Allah’ı hakkıyla tanıyabilme hakkında bir seminer

Hüseyin K. Ece

21.01.2007

Selam-Dortmund/Almanya

Konu başlıkları:

“Lafzatullah                                                                                          

Ma’rifetullah"

 

I-LAFZATULLAH: Allah

Allah ismi, bütün ilâhî sıfatları kendisinde toplayan Zât’a delâlet eden alemdir. Bütün isim ve sıfatlar Allah ismine isnad edilir. Bu lafız herhangi bir mevsûfun sıfatı olamaz.  Mesela Rahim, Allah’ın sıfatıdır. ‘Allah rahmet eder’, ‘Allah’ın rahmeti’ denilir. Ama Allah, Rahim’in sıfatıdır denilemez.

Cahiliyye döneminde bile Allah isminin mutlak İlah’dan başkasına verildiğine şahit olunmamıştır. Onlar, putlarına ilâh, Âlemlerin yaratıcısına Allah derlerdi.

Ayrıca bu lafzın yapısı gereği tesniyesi ve cem’isi de yoktur. Tenvin kabul etmez. Alem olduğu halde munsarıftır.

İlk harfi olan hemze, ne kat’ ne de vasl hemzesidir. Zira bir çok durumda vasl edildiği halde, münâda’da hemze sakıt olmaz. ‘Billahi’ derken vasl, ‘Ya Allah’ derken kat’ hemzesi durumundadır. (Yıldırım, S. Kur’an’da Uluhiyyet, s: 100)

 

1-İslâm Öncesinde Allah İsmi:

Allah ismi, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan odak kavramdır.

Kur’an’ın nazil olduğu çevredeki insanlar ‘Allah’ adını taşıyan bir Yaratıcıyı kabul ediyorlardı. Kur’an, onların ulûhiyetle ilgili tasavvurlarını düzeltirken onların ismen inandıkları ‘Allah’ kavramından hareket etmiştir.

Gökleri ve yeri yaratanın, Güneşi ve Ayı musahhar kılanın, yağmuru indirerek yeri canlandıranın, kendilerini yaratanın Allah olduğunu itiraf ediyorlardı.

“Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?” (Ankebût, 29/61)H

“Andolsun ki onlara: "Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. De ki: (Öyleyse) hamd da Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu (söyledikleri üzerinde) düşünmezler.” (Ankebût, 29/63)

“Andolsun ki onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah..." derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.” (Lukman, 31/25)

“Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette "Allah'tır" derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O'na güvenip dayanırlar.” (Zümer, 39/38)

Cahiliyye insanları normalde Allah’ı unutmuşlardı. Ancak sıkıştırıldıkları veya bir soruya muhatab oldukları zaman bunu itiraf ederlerdi.

Yine onlar gemi ile denizde seyrederken boğulma anında, ya da büyük bir felâketle yüzyüze kaldıkları zaman O’nu hatırlarlardı.

“Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O'na has kılarak (ihlâsla) Allah'a yalvarırlar. Fakat onları sâlimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah'a) ortak koşmaktadırlar.” (Ankebût, 29/65)

Ancak onlar, fiilen kabul ettikleri ama tapınma olarak hayatlarında yer vermedikleri ‘Allah’ onlar için uzak bir tanrı idi.

Cahiliye döneminden günümüze intikal eden pek çok manzum metinde, İslâm öncesi arapların aşkın varlığa ‘Allah’ dediklerini göstermektedir.

 

2-Allah Lazfının Kökü:

Allah lafzının kökü hakkında farklı görüşler var. Bunların sayısı otuzu geçmektedir.

Ancak bunların tümü tahminden öteye geçmez.

Genel kanaate göre Allah ismi, türemiş bir isim değildir. Âlemlerin mutlak ve aşkın yaratıcısına alem olmuş has isimdir. Türemiş (müştak) olsaydı anlamı genel olurdu. Halbuki Allah’ın zâtı için dil bakımından bile, başkasının ortak olmayacağı bir alem gereklidir.

Allah lazfının müştak olmasında bir engel görmeyenler arasında en çok taraftar toplayan fikre göre, bu lazfın aslı ‘ilâh’ lafzının belirlilik takısı ‘el’ ile geldiği forumdur. Buna göre Allah adının manası ‘Belirli olan gerçek tanrı’ demek olur.

