Müslümanların tebliğ ve davet görevi hakkında bir seminer.

Hüseyin K. Ece

9 Kasım 2014

Beytü’s-Selam-Duisburg

 

Birinci Ders

-Giriş

Davet ile tebliğ hemen hemen aynı şeylerdir. Birisi daveti, çağırmayı ifade eder, diğeri ise vahyi ulaştırmayı, duyurmayı anlatır.

Konunun akışında tebliğci ve davetçi kelimelerini yakın manada kullanacağız.

Allah(cc) şöyle buyuruyor:

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (104)

 “Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (3/Âl-i İmrân, 104)  

Başka bir âyet-i kerîmede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَوْ آَمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ (110)

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; çünkü emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz.” (3/Âl-i İmrân, 110)

Allah (cc) bu ayetlerle öncelikle müslümanlar arasında insanları hayra davet eden bir topluluğun olmasını emrediyor.

Yine ma’rûfun emredilmesi ve münkerden menedilmesi işini İslâm ümmetine farz kılıyor.

İslâm ulemâsı bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir (Elmalılı, Tefsir, II/1155).

Ma’rûfu emreden, münkerden alıkoyan mü’minler, dünyada en güzel ahlâkla yetişmiş bir ümmet olurlar. Bu toplumun korunması için de dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe çağırmak esastır.  

Bu ayete göre ‘muflih (kurtulan)’lardan olmanın şartı da insanları hayra davet etmek, ma’rufu yaygınlaştırmya, münkeri azaltmaya çalışmaktır.

İnsanları Allah’a davet edenler Kur’an’a göre en güzel sözlü kimselerdir.

وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ (33)

“(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet 41/33)

Kur’an, sözü dinleyip en güzeline tabi olanları methediyor.

 وَالَّذِينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ أَنْ يَعْبُدُوهَا وَأَنَابُوا إِلَى اللَّهِ لَهُمُ الْبُشْرَى فَبَشِّرْ عِبَادِ (17) الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ أُولَئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللَّهُ وَأُولَئِكَ هُمْ أُولُو الْأَلْبَابِ (18)

“Tağut'a kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. Kullarımı müjdele:

O kullarımı ki, onlar sözü dinlerler,sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.“ (Zümer 39/17-18)

En güzel sözü tabi olmak isteyenlere kim nasıl ulaştıracak?

Konuyla ilgili şu soruları sorup cevap arayabiliriz:

1-Tebliğ ve davetle ilgili başka kavramlar var mıdır?

2-Daveti nasıl anlamalıyız?

3-Her müslüman tebliğ ve davetten sorumlu mudur?

4-Tebliğin ve davetin metodları nelerdir?

5-Gayr-i müslimlerin müslüman üzerindeki hakları

 

1-Tebliğ ve davetle ilgili başka kavramlar var mıdır?

İslami tebliğ ve davet ile ilgili bir kaç kavram daha var: Bunlar; irşad, vaaz, nasihat, emr-i bi’l ma’ruf-nehy-i ani’l münker, cihad ve hisbedir. Bunlara yakınlıklarından dolayı ıslah ve eğitim, hakkı ve sabrı tavsiyeyi de ekleyebiliriz.

Bunların sözlük anlamları farklı olsa da faaliyet alanları ve amaçları yönünden tebliğ ve davet  ile ilgileri var.

Önce bunları kısaca açıklayalım.

 

- İrşâd

‘İrşad’ kavramının kökü ‘rüşd’ kelimesidir. ‘Rüşd’; doğru yolda olmak, doğru yolu bulmak, doğru düşünmek, doğruyu yanlıştan ayırt etme gücüne sahip olmak demektir. Rüşd, ‘ğayy’ın, yani sapıtmanın, azmanın karşıtıdır (2/Bakara, 256). İrşad ise, yol gösterme, doğru yolu gösterme, uyarma, Allah yoluna iletme demektir.

ذَلِكَ مِنْ آَيَاتِ اللَّهِ مَنْ يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا (17)...

“…İşte bu, Allah'ın ayetlerindendir. Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın.” (Kehf 18/17)

Hidayet, yani doğru yol İslam aynı zamanda ‘rüşd yolu’dur.

Doğru yolu bulanlara râşid denir. Kur’an’da bir ayette mü’minleri nitelemek üzere geliyor:

وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللَّهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِنَ الْأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ أُولَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ (7) (Hucurat 49/7)

İrşad; insanları hak yola çağırıp, salih amel işlemelerini, iyi ahlâka sahip olmalarını tavsiye etmek, onları ma’rûfa (iyi olan şeylere) dâvet etmek, onları münker (kötü) olan şeylerden sakındırmak demektir.

İnsanları irşad ederek doğru yolu gösteren şeye veya kişiye ‘mürşid’ denir.

Bu anlamda hem müslümanları hem de gayri müslimleri ‘irşad’ etmek mümkündür.

İrşad kavramı ile, dâvet ve ‘emr-i bi’l ma’ruf- nehy-i ani’l Münker’ emirleri arasında bir bağlantı vardır. Bu da müslümanların birbirlerine karşı görevidir.

İnançlar ve düşünceler kitleler tarafından ne zorla benimsenir ne de kısa zamanda kabul edilir. O inançlara bağlı kişiler, başkalarına inandıkları doğruları en güzel bir biçimde anlatır ve onları ikna ederler. Yanlıştan vazgeçirmenin yolu da budur. Suçlara karşı verilen cezalar bazen iyi sonuç vermemektedir. Bunu en güzel şekilde yapmanın yolu da irşaddır.

Bütün peygamberler kendi çağlarının irşad edicileridir, mürşidleridir.

Hz. Muhammed (s.a.s.) kıyâmete kadar gelecek olan insanların en mükemmel ve en son mürşididir.

Kur’ân bütün insanları irşad eden en canlı mürşiddir.

İnsanları irşad etmek, onların dünya ve âhiret mutlulukları için çalışmak, çabalamak demektir. Bu görevi en başta alimler ve takva sahibi güzel müslümanlar yerine getirir.

Peygamberimiz, kendisi insanları irşad ettiği gibi, kendinden sonra gelen bâtıl yol sahiplerinin irşad edilmesi için, sözlerinin ve Kur’an’ın o insanlara ulaştırılmasını söylüyordu.

İrşad ibâdeti belli bir takım kişilerin tekelinde değildir. İrşad, yalnızca ‘izinli, yetkili falanca alimin yetkisindedir, bu işi başkası bilmez’ anlayışı yanlıştır. Müslüman gücü yettiği ve dili döndüğü kadar, ailesinde ve çevresindeki insanlara ‘mürşid’ olmaya çalışabilir.

