Kıyâme Sûresi şu âyetlerle sona eriyor:

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder? O dökülen meniden ibaret az bir su değil miydi?

Sonra bu, alaka (aşılanmış yumurta) olmuş, derken Allah onu (insan biçiminde) yaratıp şekillendirmişti.

Nihayet ondan da erkek ve dişi iki eşi var etti. Şimdi, bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?” (Kıyâme 75/36-40)

İnsanın yaratılışı, aslı, başıboş olmadığı, belli bir amaç yaratıldığı, sonra da irade sahibi kılındığı haber verilmesi açısından Kıyâme ve İnsan Sûreleri arasında bir irtibat söz konusu. Kıyâme Sûresi insanın basit bir sudan yaratıldığı, ama şekil verilerek şerefli kılındığı, bu açıdan da başıboş bırakılmayacağı haberi ile sona eriyor.

İnsan Sûresi ise yine insanın denemeya tabi tutulmak üzere karışık bir sudan yaratıldığı, ama değerli kılındığı, hayatını sürdürebilmesi ve kendi yolunu kendisinin belirleyebilmesi için gerekli kabiliyetlerle donatıldığı haberi ile başlıyor.

Her insanın önünde yaratılış (fıtrat) gereği iki sebîl (yol vardır). Kur’an bu gerçeğe işaret ediyor. İnsanı imtihan edilmesini ve bu denemenin iki yönünü açıklığa kavuşturmak üzere bir yerde şöyle diyor :

“İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılmaya değer bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?

Şüphesiz biz insanı, karışım hâlindeki az bir sudan (meniden) yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık.

Gerçek şu ki, Biz ona sebîl’i (yolu/yöntemi) gösterdik. Şükredici, ya da nankör (olması artık kendisine kalmıştır).

Doğrusu Biz, kafirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hazırladık.” (İnsan 76/1-4)

Âyetler öncelikle insanın yokluktan varlık âlemine çıkarılmasına ve şerefli kılınmasına işaret ediyorlar. Bu insanın kendisi emeği kazanamayacağı çok büyük bir nimettir. 3. âyette geçen hidâyet beyan etmek (açıklamak) irşad etmek, hak ve saadet yolunu göstermek anlamındadır.

İnsana lutfedilen bu büyük nimet elçilerin gönderilmesi, kitapların indirilmesidir. Âlimlere göre burada ayrıca üç büyük nimete işaret var:

İnsanın yaratılması, iman nimeti ve iman edenlere cennet va’di. Başka âyetlerde Allah (cc) insanın beşer olarak yaratılmasından övgü ile söz ediyor. (bak: Şûrâ 42/49-50) (eş-Şankıtî, M. Muhtar. Edvâu’l-Beyân, s: 1878)

Yani, onu yeryüzüne yerleştirdik ve onu şükreden veya nankörlük eden olmak üzere iki halden birini seçme kudreti verdik. Ya da biz onu aklî ve naklî delillerle İslâma davet ettik. Bu deliller kendisinde bilinir olduktan sonra ister iman eder, ister inkârcı olur. (Zamahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşâf, 4/654) 

Bu da –bir önceki âyette belirtildiği gibi- insanın deneme için yaratıldığı amacına uygun bir tasarruftur. İmtihan edilmek istenen kimseye uygun ortam hazırlanmalı. Önüne imtihanı kazanacak imkanlar konulmalı. İmtihanda serbest irade olmalı. Sonuçta kişi eldeki imkanları kullanarak kendisi imtihanı kazanmaya çalışır.

«Ona hak yolunu ve bâtıl yolları, hidâyeti ve dalâleti (sapıklığı) açıkladık. Hayr ve şer yolunu tanıttık.” Bazılarının görüşüne göe mana şöyledir. “Biz onu hidâyete doğru yola yönlendirdik.” Zira es-Sebîl kelimesi –diğer âyetlerde geçtiği gibi- sadece hidâyet yolunu işaret eder. (İbni Abbas, Tenvîru’l-Mikbâs, s: 627. el-Hâzin, İbrahim b. M. Tefsir, 4/377. Beğavî, Hüseyin b. M.  Tefsir, 4/427)

Ya da “Biz çeşitli deliller göstererek ve elçiler göndererek insana hidâyet yolunu açıkladık. Bundan sonrası insanın kendi seçimine kalmıştır. (el-Cevzî, Muhammed b. A. Zâdu’l-Mesîr, s: 1496)

Allah (cc) insana fıtraten (tabii olarak) yolu-yordamı, onu amacına ulaştıracak doğru yolu gösterdi. Onu o yolu-yordamı bulabilecek kabiliyetletle donattı. Şükredici veya nankör olmak artık kendi tercihidir. Yaptıklarının sonucu kendisini bağlar.

