Ölüm gerçeği, ölüme inanma, sekeratu'l-mevt hali, defin öncesi cenaze için yapılabilecekler hakkında bir seminer.
Hüseyin K. Ece
Selam-Pazar Dersleri
17.03.2013 Dortmund
İkinci Ders
4-Ölümü Duyurmak:
Çoğu âlimlere göre ölen bir müslümanın ölümünü duyurmak caizdir.
Buhârî ve Müslim'in rivâyetine göre Hz. Peygamber (sav) Necaşî'nin öldüğü gün, bunu ashabına duyurmuştur. Yine Peygamberimiz (sav) Ca'fer b. Ebu Talib, Zeyd b. Harise ve Abdullah b. Revaha (r.anhüm) şehid oluşlarını ashabına duyurmuştu.
Ölüm ilânında üç durum vardır:
-Yakınların, sâlih insanların, arkadaşların ölümünü duyurmak ki, bu sünnettir.
-Gösteriş ve övünmek için kalabalık cemaat toplamaya çalışmak ki bu mekruhtur.
-Matem ve feryadu figanla duyurmak ki bu da haramdır. (Kütüb-ü Sitte (çev.), 15/261)
5-Ölüme veya musibetlere sabretmek:
Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir insan için ne ölüm, ne de diğer felâketler, büyük belâlar değildir. Allah'ın müslüman insana haksız gazabı değildir.
İnsan, han eri şeyin hayır hangi şeyin şer olduğunu bilemez. Hayır zannettiği nice şey onun için belki de serdir. Şer zannettiği nice şey, onun için hayırdır.
كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئاً وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئاً وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ {216} (Bekara, 2/216)
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ {155} الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ {156} أُولَـئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِّن رَّبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَأُولَـئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ {157}
"Andolsun, sizi korku, açlık, mallarınızdan, canlarınızdan ve ürünlerinizden eksiltmek gibi şeylerle deneriz (imtihan ederiz); sabredenleri müjdele. Ki onlara bir belâ (bir imtihan sebebi) eriştiği zaman; "Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz' derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve dosdoğru yolu bulanlar da onlardır." (Bekara 2/l 55-157)
Ümmü Seleme (r.anha)den şöyle rivâyet edilmiştir: "Rasûlüllah (sav) şöyle dediğini işittim: 'Musibete uğrayan bir kul şöyle dua ederse Allah Teala (cc) onu o musibet (felaket) ile mükâfatlandırır (ona ecir verir) ve ona hayr olanı gösterir.
'İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn. Allahümme ecirnî fî musibetî, ve ehlif lî havran.' (Biz Allah'a aidiz ve yine O'na döneceğiz. Ey Allah'ım bu musibetete bana ecir ver ve benim için hayır göster.)
Ümmü Seleme demiş ki; "Ebu Seleme vefat ettiği zaman Rasûlüllahın emrettiği gibi dua ettim. Allah (cc) bana onda (Ebu Seleme'nin ölümünde) hayrı gösterdi." (Ahmed b. Hanbel ve Müslim rivâyet etmişlerdir. nak. Eıkhü's Sünne, l/25)
Tirmizî’nin şöyle bir rivâyeti var:
"Ebu Musa el-Eş'arî'den, demiştir ki, Rasulüllah (sav) şöyle buyurdu: 'Bir insanoğlu vefat ettiği zaman Allah (cc) meleklerine sorar: 'Kulumun çocuğunun (ruhunu) kabzettiniz mi?' Melekler; 'Evet Yarabbi' derler. Allah (cc) yine sorar: O kulumun gönlünün meyvesinin (ruhunu) kabzettiniz mi? Melekler; 'Evet' derler. Allah (cc) yine sorar: 'Peki kulum ne dedi?' Melekler; 'Sana hamdetti ve Sana yöneldi’ derler. Bu sefer Allah (cc) buyurur ki; "Kulum için cennette bir ev inşa edin (bir köşk yapın) ve adını da ‘hamd evi' koyun." (Nak. Fıkhü's Sünne, 1/258)
6-Ölüye ağlamak
Alimler, üst baş yırtmaksızın ve yas tutmaksızm ölü üzerine ağlamanın caiz olduğunda icma etmişlerdir. Yakınını kaybeden bir insanın üzülmemesi, ölüm olayının ruhuna tesir etmemesi mümkün değildir. Böylesine bir hüzün ve üzüntü sevgi ve merhametin bir uzantısıdır.