 

-Vaaz

Vaaz; İyiliğe sevk için söylenen söz, nasihat, öğüt, bir kimseye, kalbini yumuşatacak sûrette sevap ve ikaba dair söz söylemek, nasihat etmek, bu yolda söylenilen söze denir.

İnsanların dinî yönden aydınlatılması, onların ibâdetlerini eksiksiz ve yanlışsız yapabilmelerini sağlayacak ilmihâl bilgilerinin verilmesini de amaçlayan vaaz'ın, insanlık kadar eski bir geçmişe sahip olduğu söylenebilir.

Vaaz, hutbe gibi zorunlu olmamakla birlikte son derece önemlidir ve Müslümanlar için bir görevdir. Çünkü insanları iyiliğe dâvet edip, kötülükten sakındırmak Müslümanlara farz-ı kifayedir.

Vaaz aslında bir şeyi öğretmek maksadıyla değil, telkîn gayesiyle yapılır. Genellikle, cemaatın bildiği şeyleri tesirli bir üslupta anlatıp onları doğru yola çekmeyi, kötülüklerden uzaklaştırmayı hedef alır.

 

-Nasihat

‘Nasihat’, ‘nush’ kökünden türemiştir. ‘Nush’ sözlükte, bir kimsenin düzelmesini sağlayan sözü veya fiili araştırmak, bir şeyi saflaştırmak (yabancı maddelerden ayırmak), dikiş dikmek, samimi olmak anlamlarına gelir. Terim olarak ‘nush’, öğüt ve akıl verme, yol gösterme demektir. Aynı kökten gelen ‘nâsuh’, halis, saf, samimi demektir ki, Kur’an’da halis tevbenin bir sıfatı olarak kullanılmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللَّهِ تَوْبَةً نَصُوحًا عَسَى رَبُّكُمْ أَنْ يُكَفِّرَ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيُدْخِلَكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَار... (66/Tahrim, 8)

‘Nasihat’, nush ile benzer anlama gelmekle beraber, aynı zamanda iyi ve faydalı olana bir çağrı, kötü ve zararlı olandan arındırmaya bir teşviktir. ‘Nasihat’, aslında Islâmí dâvetin bir parçasıdır.

İnsanları Allah’a ve O’na kulluk yapmaya dâvet edenler, bir anlamda onlara ‘nasihat’ ediyorlar demektir.  

Peygamberler, görevli olarak geldikleri toplumlara ‘nasihat’ etmişler, yani onlara Allah’ın emrine dâvet etmişlerdir. Hz. Nuh (as) kavmine şöyle diyordu:

“Size Rabbimin risaletini (peygamberliği) tebliğ ediyorum. (Ayrıca) size nasihat ediyor ve sizin bilmediklerini ben Allah’tan biliyorum.” (7/A’raf, 62. 7/A’raf, 68, 69. 11/Hûd, 34. 7/A’raf, 93)

Nasihat, aynı zamanda iyiliğini istemek anlamına da gelmektedir.

Öğüt vermek, akıl ve yol göstermek te bir kişi hakkında iyilik istemektir.

قَالُوا يَا أَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّا عَلَى يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ (11)  (12/Yusuf, 11)

. وَجَاءَ رَجُلٌ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ يَسْعَى قَالَ يَا مُوسَى إِنَّ الْمَلَأَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ لِيَقْتُلُوكَ فَاخْرُجْ إِنِّي لَكَ مِنَ النَّاصِحِينَ (20)  (28/Kasas, 20).

Nasihat olumsuz da olabilir. Nitekim şeytan Hz. Adem ile eşini kandırdı ve sonra da ‘ben sizin için bir nasihatçıyım diye yemin etti’.

وَقَاسَمَهُمَا إِنِّي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِحِينَ (21) (7/A’raf, 21)

Din Nasihattır: Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Din nasihattir." Sahabeler: kimim için Ya Rasûlallah? diye sorunca; "Allah için, O’nun Kitabı için, Rasûlü için, mü’min yöneticiler (imamlar) ve bütün müslümanlar için." buyurdular (Müslim, İman 95, Hadis no: 55; Ebû Dâvud, Edeb 67, Hadis no: 4944; Dârimî, Rikak 41, Hadis no: 2757; Buhârî, İman 43); Ahmed bin Hanbel, 1/22; Nesâî, Bey’at 31)

Bu hadisteki nasihat kelimesine “ihlâs” anlamı vermek daha doğrudur.

 

-Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker

Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker; İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklayıp ondan alıkoyma demektir.

Ma’rûf, şerîatın emrettiği; münker de, şerîatın yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye ma’rûf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s.505; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118).

Ma’rufu emretmek, birine “şunu yap” diye emretmek değil, iyi olan şeylerin yaygınlaşması, ulaşabildiğimiz kişilere İslamın güzelliklerini öğretebilme, yaşatabilme çabasıdır.  Münker, “şunu yapma” diye yasaklama değil, kötülüklerin azalması, kötü olan şeylkerin ahlak ve gelenek haline gelmemesi için çalışmaktır.

Bazılarına göre ma’rûfu emretmek, iman ve itaate çağırmak; münkerden nehyetmek de, küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzîl, 2/232).

Ma’rûfu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğu ortaya koymaktadır:

"Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez." (Ebû Dâvûd, Melâhim 16; Tirmizî, Fiten 9; Ahmed bin Hanbel, V/388).

Şu âyet de ibretle düşünmeyi gerektirmektedir:

لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذَلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ (78) كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ (79)

"...Onlar, (İsrâiloğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar. Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi..." (5/Mâide, 78-79)

Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, mü’minlerin karşısında münkeri emreden, ma’rûfu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir.

الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُوا اللَّهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ (67)

“Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fasıkların kendileridir.” (9/Tevbe, 67)

Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten menedenler olmazsa giderek münker olan işler bírer kural haline, bir yaşama biçimi haline gelirler. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar.  

Hz. Lokman'ın oğluna öğüdü her zaman ve mekânda uyarıcının hâlini beyan eder:

يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلَاةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ (17)  

"Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy. Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan. Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir." (31/Lokman, 17)

Sonuçta ma’rûfun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; bir imani görevdir

Ma’rûfu emretmek, münkerden alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst edebilirler. Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın âhirette hesap vereceğini bilmesi şuurudur.

 

-Cihad

Cehd kökünden gelen cihad, çaba göstermeyi, gayret etmeyi, yoğun çalışmayı ifade eder.

