-Düzgün yol (sevâu’s-sebîl)

«Sevâu’s-sebîl » tamlaması «orta, doğru, düzgün, mu’tedil, eşit, her şeyin ortası» anlamına gelen «sevâ» ile «yol» anlamına gelen «sebîl» kelimelerinden oluşur.

Bu da tamlama halinde «orta yol, düzgün yol veya doğru yol», bir diğer deyişle «doğruluğu, düz oluşu sabit ve sağlam olan yol» demektir.

«Sevâ»nın aslı aslı «se-vi-ye» fiilidir. Bu da işi düzgün olmak, bir şeyi diğerine muadil/eşit kılmak demektir.   (el-Isfehânî, Râgıb. el-Müfredât s: 366)

Kur’an’da «seviye/sevâ»; fiil, masdar, sıfat ve isim olarak 82 yerde geçiyor.

Bu fiilin tef’ıl kalıbı «sevvâ»; iki şeyi birbirine beraber, eşit kılmak, bir şeyi düzeltmek, doğrultmak, güzel olmak manasına gelir.  (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/310, 314)

Kur’an’da varlığın ve insanın en güzel, düzgün, intizamlı, göğün muhteşem bir şekilde yedi kat olarak yaratılması, nefsin (insan benliğinin) düzene/biçime konulması, kıyâmette insanın ta parmak uçlarına kadar tekrar düzenli bir şekilde yaratılacak olması bu fiil ile anlatılıyor.

İlgili âyetlerde «sevvâ» fiili Allah’a nisbet edilir (özne Allah’tır). Bu da böylesine düzgün, düzenli, tesviyeli, uyumlu, muhteşem bir yaratmanın, biçim vermenin sadece O’na mahsus olduğuna vurgudur. Mesela;

«Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan (fe-sevvâ-ke), seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?» (İnfitar 82/7. Bir benzeri: Kehf 18/37) 

Ki o Allah (cc) insanın fıtratını, yapısını, bünyesini yaratılış hikmetinin gerektirdiği şekle koydu.

«Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip (sevvâ-ha), ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki...» (Şems 91/7-8. Ayrıca bkz: A’lâ 87/1-2. Hıcr 15/29. Sâd 38/72. Naziât 79/27-29. Kıyâme 75/4)

Sevvâ bir âyette yerle bir etmek, yer ile yeksan etmek, yere müsâvi hale getirmek manasında geçiyor. (Şems 91/14)

Aynı kökten gelen «tesevvâ» fiili; düzlemek, (olumsuz anlamda) bir ve beraber olmak demektir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/310-313) (Bkz: Nisâ 4/42. Şuarâ 26/96-100)

Yine aynı kökten «istivâ» fiili; insanların bazı durum ve konularda eşit/müsâvi, dengeli olması demektir. Mesela ilim sahibi olmakta farklı olsalar da câhillik açısından durum farketmez. Bir anlamda câhilliğin hepsi birbirine benzer. Yönelmek, hâkim olmak, hayvanın sırtına bir şeyi sağlamca yüklemek, göğe yönelmek yani onu sağlamlaştırmak, kırkına ulaşmak gibi anlamlara da gelir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/310)

Bu da iki şekilde kullanılır. Birincisi; eşit oldu, muadili oldu demektir. Mesela ; «Zeyd, Amr şu konuda birbirine eşit, denk, muadil idi, ya da eşit hale geldi» denilir.

«İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.» (Fussilet 41/34. Ayrıca bkz: Tevbe 9/19)

İkincisi; bir nesnenin kendi zatında eşit, denk, düz, doğru veya mustakim (dosdoğru) olması, olgunluk yaşına ulaşması anlamında. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/313. el-Isfehânî, R. el-Müfredât s: 366)

Bir âyette hz. Musa’nın olgunluk, yiğitlik yaşına ulaşması, kendi ayakları üzerine durması (istivâ etmesi) bu fiille anlatılıyor. (Kasas 28/14)

İstivâ fiili «a’la» edatıyla geçişli olur ve ayağa kalktı, doğruldu, sabit oldu, karar kıldı demektir. Mesela; «…İşte bu, onların Tevrat’ta ve İncil’de anlatılan durumlarıdır: Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş (fe’stevâ a’la), ziraatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler…» (Fetih 48/29. Ayrıca bkz: Hûd 11/44. Mü’minûn 23/28)

Ayrıca ele geçirme, hâkim olma, üzerinde hâkimiyet kurma, yükselme anlamına gelir.

