“Ey iman edenler! Hep birden ‘silm’e (barış ve güvenliğe) girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Gerçekten o sizin apaçık düşmanınızdır.

Size apaçık deliller geldikten sonra (İslâm yolundan) kayarsanız biliniz ki Allah mutlaka galiptir, her şeyi yerli yerince yapandır.” (Bekara, 2/208-209)

 

         İslâm kelimesinin kökü ‘selime’fiili sulh (barış) anlamýna gelir. Aynı kökten türeyen, ‘selm, silm-selâm’ gibi kelimeler de barış anlamını verirler.

         ‘Selime’ fiilinden türeyen ‘selâm’ ise, emin olmak, güvenlik içinde olmak, barış ve esenlik içerisinde olmak demektir.

         Silm ve İslâm kelimesinin aslı olan ‘selime’ fiili; barış isteyen bir otoriteye boyun eğerek, ondan razı olup ona saygı duyarak itaat etmek, boyun bükmek ve böylece barış ortamında ve güvenlik içinde yaşamayı istemek; bu durumun devam etmesi için gerekli etkinlikleri yapmak demektir.

         Böylece bu tercih kişinin selamete, kurtuluşa ve esenliğe kavuşması  sonucunu doğurur.

         İslâm kelimesinin türediği ‘esleme’ fiili şu manalara gelir:

         1-Barışa girmek, barış yapmak,  

         2-Allah’a teslim olmak, Allah’a bağlanmak,

         3-İslâmı din olarak seçmek, İslâma girmek,

         4- Saygı ile boyun eğmek, itaat etmek, kabullenmek,

         5-İhlaslı ve samimi olmak,

         6-Selem alış-verişi yapmak, parayı peşin verip veresiye mal almak.

         İslâm sadece batılı anlamda bir ‘religion’ değil, belli esaslara inanmanın da ötesinde teslimiyeti, barış ve güvenliği de beraberinde getiren kapsamlı bir yaşama biçimidir. O bütün bir kâinatı kuşatıcı teslimiyeti ifade edici, insan için karşılıklı ahidle gündeme gelen bir sorumluluk ve ubudiyyeti öğreten bir sistemdir.

         Biz burada İslâm’ın ne olduğu hakkında bilgi vermeyi değil, onun öngürdüğü, asıl teslim olunması gereken yere veya ilkelere teslimiyetle, gerçekleşecek olan kişisel, toplumsal ve evrensel barışın niteliğine dikkat çekmek, bu barışı, fitneye, fesad, savaşa ve yalana çeviren bozguncu anlayışı teşhir etmek istiyoruz.

         Heyhat ki, İslâm, insan ve toplum bünyesindeki barışı sağlamak, insanı çevresiyle barışık yaşatmak, onu güzelliklere ulaştırmak üzere gönderilen fıtrat dini, yaratılışa uygun yaşama tarzı iken, ne yazık ki bilmeyenlerin (cahillerin) ve müfsitlerin (ifsat edicilerin) diliyle veya kalemiyle tam ters bir kimlikle sunulmaya çalışılıyor. Yani savaşın dini, yani saldırganlık, yani fundamantalizm, yani şiddeti tecviz eden inanç diye.

         İşin dopğrusu elbette böyle değil ama, ne yapalım ki, deve hendekten atlıyor, bunlar bu yanlışlarından vazgeçmiyor. Deve iğne deliğinden geçiyor, bunlar, içinde bulundukları yanlıştan vazgeçmiyorlar.

         İslâm, evrendeki bütün varlıkların uyduğu veya teslim olduğu kozmik düzenin de adıdır. Gözünü gökyüzüne çevir, sonra uzaya bak, sonra insan denen harika yaratığa bak; bir çatlak, bir düzensizlik, bir karışıklık görebilir misin? Göz oralarda çatlak bulamamaktan yorulur ve insana tekrar geri döner. (Mülk, 67/3-4)

         Kâinattaki bütün varlıkların hayatı ‘islâm’dır. Yani hepsi de evrenin Sahibine teslim olmuşlardır. Bunun dolayı da barış ve güvenlik içerisinde hayatlarını veya varlıklarını sürdürüyorlar. Ya da bu teslimiyetin doğal sonucu olarak barış ve esenlikle evrendeki işlevlerine devam ediyorlar.