İslami kavram olarak cihad, Allah yolunda, Hak din uğruna –gerekirse savaş da dahil- her türlü çalışmayı yapmak, hayır yolunda, hakkın hakimiyeti için aşırı çalışmak ve fedakarlık yapmak demektir.

Cihad bir anlamda İslam ile insan fıtratını buluşturmak ;

İslam ile insan arasına giren her çeşit engelleri ortadan kaldırmak için yoğun bir şekilde çalışmak demektir.

İslamda cihadın bir cephesi de, dini tebliğ etmektir, dinin kutsi mesajını bütün aleme duyurmaktır. Bunun da metodunu Kuran-ı Kerim çizmiş, Hz. Muhammed (asm.) de fiilen uygulamıştır.

Peygamberlerin gönderilmesinden asıl maksat, Kuran-ı Kerimde büyük mücahade (Cihad-ı Kebir) olarak ifade edilen tebliğ görevidir.

َلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَجَاهِدْهُمْ بِهِ جِهَادًا كَبِيرًا)52)

“bunun içindir ki, sen hakkı inkara şartlanmış olan kimselere uyma; tersine, bu [ilahî mesajın] ışığında onlara karşı bütün gücünü ortaya koyarak büyük bir direnç ve çaba göster.” (Furkan Sûresi, 52).

Bu ayet, Cihad-ı Kebirin önemini açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

Bu manada cihad bütün müslümanlar farzdır.

وَجَاهِدُوا فِي اللَّهِ حَقَّ جِهَادِهِ هُوَ اجْتَبَاكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ

...  “Ve Allah'ın dâvâsı için, O'nun yolunda gösterilmesi gereken en zorlu, en üstün çabalara girişin; [mesajına muhatap ve taşıyıcı olarak] sizi seçen ve din konusunda üzerinize bir zorluk, bir güçlük yüklemeyen O'dur… “ (Hacc 22/78)

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ (9)

“Ey Peygamber! Kafirlerle ve munafiklarla cihad et ve onlara karşı kararlı ve ödünsüz davran. Ve [eğer tevbe etmezlerse] varacakları yer cehennem olacaktır. O, ne kötü bir varış yeridir!” (Tahrim 66/9)

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ (73)

“Ey Peygamber! Kafirlerle ve münafıklarla yılmadan cihad et ve onlara karşı kararlı ve ödünsüz davran, ki [pişman olup tevbe etmezlerse] varacakları yer cehennemdir; ne kötü bir duraktır orası!” (Tevbe 9/73)

“Yani, “temel ilkelerden asla taviz verme, onlarla uzlaşma”. Cehede (doğru yolda ya da haklı sebeplere dayanarak yılmadan savaşmak, uğraşmak) fiilinin anlamı için bkz. 4. sure, 122. not. Câhid formundaki emir, açıktır ki, burada daha çok soyut ve manevî çağrışımıyla yüklü olup, önceki bölümde sözü geçen her türden münafıklar da dahil küfrünü saklamayan kafirlere ve kararsızlara yönelmiş her türlü ikna ve inandırma ya da irşad çabasını işaret etmektedir. Buyruk ilk ağızda her ne kadar Hz. Peygamber'e yöneltilmiş ise de, zımnen bütün müminlere hitab ettiği aşikardır.” (M. Esed)

Çünkü kim Allah yolunda cihad ederse, bunun sevabı kendinedir.

وَمَنْ جَاهَدَ فَإِنَّمَا يُجَاهِدُ لِنَفْسِهِ إِنَّ اللَّهَ لَغَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ (6)

“O halde, kim (Allah yolunda) üstün gayret gösterirse bunu yalnız kendi iyiliği için yapmış olur: çünkü Allah, her türlü ihtiyaçtan uzaktır!” (Ankebut 29/6)

 

-Hisbe

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.'' (Müslim, İman 78; Tirmizî Fiten 1I; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20)

 

-Tebliğ ne demektir

‘Tebliğ’ kavramı, ‘belağa’ fiilinden türemiştir. ‘Belağa’, gerek zaman, gerek yer ve gerekse nitelik açısından amaca ulaşmak, sona varmak demektir.

Kelime bu şekliyle Kur’an’da fiil halinde ve diğer türevleri olarak sık sık kullanılmaktadır. Bir çocuğun reşid olma yaşına ulaşması ‘büluğ çağına ulaştı’, ‘büluğa erdi’ şeklinde söylenir. (12/Yusuf, 22. 24/Nûr, 59. 6/En’am, 152. 17/İsra, 34)

Bu yaş, güç ve kuvvete ulaşma, kişinin kendi işini kendi görebileceği yaşa varma zamanıdır. Peygamber için kullanıldığı zaman onların kırk yaşına ulaşmaları kasdedilir. (46/Ahkaf, 15)

Aynı kökten gelen ‘belîğ’ kelimesi, en açık, en etkileyici, maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir. (4/Nisa, 63)

‘Belâğat’ güzel söz söyleme sanatıdır ki, karşıdaki kimsenin durumuna göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en uygun söz söyleme sanatı demektir. Kur’an, en üstün ‘fasahat’ (az sözle çok şey anlatma) ve belağat sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir mucizedir.

‘Tebliğ’, Kur’an’da, Allah’ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır.  

‘Tebliğ’ edilmesi gereken şey Allah’ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah’tır. Bütün nebiler bu faaliyette bir aracıdırlar.

‘Tebliğ’ görevi aynı zamanda bütün peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah’tan aldıkları vahyi, hiç bir ilave yapmadan, hiç bir şey çıkarmadan, en güzel bir şekilde insanlara ulaştırırlar.

Kur’an şöyle diyor:

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ (67)

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ et). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.” (5/Maide, 67)

Bütün zor şartlara rağmen ‘tebliğ’ görevini sürdüren peygamberlerin görevi yalnızca vahyi, ilâhî mesajı insanlara ulaştırmaktı.

Onlar, metodun en güzelini ve etkilisini, davranışın en mükemmelini, takvanın en yücesini göstererek, insanlara Allah’ın mesajını ulaştırdılar. Onların görevi sadece bu idi. Bundan ötesi onların sorumluluk alanına girmiyordu.

Onlar insanlar üzerinde bir bekçi veya bir vekil değillerdi. (6/En’am, 107. 42/Şûra, 48)

Şu âyet bunu daha net bir şekilde ifade etmektedir:

فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنْتَ مُذَكِّرٌ (21) لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُسَيْطِرٍ (22)

“Artık sen öğüt verip-hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici-hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin.” (88/Ğaşiye, 21-22)

Resûlü (sav) de, "Ben insanları hidayete, imana davet edici olarak gönderildim. Hidayete sevk edip, kalblere imanı koyacak Allah'tır.” (ed-Deylemî, el-Firdevs bime'sûri'l-hitab, 2/11-12; Ali el-Müttakî, Kenzu'l-ummâl, 1/116)

Peygamberlerin bütün gayretlerine, hatırlayıp-öğüt vermelerine, uyarıp-korkutmalarına rağmen, insanlar yine de yüz çevirip iman etmezlerse, peygamberlere düşen apaçık bir belağ’dır (tebliğdir).

