Kur’an’da söz verme, anlaşma yapma, bağlanma, mukavele yapma anlamlarında dört kelime kullanılıyor. Bunlar: Ahd/ahid (ahidleşme, söz verme), misak (sağlam söz, yemin, anlaşma), akd/akit (akdetme, anlaşma/akit yapma), biat (sözleşme, kabul etme)tir.

 

 

-Ahd ne demektir?

Misak kavramının anlamdaşı olan ‘ahd’; sözlükte, bir şeyi her durumda koruyup gereğini yerine getirmek, talimat vermek, söz vermek demektir.

‘Ahd’, isim olarak; gereği yerine getirilen şey, emir, taahhüt, yükümlülük, verilen söz demektir. “Ahd”, bir şeyi tavsiye etmek, ya da yapmaya söz vermek manasına da gelir. Bu tek yanlı olabileceği gibi kişiler arası karşılıklı da olabilir.

“Ahd”de hem yemin, hem de kesin söz verme anlamı vardır. Bu bakımdan “yemin”,  ahdin dinî tarafını, söz verme de ahlâkî yönünü oluşturur.

Ahd’in en önemlisi Allah’a ait olandır. Allah’ın ahd’i ise öncelikli olarak insanların ‘kâlû belâ’da O’nunla yaptıkları anlaşmanın gereğidir. Bu anlaşmanın (mukavelenin) bazı maddelerinin olması doğaldır. Kur’an bu maddeleri zaman zaman farklı âyetlerde insanlara hatırlatıyor.

Bu mukavele (ahd) akılla idrak edilir, ilimle (ma’rifetle) bilinir ve imanla yerine getirilir. Bu ezelî sözleşmeye uymanın sonucu da Allah’a karşı takvalı olma kazancıdır. Allah’ın ahd’i, bazen aklımıza koyduğu düşüncelerle, bazen Kitabı’nda ve Rasûlü’nün Sünneti aracılığıyla bize emrettiği şeylerle, bazen de bize emredilmediği halde - adak gibi- bizim onu üstlenmemizle olur.[1]

Kur’an’ın ifadesine göre insanlar, Allah’tan başka rabb/ilâh tanımayacaklarına, yalnızca O’na kulluk yapacaklarına söz verdiler. Zaten insanın yaratılışının amacı da budur. Allah (cc) pek çok peygamber göndererek insanlara bu ahd’lerini hatırlatmış, görevlerini onlara öğretmiştir. Bunun yanında Allah (cc) ahd’ini yerine getirenlere üstün mükâfatlar söz vermiştir. Zaten verdiği sözü (ahd’i) tam anlamıyla Allah’tan başka kim yerine getirebilir ki? (Tevbe 9/111. Bekara 2/40)

Ahd etmek, yani bir şeyi yerine getirmeye söz vermek, sorumluluğu gerektirir. Kur’an, Allah’ın elçisine vahyedilen ve dini özü olan güzel ahlâk örneklerini sıraladıktan sonra ahidlerin yerine getirilmesini emrediyor. (İsrâ 17/34)

Mü’minler iman etmelerinin bir gereği olarak birine söz verdikleri, anlaşma yaptıkları, vaadleştikleri (randevü verdikleri) zaman gereğini yaparlar. (Bekara 2/177)

Ahd’e bağlılık açısından insanlar Allah’ın huzurunda iki kısma ayrılırlar.

Birinci grupta olanlar verdikleri ahd’i yerine getirirler. Birine ahd (söz) verdikleri zaman buna uyarlar. Bu ahd’in Allah’a ve insanlara verilmesi açısından farkı yoktur. “... Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun, Allah'a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti.” (En’am 6/152. Ahzab 33/23-24. Mü’minûn 23/8. Meâric 70/22-35. v.d.) Zira yapılan ahd’i (akiti) yerine getirmek takvalı olmanın (sorumlu davranmanın) sonucudur. (Bekara 2/177. Âli İmran 3/76)

İkinci grupta olanlar ise ahd’lerine sadâkat göstermezler, vefalı davranmazlar. Böyleleri “kalu belâ-ezelî sözleşme”de verdikleri ahd’e uymazlar, yani fıtratlarında olan yaratılış ahd’inin gereğini de yapmazlar. Böyleleri Allah’a ve insanlara karşı verdikleri sözleri de yerine getirmezler.

Bunlar Kur’an’ın münafık, fâsık ve inkârcı dediği kimselerdir.  