Bir hadiste Peygamber (sav) buyurdu ki:
"Allah (cc) ağlayan bir göze, hüzünlenen bir kalbe azap etmez. Bilakis bununla ya azap eder ya merhamet eder diyerek dilini işaret etti." (Nak. Fıkhü's-Sünne, 1/259
Esma Bintü Yezid (r.anha) anlatıyor: "Rasûlüllah’ın (sav) oğlu İbrahim öldüğü zaman Rasûlüllah (sav) ağladı. O'na taziye bulunan kimse -bu ya Ebu Bekr ya da Ömer (ra) olabilir- 'Ey Allah'ın Rasulü, Allah'ın hakkına saygıda en hak sahibi sen değil misin? (Buna rağmen ağlıyor musun?) dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav);
“Göz ağlar, kalp hüzünlenir. Biz Rabbimizin razı olmayacağı şeyi söyleyemeyiz.” buyurdu. (Sözünü, İbrahim'e yönelerek şöyle bitirdi.) “Eğer ölüm gerçek bir vaad ve herkesi içerisine alan bir haber olmasaydı ve arkada kalan, önde gidene hiç kavuşacak olmasaydı ey İbrahim, biz şu anda duyduğumuzdan daha büvük bir üzüntü duyacaktık. Biz gerçekten senin için hüzünlüyüz." (Buharî, Cenâiz/44. Müslim, Ebu Dâvud rivâyeti. nak.Kütüb-ü Sitte, 17/l43, 15/245)
Yine Üsame b.Zeyd'in rivâyetine göre Rasûlüllüh (sav) kızı Zeyneb'in küçük yavrusu Umeyme'ye ağlamıştı. Bunun gören Said b. Ubade; 'Sen de mi ağlıyorsun?’ Rasûlüllah (sav) buyurdu ki: "Bu öyle bir rahmet ve merhamettir ki, Allah (cc) kullarının kalbine koyar ve bununla merhametli kullarına rahmet eder." (Buhârî, Cenaiz/162. nak. Fıkhü's Sünne, 1/259)
7-Ölü için yas tutmak (niâya):
Ölü için yas tutmak hüzünlenmek veya sessiz bir şekilde olursa -yukarıda geçtiği gibi- caizdir. Ama karalar giyme, traş olmama, günlerce perişan olurcasma ağlamak, üst baş yırtarak dövünmek şeklinde olursa, bu, caiz değildir. Çünkü bu bir câhiliye âdetidir.
Bazı müslüman beldeler özel 'cenaze ağlayıcıları' varmış.
Ümmü Seleme (r.anha) anlatıyor; "Ebu Seleme öldüğü zaman şöyle dedim: Garip adam, gurbet diyarında öldü. Ben de onun için öyle bir ağlayacağım ki, herkes ondan bahsedecek. Tam ağlamak için hazırlanmıştım ki, Said'den (Medine'nin etrafındaki yüksek yerlerden; benimle beraber ağlamak için bir kadın geldi. Rasûlüllah ile karşılaşmış ve Rasûlüllah (sav) ona demiş ki: 'Sen Allah'ın tard ettiği (kovdağu) şeytanı tekrar eve sokmak mı istiyorsun?' Bunun üzerine ben de (ağıt olabilecek) ağlamaktan vazgeçtim." (Müslim, Cenâiz/10 . K. Sitte, 15/252)
İbnu Mes'ud (ra) anlatıyor: "Rasûüllah (sav) buyurdular ki:'Matemi veya hüznü sebebiyle) yanaklarını tırmalayan, üst başını yırtıp dövünen, câhiliye duasıyla dua eden bizden değildir.” (Buhârî, Cenâiz/36-39. Müslim, İman/165. Tirmizî, Cenâiz/22. nak. Kütüb-ü Sitte, 15/256)
Buharî ve Müslim’de geçen bir hadiste Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: “Ben, salika hâlika ve şakka’dan beriyim (uzağım). (Sâlika; musibete uğradığında figan ederek yüksek sesle ağlayan kadın. Hâlika; saçlarının traş eden kadın, şakka; elbiselerini parçalayan kadın demektir.) (Fıkıh Ansiklopedisi, 3/95)
8-İhdad (ölüm dolaysıyle süslenmeyi terketmek):
Babası, kardeşi, annesi gibi bir yakını ölen kadıncı; üç gün boyunca ihdad yapması, yani süslenmeyi terketmesi caizdir. Koca dışında başka bir kimse için böyle üç günden fazla yas caiz değildir.
