“İslâm savaşa şiddetle karşıdır ve savaşa hiç bir şekilde izin vermez. Savaşı vahşet olarak görür. İslâm kendisine saldırana bile barışla karşılık vermeyi tavsiye eder.”

 

“İslâm savaş (cihad) dinidir ve kafirlere karşı saldırıyı hoş görür. İslâm, müslüman olmayanlar İslâma girinceye kadar, ya da kendi elleriyle cizye (vergi) verinceye kadar diğerleriyle savaşmayı öngörür. Başkalarını baskı ile din değiştirmeye zorlar.”

Bunları kim ileri sürerse sürsün, bu iki iddia da İslâm hakkında yanlıştır.

Evet, İslâm barış dinidir, barışı öncelikler, barış ortamının sağlanmasını emreder. Bütün müslümanların toptan silm'e (barışa-İslâma) girmelerini ister. (Bekara 2/208) Müslümanların kendi hayatlarını ve toplum hayatını dâru's-selâm (barış ve güvenlik yurdu) yapmalarını bir görev olarak onlara yükler. Hiç kimseye haksızlık yapılmasına, başkalarının haklarına tecavüz edilmesine, zulme ve her türlü baskıya izin vermez. Bütün bunları büyük günah olarak ve insanlık bünyesinde açılan fitneler olarak görür. İyilik etmeyi (Bekara 2/195. Maide 5/93), yardım etmeyi (Nahl 16/90. Kalem 75 ve diğerleri), ezilmişlerin (müstez’afların) hakkını korumayı imanî bir görev sayar. (Nisa 4/75) “İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın”  der.  (Mâide 4/2. Bir benzeri: Mücadile 8-9)

            Ancak savaş da hayatın bir gerçeği.

  • Savaş realitesi

İnsanlık tarihinde bağımsız siyasal organizasyonlar kurulduğundan beri çıkar çatışmaları, güç dengeleri ve dinî-ideolojik sebepler ekseninde düşmanca tutumlar varolagelmiştir. İbn Haldûn’un deyimiyle savaş insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir ve doğal bir gelişmedir.[1]  Başka toplumları kendi egemenliği altına alma, mal ve zenginliklerine el koyma, sömürme, ilâhî mesajın insanlara ulaşmasını engelleme yönündeki faaliyetler tarih boyunca hep devam eettiği gibi, hak ve bâtılın mücadelesi hep var olmuştur.  (Bakınız: Kehf 18/56. Mü’min 40/5. Muhammed 47/3)[2]

Gelecekte de savaşların tümüyle sona ermesi mümkün değildir. İnsanlar Âlemlerin Rabbinin ölçülerine değil de kendi hevâlarına uydukları sürece savaşlar, kavgalar, zulümler  sona ermez. Hevâlarına uyanların çıkarları da her zaman çatışır.

  • Kur’an’da savaş kavramı

Kur’an’da savaşı, savaş halini ve savaş hukukunu ifade etmek üzere dört kelime kullanıyor. Bunlar harb, nefr, kıtal ve cihad kavramlarıdır.

            -Harb: İki topluluk arasında meydana gelen silâhlı çatışma manasına gelir ve Kur’an’da türevleriyle birlikte onbir âyette yer almaktadır.  Kur’an Allah’ın yasağına rağmen faizciliği (tefeciliği) sürdürmeyi Allah’a karşı harb ilan etmek olarak nitelendiriyor. (Bekara 2/279)

Bir âyette vahye karşı küstahça kibirlenenlerin harb ateşini yaktıklarını ve Allah’ın da her zaman onların yaktığı bu ateşi bir şekilde söndürdüğü söyleniyor.  (Mâide 5/64)

Müslümanlarla anlaşma yaptıkları halde her seferinde verdiği sözde durmayanlar harb’e başvurularsa, başta Peygamber (sav) olmak üzere müslümanların onlara karşı koyma hakları vardır. (Enfâl 8/57)

 Bir âyette ‘harb’ açık bir şekilde savaş manasında kullanılıyor. (Muhammed 47/4)

            -Nefr: ‘Nefr’, sözlükte, heyecan verici bir emirden dolayı fırlayıp çıkmak demektir. ‘Nefr’ Kur’an’da, düşmana karşı harekete geçmek, ileri atılmak anlamında kullanılıyor.

Düşmana karşı koymak için evlerinden çıkıp bu amaçla bir araya gelen topluluğa ‘nefir’ adı verilmektedir. Bu topluluğa katılan her bir kişiye de ‘nefer’ denir.