Kur’an bu gerçeği sık sık vurgulamaktadır.

فَإِنْ أَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْا وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ (20)...

“…Eğer teslim olurlarsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirirlerse, artık sana düşen ‘belağ’-duyurup bildirmedir (tebliğdir). Allah kullarını hakkıyla görendir.” (3/Âli İmran, 20). (Ayrıca bak. 5/Maide, 92,99. 13/Ra’d, 40. 36/Yasin, 17. 64/Teğabûn, 12. v.d.)

En katı yürekli, zalim ve zorba, hidayete gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi Kur’an’ın bir emridir. (20/Tâhâ, 43-44)

Böylelerine tebliğ etmek anlamsız değildir. Bu, tebliğin hedefi bakımından yapılması gereken bir şeydir. En azından tebliğ eden görevini yapmış, tebliğ edilenin de bir mazereti, bahanesi kalmamış olur. Ayrıca inkârcı ve günahkâr insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve ümit etmek son derece güzeldir.

 

İkinci ders

1-Daveti nasıl anlamalıyız?

‘Davet’ kelimesi, ‘deave’ fiilinden gelir. ‘deave sözlükte; çağırmak, seslenmek, nida etmek, dua ya da beddua etmek, adlandırmak demektir.

Kur’an-ı Kerim bu fiili, yardım ve mağfiret dilemek, ibadet etmek, dua ve niyazda bulunmak, yalvarmak, yardım istemek, bir işe teşvik etmek gibi manalarda kullanmaktadır.  

Isim olarak‘davet’; çağrı, nidâ, da’va, verilen söz, yemin ve ziyafet gibi anlamlara gelir.

Kulun Allah’a yakarışı söz konusu olunca buna ‘dua ve niyaz’, Allah’ın insanı bazı şeylere çağrısı söz konusu olursa buna da ‘davet’ denilir.

Aynı kökten gelen ‘dua’, kulun Allah’a yakarışı, af, mağfiret ve yardım dilemesidir.

Bu bir ibadettir ve gücü sınırlı bir varlığın sonsuz güç sahibi Yaratıcıdan yardım isteğidir, O’na kulluk edebi içerisinde bir nida’da bulunmasıdır.

İslâmî kavram olarak ‘davet’;

İslâm’a, Allah’a çağrıyı ve İslâm’ı insanlara anlatarak benimsetmeyi ve uygulanmasını sağlamayı ifade eder.

Bir başka deyişle davet, insanları İslama çağrı, İslam esaslarının uygulamasına çağrı anlamına gelir.

Bu anlamda ‘davet’, insanları Hakka, hidayete, Allah’a ve O’na kulluğa bir çağrı yanında Allah’a yakarıştır.

وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُوا لِي وَلْيُؤْمِنُوا بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ (186)  

“Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”  (2/Bakara, 186)

İslâmî davetin muhatabı bütün insanlardır. İslâmın ilgi alanına giren bütün din ve dünya işlerinde ‘davet’ geçerlidir.

İslâma teslim olmuş müslümanlara ‘davet’ götürülebileceği gibi, ikili oynayan münafıklara, inkâr eden küfür ehline, hiç bir şeyden haberi olmayan sıradan insanlara da götürülebilir.

Kur’an’ın daveti bu açıdan çok açıktır ve bütün insanlara yöneliktir. Davet; iman etmeye, imanı yaşamaya, günâhlardan kaçınmaya ve iyi davranışlara yönelik olabilir.

Davet, bir açıdan nasihat, bir açıdan irşad, bir açıdan tebliğ, bir açıdan da ma’rufu emretmek, münkerden sakındırmaktır.

 

3-Her müslüman tebliğ ve davetten sorumlu mudur?

Bu soruya evet dersek yanlış olmaz. Ayet ne diyordu:

وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ (33)

“(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet 41/33)

Diğer taraftan her müsluman dininin temsilcisidir. Her müslüman anne baba çocuğuna İslamı öğretmekle, yani onları İslama davet etmekle sorumludur.

İslâm ümmeti, insanlar arasından çıkartılmış en hayırlı topluluktur. Çünkü onlar Allah’a hakkıyla iman eder, ma’rufu emreder, münkerden sakındırırlar.

كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَوْ آَمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ (110)  

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız: Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.”  (3/Âli İmran 110)

Buradan her müslüman kendi çapında, becerebildiği, gücünün yettiği kadar emr-i bil-ma’ruf yapması kulluk görevini yapar.

Peygamber (sav) hz. Ali’ye (ra) "Ey Ali, senin elinle bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden, -başka bir rivayette- vadi dolusu koyun ve develerden daha hayırlıdır.” (Buhârî, cuma 29; cihad 102, 143; fedâilu's-sahabe 9; meğâzî 38; libâs 38; et'ime 1; Müslim, fedâilu'l-Kur'ân 32, 34)

Bu hadis insanların hidayetine vesile olmanın faziletini ve kazanımlarını anlattığı gibi, tebliğ ve davet yapmaya da bir teşviktir.

Şu hadislerde de aynı teşviki görüyoruz:

“Benim sözümü işiten, onu ezberleyip güzelce anlamını anlayıp sonra onu başkalarına rivâyet edenin Allah yüzünü ak etsin. Nice fıkıh (anlayış ve derin kavrayış) yüklenenler vardır ki, onu kendisinden daha fâkih (daha anlayışlı veya fıkıh bilgisi çok olan) birisine aktarırlar” (Ebu Davud, İlim/Hadis no: 3660. İbni Mace, Mukaddime/18, Hadis no 230. Darimî, Mukaddime/24, Hadis no: 234)

“Kim, bir hidayete davette bulunursa, o hidayete uyanların elde ettiği mükafatın tamamına, çağıran da erişir.” (Müslim, İlim 16; Tirmizî, İlim, 15)

Ancak Ali İmran 104. Ayet davet ve tebliğ işinin uzmanlıkla yapılması gerektiğine işaret ediyor: “Sizden, hayra davet eden, ma’rufu emreden ve münkerden sakındıran bir cemaat bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”

Burada -özellikle gayri müslimlere- tebliğ ve davet sanatı veya uzmanlığı gündeme geliyor. Bu önemli ve hassas görevi en iyi, en güzel metodla, sonuç alıcı tarzda, ürkütmeden, nefret ettirmeden yapabilenler yapmalıdır.