Bu görüşün doğru olabileceği ihtimalini destekleyen bir delil de şudur: İlâh kelimesi Kur’an’da 100 kadar yerde nekre olarak geçtiği halde ma’rife olarak tek bir defa bile gelmemiştir. Demek ki Allah lafzı; el-İlâh yani belli ekmel ilâh manasında olduğu içindir ki marife olarak gelmemiştir.

‘Huvallahüllezi lâ ilâhe ilâhu’, ‘İnnemallu ilâhun vahid’ (Nisa, 4/171) âyetlerinden durum açıkça görülür. (Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyyet, s: 104)

el-İlâh ile mutlak ilâh kasdedilir. Bazılarına göre el-İlâh zaman icerisinde Allah olarak teleffuz edilmiş, dilllerde böyle yerleşmiştir.

İlâh´ın türetildiği kök harfler, e-l-h´dir. Elehe, ma’bud bildi, kulluğunu ona tahsis etti, ibadet etti manalarına gelir.

Allah isminin araplaşmış olduğu da ileri sürülmüştür. Arapça’da ‘lâhe’ ve ‘Lâhümme’ kelimeleri ulûhiyyeti  ifade için kullanılmıştır. Bazılarına göre ‘Lâhe’ın (gizlenmek, perdelenmek, duyu organlarının ötesinde olmak) başına -el- getirilmek sûretiyle Allah lazfı meydana gelmiştir.

Ancak Allah lafzının başka dilden geldiğine dair hiç bir belirti yoktur.

Kur’an’ın Allah hakkında beyanı tamamıyla Allah’ın birliği, yüceliği, ulûhiyyeti, vahdaniyyeti, kemâlinin tam olarak te’yidi konusunda toplanır. O halde bütün varlıkların saygı duyması gereken o malum ilâhdır. (Topaloğlu, B. DİA Allah maddesi, 2/471 .Ulutürk, V. Kur’an-I Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, s: 110)

 

3-el-Esmâu’l-lah’ın Kalbi Lafzatullah

Allah ismi el-Esmâu’l-Hüsnâ’nın kalbidir. Hepsi de ve Allah’ın sıfatları bu isme dönüktür. Bu tıpkı Fatiha’nın Kur’an’ın kalbi oluşu gibidir. Kur’an’a göre Fatiha neyse, el-Esmâu’l-Hüsnâ’ya göre Allah ismi odur. el-Esmâu’l-Hüsnâ’da Allah ismi Fatihada Besmele gibidir. ‘Rahman Allah, Rahim Allah, Rab Allah´ cümlelerinde  olduğu gibi, diğer isim isim-sıfatlar, Allah ismini niteler.

Kur’an’ın bütün manası Fatiha’da, Fatiha’nın ki Besmele’de toplanmışsa, el-Esmâu’l –Hüsnâ’nın manası da Allah isminda toplanmıştır. Allah ismi tüm isim ve sıfatlar sebebiyle tecelli eden farklı renklerdeki ışığın kaynağıdır.

Allah ismi 99 rakamıyla temsil edilen sınırsız tecelli tesbihinin imamesidir. (İslamoğlu, M. Allah, s: 13)

Gökte ve yerde ne varsa onlar bu tecellileri kendi lisanıyla okurlar.

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır.” (İsra, 17/44)

el-Esmâu’l-Hüsnâ belli köklerden türer ve delâlet ettiği mana ile Allah’ı  hatırlatır. Ancak Allah ismi hepsini kendinde toplar.

Beşer, Allah’ın Zâtını, mahiyetini/künhünü kavrayamaz. O’nu ancak âyetleri, eserleri ve eserlerin delâlet ettikleri sıfatlarıyla tanır. el-Esmâu’l-Hüsnâ’nın her biri de bir sıfata işaret eder. Onlara bakanlar da sıfatın sahibini anlarlar.

 

4-Lafzatullah’ın Medlûlü:

Tüm isimler Allah ismine dönüktür dedik. Peki Lafzatullah’ın dönük olduğu bir lafız var mıdır? Evet. Bu lafız Kur’an’da ‘Hüve-O’dur.

Bu sadece O’nu işaret eder. O, O´dur, O mutlak ilâhtır.

