İslâm'a gelenek ve örf, kabul edilebilir veya rededilebilir gelenek, ma'ruf ve dini gelenek hakkında bir seminer.

Hüseyin K. Ece

10 Mayıs 2003 Cumartesi-19.00

Birlik Camii (yanı) Rotterdam

A-Gelenek Kavramı Çevresinde

 

1-Gelenek örf ve âdetin kavramsal alanı

Gelenek; sosyal ilimlerde en karmaşık ve belirsiz kavramlardan biridir.

Kabaca gelenek; belli bir yolu izleme, belli bir çerçevede hareket etme, ya da daha önceden birisinin ortaya koyarak âdet haline getirdiği şeyi devam ettirme demektir.

“Bir toplulukta, zaman içinde meyadana gelen kültür birikimlerinin naticesi olan muaşeret, inanç, bilgi, kurum, değer vb. nesilden nesile aktarılan ve o topluluk için aidiyet unsuru konumunda bulunan her şey, an’ane, Sözlü nakille gelen şeyler..” (Doğan. D.M. Büyük Türkçe Sözlük, s: 567)

Gelenek Türkiye’de günlük dilde örf, âdet, töre, hatta görenek anlamında da kullanılır.

 Gelenek, toplum içerisinde belirli bir davranış kümesini yönlendirebilir. Belli davranış kalıpları üretebilir ve toplum fertlerini bu kalıplara göre davranmaya zorlayabilir. Gelenek, kimi toplumlarda din veya ideoloji haline getirilebilir.

Burada, İslâm açısından geleneği sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek, günümüzde karşılaştığımız gelenekler karşısında tavır belirleyebilmek için öncelikle gelenekle ilgisi olan ve İslâm fıkhında şer’î delil olarak da kullanılan ‘örf’e işaret etmek gerekir.

Örf’ün çeşitli tanımları olsa da, şöyle tarif etmek mümkün: Selim akılların şehâdeti ile bilinip (tanınıp benimsenmiş), bozulmamış fıtrî yapılarca kabul ile karşılanan şeydir.

“Örf; kanun olmadığı halde, halk tarafından alışkanlık olarak uyulan, bulunulan yere ve hallerin icabına göre teşekkül eden, akla aykırı olmayan, dince kötü karşılanmayan davranış, töre, âdet. İnsanların arasında iyi kabul edilen âdetler. Topluluk içinde uyulan şeyler.” (Doğan. D.M. Büyük Türkçe Sözlük, s: 1297)

Fıkıhçılar iki türlü örf var demişlerdir: Kavlî örf, Amelî örf.

Kavlî örf: İnsanların bir lafzı aralarında anlaştıkları manada kullanmalarıdır.

Amelî örf: İnsanların, genel olan isimlerin işaret ettiği manayı somut şeyler hakkında kullanmalarıdır. Mesela ekmek lazfının müsemması (işaret ettiği şey) geneldir. Her ekmek için kullanılır. Ama bunu buğday ekmeği diye kullanırlarsa, bu amelî örf olur.

Amelî örfe âdet de denir. Bazılarına göre örf lafız (söz), âdet de amellerdir (pratiklerdir).

Kimilerine göre örf müteâref (herkesin bildiği, meşhur) olana, âdet mûtat (alışılan) olana has olur diyor.     

Âdet; aklî bir ilişki olmaksızın tekrarlana tekrarlana gelen bir durum hakkında kullanılır. Ya da özlerde yer eden ve sağ duyu sahipleri tarafından kabul gören hep tekrarlanan gelmiş şeylerdir.

 

2-Örf ve âdetin fıkıhta delil oluşu,

Bu örf, şeriata ve fukahâ’nın icmasına muhalif olmayan yerlerde hüccettir. Bir konu hakkında açık bir nass veya tutarlı bir ictihad varsa örfe itibar olunmaz.

Hakkında nass varid olmayan meselelerde örf ve âdete müracaat olunur. Akl-ı selim sahibi kişilerin, bir takım ticarî âdetleri, siyasî tutum ve davranışları, sosyal hayat ve yargı düzeni ile ilgili bir takım düzenlemeleri teâmül haline getirmeleriyle oluşan örfe itibar edilir. Çünkü İslâmî hükümlerin konulmasındaki asıl gaye insanların durumlarını düzeltmek, aralarında adaleti gerçekleştırmek ve onların sıkıntılarını  gidermektir. Hükümde akl-ı selimin tasvip ettiği şeyleri dikkte almamak onları sıkıntıya sokar, işlerini zorlaştırır.