Peygamberimiz (sav) buyurmuştur ki; "Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir kadının kocası için bekleyeceği dört ay on gün iddet dışında bir kimse için üç günden fazla ihdad etmesi (süslenmeyi terketmesi) helâl değildir." (Buhârî ve Müslim, nak. Fıkıh Ansiklopedisi, 9/518)
Ümmü Atiyye (r.anha)’dan rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir:
Peygamberimiz (sav) buyurdu ki: "Kocası ölmüş kadından başka hiç kimseye ihdad (süslenmeyi terketmek- kederi açığa vurmak) üç günden fazla helâl değildir. Kocası ölen kadın zaten dört ay on gün iddet bekler. Bu zaman zarfında kalın kumaş dışında boyalı elbise giymez, kına yakmaz, güzel koku sürünmez, sürme çekmez, yıkandığı zaman taranmaz, koku veren krem ve yağ gibi şeyleri sürmez." (Tirmizî dışında bir cemaat, nak. Fıkhü's -Sünne, 1/260)
9-Ölü evine yemek götürmek:
Ölünün akrabalarının veya komşularının yemek yapıp ölü evine götürmeleri müstehabtır ve Peygamberimizin tavsiyesidir. Böyle yapmakla hem ölü evine yardımda bulunulmuş, hem de kalpler kazanılmış olur. Çünkü ölü evinin sahipleri hem kederlidirler hem de yemek yapmaya, gelenleri ağırlamaya vakitleri olmaz, cenaze ile meşgul olurlar.
Abdullah ibnu Ca'fer (ra) anlatıyor: "Rasulüllah (sav) buyurdu ki: “Ca'fer'in ailesi için yemek hazırlayınız. Çünkü başlarına kendilerini meşgul edecek bir musibet gelmiştir." (Ebu Dâvud, Tirmizî, İbni Mâce’den, nak. Fıkıh Ansiklopedisi, 3/97. Fıkhü’s-Sünne, 1/261)
Âlimler, ölü evine yemek götürmeyi güzel bir davranış görmüşler ve sünnet olduğunu söylemişlerdir.
10-Ölmeden önce kefen veya mezar hazırlama:
Buhârî'nin rivâyetine göre, Peygamberimiz (sav) zamanında, ölmeden önce kefen hazırlayanları duyduğu halde bunu yasaklamadı. Bir şey Peygamber tarafından yasaklanmamışsa, bu onun helâl (caiz) olduğunu gösterir.
Bazı âlimlere göre kişinin henüz sağ iken kendisi için mezar hazırlatması da haram değildir. Sâlih insanlardan bir kısmı böyle yapmışlardır. Aynî diyor ki; “Böyle bir şeyin sahabeler zamanında yapılmaması çok önemli değildir. Sâlih müslümanların çoğu bir şeyi o yaparsa, o güzel bir şeydir. (Fıkhü's Sünne, 1/261)
Ahmed ibnu Hanbel, bir kimsenin bir mezar yeri satın alıp ta 'beni buraya gömün' diye vasiyet etmesi caizdir demiştir.
Bu demektir ki, bir müslüman belli bir yere gömülmeyi vasiyyet edebilir, ölmeden önce mezar yeri alabilir. Ama mezarı açtırarak hazır hale getirmesi herhalde uygun olmaz. Çünkü ne zaman öleceğini bilemez.
