Recep Ayının ilk Cuma gecesi, Reğaib Gecesi ve Allah'a ve O'na ait şeylere rağbet etme (yönelme), iltifat etme hakkında bir konuşma.

Hüseyin K. Ece

22 Mart 2018 Perşembe

4 Receb 1439 Reğaib Gecesi

Zaandam Ayasofya Cami

 

Reğâib’i kökü “re-ğa-be" fiilidir. Bu da herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarfetmek demektir.

Aynı kökten gelen "”reğîb” kendisine rağbet edilen, arzulanan, taleb edilen şey, bol ve değerli bağış anlamındadır.. Bunun Müennesi (dişil formu) “reğîbe”, bunun çoğulu da “reğâib"dir. (Şâmil İslâm Ansiklopedisi, ) Fıkıh ve hadis dilinde “reğâib”; bol sevap ve mükâfat, faziletli amel demektir.  

Reğâib kelimesi Kur'an'da geçmez. Ancak "reğabe"den türemiş bazı kelimeler 8 defa yer almaktadır. (bkz: Bakara 2/130. Nisa 4/127. Tevbe 9/59, 120. Meryem 19/46. Enbiyâ 21/90. Kalem 68/32. İnşirah 94/8) 

Reğaib gecesi, Kur’an’da saygı gösterilmesi istenen ve hadislerde -gün belirtilmeden- oruç tutulması tavsiye edilen haram aylardan (Bakara 2/217. Mâide 5/2, 97. Ebû Dâvûd, Savm/55. İbn Mâce, Sıyâm/43) Receb ayının ilk Cuma gecesi olduğu kabul edilegelmiştir.

Hz. Peygamber’in Reğaib gecesinde ana rahmine düştüğü, Receb ayının ilk Perşembe günü oruç tutup gecesinde Reğaib namazı adıyla bir namaz kılmanın sevap olduğu ve bu gecenin birçok faziletinin bulunduğu yönündeki rivâyetlerin asılsız olduğu hadis âlimlerince belirtilmiştir.

Reğaib gecesiyle ilgili özel ibadet ve kutlamalar IV. (X.) yüzyılda ortaya çıkmıştır. İslâm âlimlerinin büyük bir kısmı Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiîn dönemlerinde Reğâib gecesi diye bir şey olmadığını, bir kısmı da fazileti âyet ve hadislerde belirtilen Receb ayının bir gecesi olması dolayısıyla Reğâib’in de faziletli gecelerden sayılacağını, nafile namaz kılınabileceğini söylerler. (Tekeli, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 34/536)

Bu gecenin mübarek gece olup olmaması tartışmaları bir tarafa, reğaib kelimesinin manasından hareketle bunu Allah’a rağbet imkanı olarak anlayabiliriz. Allah’a rağbet, yani sevap olan, cennetlik amellere, hasene ve sâlih amellere, Allah’ın razı olacağı işlere. Daha çok rağbet, daha çok istek, daha çok gayret.

Sadece Recep ayının ilk Cuma gecesi değil; her gün, her fırsatta, geçici, fani, dünyalık, nefsin hoşuna giden şeylere değil de; asıl Âhirette işimize yarayacak şeylere yönelmek, değer vermek, rağbet etmek gerekir. Üç ayları, mübarek geceleri, Cuma günlerini, seher vakitlerini, gece saatlerini, yani her günü bu anlamda değerlendirmek mümkün.

Allah (cc) hz. Muhammed’e ve onun şahsında bütün müslümanlara “yalnızca Rabbine yönel (rağbet et)” diyor.

Zira Allah’a ve O’na ait olan şeylere rağbet edenler kazanırlar.

 

*Allah’a rağbet etmek:

“(Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?

Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı?

Senin şânını yükseltmedik mi?

Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.

Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel (rağbet et).” (İnşirah 94/1-7)

 

اِنَّ الْاَبْرَارَ لَف۪ي نَع۪يمٍۙ ﴿22﴾ عَلَى الْاَرَٓائِكِ يَنْظُرُونَۙ ﴿23﴾ تَعْرِفُ ف۪ي وُجُوهِهِمْ نَضْرَةَ النَّع۪يمِۚ ﴿24﴾ يُسْقَوْنَ مِنْ رَح۪يقٍ مَخْتُومٍۙ ﴿25﴾ خِتَامُهُ مِسْكٌۜ وَف۪ي ذٰلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَۜ ﴿26﴾

وَمِزَاجُهُ مِنْ تَسْن۪يمٍۙ ﴿27﴾ عَيْنًا يَشْرَبُ بِهَا الْمُقَرَّبُونَۜ ﴿28﴾

 Şüphesiz iyi kimseler, Naîm cennetindedirler.