Ancak örf’ün delil olarak kullanılabilmesi için dört şart gerekir:

a-Örfün sözkonusu muamelelerin tümünde veya çoğunluğunda uygulanıyor olması gerekir.

b-Hakem rolü oynayacak örfün o anda mevcut olması gerekir. Hüküm verilirken dikkate alınacak örf o anda yürürlükte olandır.

c-Örfün açık bir irade beyanı ile çatışmaması gerekir.

d-Örfün kesin şer’î bir delile, yahut İslâm hukukunun ilkelerine ters düşmemesi gerekir.

        

3-Geleneği kuran unsurlar

İster müslüman toplumlarda olsun, ister gayri müslim toplumlarda olsun; var olan gelenekler birdenbire ortaya çıkmaz. Geleneğin oluşumuna içeriden ve dışarıdan pek çok unusur etki eder. Biz bu unsurları ayrı ayrı saymaktansa, geleneği kuran üç önemli unsura dikkat çekmek istiyoruz.

Bu üç unsur, geleneği takip etmede ‘biinç’in genellikle devre dışı kaldığını ortaya koymaktadır.

a-Taklid;

İnsan doğumla, çevresinde sürekli tekrarlanan sosyal davranış kalıplarını hazır bulur. Eğiticiler veya toplumun fertleri tarafından insan buna özendirilir, diğer bireyler gibi olması için hazırlanır. 

Bunlar geleneğin doğal mekanizması içinde sunulur. Bu safhada  geleneği benimsemede bilinç arzu ve heyecanla karışıktır. Daha çok çocukluk sürecindeki taklidle ilişkili olduğu için buna, ‘geleneğe adapte olma isteği ve heyecanı’ demek mümkün.

b-Tekrar;

Davranış kalıplarına uyum tekrarla olur. Tekrar, davranışların rutinlemesine yol açmadıkça kötü değildir. Zira yanlış ve karşıt davrnışlar seçmeci bir tekrarla sağlanır.

Ancak tekrar giderek gelenğin iyi dediği amaca doğru gelişir ve bilinç giderek azalır. Tekrar sayısal olarak arttıkça, muhteva da geneksel ‘yeni bir öz’ kazanır ve yerleşik bir duruma geçer. Bu safhada kişi, çevresindeki davranış kalıplarını başkaları gibi tekrar eder.

c-Alışkanlık;

Bu dönem belli bir sürekliliğe ulaşmış son safhadır. Geleneğe uymayan pürüzler giderilerek adaptasyon sağanır. Bu safhadan sonra bilinç, ya da bilinçli seçim pek kalmaz. Birey mevcut yapıya eklenmiştir ve yeni davranış kalıpları üretmesi zordur. O,  kemikleşmiş yapı içinde biline davranışları, ya da deüer yargılarını tekrar eder durur.  

Ancak burada öğrenmeye yönelik yararlı bir tekrardan çok rutinleşme, basmakalıplık söz konusudur.

Geleneksel yapının kendi içinde izlediği bu süreç, bilinç denen insanî imtiyazı giderek ortadan kaldırabilir.

İşte İslâm böyle bir gelenek anlayışına karşıdır. Nitekim önceki kuşakları, yani ataların tercihine körü körüne bağlanmaya ve onlar inandığı için inanmaya taklidî iman denmiş ve böyle bir iman makbul sayılmadığı gibi;  ilâhî referanslarından boşaltılmış ritiülleri tekrar etmekle yetinmek de makbul sayılmamıştır.

Bu noktada karşımıza gelenek (örf), geleneksel yapı ve gelenekçilik arasında bir fark var mıdır sorusu çıkmaktadır? Gelenek ile gelenkeçilik, geleneksel yapı ayrı ayrı şeyler midir?

Şimdi kısaca bu soruya cevap arayalım.

 

4-Gelenek ve geleneksel yapı,

Gelenek ile gelenekçilik arasında karmaşık bir ilişki olduğu açıktır. Bu ilişki karmaşık olduğu için de pek çok yerde yanlış veya birbirlerinin yerine kullanılabilir.

Gelenek, öncelikle zihnî ve soyut bir kavram olarak çok sayıda ve farklı manevi (kültürel) unsuru, davranış biçimini ifade eder. Gelenek, somut insan davranışlarına, topluluk ilişkilerine, değer yargılarına sinmiş bir fenomendir.

