“Sen Beni asla göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de Beni görebilirsin.”

Böylece Allah (cc) Musa'ya kendi bünyesinden daha güçlü ve daha sağlam olan bir şeyi örnek verdi. Kendisini görmeye dağ dayanamadığına göre Musa da O’nu görmeye takat getiremezdi. (Kurtûbî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1318)

Âyetin mesajı açık. Hz. Musa Allah’ı görmek istedi. Ama Rabbimiz bunun mümkün olmadığını, paramparça olan dağ misalini göstererek haber verdi. 

Her şeyi hikmetli Kur’an burada hz. Musa’nın talebiyle birlikte, Allah’ın aşkınlığını, varlıklara benzemediğini, O’nun tarafından yaratılan gözlerin O’nun zâtını görmekten aciz olduklarını vurguluyor.

Buradaki asıl konu bizce Allah tasavvurudur. Nitekim Musa’nın kavmi ondan Allah’ı kendilerine göstermesini istediler. (Bekara 2/55. Nisâ 4/153) Bu da yetmedi Allah onları denizden kurtardıktan sonra puta tapan bir kavim gördüler. Bunun üzerine hz. Musa’dan onların putları gibi görünen bir tanrı yapmasını istediler. (A’raf 7/138) hz. Musa bunu da yapmayınca daha sonra Samirî’nin görünen buzağı heykeline tapmaya başladılar. (A’raf 7/148. Tâhâ 20/85)

Müşrikler, hz. Muhammed’ten (sav) Allah’ı ve melekleri gözlerinin önüne getirmesini istemişlerdi. (İsrâ 17/92) Onlar, öteden beri görünmeyen bir tanrı yerine, kendi uydurdukları görebilecekleri, dokunabilecekleri, cisim şeklinde, hatta kendilerine benzeyen  tanrıları tercih ederler.

Bu âyet öncelikle yanlış tanrı tasavvuruna, bu bâtıl inanca bir reddir.

Ama ne yazık ki konu buradan insanın Allah’ı görüp görmeyeceği tartışmasına taşınmış, bu konuda kendilerine göre, ancak hakikatte tuhaf, tutarsız, bağlamla alakası olmayan yorumlar yapmışlar. Mesela;

Hz. Musa vahiy (Tevrat’ı) almak üzere buluşma yerine (mikat’a) gitti, orada ilâhi kelâmı duyunca kendine hâkim olamadı ve Allah’ı görmek istedi. Kendinden geçen kimse de söylediğinden sorumlu tutulmaz.

Musa ilâhi kelâmı duymanın cazibesine kapılınca, bir de ilâhi feyzin etkisiyle ve bu olağanüstü vuslatın sebep olduğu hâl yüzünden bir nevi dili kontrolden çıktı.

Musa, Tûr’a gitmeden önce kavmine “bir ihtiyacınız var mı, ben Rabbimle konuşmaya gidiyorum, O’na arzedeyim” demiş. Ancak ilâhi hitabı duyunca bunları hatırlamadı, aksine dilinden Allah’ı görme istediği döküldü.

Musa, fakr (muhtaç olma) diliyle bir istekte bulundu. Hiç olmazsa bir bakış kadar Rabbini görmek istedi. Allah âşıkı bir kimsenin bu kadarlık bir isteği mazurdur. O bir nevi ilâhi aşkının kurbanıdır. (el-Kuşeyrî, Abdulkerîm. Letâifu’l-İşârât (çev.), 2/234-237)

 

-Ru’yetullah (Allah’ın görülmesi) sorunu

Görüldüğü gibi bu âyette tartışmalara sebep olan kelâm (Allah’ın konuşması) ve rü’yetullah (Allah’ın beden gözüyle görülmesi) söz konusu ediliyor. hz. Musa’nın Allah ile konuştuğu, O’nu görmek istediği ama bu talebinin asla mümkün olmadığı açıklanıyor. Buna göre Allah konuşur (kelâm sıfatı vardır), fakat Allah asla görülemez.

Âyetteki bu açık ifadeye rağmen İslâm âlimleri hem kelâm sıfatını, hem de ru’yetullah konusunu uzun uzun tartışmışlardır.

