Kur’an öncelikle iman edenlere pek çok peygamberin yanında bazı faziletli insanları da örnek olarak takdim ediyor.

Bunlar kötü örneklerin karşısında âdeta insanlık âbideleri gibi durmaktadır.

Onların örnekliği, sahip oldukları fazilet, onlardaki üstün ahlâk çağlardan çağlara sürüp gelmekte, gelecek nesillere de örnek olarak kalmaktadır.

Bu güzel örneklerden biri de, Firavunun karısıdır.

Ki o; tarihte azmanın, haddi aşmanın ve zalimliğin zirve şahsiyeti Firavunun karısı idi. Onun sarayında, -tabir yerinde ise- kraliçe idi. Belki de bazıları, -kocası rabblik davası güttüğüne göre- ona tanrıça bile diyorlardı. Güç ve kuvvet, lüks ve refah, zenginlik ve gösteriş açısından en üstün yerde idi.        

Kocası Firavundu.

Kocasının güçlü bir devleti, ordusu, adamları, serveti, kuvveti ve kahrı vardı.

Astığı astık, kestiği kestikti.

Her bir sözü kanundu.

Her bir buyruğu kendi beldesinde hukuktu.

İnsanlar onun önünde boyun eğiyorlardı.

O, ülkelere, insanlara, servetlere, hatta vicdanlara dahi sahip olduğunu düşünüyordu.

Karşı konulamaz bir gücü, yenilmez bir ordusu, çökmeyecek gibi bir saltanatı, göz kamaştıran bir lüks hayatı, herkesi korkutan bir ceberrutluğu vardı.

Etrafında saltanatına yardımcı olan, daha doğrusu, şahsiyetini gücün gölgesinde bulan, güçlünün verdiği ile geçinen, yağcı ve köle ruhlu yardımcıları vardı. Bu yardımcılar hem kendilerine o düzen içinde yer buluyorlar, hem de firavun saltanatının sağladığı dünyalık imkanlardan pay alıyorlardı.

Bunlar, Hâman, Karun ve Bel’am idi.    

İlginçtir her üç tip toplumda bir kesimi temsil ediyordu:

Zenginler,

yöneticiler/ya da bürokrasi,

okumuşlar/ilim adamları...

Hâman siyasi becerisini,

Karun servetini,

Bel’âm da elde ettiği ilmi Firavun’un emrine vermişti.

Hâman kabiliyet ve siyasetiyle, Karun servetiyle/sermayesiyle, Bel’am da ilmiyle firavun zihniyetinin arkasında idiler.

Zira her biri varlığını Firavun’a borçlu idi. Çünkü her üçü de Firavun’un saltanatından çıkar sağlıyorlardı.

Mesela, Karun, akıl almaz servetini Firavun saltanatı zamanında, onun yardımıyla elde etmişti. Firavun’a arka çıktığı sürece servetine servet katacak, şiştikçe şişecekti.

Firavunun adamları, köleleri, ileri gelenler, memurları, hatta bilginler bile onun emrine uydular. Düzenini benimsediler. Halbuki Firavunun işi, yolu, düzeni, inancı hiç de reşid (doğru) değildi. (11 Hûd/97)

Firavun, bu ve benzeri destekçileriyle, ordusu, mali, mülkü, gücü ve hiddetiyle öylesine güçlü olduğuna inanmışti ki sonunda halkına; “Ben sizin en büyük rabbinizim” deyivermişti.

“Yani sizin sahibiniz benim. Varlığınızı bana borçlusunuz. Sizi ben bu hale getirdim. Benim sayemde yaşıyorsunuz. İstesem sizi yok ederim. Size istediğimi yapmaya kadirim. Benimsiniz, benim lütfumla ayaktasınız, bana muhtaçsınız...”

“Öyleyse bana itaat edeceksiniz. Asla karşı gelmeyeceksiniz. Bana minnet duyacaksınız. Benim önümde boyun eğeceksiniz...tıpkı bir kulun tanrının önünde boyun büküşü gibi” dedi.

Öyle de oldu.

Bütün halk onu itaat ediyordu. Onun önünde secde edercesine boyun büküyordu. Ona teşekkür eder görünüyordu.

Hatta halkını grup grup ayırıp, onları zayıflatıyor, böylece kendisine itaat etmelerini sağlıyordu. Gruplar arasına soktuğu fitneler sayesinde zayıflar, Firavunun zulmüne karşı biraraya gelemiyorlardı.

Çünkü birbirleriyle uğraşıyorlardı.