Toplulukların örf ve âdetleri, buyurgan töreleri, varlık, insan ve hayata ait düşünceleri bu kaynaktan beslenir.  Çok sayıda kültür unsuru, felsefî norm ve davranış şekli, hatta hukukî teâmül bu gelenek şemsiyyesinin altındadır.

O halde gelenek homojen ve yekpâre bir bütün olmaktan çok, tarihin, alışkanlıkların, iç ve dış kültür unsurlarının, bütün örf ve âdetlerin, inançların, yeni kültürel alış-verişlerin (teârüf) bir yerde toplandığı, harmanlandığı ve hatta değişime uğradığı alandır.

Gelenek bir yönüyle tarihsel ve aktüel etkilenmelere açık olabilir. Gelenek bu geniş ve elverişli özelliğinden dolayı üretendir de. Referansı geçmişten tevarüs edilen değer yargıları olmakla beraber yabancı unsurlarla buluşmaya açık bir alandır. Bu alanda bazı değer yargıları, bazı davranış kalıpları fosilleşirken, diğerleri onların yerine geçebilir.

Geleneğin statikleşmesi ya da ne olursa olsun güçlü bir etkenlerle korunmaya alınması manasına aldığımız ‘geleneksel yapı’ tarihsel ve tabii sosyal bir süreç olarak değil; çoğunlukla mekanik, yapay ve dışarıdan müdahele ile gerçekleşir.

Bunda geleneksel değerlere yabancılaşan aydınların, elitlerin ve militer güçlerin etkisi fazladır. Bunlar, eskinin değer yargılarını değiştirmek isterken yeni geleneksel yapılar oluşturup, kendi koydukları  değerlerin kurumsallaşmasını isterler. Dışarıdan müdahele ile yeni gelenekler oluştururlar. Konulan bu değerlere önceleri tepki olsa da zamanla onlar da geleneksel yapıya dönüşür.

Ancak geleneksel yapı, olumlu geleneğe her zaman karşı çıkmaz. İşine yarayanı kullanabilir.

Geleneksel yapı ile gelenek arasında bir ayrımın olması gerekir. Geleneksel yapıya karşı çıkılırken, geleneğin kendisine de karşı çıkılması geleneğin içinde barındırdığı sayısız kültür unsurunun, örf ve âdetin mahkûm edilmesi doğru değildir ve bir kayıptır.

Diğer taraftan her ne olursa olsun, geleneğin tümüyle inkâr edip mahkûm edilmesi kadar onu tümüyle ve olduğu gibi kabul etmek de yanlıştır.

Gelenekçilik, geleneği tümüyle günümüze taşımayı, kabul etmeyi, dışarıdan müdahele ile kurulan geleneksel yapıyı korumayı ve savunmayı öncelikler. Gelenekçilik bu tutumuyla ideolojik bir anlayışa dönüşebilir.     

Bu bağlamda bir dinî gelenekten söz edilebilir mi?

Ya da din (İslâm) bir gelenek sayılabilir mi?

İslâm gelenek olarak düşünülürse, işlevini kaybedip sıradanlaşır mı?

İslâmî davet karşısında tarih boyunca geleneğin, ya da gelenekçilerin tavrı ne olmuştur? gibi soruları sormak gerekir.

 

5-Dinî geleneğin kapsamı:

-Tevhid tarihi açısından,

Kur’an doğrudan gelenek kelimesini kullanmamakla beraber, doğruluğu eskiler tarafından te’yid edilmiş değerler bütünü ve bu değerler bütününe bağlı alışılmış davranışları sürdürme eğilimine ‘geleneksel tutum’ gözüyle baktığı söylenebilir.

İslâm, tarihte birliği (tevhidi) ve sürekliliği ifade eden geleneği tümüyle reddetmez. Bunun sebebi İslâmın insanı ve onun beşerî hayatını  ontolojik tabiatıyla uyum içinde kabul etmesidir.

Toplum hayatında sahip olunanlar nesilden nesile aktarıldığına göre, bu gerçekliği kendi kökünden koparmak, inşa edilmiş bir binayı yıkmak, yerine yenisini yapmaya kalkışmak demektir. Tarihin bu gerçekliğini görmek gerek.