 

-Dünyada Allah’ın beden gözüyle görülmesi mümkün mü?

Muhaddis, müfessir, fukaha ve kelâm âlimlerinden bir grup rü'yetullah'ın (Allah’ın görülmesinin) dünyada müm­kün olamayacağı görüşündedir. Delil olarak da yukarıdaki âyeti ileri sürerler. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/459-460)

Ehl-i sünnet âlimlerine göre Allah’ın görülmesi aklen câizdir. Çünkü O’nun, var olması itibariyle görülmesi mümkündür. Bir varlığın görülebilir olmasının yegâne şartı var olmaktır.

Ancak dinî kaynaklar O’nun dünyada değil, âhirette görüleceğini bildirmiştir.

Hz. Mûsâ, “Rabbim! Bana görün, sana bakayım” derken imkânsız olanı değil, câiz olanı istemiştir. Böyle olunca da, “Sen Beni asla göremezsin” şeklindeki ilâhî cevap, imkânsız olan bir isteği reddetme anlamı taşımayıp, Allah’ın dünyada görülemeyeceğini bildirir. (İbni Atiyye, Abdulhak. Muharriru’l-Vecîz, s: 740)

Mi’rac'da Hz. Muhammed'in (sav) Allah'ı görme konusunda Hz. Âişe’den gelen bir rivâyet şöyle: Mesrûk anlatıyor: “Aişe’ye dedim ki: “Ey anneciğim! Muhammed (as) Rabbini gördü mü?” Bu soru üzerine:

“Söylediğin sözden tüylerim ürperdi. Senin üç hatalı sözden haberin yok mu? Kim onları sana söylerse yalan söylemiş olur.

Şöyle ki: Kim sana: “Muhammed Rabbini gördü” derse yalan söylemiş olur. (Hz. Aişe bu noktada, sözüne delil olarak) şu âyetleri okudu.

لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ ﴿103﴾

“Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder.” (En'âm 6/103) “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.”  (Şûrâ 42/51)

Devamla dedi ki: “Kim sana derse ki Muhammed yarın olacak şeyi bilir, yalan söylemiştir. Zira âyette:

وَمَا تَدْر۪ي نَفْسٌ مَاذَا تَكْسِبُ غَدًاۜ ...﴿34﴾

 “...Hiçbir nefis yarın ne kazanacağını bilemez...” (Lokman 31/34) buyrulmuştur.

Kim sana “Muhammed'in vahiyden birşey gizlediğini söylerse o da yalan söylemiştir. Çünkü âyette:

يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ ﴿67﴾

“Ey Peygamber! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan Allah'ın risaletini tebliğ etmiş olmazsın” (Mâide 5/67) buyrulmuştur.

Lakin Resûlullah (as) Cibril'i (asli sûretinde) iki sefer görmüştür.” (Buhârî, Tefsir/Necm-1 no: 4855, Tefsir, Mâide/7 no: 4612, Bed'ü'l-Halk/6 no: 3224, 3235, Tevhid/4 no: 7380. Müslim, İman/77 (287) no: 439. Tirmizî, Tefsir/En'âm-6 no: 3068)

Zemahşerî, ru’yetin dünyada veya âhirette olup olmadığından söz etmeksizin En’am 6/103 âyeti açıklarken şöyle diyor: “’Ebsar’ gözler demektir ki bunun tekili ‘besar’dır. Bu da bakış, bakma anlamına gelir. Bakış (besar) yoluyla görülebilecek şeyler idrak edilir, tanınır. Buna göre âyetin manası; “Gözler ona ulaşamaz, onu idrak edip kavrayamaz. Çünkü O Zâtı itibariyle görülmüş olmaktan yücedir, lâtif olması yönüyle manevîdir” olur. Kaldı ki gözler ancak bir yönde, bir mekanda olan şeye ulaşıp görebilirler.” (Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşaf, 2/51)

Ehl-i Sünnet âlimlerince “Allah’ın dünyada insanlar tarafından görülmesi mümkün değildir” diye kabul edilmesine rağmen, yukarıdaki âyette Allah (cc)  hz. Musa’ya “sen Beni asla göremezsin” dediği halde yine ehl-i sünnetten sayılan Kadı Iyad, Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib’ten şöyle garip bir görüş naklediyor:

“Hz. Musa, aslında Allah'ı gördü, bundan dolayı da bayılıp yere düştü. Allah’ın tecelli ettiği dağ da Allah’ı gördü ve Allah'ın kendisi için yaratmış olduğu özel bir idrâk sebebiyle parçalandı.” (Kurtûbî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1319)

Kur’an’ın açık beyanına rağmen böyle bir yorum cidde hayret vericidir. Demek ki ehl-i sünnet âlimleri arasında “Allah’ın dünyada görülmesi” konusunda fikir birliği (icma) yoktur.