Karşı gelenlere ne mi oluyordu?

O belli bir şey...

Ölümlerden ölüm beğeniyorlardı...

Anında defterleri dürülüyordu...

Firavun, yanlış yapıyordu.

Saltanatıyla, devlet gücüyle, eldeki dünyalık imkanlarla şımarmıştı.

İnsanlar üzerinde rablik iddia etmişti, haddini aşmıştı.

Elinin altında bulunanlara zulmetmiş, baskı uygulamış, onları sömürmüş, onları birer kul haline getirmişti.

Kimileri de her türlü tehlikeyi göze alarak Hz. Musa’nın davetine uymuş ve hak yolu bulmuştu.

Böylece Firavunun yanlışına taraf olmaktan kurtulmuştu.

O cesur insanlardan biri de Firavunun hanımı idi.

Kur’an onun hakkında şöyle diyor: 

“Allah iman edenlere de Firavun’un karısını örnek verdi. Hani o: “Rabbim, benim için katında cennette bir ev yap. Firavundan ve onun amelinden beni kurtar ve o zalimler topluluğundan beni esenliğe çıkar’ demişti.” (66 Tahrim/11)

O, öncelikli olarak iman etmesinin karşılığını Rabbinden istedikten sonra, dikkatimizi çeken bir başka dua daha ediyor:

“Yarabbi! Beni Firavun’un amelinden kurtar. Çünkü onun ameli/işi reşid (doğru, hak üzere, uygun, faydalı) değildi. Yanlıştı, sapıklıktı, zararlıydı, zulümdü, isyandı, haddi aşmaktı.”

Dua devam ediyor: “Yarabbi! Beni bu zalimler topluğundan kurtar ve esenliğe çıkar.” 

Âdeta;

“Yarabbi! Her ne kadar ben onların sarayında, onların yanında bulunuyorsam da, ekmeklerini yiyor, dünyalık imkanlarının bir kısmından yararlanıyorsam da, yaptıklarını görüyorsam da; ben asla onların yanlışlarına, onların kötü amellerine/işlerine, zulümlerine ortak olmadım.

Ortak olmak bir yana, razı olmadım.

Onların gittiği yolu benimsemedim, sevmedim ve o yol uğruna hiç bir çaba içine girmedim, Firavuna ve onun zulüm sistemine hiç bir şekilde yardımcı olmadım.

Ama artık onların zulüm işlerine, sapıklıklarına şahit olmaktan yoruldum.

Beni onların arasından kurtar” diyordu.

Bu ne müthiş bir kararlılık, bu ne denli cesur bir karşı çıkış, bu ne müstesna bir iman örneği...

Aklı başında olmak işte budur…

Doğruyu ve yanlışı, zulmü ve haksızlığı görebilme idraki işte budur…

Anlayış, ileri görüşlülük, haktan yana olmak işte budur…

Bir kadın, dünyanın en güçlü zalimine karşı, hem de kocası olmasına rağmen karşı çıkıyor, yaptıklarının yanlış olduğunu haykırıyor ve inandığı Rabbinden yardım istiyor.

Bu tavır o günün şartlarında çok önemli bir tavırdır. Firavun’un sarayında, onun kontrolünde yıllarca yaşamış, hatta onun eğitimine şahit olmuş bir hanım; sonunda gerçeği, yani kocasının ve adamlarının zalim olduklarını anlamıştı. Bunu da korkusuzca, (belki de kocasının yüzüne) haykırmıştı.

Kur’an, Firavunun iman eden karısına nasıl muamele ettiğinin üzerinde durmuyor. Bundan ötesi zaten çok da önemli değildi. Belki her zalimin yaptığı gibi onun kocası da onu cezalandırmıştır.

Belki de Musa (as) ile uğraşırken onu cezalandırmaya fırsat bulamamıştır.

Asıl önemli olan o şerefli kadının imanî tavrı. Cesur çıkışı ve hakikati gören feraseti idi.

İşte bu yüzden Rabbimiz onu mü’minlere bir örnek olarak gösteriyor.

Bir de şu duruma bakalım.

Peygamberimiz buyuruyor ki::

Ümmetimin zalime; ‘Ey zalim!’ demeye cesaret edemediğini gördüğün zaman onlardan ümidini kes.” (Hakim en-Nisabûrí’den nak. F. Yeken, Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, çev. N. Bolelli, İstanbul, tarih yok. s: 111)

Bir tarafta Kur’an’ın örnek verdiği Firavunun karısı, diğer tarafta zalime; “Sen zalimsin, ya da ey falanca adam, ey falanca sistem, ey falanca kuruluş, ey falanca güç ve yetki sahipleri! sizin yaptığınız zulümdür” demeye cesaret edemeyen kişi ve topluluklar...