         Evrendeki bütün yaratıkların uyduğu yaratılış/fıtrat’tır. Yani Yüce Yaratıcı onları hangi hal üzere, hangi biçimde, ya da ne yapmak üzere yaratmışsa, o yasaya tabi olma gerçeğidir. Onlar bu gerçeğin dışına çıkamzlar. Onlar, hangi şekilde ve hangi görev için yaratılmışlarsa, onunla vardırlar. Bu da bir düzendir, bir barıştır, bir intizamdır. Kur’an bu gerçeği şöyle haber veriyor:

         “Onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde kim varsa hepsi de ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürileceklerdir. “ (Âli İmran, 3/83)

         Yerde ve gökte olan her şey Yüce Yaratıcı’ya ve O’nun kendileri için koyduğu fıtrat kanununa (Sünnetullah’a) ister istemez teslim olurlar. Onların seçme hakkı yoktur. Onlar kâinatta mevcut olan İslâm/teslimiyet denen yaratılış kanuna uyarlar.

         İnsan akıllıdır ve irade sahibidir. Seçme hakkı olduğu gibi, iyiyi veya kötülüğü yapabilme kabiliyeti vardır. Seçme hakkı ve akıl ona sorumluluğu ve yaptıklarının hesabını verme sonucunu doğurmuştur. İnsanın dünya hayatını barış ve huzur içinde yaşayabilmesi ve selamete ulaşabilmesi için Yüce yaratıcı, kâinattaki evrensel düzeni, insan bünyesine uygun bir hâle getirmiş, İslâmı elçiler ve ilâhî kitaplarla, somut bir şekilde, bir hayat proğramı olarak insanlığa göndermiştir.

         İslâm’ı bilmek, anlamak ve kabul etmek, evrendeki ilâhî koroya, ilâhî, gerçeğe, ilâhî güzelliklere katılmak anlamına gelir. O zaman insanın kâinatla, varlıkla, varlık üzerinde olan sayılamayacak kadar olayla sorunu olmaz. Bu gerçeği anlayan insan, insanı da anlar, kâinatı da anlar, varlığı da anlar.

         Dahası insan İslâmı kendine hayat yaparsa; düzene, yani iç ve dış dünyasında, hayatının her alanında barışa kavuşur. Kendisiyle, ailesiyle, çevresiyle, diğer insanlarla, bilgiyle, varlıkla arası düzelir, onlarla barışık olur. Bunun ötesi insanın iç ve dış dünyasında kaostur.

         İnsan İslâmla barışa nasıl ulaşacağını öğrenir. Barışın prensiplerini, barışın insana getirdiği güzellikleri keşfeder, barışın evrenle birlikte, tabiatla bereber geniş bir koro olduğunu farkeder. Sonra kendi iç bünyesınde teslimiyetle kurduğu barış anlayışını, barış ahlâkını, esenlik ilkelerini; dışarı yansıtır. Bunu başta insan olmak üzere diğer varlıklara yansıtır. Yani kendisi ilâhî davete uyarak ‘silm’e’ giren müslim, bu ahlâkı toplumuna taşır. Böylesine ‘silm’e’ girmiş insanlardan kurulu toplum da ‘selâm/barış ve esenlik’ toplumudur. Bu toplum barış ve güvenliğe, huzur ve sükûna, güzel bir selâmete kavuşmuş toplumdur. Onların yaşadıkları beldeler o zaman ‘darü’s selâm’ olur.

         Cennetin bir adı da ‘Dârü’s-selâm’dır. Yani barış yurdu, güven yeri ve her türlü kusurdan, tehlikeden, korkudan, kötülüklerden, zorluklardan selâmette (uzakta) olan bir yer. (10 Yunus/25)

         Dünyada iken, kendi bünyesinde, sonra da toplum bünyesinde ‘selâm yurdu’nu kuramayanların, Ahiretteki selâm yurduna kavuşmaları mümkün değildir.

         İslâm, öncelikle dünya hayatını selam/barış ve esenlik, bir diğer deyişle mutluluk ve kurtuluş yurdu yapılmasını istemektedir. Yüce yaratıcının insanları İslâm’a davetinin hedefi budur.