Kurtubî; “hz. Musa, Allah’ı görmenin mümkün olmadığını başkalarına göstermek için böyle bir istekte bulundu” diyenlere bid’at ehli dedikten sonra, böyle bir talep tevbeyi gerektirmez diye ekliyor. (Ama âyette Musa’nın tevbe ettiği söyleniyor.) Buradaki tevbe tıpkı hz. Musa’nın; “ben, Kıpti'yi öldürdüğüm için Sana tevbe ettim” demesi gibidir. (Kurtûbî, bu görüşü Kuşeyrî’den naklediyor ama biz bunu Kuşeyrî’nin tefsirinde göremedik. Bkz: el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1319)

Kurtubî tuhaf bir yoruma, bir alıntıya daha yer veriyor: Ali b. Mehdî Taberî demiş ki: “Eğer Musa'nın bu isteği imkânsız bir şey olsaydı, Allah'ı tanımakla birlikte böyle bir şeye kalkışmazdı.” (Kurtûbî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1319) Allah’ı dünyada görmek mümkün değildir derken, bu alıntıda zımnen bu mümkün bir şey denmek isteniyor. Yoksa hz. Musa Allah’ı iyi tandığı halde böyle bir talepte bulunmazdı.

Dünyada Allah’ın insanlar tarafından beden gözüyle, ya da başka bir şekilde asla görülemeyeceğinin bir delili de şu âyettir:

“Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder.” (En'âm 6/103)

Allah (cc) Samed’tir. Her türlü değişim, varlıklara benzeme ve kavranabilirlikten uzaktır (münezzehtir). Sınırı ve kenarı olmayan bir şey ise kavranamaz, ihata edilemez.

Mi’racın bedenle gerçekleştiğini kabul edenlere göre Hz. Peygamber'in orada gördüğü, Allah'ın zâtı değil, büyük âyetleridir.

Ebû Zer (ra) Rasûlullah'a (sav) “Rabb'ını hiç gördün mü?” diye sorunca Hz. Peygamber (sav) “O bir nûr, onu na­sıl göreyim?” diye cevap verir.   (Müslim, İman/291 no: 178. Tirmizî, Tefsir/Necm no: 3278)

 

-Âhirette Allah’ın görülmesi (ru’yetullah) mümkün mü? Ya da hadislerde ru’yetullah

 “Allah’ın âhirette görülebilmesi” konusu Mu‘tezile ile Sünnî âlimler arasındaki tartışma konularından biridir.

“Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var oluş özelliğine bağladığı ve Allah’ın varlığından da şüphe edilmediği için, değişik kanunlara bağlı bulunan âhiret hayatında O’nun görülmesinin aklen mümkün olduğunu, nasların ise bunu açıkça ifade ettiğini kabul etmişlerdir.” (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/459-460)

Mu‘tezile kelâmcıları ve onların etkisinde kalan bazıları ise âhiret âleminin de dünya kanunlarına bağlı olacağını ileri sürerek; “Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder” (En'âm 6/103) ve “len terânî-Sen Beni asla göremezsin...” (A’raf 7/143) âyetlerine dayanarak Allah’ın dünyada da âhirette de görülemiyeceği fikrini savundular.

Onlar daha başka aklî ve naklî deliller yanında, özellikle bu âyete dayanarak ehl-i sünnet’in düşündüğünün aksine, Allah’ın, dünyada olduğu gibi âhirette de görülemeyeceğini ileri sürerler. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/355)

 “Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder” (En'âm 6/103)

İdrak; “arzulanan bir şeye ulaşma” demektir. Mecazen “duyu organlarının  hissedilebilecek bir şeyi algılaması, ya da aklın soyut bir varlığı, mânayı kavraması anlamında kullanılır. Buradaki kullanım her iki anlamı da kapsıyor. Yani “Gözler O’nu idrak edemez” sözüyle hem Allah’ın beden gözüyle görülür maddî bir varlık olmadığı, hem de Zâtı’nın ve mahiyetinin bilinip kuşatılamayacağı ortaya konuluyor.