Aradaki fark cidden çok büyük.

Kur’an bu örneği elbette boşu boşuna vermiyor.

Firavun Kur’an’da  olumsuz bir insan tipi olarak çok geçiyor. Onun şahsında azgın insan psikoloji ortaya konulup insanlar uyarılıyor.

İşte Firavun tipi budur. Özellikleri şöyledir. Zararları, zulüm mantığı, baskısı, hak yemesi, yalancılığı, dolambaçlı siyaseti, kitleleri kandırıp kendine bende etmesi işte böyledir.

Bunu iyi tanıyın.

Bunu iyi tanıyın ki, çağınızın, ya da çevrenizdeki firavunlarını da iyi tanıyabilesiniz.

Bu tipi ve bu mantığı iyi tanıyın ki çağınızdaki bütün firavun düzenlerini, firavun sistemlerin, firavunî kişi ve kuruluşları tanıyabilesiniz. Tanıyasınız da onlara arka çıkmayasınız, destek olmayasınız. Tam tersi firavun zihniyetine karşı çıkasınız.

Tıpkı Firavunun konum olarak zayıf durumda olan imanlı ve cesur karısı gibi.

Tarihte ve günümüzde firavun zihniyeti bitti mi? Firavun tavrı tarihe mi karıştı ? Hayır...

Kur’an, kıyamete kadar gelecek olan firavun zihniyeti üzerinde çok duruyor.

Çünkü o haddi aşmak ve zulüm anlayışı maalesef kaybolmuyor. Her zaman ve her her yerde firavun tipli adamlar, firavnî sistemler çıkıyorlar. Firavun gibi haksızlık yapmaya ve zulmetmeye, müstekbirlik taslamaya devam ediyorlar.

Firavunlar Allah ve O’nun hükümlerine karşı her zaman savaş verirler.

İnsanlar hakkında ilahi hükümlere ters hükümler koyarlar, yani rabliğe soyunurlar. Kendi sistemlerine karşı çıkanları da en rezil cezalarla tasfiye etmeye çalışırlar.

Nerede mi?

Dünyanın her yerinde.

Yerel düzeyde ve uluslararası alanda.

Şurada, yakınımızda.

İslâm ülkelerinde, Avrupa ve Amerika coğrafyasında, belki daha ötelerde.

Bu mantık karşımıza kimi zaman kişi olarak, kimi zaman devlet veya sistem olarak, kimi zaman beynelmilel teşkilat olarak, kimi zaman askeri güç olarak, kimi zaman işgalci olarak çıkabilir.

Siz bu firavunî anlayışı bazen uluslar arası hukuk,

bazen İslâmı hayattan kovan bir düzen,

bazen İsrail,

bazen Amerika,

bazen Avrupa, bazen terörle mücadele,

bazen güya insan hakkı savunmacısı,

bazen çağdaşlık postuna bürünmüş olarak çıkabilir.

Ama hangi boyaya bürünürse bürünsün firavun mantığı, sapıklık, Allah’a isyan, haddi aşma, rablik taslama, zulüm ve haksızlık, sömürü ve zayıfların ezilmesi, insanların kendi ülkelerinden kovulması, yaşadıkları yerlerin zindana çevrilmesi mantığıdır.

Bu mantığa lânet olsun.

Bu tavrı destekleyen Hâman, Bel’am ve Karun tiplerine lânet olsun.

Firavun zihniyetini destekleyen yönetici, okumuş/medya ve sermaye sahiplerine yazıklar olsun.

Bu anlayışa arka çıkan, zalime zalim deme cesareti gösteremeyen korkaklara, zalimlerin değirmenine su taşıyanlara, onlara bilerek veya bilmeyerek destek olanlara yuf olsun.

Kim olursa olsun zalimin, kimden gelirse gelsin bütün zulümlere karşı çıkanlara selâm olsun diyoruz.

Ve tekrar, tekrar, gönülden, canhıraş bir sayha ile yeni baştan Kur’an’ın övdüğü firavunun hanımı gibi dua etmenin zamanıdır:

YARABBİ! ÇAĞDAŞ FİRAVUNLARIN ve ONLARIN YANLIŞ AMELLERİNDEN/İŞLERDEN BİZİ UZAKLAŞTIR.

Hüseyin K. Ece

Zaandam-Hollanda