11-Defin-ölünün hakları
Ölünün; yakınları veya müslümanlar üzerinde dört hakkı vardır:
Tekfin; cenazeyi hazırlama (yıkama, kefenleme, namazını kılma),
Cenazesini taşıma,
Cenazesine katılma.
Defin (cenazeyi gömme),
Bu gibi görevlerin yapılması konusunda alimlerin icması vardır.
Ölü yıkanmadan ve kefenlenmeden gömülürse, bunu duyan müslümanlar cenayeyi yeniden çıkarır, yıkar, kefenler ve gömerler.
Bir müslümanın kesin olarak öldüğü anlaşılırsa üç konuda acele etmek gerekir:
Ölüyü defnetmeye hazırlamak,
Borçlarını ödemek,
Vasiyetlerini yerine getirmek.
a-Ölüyü fefnetmeye hazırlamak:
Cenazeyi bekletmek uygun görülmemiştir. Sekerâtu'l mevt (ölüm hali) olduktan sonra, fazla beklemeksizin ölüyü hazırlamak, yıkayıp kefenlemek ve bir an önce kabrine taşımak tavsiye edilmiştir.
Rivâyete göre Peygamberimiz (sav) Hz. Ali (ra)ye şöyle buyurmuştur: "Ya Ali! Üç şey tehir edilmez (geciktirilmez): Vakti gelen namaz, hazırlanan cenaze ve dengi bulunan bekar kızın evlendirilmesi." (Ahmed ibnu Hanbel ve Tirmizî’den nak. Fıkıh Ansiklopedisi, 3/19, Kütüb-ü Sitte, 8/278)
İnsanlara zorluk vermeyecekse veya cenazeye bir zarar verilmeyecekse, çok cemaat toplanması için bir müddet beklenebilir. Bunun sebebi daha çok cemaatin ölüye dua etmesini sağlamaktır.
b-Ölünün borçlarını ödemek:
Ölenin borçlarını ödeme görevi öncelikli olarak miraşçılarınındır. Mirasçıları yoksa diğer akrabalarının veya komşularınındır. Ölünün borcunu ödeme ölünün sorumluluğunu azaltır, yükünü hafifletir.
Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur: "Mü’minin ruhu ödeyinceye kadar borcuna bağlıdır." (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, İbni Mace, nak. Fıkıh Ansiklopedisi, 3/19)
Sâid ibnu Atval’ın (ra) anlattığına göre; kardeşi ölmüş, geriye üçyüz dirhem mal ve horanta (aile efradı) bırakmıştı. Râvi diyor ki “Ben bu parayı aile efradına harcamayı arzu ettim. Rasûlüllah (sav): “Kardeşin borcundan dolayı hapsedilmiştir (ruhu serbest değildir). Kardeşinin borcunu ödeyiver” buyurdu. Said; 'Ya Rasûlellah! Ben onun yerine borcunu ödedim” dedi. (İbni Hibban’dan nak. Kütüb-ü Sitte, 17/293)
Ölenin malı varsa, borcu bıraktığı maldan ödenir. Malı yoksa, yakınları öder. Onlar da ödemezse iş Allah'a havale edilir. Alacaklı dilerse bir âlicenaplık örneği olarak alacağını bağışlar. Allah (cc) âhirette ölenin iyiliklerinden onun borcunu karşılar.
Müslüman olarak borçlu ölmemeye çalışacağız. Yahut da iyiliklerimizi artıracağız ki, ölümden sonra borçlarımızı rahat verelim.
c-Ölüyü kimler yıkayabilir?
Erkek bir ölüyü, erkek müslüman, kadın bir ölüyü de kadın bir müslüman yıkar. Hanbelî 'lere göre ölüyü yıkayan kimsede şu şartlar aranır:
1-Müslüman olmak; Kâfir bir kimse müslüman ölüyü yıkayamaz. Çünkü cenaze yıkamak müslümanlara ait bir ibadettir.
2-Niyet etmek; ölü yıkayıcısı -her ibadete niyetle başlandığı gibi- cenazeyi yıkamaya niyetle başlar.