Huvenin aslı hû/he dir. Vav harfi bir fazlalıktır. Bazılarına göre Hû, Allah isminin türediği asıldır. Onlara göre he’ye bir sahip olma ‘lâm’ı eklenmiş, lehû olmuş, hürmet için ‘lam-ı tarif’ eklenince Allah olmuştur.

Allah ismi ‘elif’ ile başlar ‘he’ ile biter, yani dilden başlayıp ciğerde bitmesi gibi. Hû ve he’nin yali hali ‘h’, ciğerden çıkan bir ses, hatta nefestir. Nefes, canlılığın alâmetidir/âyetidir. Bu da insanı eşref kılan bir nefestir. Nasıl nefes almamak maddî ölüm alâmetiyse, O’nsuz kalmak da manevî ölüm alâmetidir. Ceset nefessiz kalırsa ölür, ruh O’nsuz kalırsa ölür.

Her nefes sahibi aslında aldığı nefes kadar Allah’ı tesbih eder. ‘Ben ben ben’ diye nefsini putlaştıranlar, O, O, O diyen nefeslerini yalanlamış olurlar.

‘He’ isminin medarı olan nefes, ‘Hay’ isminin canlılardaki tecellisidir. İnsan aynasında mutlak iradeden, mutlak dirilikten, mutlak merhametten bir yansıma olduğu gibi, mutlak nefesten de bir yansıma vardır. Nasıl ki maddî beden ciğer aracılığıyla aldığı nefesi kan aracılığıyla iletilen bir hayata dönüştürüyor, bu göze fer, beyne enerji, ele ayağa güç, dile ve dudağa söz ve ses olarak yansıyorsa, manevî beden de aldığı manevî havayı manevî kalp aracılığıyla tüm manevî organlara bir nûr olarak dağıtır. Bu nûr gözde basirete, gönülde muhabbete, akleden kalpde hikmete, şuurda ferasete, hafızada zikre, mudrikede idrake dönüşür. (İslamoğlu, M. Allah, s: 18)

Nitekim Allah Teâla insana kendi nefesinden üflediğini ve böylece canlı bir beşer haline geldiğini beyan ediyor. İnsanın aldığı nefes, bu ilâhî nefes sayesindedir. O yüzden her nefes ‘hû’ diyerek çıkmaktadır.

“Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın." (Hıcr, 15/29)

 

5-Kur’an’da Lafzatullah

Allah ismi Kur’an’da 2697 defa geçmektedir. Buna Onu işaret eden zamirler dahil değildir. Ona atfen kullanılan açık ve gizli zamirleri bu sayıya eklersek 6000i geçer.

Bunun amacı muhatabın kafasında Allah’a ait sahih bir tasavvur inşa etmektir.

Allah tasavvurunu inşa eden sûre ve âyetler, Allah Rasûlunun en çok dikkat çektikleridir. Bunlar âdeta ilâhî bir kartvizit mesabesindedir. Allah’a yönelen kulun “Ey Allahım seni tanımak istiyorum” duasına sunulmuş bir karşılık niteliğindedir. (İslamoğlu, M. Allah, s: 20)

Allah lafzı yaklaşık olarak Mekkî sûrelerde %35-40, Medenî sûrelerde %65-60 yer almaktadır.

Görünen o ki Medine döneminde Allah lazı, Mekke döneminde Rabb lazfı daha fazla kullanılmış. Cahiliyye insanları her ne kadar âlemleri yaratan bir Allah inancına sahip olsalar da ibadet etmek üzere uydurma rabber edindiler. Kur’an öncelikle Allah’ın insan ve kâinat üzerindeki hakimiyetini Rab ismini kullanarak tesis ettikten sonra, ‘İşte bu Allah’dır sizin Rabbinizdir’ diyerek kâinatın ve ibadetin sahibi Allah olduğu gerçeğini tekrar tekrar zihinlere yerleştirmiştir. (Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyyet, s: 101)

 

6-Lafzatullah: Sevgi Kaynağı

İlâh kelimesinin kökü olan ‘elehe’; mabud edindi, ibadet etti demiştik. Ancak bu kulluğun esası sevgi olmalı ki, kelimenin köküne nisbeti tam olabilsin. Nitekim bu kökten türeyen pek çok kelimede sevgi ortak bir manadır.