Koltuklar üzerinde, (etrafı) seyrederler.

Onları, yüzlerindeki nimet pırıltısından tanırsın.

Onlara, mühürlü (el değmemiş) saf bir içecekten içirilir.

Onun (içiminin) sonu bir misktir (ağızda misk gibi koku bırakır). İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar (ya da imrenenler buna imrensinler).

O içeceğin katkısı “tesnim”dir. (O) öyle bir pınar ki, ondan (Allah'a) yakın olanlar içerler.” (Mutaffifin 83/22-28)

 

وَالسَّمَٓاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ ﴿47﴾ وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ ﴿48﴾ وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ﴿49﴾ فَفِرُّٓوا اِلَى اللّٰهِۜ اِنّ۪ي لَكُمْ مِنْهُ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۚ ﴿50﴾ وَلَا تَجْعَلُوا مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَۜ اِنّ۪ي لَكُمْ مِنْهُ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ ﴿51﴾

“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz bizim (her şeye) gücümüz yeter.

Yeri de döşedik. (Bak) ne güzel döşeyiciyiz!

Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.

“O hâlde Allah’a koşun. Şüphesiz ben, size O’nun katından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.”

Allah ile beraber başka bir ilâh edinmeyin. Gerçekten ben, size, Allah tarafından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.” (Zariyat 51/47-51)

 

*Şimdi Allah’a rağbet edenlere ve Allah’a ait şeylere iltifat etmeyenlere Kur’an’dan örnekler.

Allah’ı vaadine güvenenler ve bu vaade rağbet etmeyenler...

Allah’ın bak dediği yerden bakanlar ile, kendi nefsinin hevasının bak dediği yerden bakanlar...

İlahi mükâfatı dünyalıklara değişmeyenler ile, dünyalıkların peşinde koşanlar...

 

-Nuh örneği:

“Nûh’a vahyolundu ki: “Kavminden daha önce iman etmiş olanlardan başka, artık hiç kimse iman etmeyecek. O hâlde, onların yapmakta oldukları şeylerden dolayı üzülme.”

“Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.”

Nuh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: «Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz!

Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz.»

Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki: «(Canlı çeşitlerinin)  her birinden birer çift ile -(boğulacağına dair)  aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında- aileni ve iman edenleri gemiye yükle!» Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti.

(Nuh)  dedi ki: «Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.» (Hûd 11/36/41)

 

-Musa örneği:

فَلَمَّا تَرَٓاءَ الْجَمْعَانِ قَالَ اَصْحَابُ مُوسٰٓى اِنَّا لَمُدْرَكُونَۚ ﴿61﴾ قَالَ كَلَّاۚ اِنَّ مَعِيَ رَبّ۪ي سَيَهْد۪ينِ ﴿62﴾ فَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَۜ فَانْفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظ۪يمِۚ ﴿63﴾ وَاَزْلَفْنَا ثَمَّ الْاٰخَر۪ينَۚ ﴿64﴾ وَاَنْجَيْنَا مُوسٰى وَمَنْ مَعَهُٓ اَجْمَع۪ينَۚ ﴿65﴾

 “İki topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın arkadaşları, “Eyvah yakalandık” dediler.

Musa: "Hayır; Rabbim benimle beraberdir, bana elbette yol gösterecektir" dedi.

Bunun üzerine Mûsâ’ya, “Asan ile denize vur” diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi.

Ötekileri de oraya yaklaştırdık.

Mûsâ’yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık.” (Şuarâ 26/61-65)

 

-Allah’ın va’dine güvenen iki mü’min örneği:

“Hani Mûsâ, kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Allah’ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani içinizden peygamberler çıkarmıştı. Sizi hükümdarlar kılmıştı ve (diğer) toplumlardan hiçbirine vermediğini size vermişti.”

“Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı kutsal toprağa girin. Sakın ardınıza dönmeyin. Yoksa ziyana uğrayanlar olursunuz.”