Tarihî mirasa ekleme yapmak, toplumları kökünden koparmaktan daha faydalıdır. Hatta çürüyen formları tasfiye etmek, insan şuurunu aslî mihverine (fıtrat’a) çekmek, varolan geleneğin imkanlarından faydalanmak daha iyidir.

Ölçü ‘ma’ruf’ olduktan sonra her toplumda olumlu gelenek bulunabilir.

Kur’an, Lût kavminin çirkin fiilini önleyebilmek için gelenekteki evrensel saf bir davranışa dikkat çekiyor. Bu da daha önce hiç bir toplumda olmayan eşcinsellik gibi İslâma göre çirkin olan bir davranıştır. Böyle bir fiili işlememek bundan önceki toplulukların geleneği idi. Bir peygamber kavmini böyle bir geleneğe davet etmekten çekinmemektedir.  (Araf 7/80-81)

İslâmın geleneği reddetmemesinin bir başka sebebi, insanoğlunun tarih boyunca izlediği süreci yalnızca şirkten, şirk inancının şekillendirdiği davranışlardan oluşan süreç olarak görmemesidir.

Allah elçi göndermiş ve bütün toplulukları uyarmıştır.

Tarih bu bağlamda tevhid ve şirk ilişkisidir. Peygamberler ortak bir dil kullanmış ve şirk sebebiyle bozulmalara karşı insan bilincini uyandırmaya, onları fıtratlarına davet etmeye çalışmışlardır.

Elbette beşerî hayatın bütün öğe ve normları bütünüyle olumlu olmadığı gibi, bütünüyle olumsuz da değildir. Bunlar tavhidin izlerini taşıdığı gibi şirkin izlerini de taşıyabilir. İslâma göre batıl dinler hak  dinlerden sonra ortaya çıkmıştır.

Batıl dinlerdeki, ya da batıl din üzere yaşayan topluluklardaki olumlu gelenek (ma’ruf davranışlar) İslâmın onlardaki kaybolmamış izleridir. Ya da insanın temiz fıtratının hayattaki görüntüleridir.

Hz. Muhammed’in Mekke hayatındaki ‘Hanifler’ buna örnektir. Onlar, Hz. İbrahim’in Tevhid dininden pek çok unsuru yaşatıyorlardı, hayatlarında ve anlayışlarında pek çok ma’ruf vardı.

Kur’an’a göre gelenek, geçmişten aktarılan, halen toplumda varlığını sürdüren, ilişkiler biçiminde nesilden nesile aktarılması düşünülen, düşünüş ve davranış kalıplarıdır.

Bunlar iyi de olabilir kötü de.

İslâmın geleneğe bakışı ‘ma’ruf’ anlayışı olmakla beraber, kimilerine –özellikle gelenekçilere- göre geleneği haklı kılan gerekçe, geçmişten te’yid edilerek aktarılması, yani atalardan tevarüs etmesi.

Bundan dolayı önceki peygamberlere de,  Hz. Muhammed’in davetine de böyle bir gerekçe ile karşı çıkılmıştır.

“Hayır, yalnızca: ‘Biz atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk. Biz de gerçekten onların izleri üstünde doğruya erdirilmişleriz’ dediler.

İşte böyle, senden önce hangi memlekete kötü sonuçları haber veren bir peygamber gönderdiysek, mutlaka onların önde gelenleri; ‘Biz atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk, biz de onların izine uymuşlarız’ demiştir.

(O Peygamberlerden her biri): ‘Ben size, atalarınızı, üzerinde bulunduğunuzdan daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?’ dediler. Onlar da: ‘Bizler, o sizin gönderdiğiniz şeyleri tanımıyoruz’ dediler.” (Zuhruf  43/22-24)

Toplumu değiştirmek üzere yola çıkan peygamberlerin çağrısına ‘geleneksel yapı’ kendiden emin ve tarihle (ya da atalar mirasıyla) bağlarını pekiştirerek karşı çıkar. Onlar peygamberlerin iddia/davet  ettikleri şeylerin zaten kendilerinde olduğunu ileri söylerler.

Toplumun elitlerini ve zenginlerini/güçlülelerini temsil eden “mel’e ve mütref”, geleneksel toplumun peygamberin davetine ihtiyacı olmadığı görüşündedirler. Bunun için peygambere karşı çeşitli ittifaklar kurarlar ve onların davetine karşı mücadele ederler.