Müslümanların başkanının onları savaş için toplanmaya, ileri atılmaya çağırmasına da ‘istinfar’ adı verilir. Bunun Türkçe’deki karşılığı ‘seferberliktir’. Bu seferberlik (istinfar) ya genel (nefir-i âm) olabilir, ya da özel olabilir. Kur’an şöyle diyor: “Ey iman edenler! (düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi alın da cihada bölük bölük çıkın ya da topluca seferber olun.” (Nisa 4/71. Bir benzeri: Tevbe 9/41)

Nefr (seferberlik) İslâm toplumunun kendisini savunma noktasında bu çok önemlidir. Bundan dolayı Kur’an bu işi hafife alanları kınamaktadır. (Tevbe 9/38, 81)

-Kıtal/mukatele: Birisini öldürmek anlamına gelen “ka-te-le” fiilinden türemiştir.  Sözlükte ‘kıtal’ iki kişi veya grup arasında meydana gelen birbirini öldürme eylemi veya savaşmak anlamına gelir.[3] ‘Ka-te-le’ fiili Kur’an’da çok geçen kelimelerden birisidir. Türevleriyle birlikte  otuzüç surede 165 defa geçmektedir.  

‘Kıtal ve mukatele’ Kur’an’da silahlı çatışmadan, düşman saldırısından, müslümanların karşılıklı savaşlarından, fitneyi önlemek üzere Allah yolunda savaşmaktan söz eden yerlerde kullanılıyor.  ‘Allah yolunda kıtali/savaşmayı’ emreden âyetler sadece Medenî sûrelerde geçmektedir. (Mesela: Bekara 2/190, 193, 244. Âli İmran 3/168. Nisa 4/76, 84. Enfal 8/39. Tevbe 9/12, 14, 29, 36, 123. Hucurât 49/9. Hac 22/39)

 -Cihad: ‘Cehd’ kökünde türemiştir. Cehd; kararlı ve şuurlu bir şekilde gayret etmek, zorluklara karşı çaba göstermek, çalışmak, ‘bir işi başarmak için elinden gelen imkanları kullanmak’  gibi anlamlara da gelir.[4]

Cihad ise sözlükte, sözde ve fiilde bütün gücü ve takatı ortaya koymaktaki aşırılıktır.[5] Cihad, malı yüce bir gaye uğruna harcamayı kapsadığı gibi nefsi de böyle bir uğurda sunmayı, yani Allah yolunda infak etmeyi bile içerisine alır. Tıpkı nefsin düşmanlarına karşı güzel ameller işleyerek mücadele etmeyi, şeytana ve şehvetlere karşı savaşmayı, zalim yöneticiye karşı hak kelime söylemeyi, yani sözlü cihadı  içerisine aldığı gibi. (M. M. Bâbillí, Meşrûiyyetü’l-Kıtal fi’l-İslâm,  s: 187)

‘Cihad’ isim olarak dört, bunun fiil şekli yirmi dört yerde,  cihad eden anlamındaki ‘mücahid’ ise iki âyette geçmektedir.  Bu âyetlerin bir kısmında (Tevbe 9/41, 44, 81, 86) cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği söylenebilir.  Bazı âyetlerde cihad;  ‘Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşayabilme gayreti’ şeklinde özetlenebilecek genel bir manada geçmektedir.

Cihadla ilgili birçok hadis mevcut olup bunlar bazı müstakil eserlere konu olduğu gibi hadis mecmualarında da ‘kitâbü’l-cihâd’ veya ‘fezâilü’l-cihâd’ başlıkları altında toplanmıştır. Bu hadislerde Allah yolunda, ilay-i kelimetullah uğrunda yapılan çalışmalar, yolculuklar ve fiili savaşlar cihad ile ifade ediliyor.