“Bu ifade ile; özellikle maddî nesneleri, putları, heykelleri, resimleri tanrılaştıran, bunlara tanrısal aşkınlık ve kutsallık yükleyerek kendilerine sığınılan veya korkulan birer güç kaynağı gibi gören bütün dinler, inançlar ve bunlara dayalı tutumlar reddediliyor”. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/355)

Kelâm âlimle­rinin çoğu, Allah'ın lûtfu ile bazı seçkin kişiler için böyle bir idrakin ke­şif ve ilham yoluyla mümkün olduğu­nu söylemişlerdir. Ancak onlar da dünyada bunun mümkün olmadığını ifade ederler.  

İbni Abbas kendisine Allah’ın görülmesi konusunu sorup bu âyeti okuyan kimseye; “Göğü görüyor musun?” diye sordu. Adam; “evet görüyorum” dedi. İbni Abbas; “peki onu idrak edebiliyor musun?” diye sordu. Adam; “hayır” deyince İbni Abbes; “Allah (cc) idrak edilememe açısından en büyük ve en yücedir” dedi. (İbni Hişâm, es-Siyratü’n-Nebeviyye, 2/268)

“İbn Rüşd, Mu‘tezile’nin ru’yetullahı inkâr etmesini reddettikten sonra kelâmcılar tarafından kullanılan ispat delillerini de zayıf bulduğunu ifade etmiş ve rü’yetin nûr ismine bağlı olarak yapılacak izahlarla ispat edilmesinin daha isabetli olacağını ileri sürmüştür.” (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/471)

S. Havva bu konuda çok kesin bir hükme varıyor. Şöyle diyor: “Rabbini tanıyan ve bilen Musa’nın (as) O’nu görmek istemesi, O’nu görmenin mümkün olduğu konusunda bir delildir. Aynı şekilde yüce Allah’ın ona cevabında kendisinin görülebilmesi için bir şartın gerçekleşmesinden söz etmesi de ru’yetullahın başka bir delilidir. Bundan dolayı sünnî âlimler Allah’ı görmenin aklen caiz, hatta buna inanmanın vacip olduğu ve âhirette gerçekleşeceği görüşünü benimsediler.”

Arkasından da hem ru’yetullahı kabul edenlerin, hem de buna karşı çıkanları eleştirenlerin ve onlara bid’at ehli diyenlerin görüşlerini sıralıyor. (Havva, S. el-Esas fi’s-Sünne (çev.), 10/381-386)

Biri grup âlim de orta yolu benimsemişlerdir. Onlar aşağıda gelecek hadisleri ve şu âyeti delil olarak alırlar.

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌۙ ﴿22﴾ اِلٰى رَبِّهَا نَاظِرَةٌۚ ﴿23﴾

“Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabbine bakar.” (Kıyâmet 75/22-23)

Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyetteki ‘bakış’ı görme manasında anlayarak, âhirette Allah’ın görüleceği fikrine sahip olmuşlardır.

Ancak sahib ol­duğumuz gözümüzün yapısı, Allah'ı görebilecek ölçüde yaratılmamıştır. En’am 103te Allah’ın Lâtif ve Habîr olduğu, dolaysıyla dünya gözü ile görmenin mümkün olmadığı söyleniyor.

Ama âhirette ilâhî bir lütuf olarak perdeler kalkar, Lâtif olanı görebilecek lâtif gözler yaratılır.

Oradaki gözler dünyadaki gözler, oradaki görüş buradaki görüş gibi olmaz. Âhiretin her hali kendine mahsustur.