Firavun şöyle diyordu: “Musa’nın sizin dininiz değiştirmesinden ve ülkenizde fesat çıkarmasından korkuyorum.”

Mekke müşrikleri de “Muhammed sizi atalarınızın dininden çevirmek istiyor” diyorlardı.

Her iki karşı çıkış mantığı ve ileri sürülen gerekçeler dikkat çekicidir.Tevhid daveti karşısında gelenekçiler, “Biz atalarımızı bu iz üzerinde bulduk” derler.

Ancak bir şeyi hazır bulmak, zihnî bir çabayı gerektirmez. Dolaysıyla bunda duyarlı bir karar, ince bir hesap, yerinde bir seçme yoktur.

Yani önemli bir beşerî değer olan ‘bilinç’ ve ‘irade’ devre dışıdır.

Tevhid toplumdan iman isterken,

geleneksel yapı tekrar ister.   

         İmanın yöntemi düşünme, araştırma, ikna olma ve bilmedir. Geleneğin yöntemi ise taklid, uyma ve adaptasyondur. Gelenek özellikle bilince, bilinçli bir tercihe karşıdır. Çünkü son tahlilde gelenek alışkanlıklar üretir. Toplumun fertlerinin bu alışkanlıklara uymasını ister.        

Tevhid, insanlardan iman etmeyi isterken, insanın bütün faaliyetlerini ve dinamiklerini harekete geçirir, yeteneklerini kullanmasına yardımcı olur. Onların okumaların ve öğrenmelerini, düşünmelerinin ve araştırmalarını ister. Sonra kesin bir bilgiyle ‘şuur’ etmelerini, bilince varmaların öğütler. Böyle hareket eden şuurlu bir insan bilerek seçimini yapar ve neye iman edeceğine karar verir.

Tevhid peygamberleri, Hz. Muhammed’i ve bazı güzel davrananları örnek gösterir, örnek alınmasını ister ama körü körüne bir taklidi hoş görmez.

Bazen gelenek ‘sünnet’ kelimesiyle anlatılır. Sünnet, genellikle kanun özelliğini kazanmış sosyal ve tarihsel olay anlmında kullanılırken, bazı âyet ve hadislerde gelenek olayına işaret etmektedir.

Bu türden bir gelenek beşerî bir olaydır.

“Dünya mü’minin zindanı ve sünnetidir; dünyadan ayrıldığı zaman, zindandan ve sünnetten de ayrılır.” (Müsned, 6/197)

Buradaki sünnet’i, düzenli ve kesintisiz bir insanî ilişki olarak anlamamız mümkündür. Sünnet bazen bir şehir veya belde halkının diğerlerine nazaran iyice ayırdedilmiş davranış biçimlerine de denir.

“Bu Basra ehlinin sünnetidir” (İbni Mâce, Menâsik/14) hadisinde geçtiği gibi. Böle bir sünnete örf ve âdet demek mümkündür.

Hadislerde sünnet olumsuz anlamda da kullanılıyor. Burada da sünnet’i âdet, toplumun geleneği diye anlayabiliriz.

“İslâmda iken cahiliyye sünnetine rağbet gösteren...” (Buhârî, Diyet/9) gibi

Sünnet, Kur’an’da buna yakın manada kullanılıyor:

“Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler gelip geçmiştir; bundan dolayı yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonuç ne oldu, görün.” (Ali İmran, 3/137)

Görüldüğü gibi Tevhidi anlayış, sosyal hayatta önemli bir rol oynayan gelenek fenomenine ölçülü yaklaşmış, belli bir yaklaşım getirmiştir. Tümüyle reddetmediği gibi, tümüyle de kabul edilmesini hoş görmemiştir. Ölçü, geleneğin; insan ve topluma fayda sağlıyor, akıl, şer’î ölçülere ve insanın temiz fıtratına uygun olmasıdır.

 

Bizden öncekilerin şeriati açısından,

İslâm fıkhı açısından değerlendirmemiz gereken bir gelenek örneği de bizden öncekilerin şeriatidir.

“Şer’u men kablenâ” Allah’ın önceki toplumlar için koyduğu ve peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği hükümlerdir. Bunlar Muhammed ümmetine nisbetle ikiye ayrılır:

1-Kur’an’da ve sünnet’te yer almayanlar. Bunlar ittifakla bağlayıcı değil.