 

-Neye  ve kime davet (davetin alanı)

Peygamberimiz, insanları kendine, kendi otoritesine, sistemine, pozisyonuna değil; Allah’a ve O’na hakkıyla teslim olmaya çağırmıştır. Şüphesiz O’nun daveti, Allah’ın ona yüklediği elçilik görevi idi. O’nun bu daveti, kesinlikle çıkar için dünyalık bir hedef, ya da üstünlük sağlama amacı olamazdı.

Davet, İslâmî inanç ve değerlerin kabul edilip uygulanmasını sağlama hedefi olduğunu, dolayısıyla müslüman, gayri müslim herkese yöneliktir.

İslâmî davet şüphesiz ki kişilere, gruplara (mezheplere ve hiziplere) veya din adına sonradan ortaya çıkmış şeylere değil, Allah rızası için O’na ve O’nun âyetlerine bir çağrıdır.

Şüphesiz ki iyinin, güzelin, adaletin, insanlığın ve bunlara bağlı değerlerin kaynağı İslâm’dır.

Kur’an neye davet edilmesi gerektiğinin ipucunu şu ayetlerde veriyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (24)

“Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal 6/24)

لِكُلِّ أُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا هُمْ نَاسِكُوهُ فَلَا يُنَازِعُنَّكَ فِي الْأَمْرِ وَادْعُ إِلَى رَبِّكَ إِنَّكَ لَعَلَى هُدًى مُسْتَقِيمٍ (67) وَإِنْ جَادَلُوكَ فَقُلِ اللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ (68) اللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كُنْتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ (69)

“Biz her ümmete bir ibadet tarzı (mensek) kıldık, onlar bu tarz üzere ibadet etmektedir. Öyleyse, (din) işinde seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine çağır. Şüphesiz sen dosdoğru bir hidâyet üzerindesin. Ama eğer seninle tartışmaya (çalışırlarsa, onlara sadece) de ki: “yapıp ettiklerinizi en iyi bilen Allah’tır.” (22/Hacc 67-68)

 

4-Tebliğin ve davetin metodları nelerdir?

Tebliğci, vahyin mesajını herkese ulaştırma uğruna en güzel araçları, en uygun bir biçimde kullanacak ve insanların ilâhî vahiyle tanışmalarını sağlayacaktır.

Bu metodu bütün peygamberler uyguladığı gibi, dinin tebliğcisi her mü’min de uygulamalıdır.

Bütün ibadetler Allah rızası için olduğu gibi, tebliğ ve davet faaliyeti de Allah rızası için olmalıdır. (36/Yasin, 21)

İslâmî tebliğin hedefi toprak kazanmak, dünyalık kazançlara ulaşmak, ya da bir takım makamlara ve saltanatlara ulaşmak, ya da kendi mantalitesini yetiştirmek istediği kişilere dikte ettirmek değildir. 

Tebliğ’in amacı insanların yüreklerini fethetmektir. Yürekleri hakka, hidayete ve İslâmın aydınlığına (Kur’an’ın nuruna) açmaktır.

Peygamberimiz buyuruyor ki:

“İnsanları dine davet edin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Uyumlu olun, geçimsiz olmayın.” (Müslim, Cihad/3, Hadis no: 1733, 3/1359. Buharî, Megazi/60, İcare/8, nak. K. Sitte 12/271)

Tebliğ ve davetin olduğun yerde: Hatip, hitap, muhatap vardır

Tebliğ ve davette zaman, üslup, metod, muhatap önemlidir

Bunu şöyle ifade etmek demek mümkün:

Söylediğim doğru olabilir, ama her doğru her yerde söylenmez      Mekan

Söylediğim doğru olabilir, ama her doğru her zaman aynı tonda söylenmez: Zaman

Söylediğim doğru olabilir ama her doğru herkese aynı üslupla söylenmez. Üslup

Söylediğim doğru olabilir ama her doğru her zaman aynı metodla söylenmez: Metod

Söylediğim doğru olabilir, ama her doğru herkese aynı şekilde söylenmez: Muhatap

Davetin etkili olabilmesi için, Peygamberin kullandığı metodlara baş vurmak gerekir. O, Kur’an’ın emrine uyarak insanları en güzel yollarla Allah’a davet etmiştir.

Kur’an peygamberimize bunun nasıl yapılacağını özlü bir şekilde haber veriyor:

ادْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ (125)

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (16/Nahl, 125)

Kur’an, davet konusunda üç önemli metodu hatırlatıyor. Bunlar:

1. Allah yoluna hikmetle çağırmak.

2. Allah yoluna güzel öğütle çağırmak.

3. En güzel bir biçimde mücadele etmek.

1. Allah yoluna hikmetle davet etmek:

Allah yoluna hikmetle davet edilecek olanlar, gerçeği öğrenmek isteyen, anlayışlı ve olgun insanlardır. Onlara karşı ancak kesin delillerle konuşmak doğru olur ki, o kesin delil de hikmettir.  

Hikmetle tebliğ, dikkatli olmak, karşıdaki kişinin durumuna göre hareket etmek, en güzel bir tavrı takınmak, ısındırıcı olmak, etkileyici bir metod kullanmak, açık ve kesin deliller kullanmak,  insanlara fayda sağlayacak, akılları aydınlatacak ve vicdanları harekete geçirecek örneklerle davet etmek.

 2. Allah yoluna güzel öğütle davet etmek:

Güzel öğüt vahyin müjdeleri ve uyarıları ile olur. Öğüt yalnızca sözle değil, fiil ve davranışlarla da yapılır. Davranışların bazen sözden daha etkileyici olduğu açıktır.

Allah yoluna, güzel, tatlı, çekici ve doyurucu öğütlerle davet etmek gerekir. Çünkü bilgisiz, hikmetsiz,  sert ve kaba davranmanın, taassupla hareket etmenin bir yararı olmaz.

3. En güzel bir biçimde mücadele etmek:

En güzel mücadele, tebliğ yönteminin en güzel, en mantıklı, en inandırıcı, en çekici ve en ikna edici olmasını anlattığı gibi, tebliğe engel olucu unsurlarla en güzel mücadeleyi de göstermektedir.

Mücadelenin günün şartlarını, sosyal yapının özelliklerini, muhatabın tutum ve dayanaklarını dikkate alarak sistemli, seviyeli, şuurlu bir şekilde yapılması gereklidir.