Eğer insanlar Allah’a karşı verdikleri ahd’i (kulluk yapma görevlerini) yerine getirirlerse ve insanlar arasında yaptıkları anlaşmalara uyarlarsa, verdikleri sözlerde dururlarsa; Allah (cc) onlara verdiği ahd’i yerine getirecek, onlara hakk ettikleri mükâfatı verecektir. (Bekara 2/40) Böyleleri artık sâdık kimse olurlar.

İman bir ahidleşme, inkâr ise bu ahd’i bozmadır. Mü’minler Allah’ın ahd’ine vefa gösteren sadıklar; inkârcılar, münafıklar ve fâsıklar ise bu ahd’e uymayan vefasızlar, sadâkatsizler ve döneklerdir. İnsanların hepsinin Allah’ın onları yarattığı fıtrata, içlerine konulmuş olan yaratılış bilincine, Allah’a iman ve ibadet etme kabiliyetine bağlanmaları gerekirken; kimileri bu gerçeğe ve ilâhî uyarılara rağmen doğru yoldan çıkmakta, verdikleri ahd’i bir tarafa atmaktadırlar. İşte böyleleri yoldan çıkmış fâsıklardır. “Biz onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık. Ama gerçekten onların çoklarını yoldan çıkmış kimseler bulduk.” (A’raf 7/102. Bir benzeri: Bekara 2/27)

Bekara Sûresi 27. âyete göre fasıklar: a- Allah’la olan ahd’lerini bozarlar. Yaratılışlarında bulunan fıtrata yönelmezler. Allah’a söz verdikleri ve bütün benlikleri bu gerçeğe şahit olduğu halde O’ndan başka ilâhların peşine giderler. Sözlerinden cayarlar.

b-Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri keserler. Allah’la ve O’nun emirleri arasındaki bağı, peygamberlerle gelen ilâhî belgeler ve onlara bağlılık arasındaki bağı koparıp atarlar.

c-Yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, fitne çıkarırlar. Onlar öncelikle yeryüzünün ve insan toplumununun düzenini sağlayacak olan İslâmla ve onun inaç sistemiyle mücadele ederler. İslâmın getirdiği ahlâk ölçülerinin yaşanmasına engel olurlar. Böylece Kur’anın fesat dediği ortamları hazırlarlar.

Bu özellikleri taşıyanlar ve ahd’lerine vefa göstermeyenler büyük zarara uğrayacaklar. Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lânet onlar içindir. Ve kötü yurt (cehennem) onlarındır.” (Ra’d 13/25)  

 

Kur’an’da ahdin çeşitleri

Kur’an’da üç türlü ‘ahd’ ile karşılaşıyoruz:

1-Allah ile insanlar arasındaki ahd (ilk sözleşme)

Ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleştiğini soylemese de Kur'an'ın haber verdiğine göre Allah (cc) bütün insanlardan bir ahid (söz) almıştır.

Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini (soylarını) almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şahid olduk’ demişlerdi. (Bu), Kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.

Yahut ‘(ne yapalım) daha önce babalarımız (Allah’a) ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil olduğumuz (için öyle) yaptık. (Gerçekleri) iptal edenlerin yüzünden bizi helâk mı ediyorsun?’ demeyesiniz diye (sizin Rabbiniz olduğum hakkında sizleri şahit tutmuştum)” (A’raf 7/172-173)

Rabbimiz Kur’an’da bu konu hakkında yukarıdaki âyetlerden başka bilgi vermiyor. Böyle bir misak (söz alma) olayı ne zaman ve nerede gerçekleşti? Ruhlar insanlardan önce yaratıldı da soru onlara mı yöneltildi? Bu misak olayı ilk insan olan hz. Âdem’in şahsında bütün insanlığı içine alacak şekilde mi oldu? Hz. Âdem’in yaratılması aynı zamanda insanlığın yaratılması anlamına gelir mi? (A’raf 7/11) O’nun verdiği söz, bütün çocukları için de mi geçerlidir? Bilmiyoruz.

Bu mesele aslında fıtrat ve inanç meselesidir. Kur'an bunu kendine ait bir uslupla ortaya koyuyor. Bu eşsiz sahne gayb âleminin gizliliklerinden, Kur'an'ın bir kaç cümlesiyle insanlara aktarılıyor. Görünen âleme gelmeden önce âdemoğullarının belinde gizlenmiş olan, Rabbin kudret elinde bulunan cansız zerreciklerin ortaya koyduğu bir manzara gösteriliyor.