2-Kur’an’da ve Sünnet’te zikri geçenler. Bunları da üç gruba ayırmak mümkün:

a1-Müslümanlar açısından hükmünün mensuh olduğuna dair delil bulunan hükümler. (En’am, 6/145-146) (Ganimetlerin peygamberlere helâl kılınmaması, Hz. Muhammed’e ise helâl kılınması gibi. Buharî, Teyemmüm/1)

a2-Müslümanlar için geçerli olduğuna dair delil olan hükümler. (Oruç gibi Bekara 2/183. Kurban gibi. İbni Mâce, Edahî/3)

a3-Kur’an’da ve Sünnet’te olmakla beraber kabul ve red olduğuna dair işaret açık olmayanlar. (Mâide 5/45. Kamer 54/28) Âlimler ihtilaf etse bile, genel kanaat bunların da bağlayıcı olduğu yönünde. Bunlar Kitap ve Sünnet kapsamında da düşünebilir.

 

-Peygamberin uygulamaları açısından

Peygamber (sav), müşrik toplumda öteden beri gelen gelenek karşısında üç tavır takındı.

Birincisi; O ilâhî ölçülere uymayan inanç ibadet ve davranışları kökünden kaldırmaya, yerine İslâmî ölçüleri ve ilkeleri koymaya çalıştı. Putlara tapmak, putlar adına kurban kesmek, Kâbe’yi çıplak tavaf etmek, evlatlıkları bakıcı aileye nisbet etmek gibi.

İkincisi; aslı güzel-doğru olmakla beraber tarihi süreçte Tevhid inancına aykırı hale gelen bazı uygulamları ıslah ederek sürdürdü. Nikâh, mehir hac ibadeti, katillik keffareti gibi.

Üçüncüsü; Tevhidî anlayışa uyan, ya da zarar vermeyen pek çok âdet (örfü) ve geleneği değiştirmedi. Bu tür gelenekler aynen devam etti. Hac ibadetinin aslı, Safa ile Merve arasında say’ etmenin aslı, misafirperverlik, doğruluk gibi

Bunun bir sebebi de İslâmdaki mübahlık alanının genişliğidir. “Eşyada aslolan ibahedir” ölçüsü gereğince dinde, bir şeyin helâllığı değil, haramlığı, faydalı değil zararlı oluşu isbata muhtaçtır.

Toplumlardaki gelenekler, örf ve âdetler de bu bağlamda değerlendirilir. Eğer bir davranış kalıbı veya zihniyet ma’ruf ise, açık bir nass’ın hükmüne aykırı değilse din ona müdahele etmez. Onu insanlığın, hayatı kolaylaştırmak üzere bulduğu bir pratik, ya da zihinlerin geliştirdiği bir kazanım sayar. Bu anlamda cahiliyede de var olan bir takım adetlere izin verildi. Ya da hakkında herhangi bir hüküm konulmadı.

 

-Halkın hayatındaki gelenek,

Halkın kendine göre atalarından gördüğü, ya da zaman içerisinde dış etkenler, dinî kanaat, ya da siyasî iradenin zorlamasıyla bazı şeyleri âdet haline getirdiği açıktır. Bunlara ister âdet diyelim, ister örf diyelim, isterse töre diyelim; fazla farketmez.

Gelenek hakkındaki dengeli görüşümüz bunlar için de geçerlidir. Selim akla, kişi ve toplum menfeatına, dinin getirdiği ölçülere uygun olanlara itibar edilir. Kimi toplumlrada bazı kesimler arasında bazen törelerin, dinin ilkelerinin yerine geçtiği, onlardan daha etkili olduğu da bir gerçektir.

 

-Gelenek bağlamında günümüzdeki İslâm anlayışları:

Dinin gelenek halini alması mümkündür. O zaman karşımıza  farklı din anlayışları çıkmaktadır. Günümüzdeki İslâm anlayışlarını bir kaç gruba ayırabiliriz:

1-Kitap ve Sünnet’teki İslâm anlayışı (Vahyin ve Kutlu Elçinin öğrettiği İslâm tasavvuru)

2-Resmî İslâm anlayışları (siyasi yapıların kendilerini destekleyecek din anlayışları)       

3-Grupların İslâm anlayışları (mezhep, cemaat, hizip, partilerin din anlayışları gibi)

4-Geleneksel İslâm anlayışı (yanlış veya doğru atalardan miras alınan din tasavvuru),