Bu üç prensibin yanında şunlar da dikkat edilmesi gereken şeylerdir:

4. Şefkat ve merhametle davet etmek:

Müslümanların merhametli olması, Kur’an’ın emrettiği bir husustur. Davetçi ise, her müslümandan daha çok merhametli olmak zorundadır. Başkalarına karşı şefkatli ve merhametli olmayan bir kişi, onların iyiliğini isteyebilir mi? Hâlbuki davetçi, insanların cehennem ateşinden kurtulup Allah’ın rızasına kavuşması için gayret sarf eden kimsedir. O kendisi için sevdiği bir şeyi başkaları için de sever.

Kur’an’da Hz. Peygamber’in merhametli olması sebebiyle, insanların O’nun etrafına toplanmış olduğu, aksi halde katı kalpli olmuş olsaydı etrafındakilerin dağılıp gitmiş olacakları belirtilmektedir.

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ (159)

“(Ey Muhammed!) Sen, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi....” (Âli İmran 3/159)

Bu ayet, davetçinin merhametli ve güler yüzlü olmasının önemi üzerinde durmaktadır. Soğuk ve katı yürekli insanlardan hiç kimsenin hoşlanmadığı bir gerçektir.

5.Yumuşak söz söylemek  

Fikir ve inançların değiştirilmesinde insanı etkileyen unsurlardan biri de şüphesiz ki yumuşak söz ve tatlı dildir. İslam davetçisi bu noktada da herkesten çok duyarlı olarak muhataplarına karşı kullanacağı dilin yumuşak olmasına itina göstermelidir. 

Nitekim Kur’an bu hususa şöyle işaret etmektedir:

وَقُلْ لِعِبَادِي يَقُولُوا الَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ الشَّيْطَانَ يَنْزَغُ بَيْنَهُمْ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلْإِنْسَانِ عَدُوًّا مُبِينًا (53)

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister. Şüphesiz şeytan insanın apaçık düşmanıdır.” (İsra 17/53)

Bu ayette de ifade edildiği gibi inkâr eden insanlara dahi en güzel şekilde konuşulması gerekmektedir. Çünkü güzel söz ve yumuşak bir üslup, en katı insanlar üzerinde bile etkili olmakta ve onların yumuşamasını sağlar.  

اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى (43) فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى (44)

“İkiniz (Musa ve Harun) Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer-korkar.” (20/Tâhâ, 43-44)

Peygamberimiz buyuruyor ki: “Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.” (Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947)

6. Müjdeleyerek davet etmek:

Tebşir, Arapça’da “sevinçli haber vermek, birine bir şeyi müjdeleyerek sevindirmek” gibi anlamlara gelmektedir.

Kur’an’da tebşîr (müjdelemek) fiili, Allah’a, Hz. Peygamber’e ve Kur’an-ı Kerim’e isnat edilerek kullanıldığı gibi bunun ism-i faili olan mübeşşir de hem geçmiş peygamberler hem de Hz. Muhammed için kullanılmıştır.

Beşir kelimesi, ayetlerde daima nezir kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır.

Peygamberlik görevini yerine getiren Allah’ın dinine davet eden tebliğcilerin de bu görevi yaparlarken insanları nefret ettirmeden en güzel hikmetle, yumuşaklık ve nezaketle davetlerini yapmaları gerekir. Çünkü Hz.Peygamber (sav) bir hadislerinde:

“Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhârî, Cihad, 164) buyurmuştur.

7. Korkutarak, sakındırarak ve uyararak davet etmek:

İnzar, Arapça’da “bir şeyin sonucundaki tehlikeyi haber verip sakındırmak, uyarmak ve dikkatini çekmek” gibi anlamlara gelir.

İnzar işini yapan, yani bir tehlikeyi haber vererek başkasını uyaran kimseye, münzir veya nezir denir.

Dinî bir kavram olarak “inzâr”; Yüce Allah’ın peygamberleri aracılığıyla kullarını uyarması, onları kötü akıbetten sakındırmasıdır. İnzar görevini yerine getirmeleri sebebiyle peygamberlere de “nezîr-münzîr” denir.

İnzar kavramı, Kur’an’da peygamberlerin bir vasfı olarak zikredilmektedir.

İnzar da, tebşir gibi dine davet yöntemlerinden biridir.

İslam’ı tebliğ ederken, ne yalnız cehennem ile korkutmak ne de yalnız cennet ile müjdelemek; korku ile ümit arasında dengeli bir hava oluşturup ruh ve vicdanları serinletmeyi ihmal etmemek bu davetin bir parçasını oluşturmaktadır. (M. Soysaldı’dan)

8.Sanatı kullanmak

Sanat, dâvânın en sihirli tebliğ ve telkin vâsıtasıdır. İnsanlara güzeli sunmak için güzel bir görünüm içinde güzel unsurları kullanmak gerekir ki, bu usûllere sanat diyoruz.

Sanat rûhundan yoksun kaba ve çirkin bir tebliğ (ki buna tebliğ denmez, propaganda denir) çağırmak değil, kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından yoksun, yani sanatsız tebliğcilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.

Sanatın bir gâyesi de gönülle duyduklarımızı başkalarına güzel bir şekilde ifâde etmektir. Rûhumuzu gönlümüzü açmak, oradaki huzuru, hazzı, zevki, güzelliği, derdi, çileyi başkalarıyla paylaşmaktır.

"Ballar balını buldum. Kovanım yağma olsun!" demektir. Yani tebliğdir.

Doğruluk ve güzellik tebliğle, telkinle yayılır. Gerçek sanatın tüm dalları tebliğ vâsıtalarıdır.

 "Gerçek sanat" diyoruz, çünkü meşrû olmayan sanat dallarını ve sanatın gayr-ı meşrû kullanılışını tebliğ kabul etmiyoruz.

Meşrû dâvâ, meşrû vâsıtalarla gelir.

Tebliğ demek, müslümanca sanat demektir. İlle Kur'an âyetlerinin veya hadislerin anlamlarını vermek, vaaz ve nasihat demek değildir. Hayatla ilgili herhangi bir konu İslâmî ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır; sözle, sesle, çizgiyle veya başka bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa bu sanat olduğu kadar tebliğ de olur. (A. Kalkan’dan)

 

-Davetin ve tebliğin muhtevası

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ (34) وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا ذُو حَظٍّ عَظِيمٍ (35

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” (41/Fussılet, 33-35)

Bu âyetten yola çıkarak, güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini şöyle tespit edebiliriz:

1-Allah'a dâvet, insanları mutlak doğruya, tevhide, İslâm’ın ana esaslarına çağrı. Kendi beşerî doğrularımıza, parti veya cemaatimize, dernek veya vakfımıza değil.

