“Bismillahirrrahmanırrahîm,

1-Görmedin mi Allah fil sahiplerine ne yaptı?

2-Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?

3-Onların üstüne ebâbil kuşlarını göndermedi mi?

 

4-Ki o kuşlar, onların üzerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atarlardı.

5-İşte bu atışları onları, yenik ekin yaprağı gibi paramparça ediverdi.”

Olayı hatırlayalım;

Milâttan sonra 570inci yıllar. Yemen’de Ebrehe isimli bir kral (sultan) Kâbe’nin konumunu kıskanıyor. Çünkü Kâbe hem emniyet, hem de huzur yeri. Onun çevresi de öyle. Putperset olsalar bile o günkü arapların gözünde farklı bir yeri vardır.

Herşeyden önce babaları İbrahim’in hatırasıdır. Onun sayesine bir itibarları vardı. Onun sayesinde Arabistan’ın merkezi olmuşlardı. Mekke kuru bir vadinin ortasında olmasına rağmen ekonomik olarak hiç darda kalmıyorlardı. Panayırlar kuruluyor, kervanlar oraya uğruyorlar, alış-verişler sürüp gidiyordu. Kâbe’yi yöneten ve hizmetini göre Kureyş kabilesinin civardaki kabileler üstünde bir saygınlığı bulunuyordu. Kâbe sebebiyle onlara hürmet ediyorlardı. Bu da onlara hem itibar hem de ticaret avantajı sağlıyordu.

Ebrehe hem bu itibarı, hem de bu ticaret avantajını ele geçirmek, arapların teveccühünü Yemen’e çevirmek istiyordu. Bunun için o zamana kadar görülmemiş muhteşem bir mabed yaptırdı. İnsanları bu mebedi ziyarete ve orada ibadet etmeye çağırdı.

Ancak bu muhteşem, alâyişli mabed gereken ilgiyi görmedi. Araplar yine de eski, sade, hiç bir gösterişi olmayan, dört kuru duvardan ibaret olan, ama İbrahim Peygamber tarafından Allah adına yapılan o mescidi ziyaret etmeye devam ettiler. Her ne kadar içinde elle yapılmış ve tanrı zannedilen heykeller olsa bile. Her ne kadar asıl kimliğinin dışında bir kimlik yüklense bile. Her ne kadar asıl görevinden uzaklaştırılsa bile.

Çünkü Kâbe’nin ayrı bir önemi, ayrı bir hatırası, ayrı bir sevgisi vardı halk üzerinde. Bu sevgi ve hatıra süslü, pahalı, görkemli yapılarla değiştirilmeyecek kadar derindi.

Ebrehe’nin sevgiye değil, güce dayanan mabedi gereken ilgiyi görmeyince kızdı, köpürdü, deli divane oldu. Ve tarihte görülmemiş çılgın bir karar verdi:  

Kâbe’yi yıkacaktı...

Böylece insanların teveccühünü zorla da olsa Yemen’deki yeni ve görkemli mabede çevirecekti.

Büyük bir ordu hazırladı. Koca koca filleri ordunun önüne koydu. Ağır silahlı, gururlu, saltanatlı bir şekilde Yemen’den yola çıktı. Kâbe’yi yıkmaya gidiyordu. Kâbe’yi sevenler elbette onu korumaya kalkışacaklardı. Binlerle, onbinlerle, belki de yüzbinlerle çarpışmak zorunda kalcaktı. Onun için ordusu büyük ve güçlü olmalıydı. Fillerle desteklenmeliydi. Önünde özellikle savaş için yetiştirilmiş filler olan bir orduyu hangi güç yenebilirdi.

Ebrehe kimbilir bu ordusuna ne kadar güveniyordu. Kimbilir ne kadar gururluydu. Çok güçlü olduğunu, kendinden başka güç olmadığını düşünüyordu. Bu ordu ile herkesi yener, istediğini elde edebilirdi.