3-Akıllı olmak; aklı olmayan kimse cenaze yıkamaya ehliyetli değildir.
Ancak âlimlerin çoğuna göre ölü yıkayıcısında din ve niyet şartı aranmaz. Yani bir zaruret halinde gayr-i müslimin bir ölüyü yıkaması kabul edilebilir.
Suda boğulan bir kimseyi, niyet ederek yıkamak daha efdal kabul edilmiştir.
Ölüyü en yakınlarının yıkaması en güzelidir. Eğer yakınlarından biri bunu yapmayı bilmiyorsa, müslümanlardan takva ve emin (güvenilir) birisinin yıkaması tercih edilir. Bunun sebebi, ölüde gördükleri kusurları ve duydukları kötü kokuları başkalarına anlatmamaları için.
Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir müslümaın ayıbını örterse Allah (cc) da kıyâmet günüde onun ayıplarını örter." (Buharİ ve Müslim.)
Bir başka hadiste şöyle buyurulur: "Ölülerinizin güzel ve iyi yönlerini söyleyin, kötü durumlarını söylemeyin." (Ebu Dâvud ,Tirmizî, Beyhakî’den nak. Fıkıh Ansiklopedisi, 3/23)
Kadınları yıkamaya en layık kimseler o kadının en yakınlarıdır.
Eğer bir yakını yoksa, bir başka takva sahibi müslüman kadın bu işi yapar.
Çenazeyi başka birisi yıkıyorsa; tercih edilen onun da ücret almaması, meccanen yıkamasıdır.
Ancak, başka ölü yıkayıcıları varsa, ölüyü yıkayanın ücret istemesi caizdir, denmiştir.
Cenazeyi yıkayanın cünüp, hayızlı ve nifas olması kerih görülmüştür. Ancak başka çare yoksa böyle olanlar cenazeyi yıkayabilirler.
Yıkayıcının âbdestli olma mecburiyeti voktur. Ancak abdest alırsa şüphesiz bu güzel olur.
e-Cenazelerin başka yere nakledilmeleri
Cenazeler gerek gömülmeden önce, gerek gömüldükten sonra mezarlarından çıkarılıp başka yerlere götürülebilir mi?
Avrupada yaşayan müslüman Türkiyeliler cenazelerini Türkiye'ye götürüyorlar ve orada toprağa veriyorlar.
Bu caiz midir? Yahut bunu böyle yapmak gerekli midir?
Esasen muslümanı ölmüş olduğu yerdeki kabristana gömmek müstehaptır.
Bir kaç kilometre kadar uzağa taşıyıp gömmekte de herhangi bir sakınca yoktur.
Hatta kişi ölmeden önce beni şu kadar mesafeye götürüp gömün diyebilir, yani bir kaç kilometre kadar yakına...
Bir ölüyü mezardan çıkarıp bir başka mezara nakletme konusunda ihtilaf vardır: Malikîlere göre, ölüyü gömdükten önce veya sonra bir yerden başka bir yere nakletmek caizdir. Yeter ki ceset bozulmasın, ölüye saygısızlık olmasın yahut bir zaruretten dolayı olsun. Cesedi hayvanların yemesinden korkulursa veya nakledildiği yerin bereketi olacağı düşünülürse bu caizdir.
Hanbelîere göre, gömüldüğü yerden daha iyi bir yerde gömülün bereketinden faydalanmak maksadıyla ölünün bir yerden başka bir yere nakli caizdir.
Şafiîlere göre, ölüyü kabirden çıkarıp başka bir mezara götürmek caiz değildir. Ancak yıkanmadan veya kefensiz gömüldüğü anlaşılırsa veya gömülen yer gasbedilmiş bir yer olduğu anlaşılırsa o zaman ölü başka bir yere nakledilir.
Hanefîler de aynı kanaattedir.
Görülen o ki, alimlerin büyük bir kısmı, bir zaruret olmadıkça ölünün mezarından çıkarılıp başka bir yere götürülüp defnedilmeleri pek hoş karşılamamışlardır.