Mesela ‘el-hevl’; kişinin tehlike kaynağını ve zamanını, yönünü bilmemesinden kaynaklanan korku demektir. Bu kökten yola çıkarak ‘tehâvil’ gizemli süs, ‘hevveti’l-mer’e’; alımlı bir kadının süslü elbise ve takılarla etrafında uyandırdığı sevgi ve hayranlık,

‘el-Veleh’; sevdiğini yitirdiği için aklı başından gitmek,

‘el-Lehv’; seni oyalayan, tutkuyla kendisine bağlayan zevk, oyun, eğlence,

‘Teelluh’; sevildiği için kulluk etmek gibi.

‘el-İlâh’; sevginin, sevgiyi yitirmekten dolayı duyulan korkunun, azametinden dolayı duyulan ürperti ve endişenin, yüceliğinden dolayı duyulan saygının muhatabı olan ve bütün bunlardan dolayı ibadete layık olan demektir.

Lafzatullah’ın türediği sanılan ‘elehe’ fiilinin kök manası sevgi etrafında dönmektedir. Varlığın tek yaratıcısı yarattıklarını sevgiyle yaratmıştır. Sevgi yaratılışın sırrı, var oluşun sebebidir. O sevdiği için var etmiş, biz var olanı sevmişizdir. O sevince varlık var olmuş, biz ise var olunca ancak sevebilmişiz. (İslamoğlu, M. Allah, s: 14)

O halde Allah sevgisi nedir, nasıl olmalıdır? Buna ulaşabilmek için önce ma’rifaullah’a göz atmamız gerekecek. Zira Allah hakkında ma’rifeti az olanların Allah’a olan muhabbetleri de az olacaktır.

 

II-MA’RİFETULLAH

1-Ma’rifet

Allah’ı sıfatlarıyla ve fiillerinin tecelleriyle (sonuçlarıyla) tanımak insanın ilk görevidir. Ki buna marifetullah denir. Bu bir anlamda Allah’ı ve O’na ait sıfatları hakkıyla anlamak demektir.

‘Ma’rifet’, ve ‘irfan’, ‘arafe’ kelimesinden türemiştir. ‘Arafe’; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, o şeyin eserine (izine) bakarak ve akıl yorarak o şeyi hakkıyla tanımak demektir.

         ‘Ma’rifet’ de yaklaşık aynı anlamdadır. Bir şeyi, ona ait işaretlerle, o şeyin izine bakarak, düşünerek anlamaktır.

         ‘Ma’rifet’, ustalık, herkesin yapamadığı şeyi yapabilme anlamına da gelmektedir. Bu demektir ki, aslı, özü bilinmeyen bir şeyi, o şeye ait emarelere bakarak anlamaya çalışmaktır. Bunun da ustalık gerektireceği açıktır.

         Arap dilinde, ‘şu adam Allah’ı biliyor’ denmez. Çünkü Allah (cc) ‘ma’lum’ yani bilinen bir şey değildir. O, insan bilgisine konu olmaz. İnsan ne kadar uğraşırsa  uğraşsın, Allah’ın zatının ne olduğunu bilemez.

Ama O’nu sıfatlarıyla, fiilleriyle ve bunların kâinattaki tecelleriyle tanıyabilir. O’nun gücünün ve hükümranlığının eseri yerde ve göklerdedir. O’nun âyetleri evrende, insanda, Kur’an’da ve Peygamber mesajındadır. Kişi onlara bakar ve Allah’ı tanımaya, idrak etmeye çalışır.

İşte bu ‘ma’rifettir’.

Arap dilinde ‘şu adam Allah’ı tanıyor’ denir. Çünkü Allah (cc) insan için bilinen bir şey değil, belki ‘ma’ruf’ olan, yani âyet ve sıfatlarıyla tanınır.

Ma’rifet, sadece Allah’ı gereği gibi tanımak değil, o aynı zamanda O’na gereği gibi bağlanmayı da ifade eder. 

         Hz. Ali’nin deyişi ile Din’in başlangıcı ‘ma’rifettir. Kim Allah’ı hakkıyla tanırsa, kulluğunu, teslimiyetini daha iyi yapar. Tevhidí inancın kökleşmesi de ‘ma’rifet’ şuurunun artmasına bağlıdır. 