Tefsirciler bu âyeti şöyle de açıkladılar: «Yani Biz ona bedbahlığa (şekâvete) ve mutluluğa (saadete) giden yolu açıklayıp gösterdik.»

Bu âyet «yaratılışı gereği ve aklı sayesinde kendisine fayda ve zarar verecek şeyleri görebilmesidir» şeklinde de açıklanmıştır. İnsan neyi seçerse seçsin, sonuçta Allah (cc) delilleri ortaya koymak sûretiyle ona her şeyi, tevhid yolunu açık-seçik haber vermiştir. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3214. Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (ter.), 6/557)

Allah (cc) insanı yalnızca “işitme ve görme duyuları”, yani akıl ve doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırdetme yeteneği ile donatmış değildir. Aynı zamanda vahiy yoluyla (peygamberler ve ilâhi kitaplarla) ona fiilen doğru yolu göstermektedir.” (Esed, Muhammed. Kur’an Mesajı, 3/1215)

Bununla birlikte hatırlamak gerekir ki; “işitme ve görme, anlama ve akletmeden kinâyedir.” (İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, 2/1201)

Âyetteki bu açıklama konuyla ilgili diğer âyetlerle birlikte düşünüldüğü zaman görülür ki burada geçen hidâyetin (yol göstermenin) yalnızca bir tek şekli değil, sayısız araçların ve imkanların hepsinin kasdedildiği anlaşılır. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (ter.), 6/557)

 “Yolu (sebîli) gösterdi” ifadesi konusunda Kur’an yorumcularının farklı açıklamaları var. Şöyleki:

a)Biz insana hidâyet ve dalâlet, hayır ve şer yollarını açıklayarak tanıttık,

b)Mutluluk ve mutsuzluk yollanını açıkladık,

c)Kâr ve zararını anlayacak yetenekte yarattık gibi.

Allah (cc) insanı akıllı, iradeli, iyiyi kötüden ayırma kabiliyetine sahip seçkin bir varlık olarak yarattı. Gönderdiği peygamberler ve indirdiği vahiy ile de ona doğru yolu gösterdi. Bunun yanında ona seçme hakkı da verdi. Artık bundan sonra o kendi iradesiyle ya şükreden bir kul olur, ya da nefsine ve şeytana uyarak Allah’ın verdiği bütün imkan ve kabiliyetleri unutup nankör, âsi, günahkâr bir kimse olur.” (Komisyon, Kur’an Yolu, 5/442)

Buradaki “sebîl”in mü’minleri ve inkârcıları kapsaması ihtimal dahilindedir. Böylece insana duyuların ve insanî fıtratın verilmesine, bunu yapan Yaratıcı’ya işaret edilmiş olabilir.

Âyetteki hidâyeti şöyle anlamak mümkün: “İnsanı sırat-ı müstakim’e irşad ettiğimiz gibi sebîle de yönlendirdik”.  Sebîl’in cins isim olması muhtemeldir. Yani müslümana imana doğru, kafire de kendi küfrüne doğru yol gösterdik” anlamına gelebilir. (İbni Atıyye, Abdulhak. Muharriru’l-Vecîz, s: 1928)

Bunu, “herkesi kendi seçiminde serbest bıraktık, istediğini seçme kabiliyeti verdik” diye anlamak gerekir. Zira Allah (cc) kimseyi doğuştan müslüman veya inkârcı yaratmamıştır. Kimseyi de bu konularda icbar etmemiştir.

 Burada insana gösterilen “yol”dan maksat Fatiha’da “sırat-ı mustakim” olarak geçen, kişiyi doğrudan Allah’a götüren, Kur’an ile davet edilen hidâyet yolu İslâmdır.

Âyet, insanın başlangıcı, sonu ve görevleri ilgili açıklamalar yapıldığını haber veriyor. İnsanın aklını, iradesini, duyularını kullanıp hidâyete ulaşması için önüne görülebilecek ve üzerinde düşünülebilecek pek çok Kur’an ve kâinat âyetleri, akla hitap eden deliller ve alâmetler konulduğu açıklanıyor. İnsan kendisine verilen kabiliyetler sayesinde hayatının gayesini, ne yapması gerektiğini, hangi yoldan gitmesi gerektiği bilebilir. Bu kabiliyet ve seçim gücü ona verilmiştir.

