Şu dünyanın gariplikleri bitmez.

Daha doğrusu insanları saçmalıklarının haddi hesabı yok. Suçlu kendi suçuna bakmaz da başklarında suç arar. Kendi gözündeki merteği görmeyenler, başkalarının gözündeki çöple uğraşırlar.

Herkesin ayranı beyaz, herkes kendine göre iyi, herkes kendince haklı ve doğru yolda. Kimileri bataklığın ortasında, kir ve pas içinde ama başkasına; ‘senin ellerin kirli’ der.

Bu bir akıl tutulması mıdır? Elinde sağlam ölçüsü olmayanların tersliği mi? Aklı başında olmayanları saçmalığı mı? Konuşmlarında ve değerlendirmelerinde hakkı gözetmeyenlerin boş sözleri mi? Ya da hakkı bâtıla karıştıranların saptırmaları mı?

Belki de hepsi. Belki kişiden kişiye değişen bir yanlışlık. Bu hem geçmişte, hem şimdilerde, hem gayr-i müslim toplumlarda, hem de müslümanlar arasında olan bir şey. Nasıl oluyorsa pek çok kişi konulara böyle bakıyor. Yanlış görüyor, yanlış değerlendiriyor, yanlış sonuçlara varıyor. Başkaları hakkında yerli yersiz, çoğunlukla da isabetsiz konuşuyor, yazıyor veya hüküm veriyor.

Şüphesiz ki böylelerinin elinde yanlış ölçü var. Metreleri de noksan, litreleri de. Yanlış pencereden  bakıyorlar. Yanlış yerde duruyorlar. Dayandıkları bilgi sahih değil, tam tersine hevâ’dan (kişinin keyfinden) kaynaklanan şeyler. Bundan dolayı yanlış ölçüyorlar, yanlış görüyorlar.

Kur’an bu gibi kimseleri şöyle tanıtıyor: “Hem onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde: ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler.

İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların (fesat çıkaranların) ta kendileridir, fakat anlamazlar. Onlara: ‘İnsanların (müslümanların) inandığı gibi inanın’ denilince, ‘Biz de o beyinsizlerin (sefihlerin) inandığı gibi mi inanacağız?’ derler. İyi bilin ki, asıl beyinsiz (sefih) kendileridir, fakat bilmezler. (Bekara 2/11-13)

-Sefih kimdir?

Âyette geçen sefih kelimesi üzerinde biraz duralım:

“Sefih”, “se-fe-he” fiilinin özne (fail) ismidir. Çoğulu “süfehâ”dır. Bunun masdarı olan “sefeh” sözlükte bedendeki hafifliktir ve akıllı olmanın tersidir. Arap Dilinde sefihliğin asıl anlamı; hafiflik ve inceliktir. Kumaş kötü dokunmuş, iyice eskiyip incelmiş ise ona “sevbun sefihun” derler. (Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/105)

Buradan hareketle ‘sefih’; görüş ve gidişatda hafiflik ve yufkalıktır ki, akıl noksanlığından doğar. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 343)

Yani ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik, düşüncesizlik, önem vermemek, temkinsizliktir ki zıddı ağır başlılık, tam akıllılıktır. Dînen de; akıl ve dinin gereği zıddına harekettir (reşîd olmamaktır) ki, karşıtı erginlik ve hatasızlıktır.

Dilimizde sefâhat (aşağılık) da bu mânâda bilinmektedir. Özetle "sefeh" ve "sefâhat", görüş ve fikirde zevk ve şehvete (nefsin arzularına)  tabi olmak, akıl ile değil zevk ve keyfi üzere ile hareket etmektir. Bu da ya esasen budalalıktan veya aklın hükümsüz kalması itibariyle budala halinde olmaktan doğar. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/211)

Sefih halîmin zıddı olup hem câhil ve ahmak, hem de kaba ve saldırgan anlamına gelir; Türkçe’ye, yerine göre, “aklı ve bilgisi kıt, beyinsiz, dar kafalı, barbar” diye çevrilmektedir.  

-Kur’anın Sefih Dedikleri

Kur’an, ‘sefih’ kelimesini türevleri ile birlikte on kadar âyette müslümanlar, kâfirler ve münafıklar hakkında kullanmaktadır. ‘Sefih’ kavramı bu üç sınıf için kullanılmasına rağmen her üç grup için farklı mahiyete sahiptir.

