Asabiyye kimilerine göre olumlu olsa da genellikle olumsuz anlamlar taşımaktadır. Bu konuda gelen hadislerde asabiyyenin müsbet bir manası ile karşılaşmıyoruz. (Mesela; Ebu Davûd, Edeb/112 no: 5121. İbni Mâce Diyât/8 no: 2635, Fiten/7 no: 3949. Müslim, İmâra/57. Nesâî, Tahrim/28 no: 4120)

 

Bu kavram günümüzdeki kavmiyetçiliği, ırkçılığı, haksız tarafgirliği, şövenistliği, fanatikliği ve tutuculuğu ifade etmektedir.

Mü’minlerin çıkış  noktası ve ölçüsü inancıdır, inancının dayandığı kaynaklardır. Onlar bir şeyi değerlendirirken, bir şeyi kabul ve red ederken, bir şeye iyi veya kötü derken, keyfine göre hareket etmezler, Kur’an ve Sünnete sorarlar. Onlar şu âyetin gereğinin yapmaya çalışırlar.

 “… Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa, 4/59)

Mü’minler, Allah’ın ve Rasûlü’nün ölçülerine, hükümlerine, hudutlarına aykırı hareket etmenin imana uymadığının bilincindedirler.  

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa 4/65. Nûr 24/63)

“Kim Allah'a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (Nisa 4/14. Ahzâb 33/36. Cîn 72/23)

Mü’minler, insanları ve davranışlarını, inanaçları, fikirleri,  dünya görüşlerini, değerleri, grupları, cemaatleri Kuran ve Sünnet süzgecinden geçirirler. Bu iki kaynağa aykırı olmayanları ya benimser, ya da anlayışla karşılarlar.

Onlar, Allah’ın herkese ayrı akıl gücü (zekâ), kapasite ve kabiliyet verdiğini, hiç kimsenin başka biri ile tıpatıp aynı olmadığını, aynı olması gerekmediğini bilirler. Bu anlayıştan hareket ettikleri için farklı düşünmeyi, farklı anlamayı, farklı önerleri bir realite olarak kabul ederler. Kimseyi ne düşüncesinden dolayı, ne de tercihlerinden dolayı mahkum ederler. Sadece kabul ve red noktasında akideye danışırlar. Uymuyorsa katılmazlar, yanlış ise uygun metodlarla düzeltmeye calışırlar, ya da mücadele ederler. 

Müslümanların sahabe döneminden beri aynı fikirde olmadıkları, cemaat, fırka, mezhep, meşrep ve tarikatlara ayrıldıkları, bu ayrı kalmaların bazen tefrikaya, bazen, kavgaya, bazen savaşa, bazen de tekfire kadar uzandığı bilinen bir gerçek. İslâm tarihinde sayısız mezheb (siyasî ve itikadî), sayısız meşrep, sayısız cemaat ve sayısız tarikat ve bunların yanında sayısız siyasî grup olduğunu ehli bilir.  

Günümüzde durum bundan çok farklı değildir. Bugün de İslâm dünyasının her tarafında benzer cemaatleşmeler, benzer gruplaşmalar görülüyor. Bütün bu bölünmelere sağcılık solculuk, vatancılık, particilik, sosyalistlik, libarellik, feministlik, kavmiyyetçilik ve daha başkaları da eklendi. Hatta bir futbol takımını tutmak bile neredeyse ideoloji haline geldi. Takımı için can verenler, takımı uğruna her fedakarlığı yapanlar, karşı takımdan olanlarla kıyasıya döğüşenler var. Kimileri kimliklerini bir partiye mensup olmakla açıklıyorlar.

Bütün bunlar birer gerçek. Tarihimizin ve günümüzün realitesi.  Durumun böyle olması bir felaket mi? Hayır, felaket değil. Belki tabii bir şey. Farklı düşünce, kanaat, anlayış, tercih olması ne kadar doğal ise, bu görüşlerin bir araya gelip cemaat, mezhep, grup (hizip) olmaları da o kadar doğaldır.

Felaket olan bir cemaate, bir mezhebe, bir gruba mensup olmak değil, mezhepçi,  grupçu, cematçı olmak; kendi takımını merkeze almaktır. Kendi görüşünü hak diğerlerini batıl saymaktır. Kendi cemaatinin görüşlerini mutlaklaştırıp, Kuran’ın ne dediğine kulak asmamaktır. Kendi cemaatini, meşrebini, mezhebini,  tarikatını Nuh’un gemisi zannedip diğerlerini Nuh’un oğlu zannetmektir.

