Mutluluk nedir diye sorulursa herkes kendine göre cevaplar. Şu Erzurum türküsündeki âşık mutluluğa bir başka açıdan bakıyor. Bize de mutluluğu anlamakla ilgili bazı ipuçları veriyor.

 

“Dün gece yâr hanesinde yastığım bir taş idi

Altım çamur üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi.”  

Baksanıza  yağmur üstünde,  çamur altında, başını taşa koyarak uyuyan âşık bundan çok memnun imiş, gönlü de çok hoş imiş. Çünkü yârinin yakınında imiş. Bu onun için en büyük saadet. Bu ona bahşedilmiş en önemli hediye. Yârin çekim alanında olmak gönlünü memnun ediyor, yağmura ve çamura, zorluğa ve yorgunluğu rağmen.

Peygamber’in (s.a.s.) ve sahabenin yaşadığı döneme ‘Asr-ı Saadet’ diyoruz. Yani mutluluk çağı, mutluluk zamanı!

Muhteşem bir isimlendirme, harika bir niteleme. Tam o döneme lâyık bir sıfat. Hem de içinde önemli mesajlar barındıran bir ünvan.

O döneme bu ünvanın verilmesinin sebebi ne idi acaba? Göz kamaştıran zenginlikler mi? Kıtalardan kıtalara at koşturan ve zaferlerle dönen ordular mı? Her tarafta izleri görülen, köyleri, kasabaları, şehirleri mamur eden kalkınma mı? Düzgün işleyen ekonomik başarılar mı? Bolluk ve refah mı? Alabildiğine eğlenceli, herkesin memnun olduğu, şen şakrak yaşadığı neşeli gündelik hayat mı? Ağrısız, acısız,  felaketsiz, baskısız, günler mi? İşkencesiz, zulümsüz, hasretsiz ve gurbetsiz vakitler mi? Kavgasız, savaşsız, gürültüsüz, sürgünsüz, ambargosuz toplumsal hayat mı?

Hiç biri değil. Bazılarına göre bunlar veya buna benzer şeyler mutluluk sebebi olsa da, müslümanların bu zamana Asr-ı Saadet demelerinin gerekçesi bunlar olamaz. Bunlara sahip olanların mutlu oldukları, saadet içinde yaşadıkları iddiadan başka bir şey değildir.

Peygamber (s.a.s.) ve sahabenin yaşadığı dönemde yukarıda geçen ve insanların refah, kalkınma, ilerilicik saydığı şeylerin hiç biri yoktu. Ama işkencenin her çeşidi, mahrumiyet, açlık, baskı, sürgün, hicret, savaş ve ölüm vardı. Vatandan, hânelerden, sıcak yataklardan, mülklerden, ticaretten ayrılma vardı. Anne babadan, arkadaş çevresinden, sevgililerden firak vardı. Hak dini seçtiği için mirastan mahrum edilme, evlatlıktan reddedilme, savaş meydanında yakın akraba ile yüzyüze gelme vardı.

Bütün bunlara rağmen saadet vardı, gerçek mutluluk vardı. Kalplerin tatmin olması, yüreklerin sükûnet bulması, hayata anlam katma vardı. İnsana izzet ve şeref kazandıracak, kendisini ölümden sonra da kurtaracak, yaratılış amacına uygun bir hayat anlayışı vardı. İnsanlık görevini yerine getirmenin, hakka taraf olmanın, hak uğruna bir şeyler yapabilmenin sevinci vardı.

İslâmın ilk neslinin taddığı bu lezzet bir dönemin adı oldu. Bir dönemin adı olmakla kalmadı, bütün insanlığa örnek oldu.

 

Saadet Ne Demektir?

Din dilinde saadet, şekâvetin zıddıdır. Saadet sözlükte; talih, uğur ve bereket demektir.  Saadet, iyi ve hayırlı olana ulaşma, mutluluk, Allah’ın insana bereket ihsan etmesi ve onu mutlu kılması anlamlarına gelir. 

Şekâvet ise sözlükte; yorgunluk, mutsuzluk ve perişanlık anlamına gelmektedir. Kişi, işlediği bir fiil (amel) yüzünden perişan olur. Sıkıntıya uğrar, zorluk çeker. İçinde bulunduğu saadet (mutluluk) halinden çıkar, mutsuzluğa, perişanlığa düşer. Bu durum ‘şekâvet’tir.