5-Tasavvufî İslâm anlayışı (başlangıçta zühd ve irfanî yorum iken tarihî süreçte özden uzaklaşan, bid’at ve hurefelere dönüşen sufistik din algısı),

6-Modern zamanların İslâm anlayışı (Avrupa uygarlığının etkisiyle gelişen, İslamı batılıların algısına uygun anlamaya çabalayan din tasavvuru)

7-Bölgesel/yerel İslâm anlayışları (Türk İslâmı, Arap İslâmı, Fars İslâmı, Avrupa İslâmı, Almanya İslâmı gibi),

 

6-İslâmın gelenek karşısında tutumu

Peygamberlerin izlediği metodun esası gelenek ile geleneksel yapı, ya da gelenekçilik arasında bir ayrım yapılmasına dayanır.

Eğer gelenek, tarihteki birliğin ve sürekliliğin bir taşıyıcısı ise; geleneksel yapı da, nesilden nesile aktarılması gereken sahici değerlerin belli bir kurumlaşma sonunda katılaşması, işlevlerini yapamaması durumudur. Yapılması gereken, geleneği onu sahih ve meşru ana referans sistemiyle buluşturmaktır.

Burada dört ilkeye dikkat çekmek gerekir:

 

-Tasvib (veya kabul) ilkesi:

Buna; ‘örf’ olana, ya da ‘ma’ruf’ olana uygun amel etme ilkesi de denilebilir. Bu ilke uygulanırken, gelenekten seçilecek unsurun Tevhid inancına aykırı olmaması (zaten örf’in tarifinde bu var) şirki ve cahiliyyei çağrıştırmaması, sosyal fayda sağlayacak tarzda olması gerekir.

Bu geniş kapsamın litaratürdeki karşılığı ‘örf’ ve ‘ma’ruf’tur, zaman zaman ‘âdet, töre ve görenek’ de bu kapsama girebilir.

Geleneğin önemli bir parçası olan örf, irfan ve ma’rifet kavramları aynı kökten geliyorlar. Tanımak ve kavramak anlamındadır. Buna göre bilinen ve tanınan şeye ‘ma’ruf’, bunun zıddına ‘münker’ denir.

Gürcanî’ye göre; insanların aklın şehadetiyle üzerinde birleştikleri ve tabiatları gereği kendiliğinden (doğru-güzel) kabul ettikleri işler örftür.

R. İsfehânî’ye göre, akıl ve şeriatın güzel tanıdığı her fiil ma’ruf’tur.

İslâm hukukçularının çoğu, örfün daima ve güzel olduğunu kabul ederler. Bu anlamda ‘örf’ ile ‘âdet’ arasında önemli fark vardır. Güzel olan âdet olabildiği gibi güzel olmayan, bazı açılardan makul sayılmayan âdetler de olabilir. Yine ‘örf’ün söz ve davranışları, âdetin ise yalnızca davranışları kapsadığı söylenmektedir.

Temamen pratik (amelî) bir özellik taşıması bakımından ‘teâmül’ de âdet gibidir. ‘An’ane’ işlev açısından âdet ve teâmül gibidir. Hepsinden daha genel olan örf Kur’an’da övülen bir değerdir:

“Af yolunun tut, örf’ü emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’raf 7/199)

Bunu emr-i bi’l-ma’ruf (iyi olan davranışların tavsiye edilmesi) kapsamında düşünmek gerekir.

Öyleyse İslâm’da ma’ruf diye adlandırılan şey, toplumun geleneksel örfünde ve buna uygun geliştirilen teâmüllerde artık Kur’an’la örtüşme halinde olan unsurlardır.

Peygamber dönemimde isimlerin, pek çok âdetin kaldırılmaması, hatta pek çok örfün aynen sürdürülmesi gibi.

Örf, şirk ile ilişkili değilse sürdürülür, alınabilir.  

 

-Tasfiye (veya red) ilkesi:

Bu ilke tümüyle uzlaşmazlığa ve tasfiyeye dayanır. Özü itibariyle şirk ve Tevhid dışı olan bütün geleneksel unsurları ve unsurların pekiştirdiği davranış kalıplarını hem zihinden hem de hayatın pratiğinden söküp atmaktır. Geleneksel yapının tahribini izleyen her türlü enkazın temizlenmesi anlamına gelir bu.

Bu bozuk unsurun öge ve kalıpları toplumsal yaşama tarzını, zihnî yapıyı, ekonomik düzeni, ahlâkî hayatı, hatta hukuk anlayışını temelden yönlendirirler.