İnsan, kendine ait en küçük parça olan hücreyi ve onun yapısını, içinde saklanılan hayatı, o hücrelerin taşıdığı gizemlikleri düşündüğü zaman bu sahnenin büyüklüğünü daha iyi anlıyor. İnsanoğlu henüz bir zerre iken, gözle görünmeyen bir hücre halinde iken Allah'ın hitabına kavuşuyor. Yüce Yaratıcı, o hücreye hem ne yapacağını, yani fıtratını öğretiyor, hem de fıtratın bir gereği olarak Rabbini tanımaya söz vermesini istiyor.[2]

Bazılarına göre fıtrattan maksat Allah'ın Âdem'in neslinden, dünyaya gelmeden önce iman ettiğine dair aldığı ikrar ve mîsâktır.

İnsan belli bir zamandan önce bir hiç iken, doğal üreme yoluyla dünyaya geliyor ve gelişim göstererek insan halini alıyor. Bu olay temamen kandi iradesi dışında Allah’ın takdiri, tedbiri ve kudretiyle oluyor. İşin bu aşamasında insan, yaratıcıya karşı itiraz edemiyor. Bu dönemde ne inkâr vardır, ne de nankörlük. Herkes bu noktada  fıtrat kanuna bağlı olarak gelişir.

Bu gelişim süreci boyunca insan Rabbinin kanununa uyuyor. O'nun emrinin dışına çıkmıyor, yalnız O'ndan yardım ve destek görüyor. Bütün benliği de bunun böyle olduğuna şahitlik ediyor. Hz. Âdem'den beri bütün insanlar Rabbinin kendilerine verdiği bu fıtratı, bu doğal gelişimi kabul etmekle, Rabbi ile kendi arasındaki fıtri sözleşmeyi yapmış olurlar. Bir  anlamda herkes bu doğal sözleşmeye imza atmış olarak doğar.[3]

Bazı tefsircilere göre burada insanların şahit tutulması ve ahd alnması olayı semboliktir. Temsil getirme ve hayalde canlandırma gibi bir şeydir.[4] Âyetler Allah’ın yüce kuvvetine dikkat çekmekte, O’nun gücünün insan fıtratına nasıl yansıdığını ortaya koymaktadır. Âyette bahsedilen ‘misak olayı’ karşılıklı bir sözleşmeden çok, Yüce Yaratıcı’nın insanın içine yerleştirdiği fıtrattır. Yaratılışta olan inanma, tapınma, Allah’a ihtiyaç duyma, O’nun Rabliğini tanıyabilme kabiliyetidir. Allah’ı tanıma, O’na inanıp teslim olma karmakarışık, zor ve tahammül edilmez bir şey değil; fıtratın tabii sonucudur. Nitekim Peygamberimiz (sav) bütün insanların İslâm fıtratıyla, yani İslâm’ı kabul edebilecek bir karakterde yaratıldığını haber vermektedir.[5]

Allah (cc) insana akıl ve basireti (uzak görüşlülüğü) doğuştan verir. Bunlar için de iç dünyasında ve insan varlığının dışında (evrende) sayısız deliller (âyetler) var eder. Böylece insanı mükemmel bir şekilde donatıp kendi Rabliğini bilmeye yöneltir.İnsanlar da doğuştan sahip oldukları bu donanımlarla Allah'ı tanımaya yönelirler.[6] Nitekim Allah (cc); “yere ve göğe 'gelin' dediği zaman her ikisi de isteyerek veya istemeyerek emre uydular” (Fussilet 41/11) âyetinde böyle bir sembolik anlatım vardır.

Ş. Işık, ‘fıtrat’a yüklenilen anlamları sıraladıktan sonra, bunların içerisinde en makul olanı şudur diyor: “Fıtrattan maksat Allah’ın Hz. Adem’in neslinden, dünyaya gelmezden önce iman ettiğine dair alınan ikrar ve misaktır. Bundan dolayı insan, yaratanını tanıma eğilimi, ruh temizliği ve bunun gibi yeteneklere sahiptir.[7]

Kur’an’da anlatılan ilk ahit (ezelî sözleşme) ister sembolik olsun, isterse ruhlar âleminde gerçekleşsin, bize hem Allah’ın yaratılışa müdahalesini, hem de insan bünyesine yerleştirilmiş olan fitrata yani insanî özelliklere dikkat çekiyor. Burada da sünnetullah’ın işlediği görmek mümkün. İbadet etmesi için yaratılan insanın yapısı buna göre dizayn ediliyor, diline veya özüne, ruhuna ve doğal yapısına bu görevi yerine getirebilecek kabiliyetler yerleştiriliyor, akıl, şuur ve vicdan gibi imkanlarla donatılıyor.  