Dediler ki: “Ey Mûsâ! O (dediğin) topraklarda gayet güçlü, zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de gireriz.”

قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ فَاِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿23﴾

Korkanların içinden Allah’ın kendilerine nimet verdiği iki adam şöyle demişti: “Onların üzerine kapıdan girin. Oraya girdiniz mi artık siz kuşkusuz galiplersiniz. Eğer mü’minler iseniz, yalnızca Allah’a tevekkül edin.”

Dediler ki: “Ey Mûsa! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.”

Mûsa, “Ey Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebilirim. Artık bizimle, o yoldan çıkmışların arasını ayır” dedi.

Allah, şöyle dedi: “O hâlde, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Bu süre içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dönüp dolaşacaklar. Artık böyle yoldan çıkmış kavme üzülme.” (Mâide 19-26)

 

-Karun örneği:

“Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.”

“Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.”

Kârûn, “Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir” dedi. O, Allah’ın kendinden önceki nesillerden, ondan daha kuvvetli ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri helâk etmiş olduğunu bilmiyor muydu? Suçlulukları kesinleşmiş olanlara günahları konusunda soru sorulmaz (Çünkü Allah hepsini bilir).

فَخَرَجَ عَلٰى قَوْمِه۪ ف۪ي ز۪ينَتِه۪ۜ قَالَ الَّذ۪ينَ يُر۪يدُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا يَا لَيْتَ لَنَا مِثْلَ مَٓا اُو۫تِيَ قَارُونُۙ اِنَّهُ لَذُو حَظٍّ عَظ۪يمٍ ﴿79﴾ وَقَالَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ وَيْلَكُمْ ثَوَابُ اللّٰهِ خَيْرٌ لِمَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًاۚ وَلَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا الصَّابِرُونَ ﴿80﴾

Kârûn, zineti ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler, “Keşke Kârûn’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir” dediler.

Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, “Yazıklar olsun size! İman edip de iyi işler yapanlara Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur” dediler.” (Kasas 28/76-80)

 

*Allah’a rağbet etme bilincine Asr-ı Saadet’ten örnekler:

 

-Uhud savaşında okçuların tavrı

“Hicretten 3 sene sonra. Bedirde yenilen Mekkeli müşrikler bunun intikamını almak ve İslami daveti/müslümanları ortadan kaldırmak için üçbin kişi ile Medeine üzerine yürüdüler. Peygamber (sav) yaptığı istişareler sonucu onları Uhud dağının önünde karşılamaya karar verdi. Ordusunu Ayneyn tepesi arkada kalacak şekilde konuşlandırdı. Savaş açısınadan stratejik bir konumu olan Ayneyn tepesine de Abdullah b. Cübeyr komutasına elli okçu yerleştirdi.

Onlara şöyle dedi: “Ne şart ve durum olursa olsun asla burayı terk etmeyin. Bizim cesetlerimizin yaban kuşlar (akbabalar) tarafından parçalandığını görseniz bile yerinizi bırakmayın.” (İbn Sa’d, Tabakât, 2/47; Ahmed b. Hanbel, 4/293)

Savaş başladı. Müslümanlar Mekke ordusunu başlangıçta darmadğın ettiler. Müşrikler neleri varsa arkada bırakıp kaçmaya başladılar. Okçular tepesindeki askerlerden bazıları onların dağıldıklarını ve kaçmaya başladıklarını, arkada bıraktıkları ganimetleri bazılarının aldıklarını görünce: Bu iş tamam, savaş bizim lehimize bitti!” diyerek, (İbn Kesir, el-Bidaye, c. 4, s. 25) komutanları Abdullah’ı da dinlemeyerek yerlerini terkettiler. Ganimet toplayanların arasına karıştılar.

Müslümanları gafil avlamak için bekleyen Halid b. Velid bu durumu görünce Ayneyn tepesinin arkasından dolandı ve nmüslümanlara arkadan saldırdı. Bunu gören mekkeliler de geri dönüp tekrara savaşmaya başladılar. Beklenmeyen bu saldırı ve kuşatma karşısında sahabeler sarsıldılar.