Hedef ve mahiyet bakımından diğer savaş tanımlamalarından çok farklı olması sebebiyle İslâm hukukçuları, Arap dilinde silâhlı çatışmayı ifade eden diğer kelimeler yerine daha çok cihâd terimini kullanmışlar ve bunu öbür savaşların istilâ, sömürü, baskı ve zulüm gibi olumsuz amaçlarından ayırmak için “Allah yolunda ve uğrunda” (fî sebîlillah) nitelemesiyle birlikte ifade etmişlerdir. Silâhlı çatışmalar dahil olmak üzere uluslararası ilişkilere ait normatif düzenlemelerin fıkıh literatüründe genellikle ‘cihad veya siyer’ terimi altında toplanmış olması da bu bakış farklılığının bir sonucudur.[6]

Ancak Kur’an’da savaş veya cihad konusunu inceleyen biri, içinde savaş ve cihadla ilgili geçen bütün âyetleri, âyetlerin bağlamlarını, âyetlerin nüzul oırtamını dikkate almak durumundadır.  Mekke döneminde inen Furkan/52 ve Ankebût/69da cihad’tan bahsediliyor. Mekke döneminde savaşın (harbin) olmadığı bilinen bir gerçektir. Öyleyse burada kasdedilen fiilí cihad dediğimiz kıtal değil,  bütün imkanlar seferber edilerek insanlara hak dini duyurma, müşriklerle sözle, ikna edici delillerle mücadeleye devam etmektir.

‘Cihad’ın sözlük manasından ve Kur’an’daki kullanımlarından da anlaşıldığı gibi  o asla ‘saldırı savaşı veya terör’ değildir. Çünkü ‘cihad’la savaş (kıtal-harb) kelimeleri arasında hem nitelik hem de nicelik farkı bulunmaktadır. Savaş askerí harekât olup güce dayanır. ‘Cihad’ ise askerí harekât da dahil ilâhí hedefler uğrunda yapılan bütün çalışmaları içerisine alır.

Bu kavramsal açılıma ve tarihî gerçeklere rağmen bazı Avrupalı bilim adamları, politikacılar ve medya mensupları İslâm’ın savaş anlayışını adaleti temin etmek ve haksızlığı gidermek şeklindeki temel amaç ve anlamından soyutlayarak İslam ülkesinin sürekli genişlemesini sağlayan, bütün dünya müslüman oluncaya ve İslâm hâkimiyetine boyun eğinceye kadar bunun devam etmesini öngören bir kutsal savaş diye takdim ederler.”[7]

  • Kur’an’da savaş ahlâkı

Kur’an insana ve toplumlara her alanda en olgun, en mükemmel ve fıtrata en uygun

ahlâkî ilkeler getirdiği gibi, insanlara savaş ahlâkını da öğretiyor. Çoğu zaman yanlış anlaşılsa da, ya da yanlış anlamaya sebep olan olaylar olsa da, bilinçli ve sorumluluk sahibi müslümanlar ta baştan beri kendi çıkarları veya dünyevi hedefler için savaşmadıkları, savaşmayacakları söylenebilir. Bu gibi müslümanlar yalnızca Allah yolunda olabilecek çalışmalara katılırlar, ya da destek olurlar.  

Konu Kur’an bütünlüğü içinde incelenecek olursa görülecektir ki, savaş âyetleri müslümanlara savaş açanlarla ilgilidir. Tekrar etmek gerekirse İslâm savaş gerçeğini de göz ardı etmez. Zira -istenmemekle beraber- savaş insanlıkla yaşıt bir olgudur. İnsanlardan bazıları diğerlerine karşı zalim ve baği (saldırgan) olurlar. Zalimlerin zulmünü, bağilerin saldırganlıklarını va fitnelerini önlemek için savaş kaçınılmaz olur.

Kur’ân savaşın bu durumuna şöyle işaret ediyor: “Eğer Allah bazı insanları diğerleriyle savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın ismi çokça anılan mescidler yıkılır giderdi.” (Hac 22/40. Bir benzeri: Bakara 2/251)

Kur’an’a göre savaş, yayılmacılık güdüsüyle çıkar sağlama ve sömürme amacına değil;  dine ve inananlara yönelik düşmanca girişimleri bertaraf etme, barış için gerekli ortamın oluşmasını sağlama, bu ortamı bozanlara engel olma, gerekirse cezalandırma ve sonuçta temel hak ve özgürlükleri güvence altına alma amacına yöneliktir. (Bakınız: Enfâl 8/39, 47, 56-57, 61. Kasas 28/77, 83)

Peygamber (sav) ganimet elde etme veya kahramanlık duygularını tatmin etme ya da şöhrete ulaşma kaygısıyla yapılan savaşları yerip savaş ahlâkının hangi zemine oturması gerektiğine de işaret etmiştir.[8]  

Bilindiği gibi vahiy sürecinde Mekke’yi terketmelerine rağmen müşriklerin baskı ve saldırılarından kurtulamayan sahabelere hicretin ilk yılında kendilerini korumak üzere silah ile karşı koyma izni verildi. Saldırıya karşılık verme izni daha sonra inen şu âyetle imanî bir sorumluluk haline geldi. “Size savaş açanlarla Allah uğrunda siz de savaşın, fakat aşırılığa sapmayın.” (el-Bakara 2/190)  Burada meşru savaşa izin verildiğini, ancak kirli ve haksız savaşa izin verilmediğini görüyoruz.