Hak ehline göre ru’yet, Allah’ın yaratığında yarattığı bir güçtür. Ru’yetin olması için ışıkların gelmesi, görülenin, gören karşısında bulunması şart değildir. Biz dünyada böyle zannederiz. Âhirette Allah’ın görülmesi için dünyadaki cihetler gibi cihetlere ihtiyaç yoktur. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 10/179-180)

Mu’tezilî âlimlere göre ise buradakı ‘bakış’ Rabbin nimetini baklemeyi ifade eder. Bu tıpkı birinin, ‘falancanın bana ne yapacağına bakıyorum’ demesi gibidir.

Âyet bâki olan Allah’ı bu dünyada fâni gözlerle görmenin imkânsızlığına işaret ediyor. Âhirette ise, ölümsüz olacak cennetliklere, Allah (cc) kendini görebilecek imkanı var eder.

Sünnî âlimler, inkârcıların âhirette “rablerinden mahrum kalacaklarını (perdelenmiş olacaklarını)” (Mutaffifîn 83/15) âyetini de bu iddialarına delil gösterirler. Zira “mahrum olma (perdelenme)” ifadesi sadece inkârcılar için kullanıldığına göre bu müminler için geçerli değildir. Fakat bu görmenin keyfiyetini bilmiyoruz. Bu âhiretteki duruma ve şartlara göre olacaktır.

Yine sünnîlere ait bir başka yoruma göre âyette Allah’ı görmenin tamamen imkânsız olduğundan söz edilmemekte, O’nun tam olarak idrak edilmesinin imkânsız olduğu bildirilmektedir. (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1827))

Ru’yetullah üzerinde selefin ve onlara tabi olanların görüşleri şöyle özetlenebilir: “Allah’ı ru’yet (görme) keyfiyetsiz (nasıllığı olmayan) bir ru’yettir. Ru’yetin olacağına veya olmayacağına dair ittifakın olmaması da selefin bu görüşünü destekler. Bazı dil bilginleri, beyan ustaları, feleseciler, kelâmcılar, hadis râvileri, hatta tasavvuf ehli bu konuda kesin bir şey söyleyemediler. Bunlar da ru’yeti kabul edenleri ikna edecek bir görüş üzerinde de birleşemediler.

Burada her iki tarafın görüşüne objektif bir şekilde bakacak olursak şöyle demek mümkün: Bu konudaki  nassları (âyetleri ve sahih hadisleri) olduğu gibi kabul etmek, bunun ne şekilde olacağını Allah’a havale etmek” şeklindeki bir yaklaşım kalbi tatmin eden, ilmin ve aklında destekleyebileceği bir görüştür. (Abduh, M.-Rıza, R. el-Menar (çev.), 10/25)

 

-Hadislerde ru’yetullah

Allah’ın (cc) yüce zâtını âhirette cennetlik kullarına göstereceğine dair hadisler var.

Cerîr İbnu Abdillah (ra) anlatıyor:

"Resûlullah (sav) bir dolunay gecesi, aya baktı ve: “Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek). Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiç bir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin).”

Cerir der ki: "Resûlullah, sonra şu âyeti okudu:

وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ

“Rabbini güneşin doğmasından ve batmasından önce hamd ile tesbih et.” (Tâhâ  20/130) (Buhârî, Mevâkitu's-Salât/26 no: 573, Tefsir/Kâf 50/2 no: 4851, Tevhid/24 no: 7434. Müslim, Mesâcid/37 (211) no: 1434. Ebu Dâvud, Sünnet/20 no: 4729. Tirmizî, Cennet/16 no: 2554. Ahmed b. Hanbel 3/16, 4/11, 12)

Süheyb (ra) anlatıyor: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Cennetlikler cennete girince Allah (cc) onlara;

“Bir şey daha istiyorsanız söyleyin, onu da ilaveten vereyim” sorar. Cennetlikler:

“Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı (daha ne isteyeceğiz?)” derler. Derken perde açılır. Onlara, yüce Rablerine bakmaktan daha sevimli bir şey verilmemiştir.”

Süheyb der ki: “Rasûlullah bu sözlerinden sonra şu âyeti okudu.

لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنٰى وَزِيَادَةٌۜ وَلَا يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ وَلَا ذِلَّةٌۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ ﴿26﴾

Salih amel işleyenlere (iyi/hayırlı işler yapanlara) daha güzel iyilik bir de ziyâde vardır...” (Yûnus, 10/26). (Müslim, İman/80 (297) no 449-450. Tirmizî, S. Cennet/16 no: 2555)

Ebu Sâlih babasından, o da Ebu Hureyre’nin anlattığına göre bazıları Peygamber’e;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?” diye sordular. Rasûlullah (sav):

“–Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi görebilmek için hiç zorluk yaşıyor musunuz?” diye sordu. Sahabeler: “–Hayır!” deyince:

“–Bulutsuz bir gecede ayı görebilmek için hiç zorluk çekiyor musunuz?” diye tekrar sordu. Onlar yine:

“–Hayır yâ Rasûlallah!” deyince şöyle buyurdu:

“–Nefsim kudret elinde olan Zât’a yemin olsun ki, Rabbinizi görme konusunda da hiç bir zorluk yaşamayacaksınız.

Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek. Allâh (cc);

“–Ey filân! Ben sana ikrâm etmedim mi? Seni efendi yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atı, deveyi sanin hizmetine vermedim mi? Kul:

“–Evet ey Rabbim” der. Allah (cc):

“–Peki Ben’imle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi?” buyurur. Kul bu soruya:

“–Hayır yâ Rabbi” karşılığını verir. Allah da:

“–Öyleyse şimdi de Ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyâda) senin Ben’i unuttuğun gibi” buyurur.

Sonra ikinci kul Allâh’ın karşısına çıkar. Allah (cc) ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de aynısını söyler. O kul:

 “–Ey Rabbim, Sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim” der ve elinden geldiğince Allah hakkında güzel övgülerde bulunur. Allah (cc):

–Dur öyleyse! Şimdi senin aleyhine bir şâhit gönderilecek” der. Kul kendi kendine:

–Benim aleyhime şâhitlik yapacak da kim?” diye düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna, etine ve kemiklerine: “Haydi konuşun” denir. Uyluğu, eti ve kemikleri konuşup, onun yaptığı her şeyi anlatır. Bu, ona, ileri sürebileceği bir özür bırakmamak içindir.

Bu kimse, Allâh’ın gazabına uğrayan münâfıktır.” (Müslim Zühd/16 no: 7438)  

Atâ b. Zeyd el-Leysî’nin Ebu Hureyre’den naklettiği uzun bir hadisin baş tarafı şöyle:

“İnsanlar Peygamber’e; “Ey Allahın Elçisi, Kıyâmet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?” diye sordular. Peygamber; “-Siz bulutsuz bir gecede dolunayı görmekten şüphe eder misiniz?” dedi. Onlar; “Hayır ey Allah’ın Rasûlü” dediler. Peygamber; “Bulutsuz bir günde Güneşi görmekten şüphe eder misiniz?” diye tekrar sordu. Orada olanlar; “Hayır” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber şöyle dedi: “Şunu bilin ki siz Rabbinizi göreceksiniz...” (Buhârî, Rikâk/52 no: 6573, Ezan/129 no: 806, Tevhid/24 no: 7437. Müslim İman/ 81 (299) no: 451. Tirmizî, Cennet/30 no: 2560)

Bunun bir benzerini Buhârî ve Müslim Ebu Said el-Hudri’den rivâyet ediyorlar. (Buhari, Tevhid/24  no: 7439. Müslim, İman/81 (302) no: 454)

Taberânî’nin Enes b. Mâlik’ten rivâyet ettiğine göre (uzun bir hadisin bir bölümünde) Allah (cc) Cennette Cuma günü cennetliklere tecelli edecek, onlarla konuşacak ve onlar da O’na bakacaklar. (Havva, S. el-Esas fi’s-Sünne (çev.), 10/389)

 

-Lütfun zirvesi

Kıyamet 22-23. âyeti mü’minlerin âhiretteki durumunu anlatmaktadır. Bazı yüzlerin sevinçten parıl parıl bir şekilde Rablerine bakacaklarını söylüyor. Bu parlaklığın ve sevincin Rabbin Yüce Cemâline bakmaktan ileri geldiği söylenebilir.

Şüphesiz beşer Allah’ın zâtının haki­kâtini idrakten âcizdir. Ancak Mü'minlerin âhirette Allah'ı bir­birlerine engel olmaksızın görmeleri, Allah'ın bir lutfu olarak (çoğunluğun görüşüne göre) vukua gelmesi mümkündür.