Saadet içinde olana, Allah’ın verdiği berekete ve sonuca kavuşana “saîd”, ‘şekâvet’ içinde

olana, bedbaht, mutsuz, sıkıntı ve güçlük çekene ‘şâki’ denilir.

  Kur’an’da “ şaki ve saîd”lerden şöyle söz ediliyor:

“O gün gelince, Allah'ın izni olmaksızın hiç kimse konuşamaz: İçlerinde bedbaht (şâki) olanlar da, mesut olanlar (saîd) da vardır. Bedbaht (şâki) olanlar ateştedirler, orada onların (öyle feci) nefes alıp vermeleri vardır ki. 

Rabbinin dilediği hariç, (onlar) gökler ve yer durdukça o ateşte ebedî kalacaklardır. Çünkü Rabbin, istediğini hakkıyla yapandır. 

Mutlu olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar da orada ebedi kalacaklardır. Bu (nimetler) bitmez, tükenmez bir lütuftur.” (Hud 11/105-108)

İnsan doğuştan ‘saîd-(mutlu, huzurlu ve yaptıklarıyla saadeti hak eden) veya ‘şâki’ olarak doğmaz. Bu özelliği insanlar sonradan kendi tercihleriyle elde ederler. Allah’tan gelen hidâyete uyanlar,  hayatının her alanında ilâhî ilkelere tabi olanlar iki dünyada da  ‘saîd-mutlu’ olurlar. İlâhî hidayete sırt çevirenler kendi elleriyle şekâveti tercih ederler.

“(Allah) dedi ki: Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak, hepiniz oradan inin. Artık size benden bir yol gösterici gelecektir. Kim benim hidayetime uyarsa artık o ‘şekâvete’ düşmez, (mutsuz ve bedbaht olmaz) ve sapıtmaz.”(Tâhâ, 20/123)

Görüldüğü gibi Kur’an bütün insanlara saadetin, huzurun ve doğru bir hayat sürmenin yolunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kimilerinin mutluluk sandığı, nefsin hoşuna giden, şehvetlerin yönlendirdiği hayat şekilleri, İslâm’dan ve onun getirdiği ölçülerden uzak yaşantılar saadet değildir. Kişiye Allah (c.c.) katında iyi bir sıfat kazandırmayan hayat anlayışı, din dilinde mutluluk diye adlandırılmaz.

Allah’tan gelen hidâyete tabi olanlar, rüşd yoluna girip hak dinin ilkelerine göre yaşayanlar saadet programına sahip olanlardır. Bu anlamda İslâm, yani Allah’ın razı olacağı hayat şekli saadetin kaynağı; bütün batıl yollar ise şekavetin kaynağıdırlar. İnsandan beklenen, kendine şekâvet kazandıracak yani onu mutsuzluğa ve bahtsızlığa sürükleyecek yollara gitmek değil, saadet yolunu arayıp bulmaktır.1

Saîd, kendi elleriyle saadeti kazanan kimsedir. O, doğru tercih yapar, salih amel işler, hak olandan ayrılmaz, kendisi ve çevresi için faydalı olandan yana olur, maslahat (fayda verecek) olan işlerle meşgul olur. Sonunda dünyada saîdlerden olur. Yani doğru tercihlerinin ve davranışların ödülü olan dünyalık saadeti kazanır. Ölümden sonraki saadet biraz da bu dünyalık saadetle ile orantılıdır.

İslam insanları “saîd” yapıp onlara dareyn saadeti-iki dünya mutluluğu kazandırmak için gelmiştir. İyi bir müslüman saîd bir insandır ve onun hayatı saadet içindedir. Fakir olsa da, hasta olsa da, ezilen olsa da, esir olsa da, sürgün olsa da. Ona bu saadeti veren maddî unsurlar değil iman ve bu imandan kaynaklanan güzel işlerdir.

Sahabenin hayatında bunun pek çok örneklerini görüyoruz.