«Rahmân, Arş’a kurulmuştur (istevâ). (Tâhâ 20/5) Ya da «O sınırsız rahmet Sahibi ki, mutlak kudret ve hükümranlık tahtına kurulmuştur.» (A’raf 7/54)

«Arş, otorite ve hâkim olmaktan kinâyedir. Kur’an'da Allah'ın “otorite ve kudret makamına istiva ettiğinden söz eden yedi ayette Allah’ın alemleriyle yaratmasıyla ilgili bağlamda geçiyor.

 «Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulup (sümm’estevâ a’la) işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır…» (Yûnus 10/3. Ayrıca bkz: (A’raf 7/54.   Ra’d 13/2. Tâhâ 20/5. Furkan 25/59. Secde/32/4. Hadid 57/4) 

Göklerde ve yerde olan her şeyi yaratmak (tesviye etmek) Allah’ın kudretindedir. Bunların benzerlerini de yaratmak, ya da ölüleri diriltmek O’nun için farketmez, O’nun için müsâvidir.

Kur’an bineklerin üstüne, sırtına binmeyi, kurulmayı, bineğin üzerinde sabit olmayı, karar kılmayı yine bu fiille anlatıyor. (Zuhruf 43/13)

İstivâ «ilâ» edatıyla ya bizatihi, ya da tertip etme, düzenleme ile bir şeye varma, erişme (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 366), yönelme, kasdetme manasına gelir.

«O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra (kendine has bir şekilde) göğe yönelip (sümm’estevâ ilâ) onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.» (Bekara 2/29. Ayrıca bkz: Fussilet 41/11)

Sebîl kelimesine tamlama olan «sevâ veya sevâu (çoğulu esvâu)»; bir şeyin misli, müsâvisi, mutedil, benzer, zirve, düzgün, doğru, orta, iki mekanın ortası demektir.

Sevâün, seviyyün masdar oldukları halde sıfat olarak da kullanılır. (İbni manzur, Lisânu’l-Arab, 7/309-312)

«(Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlarla yaptığın ahdi) aynı şekilde (a’la sevâin) bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez.» (Enfal 8/58) Yani muadil, denk, benzer bir hükümle… Ehl-i kitap ile müslümanlar arasındaki sevâ (ortak) kelime «Allah’tan başka ilah yoktur» sözüdür. (Âli İmran 3/64)

 Mescid-i haram, Allah tarafından, Mekkeli olsun, dışarıdan gelenler için olsun, aralarında fark gözetmeksizin, herkese eşit (sevâ) bir şekilde ibadet yeri yapıldı.  (Hac 22/25)

Bu âyette Mekke’de yaşayanların Mescid-i Haram’ı kendilerinin mülkü sayma haklarının olmadığını, oranın içindeki Kâbe ile birlikte evrensel bir bir ibadet yeri olduğu açıklanıyor. İnsanları orayı ziyaret etmekten alıkoymaya çalışanlar ağır bir dille eleştiriliyor. (Özaydın, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 14/386)

Halbuki oraya hac için gelenler insanlar ister Kâbe’nin civarında mukim olsun, isterse uzaktan gelsinler, farketmez, hepsi birdir. Zira orası özel statülü kişilere ait bir mülk, ziyaret yeri değil; bütün insanlık için ibadet ve diriliş yeridir. (bkz: Mâide 5/97)  

Sevâ’nın bir kaç âyette aynı, eşit, farketmez, muâdil, benzer, bir şey değişmez anlamında kullanıldığını görüyoruz. Mesela; «Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar.» (Bekara 2/6. Ra’d 13/9-10.Yâsîn 36/10. A’raf 7/193. Nahl 16/71. Enbiyâ 21/109 v.d.)

 

-Sevâu’s-Sebîl

"Sevâu’s-sebîl”; vasat yol, ana yol, dosdoğru yol, en düzgün yol gibi açıklamalar yeterince karşılayamıyor diyebiliriz.

“Sevâu’s-sebîl” kişiye tüm güçlerini, yeteneklerini ve melekelerini geliştirme imkânı veren; özlemlerini, arzularını, duygularını, bedeninin ve ruhunun isteklerini uygun şekilde gideren ve doyuran; başka insanlarla çok yönlü karmaşık ilişkilerini dengede tutabilmesi için kendisini doğruya götüren; tabiî kaynakları eşit derecede kendisinin ve insanlığın iyiliği için kullanma ve değerlendirmede, bireysel ve toplumsal hayatında onu yönlendiren hayat anlayışıdır.

Bireyin ve toplumun manevî, ahlâkî, sosyal, fizikî, ekonomik, siyasal ve uluslararası sorunlarını doğru, düzgün, sağlam ve adaletli biçimde çözmesini sağlayan hayat tarzıdır.

