Şüphesiz yeryüzünde sayılamayacak kadar çok olay oluyor. Bunların değil hepsini, bir kısmını bile takip etmek mümkün değil.

Her kişi kendine göre bir şeyler yapar. Bu yapılanlardan insanlık gereği yaptığımız şeyleri bir tarafa bırakalım ve niyet ederek ya da karar vererek yaptıklarımıza bir göz atalım.

 

Her yapılan eylem bir ameldir. Amel; kişinin niyet ederek, belli bir amaca ulaşmak için yaptığı eylemin, hareketin, fiilin adıdır. Ameller, ibadetleri ve ahlâkî davranışları kapsar.

Doğru mu yanlış mı? Neye gore doğru ve yanlış? Kendince belki doğru. Ya da yanlış olduğunu bile bile yapanlar da olabilir.

´Sizin işleriniz çeşit çeşittir.´ (Leyl, 92/4)

´Herkes kendince bir yol tutturmuş gitmektedir. Ama kimin doğru yolda olduğunu sadece Allah bilir.´(İsra, 17/84)

Allah insana iki göz bir ağız vermiştir. İki dudak, iki yanak vermiştir. Bize iyiyi kötüden ayırabilecek kabiliyet de vermiştir.

“Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve iki dudak. Ona iki yolu ( doğru ve eğriyi) gösterdik .” (Beled, 90/8-10)

“Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık.

Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.” (İnsan, 76/2-3)

Bunun karşısında insana serbest seçme hürriyeti de bağışlamıştır. Dileyen dilediği yönü seçebilsin diye. (Bekara, 2/256) Ancak, insana yardım etmek ve doğru gösterip öğretmek icin de elçiler göndermiştir. (En’am, 6/42. Hıcr,14/10)

Herkesin bir sorumluluğu vardır. Herkes kendi hayatında bir misyonu yerine getirmek üzere vardır. Herkes misyonundan ve yaptığından hesaba çekilecektir. Herkes görevinin raporunu yetkiliye sunmak zorundadır.

Bu noktada insana düşen; bu sorumluluğun neden var edildiğini sormak değil; derin düşünmek, iyi görmek, anlamak ve teslim olmaktır.

Bizden önce nice insanlar, nice kavimler, nice devletler yaşadı. Şimdi hiç birisi yok, hepsi tarih oldular.

İnsan sormak istiyor: Şimdi onlar neredeler?

Acaba nerede ´en kuvvetli benim´ diyenler. Nerede, insanları şaşırtan, saptıran, akıllarını çelen sihirbazlar, düzenbazlar, aldatıcılar?

Nerede Nemrut ve askerleri, nerede Firavun ve benzeri görülmemiş ordusu, adamları, gücü? Nerede, cehaleti ideoloji haline getiren Ebu Cehil?

Nerede doğulara ve batılara hükmeden imparatorlar ve imparatorluklar?

Hani onların kurduğu devasa devletlerin üzerinde güneş batmıyordu?

Hani onlar dünyanın ta ötesine hükmediyorlardı?

Hani onlar, yanilmez idiler?

Nereye gitti o güç, nereye gitti o ihtişam, nereye gitti o zenginlikler?

Hani nerede, insanların ruhuna bile hükmetmeye kalkışan sistemler?

Hani insanı bir robot haline getirip gütmek isteyenler aç gözlü tiranlar, diktatörler, despotlar?

Hani her sözü ağzından çıkar çıkmaz kanun olan cebbar yöneticiler?

Sormak gerek; siz ey sistemlerini zulüm düzenine çevirenler, devlet gücünü şahsi kaprisleri ve takıntıları için kullananlar, sahip olduğunu saltanatı ebedî sananlar!!! 

Bakmaz mısınız tarihe, geçmişe, çevreniz?

Bakmaz mısınız yolunuz üzerindeki yıkıntılara, gözünüzün önündeki mezarlara, hiç bir önemi kalmamış kalıntılara …

Ey, minicik bir kuvvete sahip olunca, en güçlü olduğunu sanan ahmaklar!

Sizden oncekilerin haberi size gelmedi mi?

Ey, devletin kıyısında köşesinde küçücük bir yetki ele geçirince, onu zayıflara karşı kullanmaya kalkışan zavallılar!!!

Duymadınız mı ki, hiç kimsenin yaptığı yanına kâr kalmıyor. Her mazlum, her hak sahibi, her ezilmiş günün birinde mutlaka hakkını alıyor. Ya da hak yiyenler bunun bedelini kan kusarak ödüyorlar.