Bir kimsenin aklı kıt, anlayışı az, kavraması zayıf olabilir. Ya da aklı yerindedir ama onu gereği gibi kullanamaz. Bu biraz da insanî bir eksiklik, özür veya dikkatsizliktir. Kur’an bu kelimeyi müslümanlar hakkında işte bu manada kullanıyor. “Allah'ın, sizi başına diktiği mallarınızı aklı ermezlere (süfehâ’ya-sefihlere) vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.”  (Nisâ 4/5)

Borçlanma âyetinde olduğu gibi bunak, ne yaptığının farkında olmayan, ya da yaptığını bir müddet sonra unutabilecek kimseleri anlatmak üzere ‘sefih’ kelimesi kullanılıyor. (Bekara 2/282)

Sefihliğin daha farklı ve olumsuz anlamları var. Kur’an münafıklara ve kâfirlere de “sefihler-süfehâ” diyor. Çünkü onlar da iyice düşünüp akletmezler. Kendilerine gelen ilâhî mesajı anlamazlar veya anlamak istemezler. Onlara yol göstermek için görevlendirilen elçileri, hayat kılavuzu olarak gönderilen Kitab’ı rehber edinmezler. Selim akılla düşünüp mahlukâtı bir Yaratan’ın olduğunu ve insanın O’nun karşısında bir yeri olduğunu kavramazlar. Doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı, suç ile fazileti, kâr ile zararı, doğru yol ile sapıklığı birbirine karıştırırlar. İlâhi davete uymakla elde edecekleri ödüllerin değerini, ona uymamakla hesapsız kayba uğrayacaklarını düşünemezler. Tıpkı elindeki malın değerini bilmeyip onu çarçur eden sefihler (aklı ermezler) gibi, kendilerine uzatılan kurtuluş elini, onları ğayya kuyularından çekip çıkaracak Kopmaz İpi görmezler.

Kur’an İbrahim’in dininden ancak sefihlerin yüz çevireceğini, aklı başında bir kimsenin onun gibi müstesna bir insanı terkedemeceğini haber veriyor. “İbrahim'in milletinden (dininden), kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.”  (Bekara 2/130)

Aklını kullanmayan, hafif karakterli, ciddi bir düşünceden yoksun olanlardan başkası İbrahim’in dininden, dolayısıyla İslâm’dan yüz çevirmez. “Allah'ın insanlara böyle bir imam ve böyle bir önder yaptığı İbrahim'in milletinden, onun camiasından ve onun dininin özü olan İslâm'dan kim yüz çevirir, kim kaçar? Hangi akıl sahibi buna karşı çekimser durur da, onun zürriyetine vaad edilen bu saadetten mahrum kalmak ister? Olsa olsa kendini zillete atmayı, hor ve hakirliğe terk etmeyi, aşağılanmayı ve esareti gönüllü olarak kabul etmek isteyen (beyinsiz) biri böyle yapar.” (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/410)

Kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevirilmesini hazmedemeyen, Allah’ın gönderdiği kitabı bozan ve Hz. Muhammed’e inanmamak için bahane arayanlara da ‘sefihler-süfehâ’ denmektedir.

“Birtakım kendini bilmez insanlar (sefihler), “Onları (müslümanları) yönelmekte oldukları kıbleden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da, Batı da Allah’ındır. Allah, dilediği kimseyi doğru yola iletir.” (Bekara 2/142)

Bu âyetteki süfehâ’ kelimesi tefsirlerde “cahiller, ahmaklar, kıt akıllılar” şeklinde açıklanmış ve bununla da yahudilerin, putperest Araplar’ın veya münafıkların ya da her üç zümrenin kastedildiği hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. (Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyân, 1/162. Heyet, Kur’an Yolu, 1/141)

“Peygamberliğinden önce ve risaletinin Mekke döneminin başlangıç yıllarında Muhammed (s) -ve o'nunla birlikte olanlar- namazlarında Kâbe'ye doğru yönelirlerdi. Bu, belli bir vahiy tarafından tavsiye edilmiş değildi, ama açıkçası Kâbe'nin -o dönemde İslam öncesi Arapların taptıkları çeşitli putlarla dolu olmasına rağmen- o zamana kadar Tek Allah'a adanmış ilk Mâbed olarak görülmesinin bir sonucu idi. Hz. Peygamber, Kudüs'ün -tevhîd inancının öteki kutsal merkezi- yüceliğinin farkında olduğundan, kural olarak, Kâbe'nin güney duvarının önünde durup kuzeye doğru namaz kılardı ki hem Kabe'yi hem de Kudüs'ü karşısına alabilsin.” Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/)