Nihayet Mekke’nin önlerine geldi. Hayret, karşısına şu ana kadar değil bir ordu, bir asker bile çıkmadı. Hani nerede idiler şu Kâbe’yi sevenler? Hani, niye ortaya çıkmıyorlardı? İşte kendisi kararlıydı, Kâbe’yı muhakkak yıkacaktı. Ama ortalıkta onu sevdiğini iddia edenlerden eser yoktu. Bir Abdulmuttalip karşısına gelmişti. O da Kâbe’yı yıkmaması için yalvarmaya değil, gasbedilen develerin tazmin edilmesini görüşmek üzere gelmişti.

Kimbilir Ebrehe, karşısına Kâbe’yi korumak üzere ordu çıkmayışına nasıl şaşırıyordu.

Adam yerine konulmamak, karşısına çıkmamak, karşısında diz çöküp yalvarmamak, af dilememek...

Şüphesiz böyle bir durum cebbar kralları kızdırırdı, çileden çıkarırdı. Ebrehe’yi de çok kızdırmış olmalı ki, hışımla ordusunu savunmasız, korumasız, ordusuz Kâbe’nin üzerine saldı.

Ama korumasız zanennettiği Kâbe, asıl sahibi tarafından korunuyordu. Onun çok sağlam muhafızı vardı. Onun yapılmasını emreden irade, onu korumayı da üzerine almıştı. Hiç Beytullah’ın, Allah’ın evinin koruyucusu olmaz mıydı? Hiç Allah (cc) kendi evini bir çapulcunu, bir kibirli serserinin insafına bırakır mıydı?

Heyhat Ebrehe ve Ebrehe gibiler bunu nereden bilecekti? Ebrehe ebleh gibiydi. Basireti bağlıydı, feraseti yoktu, kalp közü kördü. Anlamazdı, hissetmezdi, duygulanmazdı. O güçten başka bir hak, güçlüden başka haklı tanımıyordu. O gösterişin, görkemli olmanın, maddi güce sahip olmanın üstünlük olduğunu zabnnediyordu.

Fakat yanılmıştı. Hem de çok yanılmıştı. Nefsi onu aldatmıştı, şeytan onu aldatmıştı. Maddi gücü gözünün önüne perde çekmişti.

Ne oldu? Korumasız zannettiği Kâbe’nin sahibi ebâbil kuşlarını gönderdi. Bu küçük kuşlar, gagalarında taşıdıkları pişmiş tuğla gibi, küçücük taşlar attılar. Her biri bir askerin, her biri bir filin üzerine düştü. Her bir asker bu atılan acaip taşlarla paramparça oldular. Tıpkı hayvanlar tarafından yenilmiş, dağıtılmış, tarumar edilmiş ekinler gibi.

Yerlere serildiler, yüzleri üzerine düştüler. Mağlup ve perişan oldular. Beytullah’ı yıkmaya gelen Ebrehe ve ordusu, bütün bir insanlığa ibret olacak şekilde tarihten silindi gitti. (geniş bilgi için bak. İbni Hişam, es-Siyretü’n Nebeviyyeh, 1/43-62)

Evet, yeryüzünün merkezi, insanlığın kıblesi, Allah adına ilk yapılan mabed olan Kâbe, bizzat onun sahibi tarafından korunmuştu. Allah (cc) yeryüzünün kalbi olan Beytullah’ın bir haydut tarafından yıkılmasına, fonksiyonundan uzaklaştırılmasına, adının silinmesine asla izin vermedi.

Ona kalkan el kırıldı.

Onu yıkmaya yeltenen kazma tuzla buz oldu.

Ona saldırmaya kalkışan fil, üzerindeki sürücüyle beraber yerlere serildi. Karınca kadar kuvveti olmadığı anlaşıldı.

Yeryüzünün kalbi Kâbe... Yeryüzünün yüzakı... Tevhidi’in simgesi... İbrahimî anlayışın müstesna temsilcisi... Barışın, emniyetin, huzurun, insanî değerlerin adresi...

Onun yüceliğini onunla güvene kavuşanlar bilir. Onun değerini elini ya da gözünü ona dokunduranlar bilir. Onun mütevazi duruşunun ne muhteşem manalara işaret ettiğini halden anlayanlar bilirler. Ondaki safiyetin, ondaki vakur duruşun, ondaki o güven telkin eden bakışın onun aziz oluşundan kaynaklandığını, onunla hemhâl olanlar anlarlar.