Bu ilâhi irşattan sonra dileyen hidâyeti seçip şükreden bir kul olur, dileyen hak davetten yüz çevirip nankörlük eden bir inkârcı olur. İsteyen hak yola girer, sıkı bir şekilde çalışır, yani kulluk görevlerini yapar ve ödülü hak eder. İsteyen de nefsinin hevâsına uyarak bu dünya imtihanını kaybeder. Her iki durumda insana yol gösterilmiştir.

 Hidâyet yolu da sapıklık yolu da, hangisi uyarsa sonunda ne olacağı ona açık bir şekilde anlatılmıştır. Bundan sonra insanlar “dilediklerini yapsınlar”. (Fussilet 41/40) İnsanın iradesine hitap edilmekte beraber burada bir vaad ve tehdit de söz konusudur. (Elmalılı, Hamdi Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/459)

 İnsanı karışık, yani çeşitli elementlerden meydana gelen bir özden mükemmel bir şekilde yaratan Allah (cc) elbette bunu boşuna, rastgele yapmadı. Bu yaratmanın elbette bir amacı olmalı. Allah (cc) insanı denemek istiyor.

Aslında Allah insanla ilgili her şeyi önceden bilmektedir. Ancak O vahiy ile ona varlık gerçeğinin, imtihanın boyutlarının, sonunda ne olacağının ön bilgisini öğretiyor. Bundan dolayı onu iştici ve görücü kıldı. Yani akıl, bilgi, anlayış, algılama yeteneği, hüküm verebilme, seçim yapabilme gücünü verdi. İnsan bu irade ve güç ile başarıya giden düzgün yolu, ya da kaybettirecek eğri yolları kendisi seçer.

Burada hidâyet, yani doğru yola girme olayı şükür ile anlatılıyor. Zira hidâyete eren kişinin verebileceği en tabi karşılık şükürdür. Bunun tam tersi nankörlüktür. Doğru yolu bulan kişi anlar ki esasen insan anılmaya değer bir varlık değildi.

Ama Allah (cc) onu değerli kılmak istedi. Bundan dolayı onu denemeye tabi tuttu, ona bazı yetenekler verdi, onu öğrenme gücü ile donattı. Hidâyetini ona uygun gördü. Gideceği yolu (sebîl’i) gösterdi. İnsan buna rağman şükretmezse nankör olur. (Kutub, Seyyid. fi-Zılâli’l-Kur’an, 6/3780)

 

İnsanın önüne iki yol konulduğunu, bunlardan dilediğini seçebileceği Kur’an’da bir başka yerde “necd” kelimesi ile anlatılıyor.

«Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?

Ona iki yolu (necdeyn’i) göstermedik mi?» (Beled 90/8-10) 

Yani, “Biz, insana sadece akıl ve düşünme yeteneği vererek onu kendi haline bırakmadık. Ayrıca ona yol da gösterdik. Tefekkür ederek ve anlayarak seçim yapması için ona hayır ve şer, hidâyet ve sapıklık yollarını açıkladık.” (Mevdûdî, Ebu’l-Âla, Tefhîmu’l-Kur’an (ter.), 7/126)

Zımnen: “Ona iyiyi kötüden ayırma yeteneği olan iradeyi bahşetti. Eşyada hayır ve şer, imanda hak ve bâtıl, sözde doğru ve yalan, eylemde güzel ve çirkin...” (İslâmoğlu, Mustafa. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1260)

Âyette geçen necd (ikilisi: necdeyn); görünen, belirgin yol demektir. Kur’an’da sadece burada geçer. Tefsirlercilere göre « necdeyn”; tümsek tepe (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/590) veya doğrudan doğruya yüksek yol mânâsından mecaz olarak biri hayır, biri şer iki yüksek gayeye giden, biri uğurlu biri uğursuz iki yüksek yol mânâsındadır. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 9/224)

Müfessirlerin pek çoğuna göre bu hayr ve şer yollarıdır. Bu açıdan bunun İnsan Sûresi’ndeki “Biz ona yolu (sebîl’i) gösterdik” âyetiyle aynı anlamda olduğunu söylerler. Abdullah b. Abbas’ten gelen bir görüşe göre necdeyn; hidâyet ve dalâlettir.

Tefsirci Hasen mürsel olarak (sahabeyi atlayarak) Peygamber’in şöyle dediğini anlatıyor: “(Necdeyn) iki yoldur: Hayır ve şer yolu. Demek ki şer yolu size hayır yolundan daha sevgili kılınmamıştır."