Cenneti hak eden mü’minlere namütenâhi, gözlerin görmediği, akılların almadığı nimetler verildiği gibi, Rabbe bakma, nazar etme, Yüce Cemâli seyretme en büyük lütuf olarak verilebilir.

 

-Ru’yetullah neyi ifade ediyor

Kulların âhirette Rabblerini görme meselesi pek çok âlime göre haktır. O’nu görmek cennette beşerin yüceleceği en yüce, en mükemmel âhiret nimetidir. Ru’yetullah, Kur’an’da yer alan şu ifadeyle de sabittir:

Onlar, korkarak ve ümid ederek Rablerine ibadet etmek için yataklarından kalkarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de Allah için harcarlar.

Hiç kimse, yapmakta olduklarına karşılık olarak, onlar için saklanan göz aydınlıklarını bilemez.” (Secde 32/16-17)

Bu müjdeyi bir hadiste de görüyoruz: “Ben, sâlih kullarıma hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın aklına gelmeyecek şeyler hazırladım...” (Buhârî, Tevhid/35  no: 7498, B. Halk/8 2344, Tefsir/32 no: 4780. Müslim Cennet/3-5 no: 7132-7134. Tirmizî, Tefsir/56 no: 3292. İbni Mâce, Zühd/39 no: 4328. Darimî, Rikak/98, 105. Bir benzeri: Müslim, İman/312

Bu lütuf onlar için bir şeref ve en nihâi gayedir. Cennetlikler böyle bir nimetle taltif edildekten sonra ötesini önemsemezler.

Bir hadiste belirtildiği üzere, Cennete giren hiç bir kimse oradan çıkmaz istemez. Şehidler hariç deniliyor.

Enes’ten rivâyet edildiğine göre, Nebî (sav) şöyle buyurdu: “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.”

Bir rivâyette: “Şehitliğin faziletini gördüğü için” deniliyor.” (Buhârî, Cihâd/6, 21 no: 2795, 2817. Müslim, İmâre/29 (109) no: 4868. Ayrıca bk. Tirmizî, F. Cihâd/13, 25 no: 1643, 1661)

Şüphesiz ki Cennet nimetlerini, güzellikleri ebedî saadeti gören bir daha ordan çıkmaz ister mi?

Dünya gözüyle, insan eliyle, sun’î olarak yapılan güzel, şirin, bakımlı bir bahçeye, bir parka girdimiz zaman bile hoşnut, mutmain, mesrur ve mutlu oluruz. Adeta bahçeden çıkmaz istemeyiz. Cennet ise dünydaki bahçelerle kıyas edilmeyecek kadar güzel, muhteşem, nâmütenâhi, çeşitli ve bol, ebedi nimetlerle dolu.

Bu kadar nimete bir de Cemâlullah’a bakmayı eklerseniz, ruhunuz bayılmaz mı?

Gönlünüz böyle bir vuslatı istemez mi?

Böyle bir hedefe yürümek arzusu olmaz mı?

Âyetteki ve hadislerdeki müjde, insan için son hedefi göstermektedir. Geri dönüşü olmayan bir yola gireceğiz. Orada bu müjdeye kavuşmak burada mümkün. Nasslar bizi kulluğa, yani hayatın her alanında sâlih amele davet ediyor.

Artık âhirette ru’yetullah olacak mı, olmayacak mı diye tartışmanın faydası yoktur. Âhiretin hallerini bütünüyle bilmediğimiz için Kur’an’ın ve Peygamberin dediği kadarıyla yetinelim. Elimizden geldiği kadar kulluk görevlerini yerine getirelim. İlâhi ödülleri hak etmeye çaba gösterelim. Âhiret hayatına hazırlık yapalım.

Buna karşın Allah’ın bize hangi ödülü vereceğine karışmayalım. O dilediğine dilediği kadar lütfeder.

Bu mükâfatlardan biri neden Allah’ın cemâline bakmak olmasın?

Ve şöyle dua edelim:

“Yarabbi, yüreklerimizi muhabbetinle doyur. Ya Rabbi, bize cennet ve cemâlini nasip eyle”

 

18.01.2007

Zaandam