Peki cenazeleri çok daha uzak yerlere, meselâ Avrupa ülkelerinden Türkiye'ye nekietmek caiz midir?
Bu konu da ihtilaflıdır. Kesin olarak bir şey söylemek mümkün değildir. Ama kesinlikle yasaklayan bir hüküm de yoktur.
Yukarıda geçtiği gibi Malikîlere ve Hanbelîlere göre cenazeleri gömülmeden önce ve sonra başka yerlere nakletmak caizdir. Yeter ki cenazeye saygısızlık olmasın veya cenaze kokmasın. (Bugünkü imkanlarla cenazelerin günlerce bozulmadan saklandığını hatırlatalım.)
Şafiîlere göre, Mekke'de, Medine'de ve Kudüs'te gömülmeyi istemenin dışında cenazeyi gömülmeden önce ve sonra nakletmek caiz değildir.
Hanbelîler derler ki, sâlih bir kimsenin yanına gömülmek veya mübarek bir beldeye gömülmeyi istemek, ailesinin ziyaret edebileceği kadar yakın olmasını istemek, mezarı su basma veya kaybolma korkusu gibi sebeplerle ölü definden önce başka yerlere götürülebilir.
Hanefîere göre ise, bir zaruret yoksa (mesela, mezarın başkasına ait olması gibi) ölüyü definden önce veya sonra nakletmek caiz değildir.
Yine, bir müslümanm şerefli bir mekana gömülmek istemesi caizdir. Nitekim, Hz. Ömer (ra) Hz.Aişe (r.anha)den, iki arkadaşının; Rasûlüllah (sav) ile Hz. Ebu Bekr (ra)in yanma gömülmek için izin istemiştir. (Buhârî, nak. Fıkıh Ansiklopedisi, 3/73)
Bu duruma göre Hanefîler ve Şafiîler, cenazelerin bir yerden bir yere nakledilmesini caiz görmemişler, Hanbelîler ile Malikîler caiz görmüşlerdir.
Yeryüzünün hepsi Allah'ındır ve yeryüzünün hepsi mü'minler için mescittir. Yerin altı da her yerde aynıdır. Üstelik Allah (cc) İslâmı hayatlarına hakim kılan takva sahibi mü'minleri yeryüzünün varisleri kılmıştır.(A'raf, 7/128)
Halbuki Allah (cca) katında ne toprakların, ne ülkelerin, ne ırkların, ne ana-babaların, ne de dil ve renklerin bir imtiyazı –bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. (Hucurât 49/13)
Türkiye'de gömülmek bu açıdan müslüman ölüye bir şey kazandırmamaktadır. (Cennet ne Türkiye'nin altındadır, ne de Cehennem Avrupa ülkelerinin altındadır.) Avrupa ülkelerinde gömülmek; ölü için bir kayıp sayılmamalı. Yani; 'eyvahlar olsun, ölümüz bile oralarda kaldı, ölümüzü bile kurtaramadık' demenin mantığı yoktur.
Ölüyü naklederken çekilen sıkıntıları söz konusu etmiyorum, insanlarımızın kafalarındaki kanaatin isabetli olmadığı üzerinde duruyorum.
Avrupada yaşayan müslümanlar, belli ki gidici değil, kalıcı. Yani artık burasını vatan tutmuş bulunuyoruz. Sosyal hayatımızla ilgili bütün kurumları kurmaya çalışıyoruz. Yerleşik hayata seçmenin gayretindeyiz.
Öyleyse, tarih boyunca göçmen olarak başka ülkelere giden, sonra da orasını yurt tutan müslüman göçmenler gibi yapmalıyız. Onlar, bulundukları yerleri islâm beldeleri haline getirmek için her şeyi yaptılar. Sosyal kurumları kurdular, yerleştiler ve oralarda müslümanca yaşadılar. Öldükleri zaman da cenazelerini bulundukları yerlere defnettiler.
O kabristanlar şimdi müslümanların o beldelere ait mühürleri gibi duruyor. O kabristanlar bugün bir tapu senedi gibidir. Bakınız tarihe, bakınız müslümanların yaşadığı beldelere, göreceksiniz.