Felaket ve tehlike cemaatinin, grubununun, mezhebinin görüşlerini din haline getirip, başkalarını sapıtlıklıkla suçlamaktır.

Kur’an bu yanlış tavra şöyle işaret ediyor:

“[yahut] inançlarının bütünlüğünü bozarak parçalara bölünen ve her grubun yalnız kendi sahip olduğu [ilkelerle] övündüğü kimselerden olma!” (Rum, 31/32. Mü’minun 23/53) 

Müslümanlar için asıl tehlike ve felaket farklı görüşe, farklı cemaate mensup olmak, farklı ülkenin vatandaşı olmak değil, müslümanlarla kardeş olduğunu, kardeşin kardeşe karşı görevlerini ve ona kardeşçe davranması gerektiğini unutmalarıdır.  Asıl tehlike kavim, grup, mezhep, meşrep, ülke, siyasi yapı, kültür vb. ırkçılığı, asabiyyesidir.

Bütün bunlara rağmen Kur’an müslümanlara ‘İslam ümmeti’diyor. İslâm ümmeti inanç nisbeti açısından bir toplum, gayr-i muslimler de ayrı bir toplumdur. Bu tanım mekan ve coğrafya açısından bir bölünmeyi, bir gruplaşmayı, sosyal bir sınıfı değil; akidede, dünya görüşünde, değerler ve normlarda, ahlâk anlayışında ve zihniyetteki farklılığı ifade etmektedir.

Çağımızda giderek artan, cemaatlerde, partilerde, spor klüplerinde, kavmiyet davalarında, mezhep anlayışlarında, hemşehricilikte karşımıza çıkan ve müslümanları da etkileyen olumsuz asabiyye (fanatikliğe) karşı müslümanların elinde İslam ümmeti bilinci gibi mükemmel bir ilke var. 

 

1-Ümmet bilincinin imkânları

-        Müslümanlar bir ümmettir

“[SİZ EY inananlar,] gerçek şu ki, bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir: çünkü hepinizin Rabbi Benim; öyleyse [yalnızca] Bana kulluk edin!” (Enbiya 21/92. Mu’minu 23/52. Şura 42/8. Zuhruf 43/33)

-        Müslümanlar orta ümmettir

“Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik...” (Bekara, 2/143) 

Yani, aşırılıklar karşısında adil bir denge gözeten, adaleti ayakta tutan (Nisa 4/135) herkesin hakkına riayet eden, haksız yere kimseyi yargılamayan, ğayb’ta olanın hakkına bile saygı gösteren bir toplum.

-        Müslümanlar Hakikatin şâhitleridir

“... ki [hayatınızla] tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız … ” (Bekara 2/143) Onlar, Hakikate nisbetle insanların önünde model olmak durumudadırlar. Bui se bir şerefli bir payedir. İslâm ümmeti bu payeye İslâmı güzel temsil etmekle ulaşır.

-        Bütün müslümanlar dinde kardeştir

Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurât 49/10)

Müslümanlar dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar birbirlerine kardeş gibi davranırlar. Haklarına riayet ederler, iyiliği için çalışırlar, yardımcı olurlar. Uzakta olanlara belki el erişmez ama dua ve iyi niyet erişir.

-        Müslümanlar birbirinin velisidir

Yani dostu, yardımcısı, destekçisi, seveni, dinen yakını ve müttefikidir.  (Tevbe

9/71) Müslüman müslümana bu gözle bakmalı, ona sırtını dönmemeli, onu düşman değil dostu bilmeli, düşmanlara karşı onunla yardımlaşmalı.

-        Müslümanlar hayırlıdır

Müslümanlar hem hayırlı bir topluluktur (Ali İmran 3/104),  hem hayırda yarışırlar (Ali İmran 3/114. Mü’minun 23/64) Bunun için herkesin hayrını isterler. Hayırlı işlere destek verirler. Hayır kimden gelirse gelsin başüstü ederler. Şer kimden gelirse gelsin razı olmazlar. Kendi hizbinden, kendi öz kardeşinden gelse bile. Zira onların ölçüsü Haktır, çıkar veya grup asabiyyeti değil.