Görmüyor musunuz, anlamıyor musunuz, şahit olmuyor musunuz?

Ey, günün nemrutları, günün firavunları, günün ebu cehilleri, günün ebreheleri!

Siz de devrileceksiniz günün birinde. Hem de veyl çukuruna. Hem de rezil bir şekilde. Günün birinde, evet günün birinde... Tıpkı önceki atalarınız gibi...

Anlamıyor musunuz?

Bilmek gerekir ki, doğru her zaman doğrudur. Zamanın değişmesiyle mutlak gerçek değişmez. Yağmurun yağmasıyla, Güneşin ışımasıyla şekil ve kıyafet değiştirmez. Ne ise odur.

Mutlak yanlış da yanlıştır. Mutlak kötü olan zamanın değişimiyle, değişip iyi olmaz. 

Firavun o azgınlığından geri dönmesi nice nice imkanlar yakaladı. Ama hiç birini değerlendirmedi. İnadının, kibrinin, cebbarlığının üzerine gitti. Kuvvetine, adamlarının çokluğuna, kral oluşuna güvendi. Musa ve Harun, onu ve adamlarını yumuşak bir üslûpla gerceğe davet ettiyseler de, hatadan dönmeye çağırdıysalar da, o daha azdı, daha da kibirlendi, daha da zalimleşti. (Tâhâ, 20/44)

Sonra bu azgınlığının karşılığını aldı. Adamlarıyla birlikte toptan cezalarını buldular. Bu onlar için dünyalık bir ceza idi. Ahirette de azabın en çetinine uğrayacakları da kesindir. (Şuara, 26/66. Ankebût, 29/40)

Azgınlıktan dolayı cezalandırılan bu gibi zalimlere Kur´an ilginç bir benzetme yapıyor. Onların arkasından kimse, hatta yerler ve gökler bile ağlamadı diyor.

“Gök ve yer onların ardından ağlamadı, onlara mühlet de verilmedi.” (Duhan, 44/29)

Evet, yerler gökler, onların arkasından ağlamadılar. Belki de sevindiler. Yeryüzü temzilendi diye. Göğe doğru mazlum feryatları fazla yükselmeyecek diye. Temiz kılınan yer, şirk ve ifsat ile kirletilmeyecek diye. Toprağa mazlum kanı ve gözyaşı daha az damlayacak diye. Kimbilir, bunlardan dolayı sevinç de duymuşlardır.

Kur´an açıkça, yerin ve göğün Firavun ve adamları için ağlamadığını söylüyor.

Biz biliyoruz ki, Muhammed (sav) dünyaya teşrif ettiği zaman, bütün bir kâinat sevinmişti. Yer sevinç duymuştu. Agaçlar onu selâmlamış, devesi mutlu olmuştu. Mekke ve Medine sevinmiş, Kudüs bayram etmişti. Kimbilir, Güneş, Ay ve yıldızlar hangi şekilde ve nasıl sevinç duymuşlardı?

Hz. Ali diyor ki: ´Âdemoğlu öldüğü zaman iki mekân onun icin ağlar. Bunların biri yerdedir, biri göktedir. Yerdeki mekânı secde ettiği yerdir. Gökteki mekânı ise amellerinin yükseltildiği yerdir.´

Peygamberin gelişiyle hayr sevinmiş, şer üzülmüştür. Melekler bayram etmis, şeytan karalar giymiştir.

Bütün bunların sembolik olduğunu varsayabiliriz.

Ama Kur´an açık bir şekilde diyor ki, Firavun ve adamları Musa´nın arkasından denizde boğulduklari zaman ´Gök ve yer onların arkasından ağlamadı.´

Yazık oldu demediler. Bu kadar insanın azgın sularda telef olmasından üzüntü duymadılar. Onların boğulmasını bir kayıp saymadılar.

Mümkün ki onların arkasında zulüm, günah ve kötülük ağlamıştır. Nereye gidiyor bu sahiplerimiz diye. Zaten firavunlar zulme ve kötülüğe sahiplik ederler. Onlar günahı ve fesadı korurlar. Onlar, şımarmayı ve birden fazla tanrıya kulluk etmeyi yüceltirler. Kayıplarına sadece bunlar ağlamış olabilir.

Yer ve gök onlar için ağlamaz.