Kur'an'da “sevâu’s-sebîl” ve “sırat-ı mustakim” doğru yol olarak nitelenmiştir.” (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.) 1/463)

Bu tamlama Kur’an’da altı defa yer almaktadır. (bkz: Bekara 2/108. Mâide 5/12, 60, 77. Kasas 28/22. Mümtahıne 63/1)

**Allah (cc), yerin ve göklerin mülkünün kendisine ait olduğunu, mü’minlere kendisinden başka veli (dost ve yardımcı) olmadığını söyledikten sonra şöyle buyuruyor: «Yoksa, size gönderilmiş olan Elçi'den, daha önce Musa'dan istenilenleri mi istiyorsunuz? Ama her kim, hakikate inanmak yerine onu inkâr etmeyi tercih ederse doğru yoldan (sevâu’s-sebîl’den) sapmış olur.» (Bekara 2/108)

 Âyette geçen suâl aynı anda “istemek” ve “sormak” anlamlarına gelir (Mesela bkz: Bekara 2/55, 61. A’raf 7/129)

Bazı Türkçe mealler  âyeti “yoksa daha önce Mûsâ’nın sorguya çekildiği gibi, siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?» şeklinde çevirmişler.

Âyeti böyle de anlamak mümkün ise de bize göre âyette bir sorgulamadan değil, bir istekten, talep etmeden söz ediliyor.

 Nitekim ilk dönem tefsircilerinden Mukâtil b. Süleyman bu âyeti; “Yani, İsrailoğullarının hz. Musa’dan istedikleri gibi siz de (Ey müşrikler) hz. Muhammed’ten Allah’ı açıkça görmeyi mi istiyorsunuz?” şeklinde açıklıyor. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/71)

Burada ciddi bir tehdit ve serzenişte bulunma söz konusudur.

Müşriklere hitaben: «Ey şirk koşanlar, ey vahye inanmayanlar, ne o, yoksa vaktiyle Musa’dan «Allah ‘ı göster» diye istekte bulunduğu gibi, şimdi siz de Peygamber’den «şu Safa tepesini altına çevir» şeklinde olmayacak şeyler mi istiyorsunuz? Ama unutmayın ki her kim hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olduğu hakikatine inanma yerine, böyle saçma sapan isteklerde bulunarak inatçılığı ve inkârcılığı tercih ederse, düz yolun ortasından, hak olduğu sabit doğru yoldan ayrılmış, sapmış olur.»

İsrailoğulları Musa’ya verilen mucizelerle yetinmediler. Her bir mucizeyi olayı gördükçe daha başka mucizeler istediler. Hatta Musa’ya « bize Allah’ı göster » diye işi daha da ileriye götürdüler.

Peygamberlere verilen mucizeleri ve bunların benzerlerini yapmaktan aciz olunması ortaya çıkmasına rağmen bunları kabul etmemek, ancak inkârı mizaç edinmiş, inatçı ve nankör kişilerin işidir.

Allah (cc) bu isteği hoş karşımadığını beyan ettikten sonra «kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dümdüz yolu şaşırmış olur» buyuruyor. Böyleleri caddenin tam ortasında yolunu şaşırır, yolun iki tarafından birine ama yanlış gidişe meyleder. Böylece amacına/hedefine ulaşmadan helâk olur, zarara uğrar.

Allah (cc) insanlara, kendisine hakkıyla kulluk yapabilecekleri şeyi, yerince ve en uygun biçimde tavsiye eder.  

Yine ilk dönem tefsircilerinden Mücahid’e göre «İsrailoğulları Allah’ı açıktan görmeyi istediler. Kureyşliler de hz. Muhammed’ten Safa tepesini altın yapmasını istediler. Peygamber (sav); “tamam, ancak kâfirlikte ısrar ederseniz sofra hadisesinde İsrailoğullarının başına gelenlerin sizin başınıza gelmesini kabul ediyor musunuz?” deyince bu isteklerinden vazgeçip sözlerinden döndüler. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/530. İbn Ebi Hâtim, Tefsir, 1/203. Suyûtî, C. Esbâbü’n-Nüzûl (çev.), s: 57)

 **Allah, îsrailoğullarından, Allah'a itaat etmelerine ve Peygamberine iman etmelerine dair kesin söz almıştı. Bunların, vermiş oldukları sözü yerine getireceklerine dair kefil olmaları için de içlerinden kendilerini takibedecek on iki vekil seçmişti. Onlardan sözünde duranlar için altlarından ırmaklar akan cennet ödüldür.