 

Sahabe Hayatından Saadet Örnekleri

Sahabelerin bir kısmı müslüman oldukları için dayak da yediler, aşağılandılar da, işkence de gördüler. İman etmeleri sebebiyle evlerini terketmek zorunda kaldılar, sürgüne bile gittiler. Yuvalarından,  işlerinden, ticaretlerinden, yatırımlarından mahrum kaldılar. Pek çoğu uzun yıllar vatan hasreti çekti, evlatlarından ayrı yaşamak zorunda kaldı. Habesiştan'a hicret edenler, oraya ticaret edip geri dönmek için gitmediler. Medine’ye hicret edenler daha iyi otlaklar, ziraate elverişli araziler, daha şahane yerleşim yerleri, denize nazır manzaralar, çok daha iyi kar getiren ticaret için gitmediler.

Onlar sırf dinlerini daha iyi şartlarda yaşamak için, sadece Allah rızası için ve Mekkelilerin baskılarından korunmak için evlerini terkettiler.

Bu hicreti gerçekleştiren muhacirlerin bundan dolayı pişman olduklarını, ah vah ettiklerini, keşke Muhammed'in aklına uymasaydık dediklerini kimse iddia edemez. Tam tersine onlar bütün bu mahrumiyet ve zorluklara rağmen hallerindan memnun idiler. Saadet içinde idiler.

Uhud savaşından sonra Adal ve al-Kâret kabilerinden bir heyet Medine’ye gelerek Peygamberimiz’den kandilerine İslâmı öğretecek öğretmenler istediler. Peygamber (s.a.s.)’ de onlara altı (veya on) kişilik bir grup sahabeyi gönderdi. Grup Hüzeyl kabilesinin topraklarındaki Rec’i kuyusunun yanına gelince etrafları ikiyüz kişilik bir eşkıya grubu tarafından sarıldı. Çıkan çarpışmada üçünü esir aldılar. Geri kalanlar şehid oldu. Abdullah b. Târık yolda kaçmaya çalışınca onu da taşlayarak öldürdüler. Hubeyb bin Adiy ve Zeyd b. Desinne’yi Mekkelilere iyi bir para karşılığı sattılar. Mekkeliler öteden beri Peygamberden ve sahabelerden Bedir’in intikamın almak için fırsat kolluyordu. Bu onların eline geçen bir fırsattı. 

Her ikisini de işkence ile şehit ettiler. Zeyd b. Desinne’ye idamından önce Ebu Süfyan; “Şu an yerinde Muhmammed’in yerinde olmasını ister m isin?” (Öyle ya onun yüzünden buradasın ve biraz sonra öldürüleceksin.) diye sordu. O ise: “Değil benim yerimde onun olmasını, Medine'de ayağına bir dikenin batmasına bile gönlüm razı olmaz” demişti.2

Mutluluğu tanımlayanlar bir de bu tavra baksınlar. Zeyd b. Desinne bu sözden biraz sonra feci bir şekilde öldürüldü. Ama onun yüzündeki şehadet müjdelerini hâlâ görür gibiyiz. Onun saîdlerden olduğuna da idam edildiği mekân asırlardır şehâdet etmektedir.

Âmir kabilesinin başkanı Ebu Berâ İslâma ilgi duyan, müslümanlara sempati ile bakan bir kimseydi. Uhud savaşından bir müddet sonra Medine’ye gelerek Peygamber’den kendilerine İslâmı öğretecek öğretmenler (mürşidler) göndermesini istedi. Peygamber (s.a.s.) genel durumun pek güvenli olmadığı gerekçesinden hareketle bu teklife sıcak bakmıyordu. Çünkü daha önce Bir’i Rec’i olayı yaşanmıştı. Ancak Ebu Berâ gönderilecek kişilerin kendi himayesinde olacaklarını söyledi ve can güvenliğine dair garanti verdi.

Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü çoğu Ensar’dan ve Suffe Ashabından olan kırk eğitimli kişiyi onlara gönderdi.  