Üstelik, tam boğulma anında “ben de inandım” demek de bu zalimleri kurtarmadı. Çünkü artık geç olmuştur. Bundan önce, yani güçlü iken, ellerinde geniş imkanlar varken, ne kadar firsat verilmişti kendilerine… (Yunus, 10/90-92)

Ama heyhat, o zaman güçlü idiler… Devlet ellerinde idi, yani muktedir idiler. Ya şimdi, yani boğulma anında.., Onlara kim yardım edecekti? Onları kim bu azap ve bundan sonra gelecek olan asıl azaptan çekip kurtaracaktı?

Burada durup düşünmek gerek. Kur´an bu olayları ve diğerlerini elbette boşu boşuna anlatmıyor.

Allah (cc), Rahman ve Rahîm’dir. Yani bütün âleme, âlemdeki her şeye son derece şefkat ve merhamet sahibidir. Kullarına da. Hatta haddini aşıp kendisine kafa tutanları bile, tevbe edip pişman oldukları zaman bile bağışlayacak kadar. Hatta bu azgınlıkları zamanında rızıklarını kısmayacak kadar.

Burada firavun adamlarının cezalandırıldığını, suda boğulduklarını, ahirette ise azabın en şiddetliisne uğrayacaklarını görüyoruz.

Bu kadar merhametli bir Rabb ve böylesine bir azap. Onların suçlarının boyutunu varın düşünün...

O kadar çok ki, o kadar aşırı ki, o kadar zalimce ki, Rahman olan Allah (cc) onlara ceza veriyor. Çünkü hak ettiler, çünkü adalet bunu gerektirir.

Diğer taraftan ne yazı ki Rahman olan Allah (cc) tarafından yaratılan kullar;  kendilerine ve diğerlerine karşı merhametli olmuyorlar. Ölçüyü kaçırıyorlar, kendilerine zarar verdikleri gibi, her şeye, hatta hayatın kaynağına bile zarar veriyorlar.

İnsan bu olaya bakmalı, kârı nedir, zararı nedir iyi hesap etmeli. Günün birinde herkes gibi o da güçsüz, sahipsiz, eli boş, imkansız, dermansız, yapayalnız kalabilir. Hiç bir şey, hiç bir insan, hiç bir merci ona yardım etmeyebilir.

O zaman ne yapar insanoğlu?

Geçmişte ve günümüzde, elinde kuvvet olan ama adalet şuurundan yoksun niceleri haksızlık ve zulüm yaptılar. Kendilerini yaratanı unutup, işlerine gelen tanrılar ve dinler uydurdular. Hayatlarına dair ölçüleri hevâ ve heveslerinden icad edip diledikleri gibi yaşadılar.

Ama onlar şimdi nerede?

Bugün, ister servetiyle, ister makamıyle, ister badensel gücüyle şımaranlara, güçlü olduklarını sananlara, haklı olduklarını ileri sürüp haksızlık yapanlara seslenmek gerek. 

Bugün, en güçlü benim, bana kimse hesap soramaz mantığı ile hareket edip, başkalarına haksızlık edenleri nasıl uyarmalı?

Kapalı kapılar arkasında insanlara işkence edenleri, tüyler ürpertecek vaveylâ ile uyarmak gerek:

Ne yapıyorsun behey zalim ??? 

Yaptıklarının burada kalacağını mı sanıyorsun ? Bu yaptıkların duyulmayacak mı sanıyorsun ? Mazlumun titreyen eli, günün birinde yakana yapışıp da seni titretmeyecek mi zannediyorsun ?

Zalimler, yani başkalarının hakkına tecavüz edenler, günün birinde firavun gibi boğulurken yer ve gök onlara ağlamayacak...

Yeryüzünde taşkınlık yapıp fesat yayanlar, bir sineğin vızıldamasıyla hayatı zindan olan nemrutlar gibi, mahvolduklarında yer ve gök onlara ağlamayacak...

Hakka ve haklıya düşmanlık besleyip, onlara savaş açanlar, ebu cehil gibi, bir çölün ortasında yere upuzun ve cansız uzandığında, gök ve yer ona ağlamayacak...

Yani arkasından ağlayacak kimsesi olmayacak...

Arkasından rahmet okuyacak bir bağlısı kalmayacak...

HEYHAT ! GÖK ve YER ONLAR İÇİN AĞLAMAYACAK.

Hüseyin K. Ece

Zaandam/Hollanda