O, Allah’ın evi... Allah (cc) zamandan mekandan münezzeh olduğuna göre yeryüzünde O’nun maddi evi olur mu? Maddi anlamda olmaz elbet. Bu bir sembolik ifadedir. Zaten Kâbe’nin kendisi de klasik anlamda bir eve benzemez ki.

O, Allah adına yapıldığı, çevresinde sadece onun adına dönüldüğü, her bir dönüşün ibadet sayıldığı bir mekan olması sebebiyle Allah’ın evi sayılmıştır. Asırlardan beri milyonlarca insan, her türlü zorluğa katlanarak, uzak yakın diyarlardan onu ziyaret etmeye gelirler.

Onun yanında Allah’a iltica ederler.

Onun yanında dua ederler ve duaları, tevbeleri kabul edilir.

Onun yanına gelen itminan bulur (gönlü doyar), onun yanına gelen sevinir, onun yanına gelen iç huzura (sekine’ye) kavuşur.

Onun yanına gelen, onun çevresinde yaşayan, ona selâm veren onun sevgisiyle dirilir.

Onunla gönenir, onunla iç ve dış hayatında güvene kavuşur.

Ebrehe işte böylesine bir mekanı, yeryüzünde Allah’ın adıyla nişan konulan bir mabedi yıkmaya yeltenmişti.

Ama zalimler sonunda nasıl bir inkılâpla devrildiklerin görüyorlar. (26 Şuara/227)

(Onlar görüyorlar da , onları seyredenler, ya da tarihi okuyanlar bu devrilmeyi yeterince algılıyamıyorlar. Zaman içerisinde bakıyorsunuz ki, ya zalimlerin peşine takılıyorlar, ya da zalimlere zalim deme cesaretini kaybediyorlar.)

İslâmî litaratürde inananların kalbine de ‘beytullah/Allah’ın evi’ denir. Zira kalb imanın kökleştiği yerdir. Kalb, Allah sevgisinin mekan bulduğu yerdir. İnsan vücudu bir ülke ise, yürek o ülkenin başkentidir, yönetim merkezidir. Vücuttaki bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. O kötü olursa bütün vücut kötü olur.

Dünyanın merkezi Kâbe olduğu gibi, beden dünyasının merkezi de yürektir. Kâbe nasıl Allah sevgisini bünyesinde barındırıyorsa, yürek de Allah’a imanı ve O’na olan sevgiyi barındırır.

Bundan dolayı ona da Allah’ın evi değeri verilmiştir.

Bütün kalbler, insan bedeninde Kâbe olmaya adaydır. Elbette bu insan bünyesindeki Beytullah görünmeyen bir aşk mekanı ve kıble sayılmayan bir sevgi hazinesidir.

Allah (cc) maddi olarak âlemlere sığmaz ama,  muhabbeti küçücük kalbe sığar. Allah’ın sevgisinin sığdığı yürek de isim değiştirir ve ‘beytullah/Allah evi’ ünvanını alır. Ya da Allah sevgisiyle terbiye olan yürekler ‘beytullah’ makamına çıkarlar.

Ne yazık ki ilk insandan beri şeytan ve onun yardımcıları her zaman yüreklerin ‘beytullah’ olmaması için çaba gösterdikleri gibi, ‘beytullah’ olan yürekleri de kırmak, tarumar etmek, nifaka uğratmak, fesada vermek, Allah sevgisini oradan kovmak için sürekli onlara hücum etmişlerdir.

Ebrahenin Kâbe’ye yapmak istediği kötülüğü, onlar insan bedenindeki Allah evine (kalbe) yapmaktan geri durmamışlardır.

Günümüzdeki şeytanın yardımcıları; yani zalimler, yani çağdaş ebreheler, ‘beytullah’ olan yürekleri yıkmak ve o yüreklere kendi değerlerini, ideolojilerini ve hakimiyetlerini yerleştirmek istiyorlar. Yürekleri esir almak istiyorlar. Yüreklere zehirli bukağılar vurmak istiyorlar.