Hz. Peygamber, Hicret’ten sonra bir süre Kudüs’teki Beytülmakdis’e yönelerek namaz kılmıştı. Medinedeki yahudiler de bundan memnun idiler. Ancak yaklaşık onaltı ay sonra Kâbe'yi kesin şekilde Kur’an'a tâbi olanların kıblesi olarak tayin eden vahiy (Bekara 2/142-150) geldi. Yahudiler bundan rahatsız oldular. Münafıklar ise kıble değiştirmenin makul bir gerekçesi olmadığını, hz. Muhammed’in böyle yaparak keyfi davrandığını iddia ettiler, dedikodusunu yaptılar. Âyet, cahillik ve kıskançlıktan kaynaklanan bu tür görüş ve iddiaların sahiplerini “sefihler” diye nitelendiriyor.  

Müşrikler ise Kâbe’nin kıble yapıldığı haberinin Mekke’ye ulaşması üzerine bundan memnun oldular. Âyette, bu dar görüşlü insanların, “Onları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçiren sebep nedir” şeklindeki sorularına karşı “Doğu da batı da Allah’ındır” buyurularak, hiçbir mekânın kendiliğinden kıble olamayacağına, bunu oranın mâliki olan Allah’ın tayin edeceğine vurgu yapılıyor. Dolaysıyla Kebe’yi kıble yapan O’dur.  Akl-ı selim sahipleri için bunda yadırganacak bir durum yoktur. Sırât-ı müstakîm “her türlü eğrilik, aşırılık ve sapıklıktan uzak, dosdoğru, adaletli, ölçülü, ılımlı ve dengeli bir yol, bir inanç ve yaşama biçimi” demektir. Âyette, kıble değişikliğinin “dosdoğru yol” ile ve dolayısıyla İslâm’la irtibatlandırılması, kıblenin İslâmî bir şiâr olduğuna, bu sebeple söz konusu değişikliğin, “beyinsizler”in anlayamayacağı kadar ince bir anlam taşıdığına işaret etmektedir. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/141)

Rızkın yaratıcısının Allah olduğunu akıllarına getirmeden, rızık endişesiyle, veya başka cahilî sebeplerle çocuklarını öldürenler, ya da dünyaya gelmesine engel olmaya kalkışanlar, çocukları farklı şekillerde istismar edenler de “sefihlerden” başkası değildir. Böylelerinin imanı olmadığı gibi, akıl, iz’an, merhamet ve doğru düşünce gibi faziletleri de yoktur.

Halbuki bunlar kendilerini çok akıllı zannederler. İlimde, fende ve teknolojide çok ileride, çok çok zengin ve ileri olduklarını iddia ederler. Ama bilimde bu kadar ileride veya çok servete sahip olmak onların yanlış, akıl dışı ve merhametsizce iş yapmalarına engel olmuyor. Çünkü onlar Kur’an’ın tanımıyla tam “sefih”tirler. 

“Bilgisizlik yüzünden beyinsizce (sefihce) çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek haram kılanlar muhakkak ki, ziyana uğradılar. Bunlar, doğru yoldan sapmışlardır; hidayete erecek de değillerdir.” (En’am 6/140)

Tarihte nice “sefihler”, aklını kullanmayanlar veya yanlış kullananlar; kendilerine hidâyet rehberi ve rahmet olarak gönderilen elçilere “sefih” demek küstahlığında bulundular. Halbuki asıl “sefih” kendileri idi. Asıl  hafifmeşrep, kıt düşünceli, dar kafalı kendileri idi.

Bakınız, insanlığın yüz karası en çirkin günahlardan birini çekinmeden işlyen kavmine “bu yaptığınız yanlış, gelin bu çirkin adeti terkedin” diye bir peygamberi sefihlik (sefâhet) ile suçlamışlardı:

“(Hûd) Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni bir çılgınlık (sefihlik) içinde görüyoruz, ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz."

(Hûd), "Ey kavmim! Bende çılgınlık (sefihlik) yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim." dedi.”  (A’raf 7/66-67)

İlginç değil mi? Bir zamanlar kendi aralarında yaşayan, güvenilir, sevilen, hürmet edilen bir kimse, vazifesi gereği onları hakka davete edince; ‘Yahu sana ne oldu? Önceden aklı başında bir adamadın, bunadın mı? Aklını mı yitirdin? Nereden çıktı şimdi bu vahiy, peygamberlik, inanma, kulluk, ahiret falan’ demeye başlarlar. Hem daveti getireni, hem de ona uyanları beyinsizlikle, geri kafalılıkla, bunaklıkla itham ederler.