2-Sâlih amel, yani sadece sözle yaptığımız dâvetle yetinmeyip hal dili, beden dilini de kullanmak, anlattığımızı önce ihlâslı bir şekilde nefsimizde yaşamak ve örnek olmak gerekmektedir. Unutmamalıyız ki, eteği tutuşan itfaiyeci, kendini kurtarmadan dışarıdaki yangını söndüremez.

3-“Ben müslümanlardanım” demek, yani Allah'a teslimiyet, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışmak, İslâm kimliğinden başka kimlik ve âidiyetleri öne çıkarmamak, şahsiyet/kimlik sahibi olmak ve dünyevî çıkar gözetmemek gerekir. Bir cemaat mensûbu, bir klik, grup olarak değil; “müslüman” olarak tebliğ yapmak; sadece bu kimlikle muhâtabın karşısında olmak gerekir.

Diğer âyet ve hadislerden yola çıkarak, güzel sözün diğer temel içerik özelliklerine şunları da ekleyebiliriz:

4- Hayırlı ve faydalı şeyler konuşmak: “Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!” (Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120)

5-Aksi gerekmediği müddetçe sevindirici, müjdeleyici Sözler: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722) “Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.” (Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947)

 

-En iyi tebliğ (veya davet) örnek olmaktır yani inandığını yaşamaktır

Davetçi, davet ettiği şeyi öncelikli olarak kendisi yaşar, yaşayışıyla örnek olur. Unutulmamalıdır ki, her mü’min İslâmı yaşamaktan sorumlu olduğu gibi, İslâmı

temsil etmekten de sorumludur.

Onun güzel ve takva hayatı Din’e bir davet gibi olmalıdır.

Tıpkı Hz. Peygamber gibi anlattıklarının en doğru olduğunu hayatıyla ortaya koyar. İnsanlar çoğu zaman davet edilen şeyi davetçinin şahsıyla özdeşleştirirler. Bu nedenle davetçinin yaşayışı İslâm üzere olmalıdır.

Son derece tutarlı, akla uygun, inandırıcı, mantıklı ve sistemli bir şekilde davet metodu izleyen Allah’ın Rasûlü davetinde başarılı olmuştur.

Emin (güvenilir) bir kişiliğe ve yüce bir ahlâka sahip olan Peygamber (sav), samimi bir şekilde , söylediklerini yaşayarak insanları Hakk’a çağırmıştır .

Mus’ab ibni Umeyr’in metodunda şunlar vardı:

1-Öğren ki inanabilesin

2-İnan ki inandırabilesin

3-Yaşa ki yaşatabilesin

4-Karşılık bekleme ki karşılık bulasın

5-Nefsini Allah’a bırak ki haddi aşmayasın.

Kur’an, Kitrab’ı kaşkasına okuduğu kendini unutanları kınıyor:

"Siz Kitab'ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (2/Bakara, 44)

Hasanü'l-Basrî şöyle der: "İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sözlerinle değil. Nasihatçi, bir şeyi emir ve tavsiye etmek istediğinde kendi nefsinden başlar ve önce kendisi onu yapar. Bir münkerden de sakındırmak istediğinde önce kendisi ondan sakınır." (Ahmed bin Hanbel, Zühd, 273)

Yine Hasanü'l-Basrî'ye ait başka bir tavsiye de şöyledir: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.” (Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360)

 

5-Gayr-i müslimlerin müslüman üzerindeki hakları

a-Kişi haklarına saygı,

Herkesin doğuştan ve sonradan kazandığı hakları vardır. İnsana saygı duyduğunu, insanları sevdiğini iddia eden herkesin bu haklara saygı duyması gerekir.

Müslüman, buna ‘kul hakkı’ der ve bundan dikkatli bir şekilde sakınır. Bilir ki ihlâl edilen veya verilmeyen her hak bir vebâldir, Ahirette hesabı verilecektir. Ya da bu dünyada bir şekilde kötülük, belâ ve musibet, darlık ve zorlk şeklinde hak yeyicinin karşısına çıkacaktır.

b-Kamu haklarına saygı,

İnsanlar birlikte yaşamak zorundadır. Böyle olunca karşılıklı ödevler ve haklar gündeme gelir. Bazı şeyler ortak kullanılır. Ortak kullanılan her şeyde toplumun hakkı olur. Bunlar toprak, hava, deniz, olduğu gibi, toplumun hizmetini gören kurumlar da olabilir.

Bir müslüman herhangi bir ülkede oturumlu olarak, yani eman alarak yaşıyorsa, orada elde ettiği haklara karşılık, bazı ödevleri de olacaktır. Bunlara toplumsal ödevler diyebiliriz.

Bir  başka deyişle bunlar bizim topluma (kamuya) karşı görevlerimizdir.

c-İyi komşuluk

Gayr-i müslimlerin, müslümanlardan iyi komşuluk görmeleri haklarıdır.

Yani müslüman komşusuyla öyle güzel geçinecek ki, ayrıldığı zaman ‘yahu çok iyi bir komşuydu, iyi bir insandı’ denilecek kadar. ‘Oh be, gitti de kurtulduk’ dedirtecek davranışlarda bulunan müslümandan onu dini bile razı değildir.

d-Temiz bir çevre

Müslümanlara göre ‘temizlik imandandır.’ Her türlü temizlik tabi.

Müslüman, yaşadığı çevreyi hesaba katarak yaşar. Çevre üzerinde başkalarının da hakkı olduğunu unutmaz. Hem yakın çevresini, hem de uzak çevresini temiz tutmaya özen gösterir. Evini, sokağını, mahallaesini, yani bulunduğu her yeri temizler, kirletmemeye dikkat eder. Havayı, suyu, geniş çevreyi kirletecek işleri yapmaz. Çöplere dikkat eder, artıkları günün imkanlarına göre halleder.

Keşke onlar başkalarına şöyle söyletebileseler: ‘Müslüman gibi dürüst ve temiz’.

e-İslâmı duyma ve canlı İslâmlar görme

Müslümanların çevresinde yaşayan gayr-i müslimler onların aracılığıyla İslâmın güzelliklerini görme hakkına sahiptirler.

Yani müslümanlar başkalarına inandıkları dinin mükemmelliğini göstermekle mükelleftirler. Bu da sözden ziyade ahlâkla, yaşantı ile, insanî ilişkilerle olabilecek bir şeydir.