         Mü’min kelimesinin türediği ‘emn’ kelimesi, her tür korkudan ve şüpheden emin olmak manasına gelmektedir. Buradan hareketle, iman eden mü’min, iman edilmesi gereken esaslara inanan, onların doğruluğundan şüphesi olmayan ve böylece emniyete/güvene kavuşan insan manasına ulaşılır. Mü’min Yüce Yaratıcıdan gelenlerden emin olan, ve buradan aldığı anlayışla emin hâle gelen, güvenilir olan, böylece dünyada ve ahirette güvene ve huzura kavuşan demek olur. O, kendisine ilâhî vahy, kulluk ve yeryüzünde halife görevi emanet edilen kimsedir. O emaneti taşıdığı sürece hayatında güvene kavuşur. Tehlikelerden uzak olur.

         İslâm kelimesi, barışı ve güvenliği, bir anlamda emin olmayı ifade etmektedir. Mü’min, kendisine ‘emanet’ edilen inanma işini yerine getirir, ‘emaneten’ sahibine teslim olur (müslüman olur) ve böylece gerçek emniyete ve kurtuluşa erer.

         Bütün organlarıyla Allah’a teslim olmuş birisi hem imanın emniyetine (güvenliğine), hem de İslâmın getirdiği ‘silm’e (barışa) girmiş demektir. Aynı zamanda İslâm kendini kabul edenleri, pek çok tanrının esaretindedn, pek çok beşer kaynaklı dinin tasallutundan, bütün şeytanî faaliyetlerin tuzağından selamet kıyısına ulaştırır. İnsanı, alemlerin Rabbinin yasasına uymakla, gerçek özgürlüğe kavuşturur. O, iki dünyadaki saadetin, kurtuluşun, barış ve emniyetin  öteki adıdır.

         Müslüman olan kimse, bir taraftan Allah’a teslim olmakta, bu teslimiyetiyle yalnızca O’na boyun eğmekte; bir taraftan da gerçek ‘selâm’a (barışa) ve güvenliğe kavuşmaktadır.

         Demek ki İslâm, yalnızca bir inanç ilkeleri değil, aynı zamanda dünya hayatının barışı ve güvenliği için en emin, en tutarlı, en yaratılışa uygun doğru yoldur.

         Gerçek böyle iken, daha doğrusu İslâm kendini böyle takdim ederken, Kur’an böyle bir hedefi gösterirken; Kur’an’ın cahil ve müstekbir dediği tipler, bunu yanlış anlıyorlar. Yanlış anlamakla kalmıyorlar, ellerindeki imkanları kullanarak, başkalarına İslâm hakkındaki kendi peşin hükümlerini, düşmanca bakış açılarını, yamuk duruşlarını bilgi diye sunuyorlar. Kitleleri bu şekilde yönlendiriyorlar.

         Her çağın fitne ve fesat odakları, her zamanın kötü niyetli cahilleri kendilerini Yaratan Rablerinin, insanlar saadet bulsunlar diye gönderdiği Vahiy düzenini görmezlikten gelirler. Hatta ona düşmanlık yaparlar.

         Çünkü kendileri fesattan yanadırlar. Fitneyi sevmektedirler. Gerçek barışı ve kurtuluşu bilmemektedirler. Bunlar belki de insanlığın sırtından geçinen aslaklardır. Fitne ve kaos ortamından medet uman fırsat düşkünleridir. Mazlumların göz yaşıyla, varlıklarıyla, emekleriyle geçinen sömürgecilerdir. Başkalarını zorbaca sindirip ellerindeki ekmeği alan hırsızlardır. Saltanatlarına aykırı yapılanmaları, toplulukları, kişileri gerekirse savaşla boyun eğdirmeye zorlayan despotlardır.

         Bunlar savaşı severler; barış dedikleri de kendi çıkarlarına hizmet eden durumdur. Yoksa, insanların huzur içinde olması onların huzurunu kaçırır. İnsanların ahenk içinde, kavgasız, gürültüsüz, savaşsız yaşamaları onları rahatsız eder. Onlar, kötülük odaklarıdır ki, kötülük ve zulüm onların karakteridir. 

         Gerçek barış taraftarlarının her alanda sesleri yükselinceye kadar, sahtekâr barışçıların yalanları, savaş çığırtkanlarının fesatları, hırsızlık yapanların numaraları devam edeip gidecek bütün bir yeryüzünde.

         Olsun... biz yine de Kur’an’da barış çağrısını hiç olmazsa kendimiz için tekrar edelim:

         “...HEP BİRDEN ‘SİLM’E (BARIŞ ve GÜVENLİĞE) GİRİN!...”

 

Hüseyin K. Ece