Sonuçta sahabelerden yetmiş kadar kişi şehit oldu. Bunların arasında Hamza, Mus’ab, Abdullah b. Cahş, Sa’d b. Rebî de vardı. Peygamber ve pek çok sahabe yaralandı. İslâm ordusu neredeyse mağlup oluyordu. Peygamber Uhdu dağına sığınarak bu tehlikeyi atlattı. Okçuların yerlerin –onca tembihe rağmen- terketmelerinin bedeli ağır oldu. (İbn Hişam, es-Sîre, c. 3, s. 83-182; Vakıdi, Kitabü’l-Meğazi, c. 1, s. 223-263; Taberi, Tarih, c. 3, s. 15-40; İbn Esir, el-Kâmil, c, 2, s. 150-180.)

 

-Vallahi kazandım:

Hicretten sonra üç yıl geçmiş. Uhud’un açtığı yaralar sarılmamışken,  Reci’de suikastla şehid edilen  altı yiğit ve masum sahabenin acısı dinmemişken, Bi’r-i Maûne’de sahabeler alçakça tuzağa düşüldü ve şehit edildi. (Buhârî, Meğâzi/29 no: 4088. Müslim, İmâre/174 no: 1903)

Âmir kabilesinin başkanı Ebu Berâ İslâma ilgi duyan, müslümanlara sempati ile bakan bir kimseydi. Uhud savaşından bir müddet sonra Medine’ye gelerek Peygamber’den kendilerine İslâmı öğretecek öğretmenler (mürşidler) göndermesini istedi. Peygamber (sav) genel durumun pek güvenli olmadığı gerekçesinden hareketle bu teklife sıcak bakmıyordu. Ancak Ebu Berâ gönderilecek kişilerin kendi himayesinde olacaklarını söyledi ve can güvenliğine dair garanti verdi.

Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü çoğu Ensar’dan ve Suffe Ashabından olan kırk  eğitimli kişiyi onlara gönderdi. (İbni Hişam, Siyeru’n-Nebi, 3/194) Bu irşad grubu Maûne kuyusunun başına gelince aynı kabileden Amir b. Tufeyl silahlı adamlarla onları pusuya düşürdüler ve hepsini şehit ettiler. (İbni Hişam, Siyeru’n-Nebi, 3/193-199)

Bu katliamı yapan katiller kendi geleneklerini, öteden beri arap toplumunda geçerli teâmülleri ve kabilelerarası anlaşmaları dinlemediler. 

Amir b. Tufeyl ve adamları, toplumlarında teâmülleri çiğneme pahasına  kendilerine göre kazandılar. Düşman bildikleri müslümanlardan bir kısmını, haince de olsa ortadan kaldırmayı başardılar. 

Ama gerçekte kim kazandı, kim kaybetti? Gerçekte bu onlar için bir zafer miydi, bir sonun başlangıcı mı idi? (Nitekim, Peygamber (sav) bu olayın katillerine beddua etti. (Buhârî, Meğâzi/29 no: 4089-4091) Her biri farklı şekilde dünyalık cezalarını buldular.) (Müslim, Mesâcid/307 no: 679. Ebu Dâvud, Vitir/10 no: 1443)

Burada aslında kimin kazandığını, kimin kaybettiğini, kimin başarılı olduğunu, kimin hüsrana uğradığını bu katliamda yaşanan ilginç bir olay haber veriyor. İbni Hişam olayı şöyle anlatıyor: Bu fâcia günü baskın yapanlar arasında bulunan Cebbâr bin Sülmâ kendisini İslâm’a davet eden Âmir bin Fuheyre’ye mızrağını saplamış. Mızrak göğsünü delip geçmiş ve o bu haldeyken “Vallahi füztu-kazandım!” demişti.  Âmir b. Füheyre’nin ölmek üzere, üstelik sevinçle söylediği bu söz Cabir’i şaşkınlığa uğratmış. Bu adamı böyle sevindiren ve “kazandım” dedirten şey ne idi acaba? Bunun üzerine günlerce düşünmüş, sonunda bunun İslâmdan kaynaklandığını anlamış ve müslüman olmuş. (İbn-i Hişâm, Siyeru’n-Nebi, 3/186)

Amir ibnu Füheyre’nin bu sözü zafer, başarı ve kurtuluş anlayışlarını kökünden sarsacak boyutta. Birisi bir katil tarafından hunharca öldürülüyor, ama nasıl oluyor da maktul ölüm anında tebessüm ederek, sevinerek ‘kazandım, kurtuldum’ diyor?