Nitekim tarihte İslâmın bu güzel ilişkilerle yayıldığını görüyoruz. İslâmın başka ülkelere kılıçla, yani zorla yayıldığını iddia edenler yalan söylüyorlar. Çünkü İslâm toprak hakimiyeti değil, bir yürek fethidir. Gönüllü bir kabul ve yürekten gelen bir samimiyetle yaşanan bilinçli bir tercihtir. Bunun da baskı ile olmaycağı açıktır.

Bir fikir adamı şöyle diyor: “Müslüman, sen İslâmı öyle yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin”.

Avrupa’ya islâm adına güzel örnekler sunamayan müslümanlar sorumludur.

Gayr-i müslimlerin arasında yaşayan müslümanların en öenmli davet ve tebliğ görevleri iyi müslüman olmaktır.

İslamı tebliğ eden, insanları en güzel metodlara ve araçlarla İslama davet eden organizeler, kurumlar, yayınlar olursa bu da iyi olur.

 

-Son söz

Allah (cc) insanları ‘selâm yurduna’ çağırmaktadır. Selâm yurduna gidebilmenin yolu da yine ‘selâm’ dini olan İslâm’a girmekten geçer. İnsanların İslamı seçmesine ve İslamı hayat haline getirmesine sebep olanlara müjdeler olsun.

وَاللَّهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلَامِ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (25)

“Allah kullarını esenlik yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir.” (Yunus 10/25)

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَالْعَصْرِ (1) إِنَّ الْإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ (2) إِلَّا الَّذِينَ آَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ (3)

وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ (33)

“(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet 41/33)

 

EK:

-Davetçi tebliğci nasıl olmalıdır

Tebliğci, doktor gibi olmalıdır. Her münker, kalbe, mânevî hayata zarar veren bir hastalıktır. Bu hastalığı teşhis eden ve tedâvisini bilen kimse de gönül doktorudur.

İtfaiyeci gibiş olmalıdır. Nerede bir yangın varsa oraya koşan, elinde ne imkân varsa o imkânları kullanarak yangını söndürmeye çalışan itfâiyecidir tebliğci.

Cankurtaran gibi olmalıdır. Denize açılıp boğulma ile karşı karşıya kalanları kurtarma görevlisidir dâvetçi. Günah denizlerine dalıp sâhil-i selâmetten uzaklaşan kimseler kurtarıcı ve cankurtaran bekleyen felâketzededir. Yüzme bilmeyen insanın cankurtaran olmaya kalkmaması gerekir, yoksa başkasını kurtaracağım derken kendisi boğulur.

Asker ve polis gibi olmalıdır. Her dâvâ adamı, cündullahtır, Allah'ın askeri ve polisidir. Şeytanın askerlerine karşı Allah'ın tarafında yer aldığı için hizbullah da denilen Allah eri, hilesi çok zayıf olan cin ve insan şeytanlarına karşı savaşçıdır. İşgallerin en kötüsü ve en tehlikelisi olan zihinleri ve gönülleri işgal eden işgal kuvvetlerine karşı savaşan ve gücünü askeri olduğu ve uğrunda savaştığı Zât'tan alan bir asker. Aynı zamanda polistir dâvetçi. Suçluları tesbit eden, onların suç işlemelerine fırsat tanımayan, münkerlere/suçlara engel olan Allah'ın polisi.

Aynı zamanda trafik polisidir o. Allah yolundaki yasakları ve selamet yollarını gösterir.

Hoca, vâiz, müezzzin, hatip, öğretmen gibi olmalıdır. Durum ve mekân neyi gerektiriyorsa, toplumun önüne geçmek gerektiğinde onları aydınlatmaya çalışan hoca, vâiz veya öğretmen olabilmelidir.

Psikolog ve pedagog gibi olmalıdır. İnsanları iyi tanıyan, her insanın psikolojisine uygun çözümler getiren bir yaklaşım içinde olmalıdır tebliğci. İnsanların akıllarına göre hitap edebilmeli, onların sosyal konumlarına uygun sözlerle mesajını sunabilmelidir. "Herkes kendi mizaç ve karakterine, meşrebine göre amel işler..." (17/İsrâ, 84).

İnsan psikolojisi, günah ve şirk psikolojisi, toplum psikolojisi hakkında bilgi sahibi olunmalı, öğretim metotları bilinip, hangi şartlarda hangi usûlün en elverişli olduğu bilinip ona göre davranılmalıdır.

Aşçı ve garson gibi olmalıdır. Güzel, nefis, leziz yemekler pişirebilmelidir zihin mutfağında aşçılık yapan tebliğci. Ve bunları haliyle ve diliyle güzel bir şekilde sunabilen bir garson olabilmelidir.

Tiyatrocu, aktör gibi olmalıdır. Kimsenin artist olması, maskeyle dolaşması, hareket ve konuşmalarının sahte olması değil istenen; ama bazen "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!" cinsinden tavırlar takınabilmelidir. Konuyu anlatırken, öğretirken konuyu uygun hareketlerle anlatabilmelidir.

Terzi gibi olmalı. Kişiye uygun özel elbise dikilebilmelidir. Bilmeliyiz ki, her insan ayrı bir dünyadır, dünyaya bakışında bazı farklılıklar vardır. Her insanın açık kapısı farklı olabilir, kilitli kapıları zorlamak yerine, o insanın açık ve tebliğe müsait tarafını bulmaya çalışmalıyız.

Şoför gibi olmalıdır. Kullandığı aracı, üzerindeki yolu, gideceği hedefi iyi tanıyıp bilmeli, aynı yoldaki başka araç ve sürücüleri hesaba katabilmelidir.

Çiftçi, ziraatçı gibi olmalıdır. Toprağa attığı tohumu, diktiği fidanı, ektiği ekini sabırla ürüne dönüşmesini bekleyecek, aceleci olmayacaktır. Tedricîliği prensip kabul edecek, ektiği ekinin veya diktiği fidenin gerekli bakımını yapacak, sulayacak, etrafında biten ayrık otları, zarar vericileri temizleyecek ve ürün elde etmek için görevini yapıp sebeplere yapıştıktan sonra, duâ edip Allah'ın rahmetini beklemeye başlayacaktır. İnsana yatırımın en pahalı yatırım olduğu ve çokça ıskartaya çıkacağı bilinciyle moralini hiç bozmayacak. "Tohum saç, bitmezse toprak utansın. Ustada kalırsa bu öksüz yapı, onu sürdürmeyen çırak utansın!" diyecek.

Ama davetçi, tebliğci; konfeksiyonculuk, işportacılık, çığırtkanlık, politikacılık, propagandacılık, misyonerlik, reklamcılık, pazarlamacılık, lejyonerlik, emir kulluğu gibi şeyleri yapmamalıdır.