         Marifet sahibi olanlara da ‘ârif’ denir. « Allah’ı hakkıyla takdir edemediler...”  (6 En’am/91)

            İlim ve irfan sahibi bir alimin ve arifin Allah’ı bilme derecesiyle, cahil bir mü’minin Allah’ı bilme derecesi bir olmaz. Ömrünü Allah’a yakın olmak için ilim, irfan, hikmet ve ibadet ve taatla geçirmiş bir mü’minle, bunlardan uzak durmuş bir mü’minin Allah’ı bilme derecesi de bir olmaz. Birincilerle ikinciler arasındaki ortak nokta imandır. İman kalbin bilgisidir. Alim mü’min de cahil mü’min de kalbin bilgisiyle bilirler. Fakat alim mü’min aklın bilgisiyle kalbin bilgisini güçlendirdiği için, Allah’ın bilmede cahile göre ilim ve irfanı oranında ileridedir. Bu bilgiyi salih amelle pekiştiren kişi, Allah hakkındaki bilgisini eyleme geçiren kişidir. Bu tıpkı bir şeyi yalnız okuyarak bilmekle, onu görüp koklayıp, tadıp, dokunarak bilmek arasındaki fark gibidir. (İslamoğlu, M. Allah 72)

            Muhabbet, marifetin meyvesidir; onun için ma­rifetten sonra gelir. Marifet (Allah'ı tanıma) olmazsa muhabbet de olmaz. Marifet zayıf olursa muhabbet de za­yıf olur. Bunun için Hasan-ı Basrî: "Rabb'ını bilen O'nu sever, dünyayı bilen, O'ndan nefret eder." demiştir. (ŞİA, Allah mad.)

 

            2-Marifetin İmkanları:         

            a-Akıl

         ‘Akl’ sözlükte, masdar olarak; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. ‘Akl’ isim olarak; idrak, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ demektir.

         ‘Akıl’,  bilgi edinmeye yarayan güç, düşünme, kavrama, anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir.

         Sözlük anlamından hareketle denilebilir ki ‘akıl’; ilimle insanı koruyan, kale içerisine alan, insanı mahveden yollara sürüklenmekten koruyan ruhí bir kuvvettir.

         Kur’an-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah’ın emirleri karşısında yükümlülük (mükelleflik) altına sokan ve ona sorumluluk yükleyen akıldır.  Aklı genellikle fiil halinde kullanan Kur'an, akletmenin ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekiyor.

         “Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak bilenlerden başkası akletmez” (Ankebût, 29/43)

Bu demektir ki âyetler üzerinde iilim sahipleri daha çok düşünürler ve onların ötesindeki gerçeği anlayabilir. Bunlara basiret sahipleri de denir.

         Bir gerçeğe varabilmek için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde yürüdüğü yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır. 

         ‘Akıl’, eşyanın özelliklerini tanıyan, idrak eden bir kabiliyettir. O insana verilmiş bir manevi kuvvet, bir nurdur.

         Ama maalesef insanların çoğu bu akıl gücünü ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar. 

         “Küfre sapanların örneği çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi duymayıp haykıran bir kimsenin örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdirmezler.” (2 Bekara/171)

         “Gerçek şu ki, Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal, 8/22) 

            Aklını kullanmayıp sapıklık üzere devam edenlere azaptan başka bir şey yoktur. (10 Yunus/100)  Cehennem azabından kurtuluş da ancak akletmek ve aklı kullanmakla mümkün. (67 Mülk/10)

           Aklın birinci görevi eşyadaki düzeni, ilâhí gerçekleri anlama, sezme, onların üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrak etmedir.          

         Kur’an, mü’minler için bazı hükümleri sıraladıktan sonra;

“İşte  Allah, size âyetlerini böyle açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz” (2 Bekara/242) buyuruyor.

         Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: 

         “Hiç kimse kendisini hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır.” (nak. Müfredat, s:511)

         “Akıllı kimse, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, aciz insan da nefsini hevasına (istek ve tutkularına) uyup ta Allah’tan (olmayacak şeyleri) temenni eden kimsedir.” (İbni Mace, Zühd/31, 4260)

         Bilindiği gibi İslâma göre, ancak akıllı insanlar Allah’ın tekliflerinden sorumludurlar. İlâhî teklifler akılla idrak edilir. Akıl, bu tekliflerin sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği zaman zararını  anlayabilir. 