Asıl kurtuluşun, asıl başarının, asıl kazancın nerede olduğunu bilmeyenler bunu ve şehitlerin neden gülümseyerek öldüklerini anlamazlar. Zira şehitler kendilerine takdim edilecek nimetleri görürler, asıl kazanca, en büyük zafere şimdi ulaştık diye sevinirler. (Ebu Dâvud, Cihad/25 no: 2520)

 

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz...” (Âl-i İmran 3/92)

 

-Hz. Osmanın tavrı:

Hz. Osman’ın en büyük özelliklelerinden birisi cömertliğiydi. O servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmezdi.

 

Bir defasında Medine’de müslümanlar içecek su bulmakta sıkıntı çekiyorlardı. Rûme Kuyusu’nun suyundan başka tatlı su bulamıyorlardı. Bu kuyu ise bir Yahudi’ye aitti. O da suyu müslümanlara çok pahalı­ya satıyordu. Bu durum Peygamber’i (sav) üzüyordu. Sahabelerle be­raber olduğu bir sırada:

-“Rûme Kuyusu’nu kim satın alırsa, cennette de onun benzer bir kuyusu olacaktır.” buyurdu.

Hz. Osman da oradaydı. Hemen harekete geçti. Yahudi’yi buldu. Kuyuyu satın almak istediğini söyledi. Yahudi kuyunun tamamını satmaya yanaşmadı. Çok yüksek bir fiyata yarısını sattı. Hz. Osman sevinçle Peygamber’in huzuruna çıktı. Kuyunun yarısını satın aldığını ve müslümanlara vakfettiğini söyledi. Ra­sû­lul­lah:

-“Osman’ın hayrı ne güzel hayırdır!” buyurarak onu övdü. Hz. Osman sonradan kuyunun diğer yarısı­nı da satın alarak vakfetti. (Nesâî, Cihad/44. Tirmizî, Menâkıb/19)

 

-Habbab b. Eret’in tavrı:

İslâmiyet’i kabul ettikleri için işkence gören kölelerden biri olan Habbâb’a bazan kızgın taşlar üzerinde işkence edilirdi. Nitekim hilâfeti zamanında Hz. Ömer’i ziyarete giden Habbâb’a halife, “Yanıma gel, bu meclise Ammâr’dan sonra senden daha lâyık kimse yoktur” diye iltifat etmiş, Habbâb da yıllar sonra bile izleri silinmeyen sırtındaki işkence kalıntılarını göstermişti (İbn Mâce, “Muķaddime”, 11).

Habbâb müşriklerin işkencesine dayanamayıp Resûl-i Ekrem’e, “Bize yardım dilemeyecek, Allah’a bizim için dua etmeyecek misin?” demiş, Resûlullah da geçmiş ümmetler içinde daha ağır işkencelere mâruz kaldıkları halde dinlerinden dönmeyen müminlerin bulunduğunu anlatmış, yakında kurtulacaklarını söyleyerek kendilerine sabır tavsiye etmişti (Buhârî, “İkrâh”, 1, “Menâķıbü’l-enśâr”, 29).
Habbâb yaptığı birkaç kılıcı Kur’an’da “ebter” diye nitelendirilen Âs b. Vâil’e satmış, fakat parasını alamamıştı. Âs ona dinini terketmedikçe borcunu ödemeyeceğini söyleyince Habbâb, “Senin ölüp tekrar dirildiğini görmedikçe bu işi yapmam” demiş, Âs’ın, “O halde kıyamet gününde gel, o gün benim malım da olacak, evlâdım da, o zaman öderim” diye alay etmesi üzerine kaynakların belirttiğine göre Meryem sûresinin 77-80. âyetleri nazil olmuştur. (Kandemir, Y. TDV İslam Ansiklopedisi, 4/341)

“Âyetlerimizi inkâr edip “Bana elbette mal ve evlat verilecek!” diyen kimseyi gördün mü?

Gaybı mı görüp bilmiş, yoksa Rahmân’dan bir söz mü almış?

Hayır! (İş onun dediği gibi değil). Biz, onun söylediklerini yazacağız ve azabını arttırdıkça arttıracağız!

Onun (ahirette sahip olacağını) söylediği şeylere biz varis olacağız ve o bize tek başına gelecek.” (Meryem 19/77-80)