Ebu Berâ her kadar gelecek heyetin kendi himayesinde olduğunu, kimsenin onlara zarar vermemesini istese de, bu irşad grubu Maûne kuyusunun başına gelince aynı kabileden Amir b. Tufeyl, Zekvan, Rı’l ve Usayyah kabilelerden topladığı silahlı adamlarla onları pusuya düşürdü ve onlara İslâm’dan dönmelerini teklif etti. Onlar ise ölünceye kadar çarpıştılar. Sonuçta iki kişi hariç hepsi şehit oldular.3

Kendilerine göre kazandılar. Düşman bildikleri müslümanlardan bir kısmını, haince de olsa ortadan kaldırdılar. İntikamlarını aldılar. Düşmanlarının kalbine müthiş bir acı sapladılar. Ama gerçekte kim kazandı, kim kaybetti? Kim Peygamberin duasını kazandı, kim bedduasını kazandı? 

Peygamberlerin duası reddolunmaz. Nitekim reddolunmadı da. Allah (c.c.) onun duasını kabul etti ve bu cinayeti işleyenlerin dünyalık cezaları verildi.

Kimin kazandığını bu katliamda yaşanan ilginç bir olay anlatıyor. Bu fâcia günü baskın yapanlar arasında bulunan Cebbâr bin Sülmâ kendisini İslâm’a davet eden Âmir bin Fuheyre’ye mızrağını sapladı. Mızrak göğsünü delip geçmiş ve o bu haldeyken “Vallahi kazandım!” demişti. 

Âmir b. Füheyre’nin ölmek üzere, üstelik sevinçle söylediği bu söz Cabir’i şaşkınlığa uğratmış. Bu adamı böyle sevindiren ve “kazandım” dedirten şey ne idi acaba?

Bunun üzerine günlerce düşünmüş, sonunda bunun İslâmdan kaynaklandığını anlamış ve müslüman olmuş.4

Göğsüne mızrak saplanmış iken “Vallahi kazandım“ diyen kimseye yazık oldu, dünyada çok mutsuzdu denilebilir mi?

Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Biz Rasûlüllah (a.s.) ile birlikte otururken uzaktan Mus'ab İbnu Umeyr (r.a.) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi (kazağı) vardı. Rasûlüllah (a.s.) onu görünce, (Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi:

“Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Kà'be gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?”

“O gün, dediler, biz bu günümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız." "Hayır! buyurdu, bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir.”5

İşte saadet olayına nebevi bir bakış. İnsanlara göre maddî refah iyi hale işarettir. Ancak Peygambere göre Mus’ab gibi süslü elbise giyememesine ve bazı dünyalıklar açısından mahrumiyet içinde kalmasına rağmen yüklendiği misyon, ulaştığı mertebe, kazandığı ecir asıl mutluluğa işaret eder.

Habbab ibni Eret anlatıyor: “Biz Hz. Peygamber ile birlikte sadece Allah’ın rızasını kazanmak için hicret ettik. Ecrimizi O verir... Musab ibni Umeyr (Uhud’ta) öldüğü zaman yarım yamalak elbiseden bir şey bırakmadı geriye. Öyleki onu gömerken bu elbise ile ayaklarını örtseler başı açık kalıyordu, başını örtseler ayakları açık kalıyordu. Peygamber (s.a.s.) buyuırdu ki: “Başını (elbisesiyle) örtünüz. Ayaklarını da otla kapatınız”6

Hicret izni verilmişti. Suheyb (r.a.) da Medine'ye hicret ederek müşriklerin zulmünden kurtulmak istedi. Fakat müşrikler ona engel oldu. Bir fırsatını bulup Mekke'den gizlice çıktı. Yapayalnız, ıssız çöllerde yol almağa başladı. Müşrikler Suheyb'in hicretini duyunca atlarına binip doludizgin yola çıktılar ve ona yetiştiler. Onların yaklaştığını gören Suheyb, sadağından oklarını çıkarıp yayına koydu ve onları gözetleyerek beklemeğe başladı. Kendisine doğru yaklaşınca onlara: 

“Ey KureyşIiler! Bilirsiniz ki ben sizin en iyi ok atanızım. Her birinize ok atarım ve sizi öldürürüm. Sonra kılıncımı çeker sizinle dövüşürüm. Oklarım bitesiye ve kılıncım kırılasıya kadar yanıma yaklaşamazsınız” diye söyledi. Onlardan birisi; “Sen Mekke'ye zayıf ve yoksul olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin hem de bunca malı götüreceksin. Biz buna izin vermeyiz” dedi. Suheyb (r.a.) de “Malımı size versem, beni serbest bırakır mısınız?” dedi Onlar da “Olur” dediler. Suheyb (r.a.) yanında bulunan bütün varını onlara vererek yoluna devam etti.