“...Ancak bundan sonra kim inkârcı olursa şüphesiz Doğru Yol’dan (sevâu’s-sebîl’den) sapmış olur.” (Mâide 5/12)

Allah (cc) eğer şu şartları yerine getirirlerse kudretiyle İsrailoğullarıyla beraber olacağını, onları işlerinde başarılı kılacağını açıkladı. Bu şartlar; namazı dosdoğru kılmak, arınmak için gerekli zekâtı vermek, bütün peygamberlere inanmak ve onların davasına destek olmaktır, yani iyiliklerin yaygınlaşması, kötülüklerin azalması için çalışmak.

Bir de Allah’a güzel borç verme (karz-ı hasen). Bu da farz olan zekâttan başka gönülden, Allah rızası için infak etmek, yardım etmek, Allah’ın bunun karşılığını muhakkak vereceğine inanmaktır. Bunları hakkıyla yapanların günahları affedilecek ve ödül olarak cenneti kazanacaklar.

Ancak bu söz vermeden (vaad’ten) kim nankörlük eder, peygamberlerin getirdiklerine iman etmezse; göz göre göre açık yolun ortasından, doğru yoldan, sağlam bir gidişten sapmış, mazeret kabul etmeyecek bir hata yapmış olur. Daha önceden bu hatayı yapanlar için bir mazeret kırıntısı olsa bile, artık bundan sonra, Kur’an’ın vahyinden, son ilâhi davet geldikten sonra kimsenin bu konuda mazereti olamaz.

Önceki kavimler vahiy yoluyla irşad edilmiş, gerekli uyarılar yapılmış, arkasından onlardan sağlam söz alınmıştı. Ama onlar ahidlerini bozdular, verdikleri sözde durmadılar. Peygamberlerin davetlerine ve uyarılarına kulak asmadılar. Bu yüzden en sağlam, en doğru yoldan ayrıldılar. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/183)

Nitekim arkadan gelen âyet bu gerçeği haber veriyor. (bkz: Mâide 5/13)

 “... Kuşkusuz o dosdoğru yol'dan (sevâu’s-sebîl’den) sapmıştır”ın anlamı, bazıları önce doğru yol'u bulmuşken, sonra onu yitirmiş ve helâk yollarına girmiş demektir.

**Allah’ın katında en şerli gruplardan biri de en düzgün yoldan bilerek sapanlardır.

“De ki: “Ey kitap ehli! Sadece Allah’a, bize indirilene ve daha önce indirilmiş olan (ilâhî kitap)lara inandığımızdan ve çoğunuzun da fâsıklar olmasından ötürü bizden hoşlanmıyorsunuz.”

“De ki: Allah katında, bunlardan daha beter bir cezayı hak edenleri size söyleyeyim mi?... En şerli konumda bulunanlar ve doğru yoldan (sevâu’s-sebîl’den) en çok sapanlar işte bunlardır.” (Mâide 5/60)

**Allah (cc) insanları geçmişte ve şimdi doğru yoldan sapmış kimselere, kavimlere uymamaları konusunda uyarıyor.

“De ki: “Ey Kitap ehli! Hakkın dışına çıkarak dininizde aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve dümdüz yoldan da (sevâu’s-sebîl’den de) şaşmış bir kavmin arzularına (hevâlarına) uymayın.” (Mâide 5/76-77)

Âyette geçen «ğulüvv» bir konuda ifratta bulunmak (aşırı gitmek), haddi aşmaktır. İnanç ve amelde vahyi ölçülerini bir tarafa atıp, nefsin aşırı isteklerine, keyfine uymak demektir. Böyleleri de en düzgün yoldan sapmış kimselerdir.

Allah (cc) ehl-i kitaba ve tabi Kur’an’ın muhataplarına çağrı yaparak, daha önce bu aşırıklara sapanlar gibi olmamalarını emrediyor. Onları, öncekilerin din konusunda kendi hevâlarına uyduklarını, vahye ve peygamberlerine hakıkıyla tabi olmadıkları için sapıttıklarını hatırlatıyor.

**Kur’an müslümanların da, Allah’ın da düşmanlarını dost (veli, müttefik) edinmeyi yasaklıyor. Kim bu hükme aykırı davranırsa, Allah yolunda malıyla canıyla yoğun çaba göstermeye (cehdetmeye) söz verdiği halde bundan cayarsa, ya da ihtiyaç olduğu zamanda gücü yettiği halde bu görevden gafilce kaçarsa; şüphesiz böylesi en düzgün yoldan (sevâu’s-sebîl’den) sapmış olur. (Mümtahıne 60/1)

 

Hüseyin K. Ece

11.12.2018

Zaandam