Bu suçlama kelimeleri çağdan çağa, ülkeden ülkeye değişebilir. Bir yerde kafasız derler, bir başka yerde kıt akıllı derler. Bir zaman meczup derler, bir başka zaman gerici, çağdışı, eski kafa derler. Ama mantık aynı.

-Asıl beyinsizler

Münafıklara “siz de diğer mü’minler gibi iman edin” denildiği zaman onlar, kendilerini çok akıllı sanarak mü’minlere ‘sefih’ derler ve onlarla alay ederler. Bunun sonucu olarak da sefih ve aşağı saydıkları kimselerin dinine inanmalarının mümkün olmadığını söylemeye çalışırlar.

Kur’an onlara şu cevabı veriyor: “… iyi bilin ki asıl sefih (beyinsiz) kimseler onlardır; fakat bunu bilmiyorlar.” (Bakara 2/13)

“Sefih”, bunaklık, kıt anlayışlılık, geri zekâlılık, anlayışsızlık, akıl erdirememe, aklını kullanmama, beyinsizlik gibi geniş manalara sahip. Bu sıfat Kur’an’da aklını hakkıyla kullanmayan inkârcılar ve kendilerini akıllı zanneden kaypak karakterli münafıklar hakkında da kullanılıyor.

Böyleleri esasen kendilerini akıllı zannederler. Uyanık geçinirler. Dünya hesabıyla kâr ettiklerini, kafayı çalıştırıp işlerin içinden sıyrıldıklarını düşünürler. Ellerindeki bilgi, mal, makam, güç ve kuvvet gibi pek çok imkan olduğunu düşünerek ilâhî davetten yüz çevirirler. Hatta kendilerine; ‘inanın’ diyenlere, kendilerine âlemlerin rabbi Allah’tan vahiy getiren pâk elçilere alaylı bir şekilde “sefih-beyinsiz” deme gafletinde bulunurlar.

Yani “biz de şu sefihler gibi mi inanalım. Biz de bunlar gibi kafasız mı olalım” derler. Kur’an yorumcuları burada müslümanlara “sefihler” diyenlerin münafıklar olduğu görüşündeler. (Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/105)

İbni Abbas’tan gelen bir rivâyet göre bu âyet Medine yahudileri hakkında nazil olmuştur. Onlara; “insanların, Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarıın iman ettiği gibi siz de iman edin” diye davet edildikleri zaman “biz sefihlerin, cahil ve noksan akıllıların yaptıkları gibi mi yapacağız” demişlerdi. (Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/105)

Kur’an, kendilerine “hz. Muhammed’in diğer iman edenler gibi peygamberliğini tasdik edin, onun Allah’tan getirdiklerine –ki hepsi haktır- inanın” denildiğinde müslümanlara sefih diyenlerin asıl sefihler olduğunu söylüyor. (Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyân, 1/161)

Sefih bir başka açıdan câhil demektir. Böyleleri zayıf görüşlü, zarar ve menfeat konusunda marifetleri az olan kimselerdir. (bkz: Nisâ 4/5) Allah (cc), münafıkların şek ve şüphelerini sefihlik olarak nitelendiriyor. Zira onlar din konusunda câhil, akide açısından zayıf görüşlü, sadece nefsilerinin tercih ettilerine doğru diyen kimselerdir. Onlar Allah hakkında, hz. Muhammed’in son peygamber, onun Allah’tan getirdiklerinin hak oluşu, yeniden diriliş hakkında tereddüt içindedirler. Onlar iyi olduklarını zannederler. Ancak  Kur’an’a göre bu anlayış sefihlerin bakış açısıdır. Zira sefih bir şeyi ıslah ediyorum diye ifsad eder. Yanıldığı halde isabetli görüşüm var zanneder.  Münafık da böyledir.  Rabbine isyan eder, itaat ediyorum diye.  İman ediyorum zannıyla inkâr eder. Gerçek böyledir de onlar bunu bilmezler, yani içinde bulundukları durumu akletmezler. (Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyân, 1/161)