İslâm akla bu kadar önem verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda-zararın, insanla ilgili hükümlerin son hakemi yapmamıştır. 

         Gerçek ‘ma’rifet’ ehli kimseler, neyin çirkin neyin güzel olduğunu o şeylere ait özelliklere bakarak tanıyabilirler. Çünkü onlar ‘selim akıl’ sahibidirler. 

 

            b-Âyetler:

         'Âyet' sözlükte, bir şeyin ve bir amacın varlığını gösteren açık alâmettir.                                                                                                                                                                                                                                                                                          

         Açıkça ortada görülmeyen şey âyetiyle bilinir ve tanınır. Bir yolu bilmeyen, o yola ait alametleri bilirse, yolu tanr. Âyet, duyuların, düşüncelerin veya akılla bilinen şeylerin dışa vurmuş şeklidir denilebilir.

         Yüzü kızaran bir kimsenin kızdığını veya utandığını anlarız. Yüzü kızarmak kızgınlığın âyetidir. 

         ‘Âyet’, bu şekilde, açık alamet, nişan, belirti, iz, eser ve işaret  anlamlarına gelmektedir.     

         Kur’an âyetlerinin her biri Allah’a ait alametler, işaretlerdir. Bununla beraber Allah’a mahsus bir yüceliğe de işaret ederler. Bu yücelik onların bağlı oldukları Kudret’ı hatırlatır, O’nun büyüklüğünü tanıtır.

b1-Kaç çeşit âyet vardır?

            İslâm alimleri, aklı, yani insanı Allah’ın varlığına ve birliğine ulaştıran âyetleri ‘kevnî ve kavlî’ olmak üzere ikiye ayırırlar. Şimdi bunlardan söz edelim.

b2-Kevnî âyetler:

Evrendeki sayısız varlıklara, çeşitliliğe, sürekli bir oluşuma ve evrensel düzene ‘fiilí veya kevnî âyetler-oluşun alametleri’ denmiştir. Bu âyetler, yüce bir varlığın kudretini açıkça haber vermektedir. 

            -Kevnî âyetlere nerededir?

Bu âyetlerde ya âfakta, ya da enfüstedir:

         “Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyleki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)

            ba-Âfakta

         Kur’an, âyetlerden meydana geldiği gibi kâinat da âyetlerden meydana gelir. Çevremizde gördüğümüz her şey, Allah’ın birer âyetidir. Bütün varlıklar, bütün olaylar Allah’ın ‘ol’ emriyle meydana çıkmış kelime’leridir. Bunlar, insana Allah’ı tanıtmaları açısından ise birer âyettirler.  

Mesela, Güneşin bir aydınlık, Ay’ın bir nur kılınması yılların sayısı bilinsin diye Güneş’e ve Ay’a durakların tesbit edilmesi (Yunus, 10/5), tanenin ve çekirdeğin yaratılması, sabahın gecenin içinden çıkıp gelmesi, gecenin dinlenme zamanı yapılması, karanlığın derinliklerinde yol bulmak için yıldızlarýn bir lamba gibi var edilmesi, insanların tek bir nefisten yaratılması, gökten inen su ile bitkilerin büyütülmesi, her türlü meyvanın var edilmesi (6 En’am/95-99), arının bal yapması, hayvanların çeşit çeşit yaratılmasý, hayvanlar tarafından insanlara süt hazırlanması  (16 Nahl/65-69), gece ile gündüzün değişmesi (3 Âli İmran/190. 10 Yunus/6), kuşların havada tutulması (16 Nahl/79), yerden bitkilerin çıkarılması (26 Şûara/7-9) hep birer âyettir.

         “Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz dağlar ve ırmakları var edendir. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır. Geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” (Râd, 13/3)

         Peygamberimiz (sav) Güneş’in ve Ay’ın Allah’ın kudretinin iki âyeti olduğunu haber veriyor. (Buharí, Bed’ü’l Halk/88, 4/251)

            Buna göre kâinatta zerreden kürreye, canlı veya cansız; var olan her şey, madenler, bitkiler, hayvanlar hepis birer âyettir. Kâinattaki denge, yani hayatın bizzat kendisi muazzam bir âyettir.