İnsan, Allah’tan başka Rabb tanımayacağına, O’ndan başkasına kulluk etmeyeceğine dair ‘ahd-misak’ vermiştir. Ya da Allah (cc) ona bu önemli talimatı-emri bildirmiştir. Kur’an bu gerçeğe şöyle işaret etmektedir: “Ey Âdemoğulları! ‘şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır’, Bana ibadet edin, doğru yol budur’ diye size ‘ahd’ vermedim mi?” (Yâsîn 36/60-61)

2-Allah ile peygamberler arasında gerçekleşen ahd

Allah (cc), “Urvetü’l Vüska” olan hidâyetini ancak peygamberler aracılığıyla insanlara ulaştırır. Allah, bütün peygamberlerden, ‘kendilerine vahyedilenleri insanlara ulaştırmaları konusunda’ söz almıştır.

Hani, Allah peygamberlerden, “Andolsun, size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz” diye söz almış ve, “Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?” demişti. Onlar, “Kabul ettik” demişlerdi. Allah da, “Öyleyse şahid olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım” demişti.” (Âli İmran 3/81. Bir benzeri: Ahzâb 33/7)

Allah (cc), insanlara emir ve yasaklarını, yani hükümlerini onların arasından seçtiği elçileri aracılığıyla göndermiştir. O, bu seçtiği elçilerden ‘elçilik görevinizi yerine getireceksizin’ diye söz almıştı. Bir kaç âyette bu ahd’in örneklerini görüyoruz.

“….Ev’imi (Kâbe’yi) tavaf edenler, itikâfa çekilenler, rükû’ ve secde edenler için temizleyin’ diye (İbrahim’e ve İsmail’e) ahd verdik.” (Bekara 2/125. Ayrıca bkz: A’raf 7/134. Tâhâ 20/115) Bu âyetlerdeki ‘ahd’, emir, buyruk ulaştırma veya talimat şeklinde anlaşılmıştır.

3-Allah ile İsrailoğulları arasında gerçekleşen ahd

İsrailoğulları Allah’ın emirlerine uyacaklarına, Peygamberi dinleyeceklerine dair Allah’a söz vermişlerdi. Ancak sözlerinde durmadılar ve ahidlerini bozdular.

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Yalnız benden korkun.” (Bekara 2/40)

Allah’ın İsrailoğullarından itaat etmeleri, namazı kılıp zekâtı vermeleri, iyiliği emredip kötülükten alıkoyma, Peygamberlere, özellikle Tevrat’ta geleceği haber verilen Ümmi Peygamber’e ve ona indirilen Nur’a iman konusunda söz aldığını, buna karşılık da onların geçmiş günahlarını affetmeyi, dünya ve âhiret mutluluğu vermeyi vaad ettiğini Kur’an haber veriyor.[8]

-Ahd-misak ilişkisi

Misak, ‘vesika’ veya ‘vesüka’ fiilinden türemiş bir kelimedir. Fiil kökü, güvenmek, sağlam olmak, sağlam tutmak, sağlama bağlamak anlamlarına gelir.

Türkçede, belgeledi, sağlamlaştırdı, sağlama bağladı anlamına gelen ‘tevsik etmek’ kelimesi ile belge, isbat anlamına gelen ‘vesika’ aynı kökten türemiştir.

Yine aynı kökten gelen ‘sika’; güvenmek, inanmak, güvenilir, ‘vüska’; sağlam, güvenilir demektir.

‘Misak’; kendisiyle bağlanılan söz, yeminle pekiştirilmiş, yapılan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken andlaşma (akit) demektir. Bu bir çeşit, sözü, anlaşmayı sağlam bir bağla bağlamaktır. Yemin ve taahhüt (söz verme) ile pekiştirilmiş anlaşmadır. 

Misak Kur’an’da Allah ile kulları arasındaki anlaşmayı (ahidleşmeyi) ifade etmek üzere kullanılmaktadır.

Allah (cc)’ın insanla ‘misaklaşması-ahidleşmesi’ iki şekilde olur:

a-Misak konusu olan şeyi, bir yaratılış gereği olarak fıtratımıza yerleştirmesi şeklinde,

b-Vahy ve peygamberler aracılığıyla, misak yapılan konuları bildirmesi şeklinde.

Allah ile “misak” yapan insan, dünya hayatında verdiği sözün arkasında durursa, ahdine sâdık olursa kazanır. Aksi halde kaybedenlerden olur.