Müslümanlar şu ayetin gereğini yerde yaparlar: “… İyilik ve takvâda yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın…” (Mâide 5/2)

-        Müslümanlar iki dünyalı yaşarlar

Yani onların hayattaki hedefi sadece buraya ait değidir. Onlar ahiret için de hazırlık yaparlar. Yaptıkları her işin ahirette mutlaka karşılığı olacağına yürekten inanırlar. Bu yüzden kimsenin aleyhinde bulunmazlar, gıybet etmezler, kimsenin hakkını yemezler, kimsenin zararına çalışmazlar.

“Çünkü her topluluk, merkezinde O'nun, [Allah'ın] bulunduğu kendisine ait bir istikamete yönelir. Öyleyse, iyi ve güzel işlerde birbirinizle yarışın...” (Bekara 2/148)

-        Müslümanların elinde vahiy vardır

Son vahiy kitabı inzal edildiği gibi ellerindedir. Değişmeden, bozulmadan korunmuş olarak kıyamete kadar baki kalacaktır. Vahiy herkese doğru yolu (hidayeti) göstermeye devam ediyor. (Bekara 2/38)

-        Müslümanlar vahdeti emreden bir dine inanıyorlar

Vahiy aynı zamanda müslümanların vahdet olmasını, inançta, hedefte, yardımlaşmada, kardeş bilmede, duygularda ve tercihlerde birbirlerine yakın olmalarını, toptan Allah’ın ipine sarılmalarını, tefrikaya düşmemelerini emrediyor. (Âli İmran 3/103)

Vahdet; aynı ülkeden, aynı mezhepten, aynı meşrepten, aynı ırktan veya aynı cemaatten olmak, aynı bayrağın, aynı çatının, aynı tabelanın altında biraraya gelmek değil; Kelime-i Tevhid’e inandığını, İslam ümmetinin bir üyesi olduğunu bilmektir. Müslümanlara kardeşçe muamele etmek, velilik hakkını yerine getirmek, müslümanlara kin gütmemektir. Sevmek, ilgi göstermek, desteklemek, yardım etmek, koruma kollamak, aleyhine çalışmamak, onu dışlamamak, dünyalık sebepler yüzünden onunla kavga/savaş etmemek, onun düşmanlarına yardım etmemektir.

Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Sizden biri kendisi için arzu ettiğini (mü'min) kardeşi için de arzu etmedikçe (hakkıyla) iman etmiş olmaz.” (Buhârî, İmân/7 no: 13. Müslim, İmân/71, 72 no: 170-171. Tirmizî, Kıyâme 59 no: 2515. Nesâî, İmân, 19 ve 33 no: 5020, 5042)

 

 2-Ümmet bilincinin önündeki engeller

-        İslâmî kimliği tanımama

Daha doğrusu İslâmın ölçülerini tanımamak, bu konuda titiz olmamak.  Müslüman

ölçüyü imanından alır.  Neye nasıl bakacağını, iyi ve kötü ölçülerini, hak ve batıl çizgilerini imanı belirler. Bunları bilmeyenler, müslümanlara karşı nasıl davranacağını da, onlara karşı görevlerini ne olduğunu da bilmezler.

-        Grup tassubu (asabiyye)

Bu, grubunu ideoloji haline getirme, cemaatçilik, mezhepçilik, tarikatçılık, particilik, kavmiyetçili kültür ırkçılığı yapılmasıdır.  

‘Asabiyye’nin aslı olan ‘a-sa-be’ fiili sözlükte pek çok manaya gelmekte beraber; bağlamak, sarmak, kuşatmak, şiddetle himaye etmek gibi anlamları daha ağırlıklıdır. (Lisanu’l-Arab, 10/165-169. Isfehani, el-Müfredat s: 502)

“Kavgada ve savunma sırasında yakın akraba kişinin etrafını sardığı, onu korumaya çalıştığı için akrabalara ‘asabe’ denilmiştir.” (DİA, 3/452)

Cahiliyye döneminde, aralarında kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa  ‘asabe’, bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve dış tehlikelere karşı koymasını veya saldırı söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna “asabiyye” denirdi. Bu yakınlık duygusu aileden başlayarak akrabaya, kabileye ve aşirete doğru yayılırdı. Bu gerçek asabiyyedir.

Asabiye’, sözlük manasıyla aile, kavim, kabile, grup ve benzeri konulardaki aşırı düşkünlük ve bağlılıktır. Kişinin kendi akrabalarını ve içinde bulunduğu toplumu öne çıkarması, onlara ait olan şeyleri savunması, onlara yardımda öncülük tanıması, onlara taraftar olması demektir.