Bu çağdaş ebrehelerin ellerinde eskimiş ebreheden daha çok imkanlar var. Onun fillerine karşı bunların filden daha büyük, daha tehlikeli, daha tesirli, daha etkileyici silahları var. İdeolojileri, hayat tarzları, gönle hoş gelen eğlenceleri, yürekleri saptıracak numaraları, kitleleri kandıracak efsûnlu yalanları var.

Çağdaş ebreheler, günümüzdeki ‘beytullah’ olarak kalabilen yüreklere her taraftan saldırıyorlar. ‘Beytullah’ olmaya aday yüreklerin önüne de çok çeşitli engeller dikiyorlar.               

Peygamber (sav) mescitleri de Allah’ın evi diye nitelendiriyor. Nitekim uzun bir hadisin bir bölümünde şöyle buyuruluyor:

“...Herhangi bir topluluk Allah’ın evlerinden (beytullah’ın) birinde toplanır da Kur’an okurlar ve onu aralarında müzakere ederlerse, melekler onlara kanat gerer, üzerlerine sekinet (huzur) iner, onları rahmet kuşatır ve onları Allah (cc) kendi katında anar...” (İbni Mace, Mukaddime/17, hadis: 225)

Ebreheler, mescitleri de sevmezler. Camilerin olmaması, yapılmaması, ortaya çıkmaması için mücadele verirler. Buna engel olamazlarsa, daha tehlikeli bir yola başvururlar... Camileri işgal ederler. Onları işlevsiz hale getirirler. Onları asıl görevlerinin dışında kullanırlar. Böylece onları manen yıkarlar, tahrif ederler. Fonksiyonlarını zaafa uğratırlar. Kendi kutsallarının propaganda yeri haline getirirler.

Çağdaş ebreheler, Allah’a yönelen yürekleri, kendi mukaddeslerine, kendi yalanlarına, kendi batıl görüşlerine, kendi yollarına yönlendirmek isterler. Tıpkı Ebrehe’nin bir mabed yapıp, insanları zorla oraya yönlendirmek istemesi gibi. Direnen olursa, fillerini, kurtlarını, çakallarını, sırtlanlarını; maddi ordularının yanında, siyasetlerini, kültürleri, medyalarını, hayat biçimlerini, anlayışlarını   seferber ederler.

Yüreklere saldırırlar, yürekleri bozarlar, yürekleri zincirlerler.

Kalbleri Beytullah olmaktan alıkorlar. Beytullahlara düşmanlık ederler.

Bakınız, onların yeryüzündeki faaliyetlerine, hepsi de bu amaca yönelik. Bütün güçlerini ardarda cepheye sürüyorlar. Ellerindeki imkanları kullanıyorlar. Bütün iletişim vasıtalarını, yüreklerini; daha doğrusu, insanı tahrip etmek üzere devreye sokuyorlar.

Ne hazin ki insan bedenindeki Allah evi olması gereken yürekleri yıkıyorlar, durmadan yıkıyorlar, habire yıkıyorlar.

Yürekler şimdi onların görkemli ve şatafatlı yalanlarının işgali altında.

Ebâbil kuşları nerede?

Acaba ağızlarında pişmiş tuğla gibi ufacık azab taşları taşıyan kuşlar yeniden gelecek mi?

İnsan bedenindeki Beytullahları kim koruyacak çağdaş ebrehelerden?

Sahi, nereye gitti Ebrehe’nin görkemli, azametli, mağrur, eşi benzeri görülmemiş binası?

Nereye gitti o dillere destan yapı?

Ne oldu o alayişli salatanata?

Halbuki mimari açıdan basit ve mütevazi bir bina olan Kâbe, İbrahim (as) zamanından beri dimdik ayakta. Hem Mekke’de, hem bütün mü’min gönüllerde. Ta kıyamete kadar...

İnsan bünyesindeki ‘beytullahları/Allah evlerini yıkmaya yeltenen çağdaş ebrehelere en iyi cevap, imanın yüreklerde iktidar olmasıdır.

BİZİM EBÂBİL KUŞLARIMIZ, YÜREKLERİMİZİ BEYTULLAH (ALLAH EVİ) HALİNE GETİREN İMANIMIZ ve CAHİLLER İÇİN YAPACAĞIMIZ HİDAYET DUAMIZDIR...

Hüseyin K. Ece

Zaandam-Hollanda