Tefsirci Katade’den benzer bir görüş naklediliyor. İbnü Zeyd bu âyeti tefsir ederken “necdeyn; hayır ve şer yoludur" dedi ve “Biz ona yolu gösterdik...” (İnsan 76/3) âyetini okudu. (Taberî; İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/591-592. İbni Kesir, Ebu’l-Fidâ. Muhtasar Tefsir, 3/641)

Bu açıklamalar ve hidâyet için hangi araçların insana sunulduğunu anlatan âyetleri birlikte düşündüğümüzde bu âyette geçen “yol göstermek”ten maksadın, belirli bir şekil olmadığı, sayısız hidâyet imkanlarının kasdedildiği anlaşılır. (Mevdûdî, Ebu’l-Âla, Tefhîmu’l-Kur’an (ter.), 6/557)

İnsan bazen gücü ile aldanır. Halbuki sahip olduğu gücü ve imkanları ona veren Allah’tır. Ağız, dil, dudaklar, gözler, eller ve diğer organlar; bu hassas cihazların hepsi Yaratıcının eseridir. O (cc) insanlara kendilerine yol gösterecek duyular ve yetenekler vermiştir. Ona düşen bunları verene şükretmektir.

Dahası insanın yapısına dileği yolu tutsun diye, şu hayattaki görevlerini yerine getirsin, kendisine zarar verecek şeylerden kaçınsın diye ona kabiliyet vermiştir, üzerinde yürüyebileceği hayat yollarını göstermiştir. (Kutub, Seyyid. fi-Zılâli’l-Kur’an, 6/3780)

Üzerinde durduğumuz âyet insan yapısının (fıtratının) gerçekliğini ortaya koymaktadır. Yani onun iyi şeyler yapmaya da kötülük yapmaya da, Allah’tan korkup sakınmaya da günah işlemeye de, halifelik görevini yapmaya da onu ihmal etmeye de, iyi insan olmaya da şeytanın askeri olmaya da kabiliyetli olduğu gerçeği. Yapısının (fıtratının) böyle dizayn edildiği, ama başıboş bırakılmadığı , ona hayır ve şerrin gösterildiği, öğretildiği, ikisi arasında ayrım yapabilme yateneğinin ona verildiği gerçeği.

Nitekim benzer bir hakikati bir başka yerde buluyoruz.  

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran (zekkâhâ) kurtuluşa ermiştir. 

Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems 90/7-10)

Allah’a itaat etmek ve sâlih ameller işlemek suretiyle kendisini (nefsini) arındıran kimse kurtuluşa ermiş, buna karşılık masiyetlerle (günah işlerle) nefsini örten (kirleten) kimse de hüsrana uğramıştır” (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3327)

“Abdullah ibni Abbas’tan gelen bir görüşe göre mana; “Yani Allah kimin nefsini tezkiye ederse o felâha erer” şeklindedir.

Tefsirci İkrime’ye göre: Yani kim nefsini ıslah ederse, Katade’ye göre: Kim hayırlı/sâlih amel işlerse ve Allah’a itaat ile nefsini temizlerse (tezkiye ederse).  (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 12/603)

Nefsi tezkiye gerçeği A’la Sûresinde ‘tezekkâ’ kalıbıyla geliyor: “Arınan  (tezakkâ) ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa erer.”  (A’la 87/14-15)

Gerçek şu ki böylesi umduğunu elde eder. Yani cennette ebediliğe kavuşur.

Kimilerine göre burada arınan; amelini tertemiz yapan ve nefsini (kötülüklerden ve günahlardan) uzak tutan kişidir.

 

-Sonuç olarak

İnsan en güzel bir biçimde yaratıldı. Görevini yapabilecek kabiliyet, organ ve imkanlarla mücehhez kılındı. Yeryüzü onun hayatını sürdürebilmesini sağlayacak şekilde donatıldı. Niçin var edildiği, görevinin ne olduğu, bu görevini nasıl yapacağı Vahiy (Kur’an), peygamberler, akıl ve kevnî âyetlerle kendisine bildirildi. Ve önüne iki yol (sebîl) konuldu.

Bu iki yolun özellikleri, hangi yolu takip ederse nereye varacağı, neler kazanıp neleri kaybedeceği de kendisine haber verildi. Bu yolları tanıyabilmesi için ona akıl ve yürek, önünü aydınlatacak nûr  (ışık) olan Kitap ikram edildi.

İnsan artık kendi serbest iradesiyle bu yollardan birini seçebilir, hayatını istediği yolda yürüyerek sürdürebilir. Bundan sonra dünyada ve ölümden sonra elde ettikleri kendi tercihi ve kazancı olacaktır.

 

Hüseyin K. Ece

05.11.2018

Zaandam