 İman ve inkâr yalnızca akıl ve bilgi işi olsaydı bütün akıl ve bilgi sahipleri inanır veya inanmazlardı. Halbuki tarih boyunca ileri düzeyde akıl ve ilim sahibi kişiler arasında hem iman edenler hem de inkâr edenler bulunmuştur. İman edenler akıllarıyla övünmezler; hidâyeti, imana kavuşmayı, kendi irade ve tercihleri yanında Allah’ın hidâyet ve yardımına da bağlarlar, O’na şükrederler. İnkârcılar ise yalnız akıllarına güvenir, akıl üstü varlıklara inanmaktan kurtulduklarını düşünür, iman ehlini akılsızlıkla, saflıkla, ekonomik ve kültürel yönlerden geri kalmışlıkla vasıflandırırlar, imanı bu etkenlere bağlarlar. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/28)

Münafıkların sefih diye kasdettikleri Kur’an’ın indiği dönemde Peygamberin sahabeleri ve tabiki iman eden herkesdir. (İbni Mesu’d’a, İbni Abbas’a ve başkalarına göre göre onların sefih dediği kimseler sahabelerdi. (Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyân, 1/162) Münafıklar bu hakareti gizli gizli alay ederek yapıyorlardı.  Allah (cc) vahiy ile onların sefihliklerini ortaya koydu. Buna göre aklını kullanmayan ve ikili oynayan münafıklar gerçekten hafifmeşrep, basiretsiz ve akılsızlardır.

-Hülâsa

Günümüzde müslümanlar hakkında benzer ifadeler kullanılıyor. Hangi ülkede hangi kelimenin kullanıldığı önemli değil. Bakış açısı aynı, suçlandırma mantığı aynı, alay etmek ve aşağılamak anlayışı aynı. Hatta bir dilde kullanılan bir kelimeyi başka bir dile aktarsanız, aynı mana ile karşılaşıyorsunuz.

Vahye, yani Allah’ın dini İslama’a inanıp onu hayat halinde yaşamak istiyorsanız, birilerine göre damganız hazır: Sefih, yani kafası çalışmayan.

İnanıyorsanız, suçlandırma hazır: Çağın gerisinde kalmış, yani gerici (mürteci). İnanıyorsanız, isimlendirme hazır: Geri kültür mensubu, dünyadan tad almasını bilmeyen kıt akıllı, kendisini vehmedilen bir inanca ve geleceğe mahkûm eden zavallı. Daha da ileri giderecek fundamantalist, kökten dinci, radikal dinci v.b.

Ancak Kur’an böylelerinin bu terbiyesizce yaftalarını reddederek; “asıl sefih sizsiniz. Asıl aklı kıt, anlayışı dar, kafası çalışmayan sizsiniz. Asıl anlayışsız, kaba ve ham, yobaz ve kara niyetli sizsiniz diyor. Asıl gerici sizsiniz. Çünkü hâlâ cahiliyye, yani asırlar öncesinin ideolojisine benzer inancınız var. Meselelere tıpkı onlar gibi bakıyorsunuz” diyor.

Böyleleri İslâma teslim olmakla neler kazanacaklarını, İslâmı reddetmekle neler kaybedeceklerini bilmezler. Onlar doğru yolu (hidâyeti) satıp karşılığında sapıklığı, bedbahtlığı, kargaşayı, zilleti, huzursuzluğu, hüsranı ve azabı satın alırlar. Ne kadar kötü bir alış-veriş yaptıklarının bile farkında değiller. (Bekara 2/14-16) Çünkü kafaları çalışmıyor, ferasetleri eksik, anlayışları kıt. Hevâ ve heves, dünyalıklar, maddi âlem, kalkınma ve lüks hayat böylelerinin basiretini kör eder. Bunların aklı hikmetin değil, nefislerinin emrindedir. Akıl nimetini hakkıyla kullanmazlar. Çok akıllı geçinirler ama sefihtirler. 

Böyle bir durumda, böyle bir zamanda, sefihlerin işgali altında bulunan bu dünyanın her yerinde Hz. Musa’nın dediği gibi demek ve onun yaptığı duayı tekrarlamak gerekir.

Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin (sefihlerin) işledikleri günah sebebiyle bizi helâk mı edeceksin?” “Bu sırf senin imtihanındır. Onunla dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin. Sen bizim Velimizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı. Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bizim için bu dünyada da bir iyilik yaz, âhirette de. Çünkü biz sana varan doğru yola yöneldik." (A’raf 7/155-56)

Hüseyin K. Ece

07.02.2017

Zaandam-Hollanda