Hiç üzülmeden, yorgunluk, bitkinlik göstermeden Medine'ye doğru yol aldı. Nihayet sağ salim Peygamberimize kavuştu. Huzurlarına varınca olup bitenleri teker teker anlattı. Peygamber (s.a.s.) tebessüm ederek: “Alış-veriş kârlı oldu ey Suheyb!, alış-veriş karlı oldu...” buyurdu ve şu ayeti okudu. 

“İnsanlardan bir kısmı da, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder. Allah ise kullarına çok merhamet edicidir.” (Bakara 2/207)

İşin maddî cephesine bakanlar “yazık oldu, Süheyb bütün kazancını, ömrünce biriktirdiği servetini kaybetti. Medine’ye yoksul olarak gitti. Üstelik Medine’de de hiç bir şeyi yoktu. Hayata yeniden başlayacak, geçinmek için kim bilir ne zorluklarla karşılaşacaktı. Üstelik bu yapacağına dair hiç kimse garanti veremez” diyebilirler.

Bütün bunlara rağmen Süheyb’in perişanlık hissettiğini, pişman olduğunu, “nedir bu başıma gelenler” dediğini, bundan sonra mutsuz bir hayat sürdüğünü kimse ileri sürmedi. Tam tersine o yaptığından memnun, sonuçtan sevinçli, ulaştığı saadetten gönlü dolu idi. Zira onun ve diğer sahabeler için bu dünyanın aldatıcı mutluluğundan, ahiret saadetini de kazandıracak saadet daha hayırlı idi. Nitekim Süheyb hicret esnasındaki tavrının mükâfatını Vahyin müjdesi ile almıştı.

 Hz. Ali bir zalimin suikastıyla bu âlemden şahid olarak göçtü. Mazlum olarak öldü. Henüz çocuk iken müslüman olmuş, Peygamber vefat edinceye kadar onunla birlikte olmuş. Onun verdiği görevleri yerine getirmiş, neredeyse bütün günlerini İslâmî davet uğruyna geçirmişti. Peygamberin vefatından sonra da bu uğurda üzerine düşeni yapmış, boş durmamıştı. Beş yıllık halifeliği ise belki hayatının en zor, en yoğun, en tahammülü zor günleri idi. Buna rağmen yılmadı, yorulmadı, geri adım atmadı.

Dünyalık yaşayanlar açısından bakılırsa ne gençliğini yaşayabildi, ne de emekliliğin tadını çıkarabildi. Onlara göre bir gün yüzü görmedi. Ancak olaya onun açısından bakıldığı zaman durum hiç de onların zannettiği gibi değildi. O bu seçtiği hayat biçimiyle hem Rabbinin rızasını kazandı, hem gerçek said olarak saadete ulaştı, hem de insanlığın önünde Hz. Ali oldu.

Peygambere kardeş olmak gibi bir mutluluk işte bu yüzden onun hakkı idi.

Abdullah ibnu Ömer (r.a.) anlatıyor: “Resûlüllah (s.a.s.) sahabeler arasında kardeşlik bağları kurmuştu. Hz. Ali (r.a.) yanına geldi ve: “Ashabınızı birbirleriyle kardeş yaptınız. Ama beni kimseyle kardeş yapmadınız!” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.):

“Sen dünyada da ahirette de benim kardeşimsin!" buyurdu.”7 (Tirmizi, Menakıb, no:3722).

Asr-ı saadet, bütün insanlığa gerçek mutluluğu öğretmeye devam ediyor.

Dipnotlar

1- H. Ece. İ. Temel Kavramları s: 638

2- İbni Hişam, Siyer 3/178-181

3- İbni Hişam, Siyer 3/193-199

4- İbn-i Hişâm, Siyer 3/186

5- Tirmizi, Kıyamet/36 no: 2478

6- Tirmizi, Menakıb/53 no: 3853