Madem ki bazı müslümanlar Avrupa ülkelerini, vatan tuttular, öyleyse onlara ait bütün kurumların yaşadıkları yerlere taşınması gerekir. Kabristanlar da müslümanlara ait bir değerdir ve bir kurumdurlar.
Avrupa ülkelerinde mezarlıklar alabildiğine gözden ırak yerlerde yapılmaktadır. Ortada mezarlık yoksa, Avrupa'da yaşayan müslümanlar, mezarları nasıl ziyaret edip de ibret alacaklar, ölümü düşünecekler, ölümden sonrası için hazırlık yapacaklar?
Hanefî âlimlerine göre zaruret olmaksızın cenaze nakilleri caiz değildir.
Ancak yine yukarıda geçtiği gibi, bazı âlimler; sâlih insanların defnedildiği kabristana gömülmek istemek caizdir. Yakın akrabaların ziyaret edebilecekleri kabristanlara gömülmeyi istemek, veya ölüsünü bu türlü yerlere gömmeyi istemek mümkündür, helâldir.
Böyle olunca diyebiliriz ki, böyle bir meselede bir başka mezhebin âlimlerinin içtihadına uyarak cenazeleri başka ülkelere, çok uzaklara götürmek haram olmaz.
Bu bakımdan, şu anda Avrupa ülkelerinde veya başka yerlerde cenazeleri tekfin (kefenleme) nakletme ve defnetme işleriyle uğraşan 'Cenaze Fonlarına' üye olmak caizdir. Haramdır denilemez.
Bir de şu noktanın altını çizmekte yarar var: Avrupa ülkelerinde mezar yerleri -yer derlığından dolayı- ve defin işlemleri oldukça masraflıdır. Böyle bir fona üye olmak ailelerin üzerindeki külfeti azaltmaktadır. Cenazeleri Türkiyeye nakletmek, buralarda defnetmekten daha kolay olmaktadır. Kimileri bu nedenle cenaze naklini tercih etmektedirler.
12-Müslüman mezarlığı
Avrupa’ya henüz yerleşemedik, yerleşmeye de niyetimiz yok galiba.
Baksanıza ölülerimizi buraya bırakmıyoruz. Hala müslüman ülkelerdeki gibi müslüman mezarlığı yok.
Cenazeleri Türkiyeye götuürmekten vazgecersek burada mezarlık ihtiyacı
kendiliğinden olur.
Bence ne olursa olsun bir an önce müslüman mezarlıkları açmalıyız. Zira mezarlık, ahirete inancın belgesi, ölümü hatırlamanın simgesi, yerli oluşun göstergesidir. Mezarlığın yoksa tarihe atılmış imzan, devirleri kucaklayan hafızan, bu da benimdir diyebileceğin tapun, bulunduğun beledeye bastığın mühürün yok demektir.
Mezarlığın yoksa, mezar görmüyorsan, mezarları göz önünden uzaklaştırıyorsan; ölümü, daha doğrusu ölüm gerçeğini kendinden uzaklaştırmak istiyorsun demektir.
Mezarlıkta bazen diriler de yatar. Mezarlığınız yoksa o dirileri nereye gömeceksiniz, nerede ziyaret edeceksiniz?
Mezar iki rengi, iki kapıyı, iki gerçeği temsil eder. Biri sarı diğeri yeşil. Biri güz mevsimini, biri bahar mevsimi, biri faniliği biri ebediliği, biri dünyayı diüeri ahireti. Mezarlığınınz yoksa bu renkleri, bu kapıları, bu gerçeği nasıl hissedeceksiniz.
Kabristan, insanın, tpolumun, hadisâtın, tarihin aynasıdır. Bu aynaya bakmak gerekmez mi?
Kabristan hırsız bekleme yeridir. Malınızı, değerlerinizi, hakkınızı, şerefinizi, varlığınızı, dininizi çalan hırsızları gidip orada bekleyin. Siz hırsızsanız sizi de orada bekleyenler olacak... Mezarlığınız yoksa nerede bekleyeceksiniz?