Ama bu bozuk/yanlış unsurlar örf, âdet, töre- görenek, atalardan alınan miras, etnik kimlik, hukukî teâmül gibi geleneksel normlara bürünebilirler.

Putlar için insan kurban etme, kız çocuklarını diri diri toprağa gömme, kızkardeşle aynı anda evlilik, yaygın kumar, faiz, eşcinsellik, savaş esirlerini diri diri yakmak, kadınların karınlarını yarmak, kabile tassubunu kışkırtan kahramanlık, işkence, kadını miras olarak başkasına vermek, özellikle büyük yerleşim yerlerinde organize fuhuş, savaş kışkırtıcılığı, namus satıcılığı, iyi cins döl almak için kadını bir başkasıyla yatırmak, öldürülenlerin kafatasından şarap içmek, kan davaları, vb. bunların hepsi reddedilir.

Bunlar, Allah’ın hükümlerine, hayatın kutsal manasına ve insanın varoluş amacına karşı işlenen suçlardır.

 

-Muhalefet (veya karşıtlık) ilkesi:

Konulması tasarlanan bir unsurun, tam karşısındaki unsura göre İslâmî konumu tesbit etmeye dayanır. Kıblenin değiştirilmesi, ezan teklifleri, Cuma Gününün namaz ve istişare günü seçilmesinin ehl-i kitaba muhalefet oluşu gibi. Sakal ve bıyık, âşûra günü üç gün oruç tavsiyesi gibi.

 

-Ayıklama (veya bölme) ilkesi:

Bu ilke, somut anlamda varolup kabul gören bir davranış kalıbını bölmeye dayanır. Bölünmeyi gerektiren bu davranış kalıbında olumlu ve olumsuz unsurlar bulunabilir.

Cahiliyye döneminde misafire aşırı ikramda bulunmak, misafiri yolcu ettikten sonra onu bir şekilde soymak yaygın bir davranıştı ve o toplumda anlayışla karşılanıyordu.

Burada ma’ruf ve münker birarada bulunmaktaydı. İslâm misafire ikramı bırakı, öbürünü haram kıldı. Kâbe’nin çıplak tavaf edilmesinde de aynı durumu görüyoruz. Kâbe’nin tavaf edilmesi ibadet olarak kaldı, çıplak tavaf ise yasaklandı.

Sonuç olarak, İslâm, beşerî hayatı tanzim etmek istediği bir beldede, ortaya çıkmış tarihsel mirası, sosyal alışkanlıkları, geleneksel örf ve âdetleri, topluluklar tarafından genel kabul görmüş unsurları kökten reddedip kökten değiştirmek istemez. Onları kendine özgü yöntemlerle  ıslah eder, Tevhide aykırı olanları kaldırır, faydalı olanları korur. Sosyal hayatın dinamizmini kesen, meşruiyetini kaybenleri tavsiye etmez. 

Böylece beşerî hayat tarihsel köklerine yabancılaşmaz, gelenek aracılığıyla nesilden nesile aktarılan hikmet ve ma’ruf zenginleşerek devam eder. Tarihin Birlik ilkesine süreklilik sağlanır.

 

-Geleneği değerlendirme (üretilebilir gelenek)

İslâm, Tevhid inancının esaslarını, bir başka deyişle kendisini gelenek yapmak, bir örf ve âdete, ya da kültürel bir mirasa dönüştürmek istemez.

İslâm bu anlamda bir gelenek, örf ve âdet, ya da kültür ve medeniyet değil, geleneğin, örf ve âdetin, her türlü norm ve davranış kalıbının, medeniyetin referansıdır, meşru gerekçesidir. Ma’ruf işlerin, olumlu geleneğin, akıl ve fıtrata uygun normların kaynağıdır.

Sosyal hayat, İslâmî hükümlerin çizdiği geniş bir evrende sürekli değişim halinde olur; bu evrende zamandan zamana, toplumdan topluma gelenekler, örfler, âdetler farklılıklar gösterir. Bunlar İslâmın hükümlerine uyuyorlarsa yararlıdırlar, beşerî hayata dinamizm katarlar.

Zaten Kur’an bu tür âdetlere, geleneklere, toplumun sağ duyusu ile gelişmiş ortak akla “ma’ruf” da diyor. Ma’rufun fıkıh dilindeki adının “örf” olduğunu hatırlayalım.