 

bb-Enfüste (Yürüyen âyetler)

İnsanın çevresinde bunca âyet olduğu gibi bizzat kendi yapısında âyetler vardır. İnsanın harika yapısı, yaratılışı, hayatını devam ettirmesi, can-ru, akıl, irade, zekâ sahibi oluşu, düşünebilme, icat edebilme ve hatırlama ve unutma kabiliyetlerinin oluşu hep birer âyettir.

Her insanın ayrı bir yüze, ayrı bir karaktere, ayrı bir kapasiteye, hatta ayrı bir sese sahip olması ne kadar düşündürücüdür. İnsanın iç dünyasının derinliği, ortaya koydukları, düşünce dünyası hep olağanüstü değil mi?

Ma’rifete ulaşmak isteyenler insandan yola çıkabilirler. İnsan nasıl yaratıldı? İnsanın durumu ve konumu nedir? Ahsen-i takvim ve eşrefi mahlûkat nedir?

Kur’an, insanın yaratılışın anlatıp, Allah’ın yüce kudretine işaret ediyor.

“Sizi topraktan yaratmış olması O’nun âyetlerindendir. Sonra siz, (yeryüzünün her tarafına) yayılmakta olan bir beşer oldunuz.” (Rûm, 30/20)

“İnsanı bir sudan yaratıp onu soy-sop yapan O’dur. Senin Rabbin her şeye gücü yetendir.” (25 Furkan/54)

“Andolsun, biz insanı süzme bir çamurdan yarattık. Sonra da onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik.” (23 Mü’minûn/12-13)

“And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden (süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık.

Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta (rahimde) nutfe (sperma) haline getirdik.

Sonra nutfeyi bir alaka (embrio) yarattık, derken o alakayı bir mudga (bir çiğnem et parçası halinde) yarattık, derken o mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra onu diğer bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah, pek yücedir.

Sonra siz bunun ardından, muhakkak ki öleceksiniz.

Sonra da siz, şüphesiz, kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz.” (23 Mü’minûn/12-16)

Lisanların ve renklerin ayrı ayrı oluşu (30 Rûm/22), eşler arasına konan sevgi (30 Rûm/21), insanın uykuda veya uyanıkken canının alınması (39 Zümer/42) âyettir.

 

            b3-Kavlî âyetler

Peygamberlere indirilen bütün ilâhí kitaplar da ‘kavlí’, yani sözlü âyetlerdir. Bu kitapların gönderiliş şekli olan vahy bir âyet olduğu gibi, bu kitapların anlattığı her şey de birer âyettir.

Kur’an âyetleri, Rabbimizin bize gönderdiği apaçık belgeler ve delillerdir. Bu belge ve deliller, bir yönden Rabbimizin ilâhlığının isbatlarıdır, bir taraftan da bizi doğru yola götürecek alâmetlerdir. 

Kur’an, Hz. Muhammed’e indirilen Kitab’ın insanüstü olduğunu bildirdikten sonra, bundan şüphe edenleri, “haydi bakalım, bunun gibi bir kitap, ya da bunun sûrelerine benzer sûreler yazıp getirin” diye meydan okumaktadır. (2 Bekara/23-24. 29 Ankebût/50-51. 17 İsra/88. 11 Hûd/13)

Öyleyse O’nun kendisi, sûreleri, âyetleri hem birer mucize’dir, hem de onları gönderen Rabbimizin Rabliğinin, büyüklüğünün, kudretinin alâmetleri (âyetleri)dir.       

 

c-Rasûl:

Allah (cc) kullarıyla doğrudan konuşmaz. Onlarla iletişimi bir elçi aracılığıyla yapar.

“Kendisiyle Allah’ın konuşması bir insan için olacak şey değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (42 Şûra/51)

Rasûllerin ve enbiyanın rolü belli. Onların vazgeçilmez sıfatları bize ipucu verir. Peygamberler tarihine tarafsız gözle bakanlar, onların örnek kişiliklerine şahit olurlar.

Son elçi son örnek. O’nun el-Emîn sıfatı ve yaşadığu hayat kişiyi mana götürebilecek imkanlardan biridir. Hayatına yalan söylemeyen, yanlış iş yapmayan, çıkarını düşünmeyen, insanî faziletler için çalışan bir insanın yaptığı tebliğ haktır.