Ülkemizde her mezar başlığına veya taşına öncelikle ‘Huve’l-Baki’- yani Baki olan ölmez olan O’dur. (Tıpkı el-Hamra srayının bütün duvaralrına yazıldığı gibi: La-Ğalibe illallah.) Geri kalan her şey fanidir. Bunu orda gören kişi kendi kendine. Bunu unutma ey nefism der. Mezarlığın yoksa bunu nerede okuyacaksın ki?
13-Yakınlarının Ağlamasıyla ölüye azab edilir mi?
Bazı âlimler Hz. Ömer'den (ra) gelen bir rivâyete dayanarak; ölünün yakınları ona ağlarlarsa o kabrinde azab olunur, görüşüne sahip olmuşlardır. Ancak Hz.Aişe'den ve Ebu Hureyre'den gelen başka haberlere göre yakınlarının ağlamasıyla müslüman ölüye değil, müşrik bir ölüye kabir azabı yapılır.
Âlimlerin bir çoğu da bu görüşü benimsemişlerdir.
Ubeydullah ibnu Ebi Müleyke’nin (ra) anlattaığı uzun bir hadiste, Hz. Ömer (ra) ölü üzerine ağlayanları görünce; “ölü, ehlinin kendisine ağlaması sebebiyle azap görür.” demiş. Oğlu Abdullah (ra) diyor ki; bunu babamın vefatında Hz. Aişe'şe söyledim, dedi ki "Allah (cc) Ömer'e rahmet eylesin! Vallahi, Rasulüllah (sav) “Allah mü'mine, ehlinin üzerine ağlaması sebebiyle azap verir' demedi. Fakat Peygamberimiz (sav): “Allah, kafirin azabını ehlinin üzerine ağlaması sebebiyle artırır.' buyurdu.'
Hz.Aişe (r.anha) sözlerine devamla şöyle dedi: "Bu meselede size Kur'an yeter. Kur'an diyor ki; “Hiç bir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." (Fatır, 35/l8)
İbnu Müleyke dedi ki; "İbnu Ömer bu konuşmalar karşısında hiç bir şey demedi. (Gösterilen delilleri ikna edici-inandırıcı-buldu.) (Buharî, Müslim, Nesâî'den nak. Kütüb-ü Sitte, 15/248)
Bazı âlimler, 'yakınlarının ağlamasıyla ölüye azab edilir' hadisiyle Hz.Aişe'nin rivâyet ettiği haberin arasını şöyle bulmuşlardır:
Yukarıda geçtiği gibi ölü üzerine ağlamak, hatta “ihdad” yani kederlendiğini göstermek caizdir. Bundan dolayı ölü kabirde azap görmez.
Hz.Aişe (r.anha)nin rivâyetine göre kafirler ölülerine feryat ve figan ederek ağlarlar. Bu da ölülerinin kabirde azap olunmasına sebep olur.
Bir ölü, henüz hayatında "bana yas tutun, çok ağlayın, ağıtlar yakın' şeklinde vasiyet etmişse, onun üzerine ağlamak onun azabını artırır. Çünkü bu tür bir ağlama (niyâha) caiz görülmemiştir.
Kur'an’ın buyurduğuna göre hiç bir kişi bir başkasının günahından sorumlu değildir. (Fâtır 35/18. İsrâ 17/15)
14-Haremeyn'de ölmeyi istemek:
Haremeyn'den maksat, iki harem bölgesi; yani Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'dir.
Normal olarak ölümü temenni etmek caiz görülmediği halde, bu iki mübarek şehirde ölmeyi istemek güzel görülmüştür.
Buhârî’de geçtiğine göre Hafsa (r.anha) babası Ömer (ra)den şöyle rivâyet etmiştir: “Babam Ömer şu şekilde dua etti: “Yarabbi, beni senin yolunda şehid olmakla rızıklandır. Ölümümü Rasûlünün beldesinde nasip et.” Hafsa (r.anha); “Bunu mu (istiyorsun)?' diye sordu. Hz.Ömer (ra) dedi ki: “İnşaallah, Allah (cc) bunu bana nasip eder.” (Fıkhü's-Sünne, l/262)