Kur’an misaklarına uymayanları şöyle tehdit ediyor: “Onlar ki, misakla bağlandıktan sonra Allah’a verdikleri ahd’i (sözü) bozarlar. Allah’ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar (fesat çıkarırlar). İşte zarara uğrayanlar bunlardır.” (Bekara 2/27)

Kur’an İsrailoğullarından alınan sözü Bekara 4. âyette ahd ile anlatırken beş âyette ‘misak’ ile anlatıyor. Mesela;  “Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah'a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz (misak) almış ve «İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin» diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.

Hani, “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız” diye de sizden kesin söz (misak) almıştık...” (Bekara 2/83-84. Ayrıca bkz: Bekara 2/63. Mâide 5/12-13. A’raf 7/169) 

Misak, aynı zamanda belli konularda yapılan anlaşmaları da ifade eder. Bu misak, ister Allah ile, ister Peygamber ile, isterse başka insanlar ile yapılmış olsun, yerine getirilmesi gerekir.

Misak, Allah’ın insanlara bildirdiği pekiştirilmiş ahd’dir. Kur’an bazen her iki kelimeyi birlikte kullanmakta ve misaklarına uyanların ahlâklarından örnekler sunmaktadır. Misaklarını (verdikleri her türlü sözü) yerine getirenler aynı zamanda ‘ulü’l elbâb-akıllı ve temiz vicdanlı’dırlar. Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirirler, (misakı) anlaşmayı bozmazlar. Onlar, Allah’ın riâyet edilmesini emrettiği haklara riâyet eden, Rablerine saygı besleyen ve kötü hesaptan korkanlardır.” (Ra’d 13/20-21)

-Ahd-akd lişkisi

“Akd (Türkçe’deki söyleyişle: akit)”, bir şeyi bir şeye sağlam bir şekilde bağlamak demektir. Kur’an’da, akd’in; bağlamak, sözleşme/anlaşma yapmak (Mâide 5/1), yeminleri bağlamak (Nisâ 4/33. Mâide 5/89), nikâhı bağlamak (Bekara 2/235, 237) gibi anlamlarda kullanılıyor.

“Ey iman edenler! (yaptığınız) akitleri (anlaşmaları-yeminleri) yerine getirin...” (Maide 5/1) Bu ‘akit’; insanın Allah ile akdini temsil eden iman, insanın kendisiyle akdini temsil eden selim fıtrat ve vicdan, insanın yakın ve uzak çevresiyle yaptığı her türlü sözleşmeyi[9],  kalu belâ’yı (ilk sözleşmeyi), yeminleri, nikâhları, günlük hayatta yapılan diğer bütün anlaşmaları, verilen bütün sözleri ve vaadleri kapsar.

Aynı kökten gelen “akide (çoğulu akâid)”, bağlanılan, ahd yapılan-söz verilen inanç demektir.

Kelime-i Tevhid/Şehâdet söylenerek yapılan ahde “Tevhid ahdi” diyebiliriz. Bu ahid (bir anlamda misak) mutlaka yerine getirilmesi gereken ciddi bir söz vermedir, anlaşmadır. İslâmî davete icabet edip iman olgunluğa ulaşan mü’minlerin Peygamberle yaptıkları ahid de; onun Allah’tan getirip tebliğ ettiği her şeyi kabul etme, ana her konuda itaat etme, onun davasını  savunma ve koruma anlamına gelir. Sahabeler bu ahd’i onun elini tutarak yerine getiriyorlardı. Kur’an bu ahidleşmeye ‘biat’ demektedir. Peygamber’e yapılan bu ‘biat’ aslında Allah’a yapılmaktadır. (Fetih 48/10)

-Sonuç olarak;

“...Ahd’i de yerine getirin. Doğrusu verilen ahd’de (misakta) sorumluluk vardır.” (İsrâ 17/34)

 

14.01.2017

Zaandam-Hollanda

 

[1] el-İsfehânî, R. el-Müfredât, s: 523

[2] Kutub, S. fi-Zilâli'l Kur'an, 3/1392

[3] Elmalılı H. Yazır. Hak Dini Kur'an Dili  (sad.), 4/167-168

[4] Elmalılı H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 4/168,169. İslâmoğlu, M. s: 181

[5] Müslim, Kader/25 no: 2658. Müstedrek, 2/320, nak. Muh. İbni Kesir, 2/64

[6] Zamahşerî, el-Keşşâf, 2/169-170. Tabatabâî, H. M. el-Mizân, 12/162

[7] Işık, Ş. Ilk Ahit, s: 90

[8] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/20

[9] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/189