İslâm, dar anlamda kavmiyetçilik manasına gelen ‘asabiye’yi yasaklamış, bunun cahiliye âdeti olduğunu vurgulamıştır. Allah (cc) insanları bir ana-babadan yaratmıştır. İnsanların ayrı ayrı soy ve kabileler halinde yaratılmasının sebebi tanışmaları, bilinmeleri kolay olsun diyedir. Dil, renk, bölge, kavim, grup bir insan için üstünlük sebebi değildir. Üstünlük takvadadır (Allah’tan  hakkıyla korkup- sakınmadır) (Hucurât 49//13)

‘Asabiye’, bugün vatan, ırk veya kültür üstünlüğünü savunan milliyetçilik fikrinden çok, bir kavmin, bir kabilenin üstünlüğünü savunan ırçılık fikrine daha yakın görünmektedir ve ondan daha dar kapsamlıdır. Asabiyye haksız bir tarafgirliktir.

Peygamberimiz (sav), ‘Bir kimsenin kavmini sevmesi asabiye midir?’ sorusuna şöyle cevap vermiştir: “-Hayır, fakat asabiye; kişini zulümde kavmine yardım etmesidir.” (İbni Mâce, Fiten/7, no: 3949. Ebu Davud, Edeb/112 no: 5119)

‘Asabiye’ anlayışı, asabiye’ye davet cahiliye anlayışıdır. Bir hadiste şöyle buyuruluyor:

“İnsanları bir asabiye için toplanmaya çağıran, bir asabiye için savaşan ve asabiye uğruna ölen bizden değildir.” (Müslim, İmare/57, no: 1850. İbni Mâce, Fiten/7, no: 3948. Nesâí, Tahrim/28 no: 4120. Ebû Dâvûd, Edeb/112 no: 5121)

‘Asabiye’, yalnızca ırk, soy veya kabile sevgisinde olmaz. Günümüzde çok sık görüldüğü gibi parti, grup, cemaat, ülke, spor takımı, hatta lider sevgisinde bile olmaktadır.

- Heva ve hevese uyma

Ölçüleri Kur’an ve Sünneten değil kendi keyfinden/fikrinden almak. Böyleleri başkasına nefsi için kızar, kimseyi beğenmez, başkalarını dışlar, onlarıın ayıbı ile çok uğraşır.  Kendini grubunu/cemaatini, mezhebini, tarikatını, partisini fırka-i naciyeden (kurtulmuş gruptan), diğerlerini batılda görür. Kendi grubunu hakkın merkezi yapar, her şeye, herkese o pencereden bakar.

- Avare durmak,  asıl yapılması gerekenleri ihmal etmek,

Boş duranları nefisleri ve şeytan oyalar, hatta işgal eder. Böyleleri asıl görevlerini ihmal ederek diğer müslümanları dillerine dolamayı marifet zannederler. Halbuki yeterince çalışan ve görevini yapmakla meşgul olan boş işlere zaman bulamaz.

- Tehlikenin farkına varmamak, tarihten ders almamak

Vahdetin önemini, tefrikanın zararlarını hesap etmemek. Bunun bugün içinde yaşadığımız şartlarda ne kadar önemli olduğunu unutmak.Tarihte müslümanların tefrika yüzünden ne kadar zarar ettiklerini düşünüp ibret almamak. Birbirine sırt dönmenin Allah’a ve Rasülüne isyan olduğunu akla getirmemek. Tarih maalesefe tekerrür edip duruyor.

-        Dünyevileşme ve ahireti ciddiye almama

Dünya işleriyle fazla telaşlanmak, grupların lüzumsuz gündemlerine dalmak, dikkati daha çok dünyalık hedefelere çevirmek… Ve ahireti, hesabı, cezayı ve mükafatı unutmak. Halbuki müslüman inanır ki her eylemin, ağızdan çıkan her sözün, verilen her hükmün bir hesabı olacaktır.

Vahdet konusunda şair şöyle diyor:
“.. Kuran'a bak İncil'e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası
….. 
Cümle canlı hep topraktan
Var olmuşuz emir Haktan
Rahmet dile sen Allah'tan
Tükenmez rahmet deryası

Veysel sapma sağa sola
Sen Allah'tan birlik dile
İkilikten gelir belâ
Dava insanlık davası…”

Hüseyin K. Ece

15.12.2012

Zaandam/Hollanda