Şu âyet de İslâmdaki savaşın hedefi hakkında başka bir ipucu veriyor:   “Onlarla inanca yönelik zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din yalnızca Allah’ın oluncaya kadar savaşın. Eğer yaptıklarına son verirlerse, zulmedenlerin dışındakilere düşmanlık ta sona erecektir. (Bekara 2/193)

İslâm, savaşı dini dayatma aracı kılmamıştır. Bu konudakı Kur’an’ın ölçüsü açıktır. “Dinde zorlama yoktur.” (Bekara 2/256) Bu âyette zorlama ‘ikrah’ belirsiz gelmiştir. Bunun anlamı zorlamanın her türü demektir.[9]  Eğer Allah dileseydi bütün insanlar iman ederlerdi. Ama Allah bunu dilemedi. Din seçme işini insanların hür iradesine bıraktı. (Yûnus 10/99) Şüphesiz ki kin, nefret ve yıkıma yol açan yol açan savaş İslâm’da bir tebliğ/davet aracı olamaz. 
            Kur’an’a göre bir kimseyi haksız yere öldürmek bütün insanlığı öldürmek, bir kimsenin hayat bulmasına sebep olmak bütün insanlığı diriltmek gibidir. (Mâide 5/32)

Eğer başka din mesupları ile mücadele edilecekse bunun en güzel biçimde olması emredilmiş, kabalığa, haksızlığa ve adaletsizliğe izin verilmemiştir.  (Ankebût 29/46)

Şu âyetler de müslümanların hangi hedefler için savaşabileceklerini açıkça haber veriyor. “Allah size, sizinle din savaşı yapmayan ve sizi yuırtlarınızdan çıkarmayan kimselerle iyilik ve adalete dayalı bir ilişki geliştirmenizi ysaklamaz. Çünkü Allah âdil olanları sever. ” (Mümtehane 60/8-9)

Size  ne oluyor ki Allah yolunda ve o güçsüz bırakılmış (müstez’af) erkekler, kadınlar, yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz. Ki onlar ‘Yâ Rabbi, bizleri bu halkı zalim olan memleketten çıkar, tarafından bize bir sahip gönder, tarafından bize bir yardımcı gönder’ diye yalvarıp duruyorlar. » (Nisâ 4/75)

“Müslümanlar asla mal toplamak, toprak ele geçirmek, insanlara hükmetmek, onlara karşı büyüklük taslamak, onları öldürmek, zenginliklerini yağmalamak, insanlardan intikam almak için cihad etmezler. İslâm savaşı, ekonomik, sosyal ve siyasal hegemonya aracı olmaktan kurtararak insaní hedeflerin gerçekleşmesinde, gerektiği zaman başvurulacak bir metod olarak kabul eder. Başkalarının savaşları özünde profandır ve dünyalık amaçlar uğrunda yapılırken, İslâmın cihadı Allah rızası için yapılır ve özünde Ahirete ait bir boyutu vardır.”[10]

Kur’an’a göre savaşın da bir ahlâkı vardır. Kur’an’ın savaşla ilgili ilkelerini şöyle özetlemek mümkün: 1-İslâma göre insan ilişkilerinde esas, barış ve yardımlaşmadır.

2-Savaş, hikmet ve güzel öğüdün fayda etmediği yerlerde aykırı durumları düzeltmek için geçici bir tedavi yöntemidir.

3-Savaşın kendine özgü zaruretleri vardır. Bu zaruretleri tayinde saldırgan ve azgınlığa yer yoktur.

4-Savaşanlar ve savaşı hazırlayanlar dışında kimseye savaşta kötülük dokunmaz.[11]

5-İki taraftan birinin ateşkes ilan etmesi halinde savaş hemen durdurulur.

6-Savaş esirlerine, fidye karşılığında veya lütfen serbest bırakılıncaya kadar iyi muamele edilir.

İslâm, müslümanların birbiriyle ve diğer ümmetlerden insanlarla olan ilişkilerini düzenlerken  insanların bir ana-babadan dünyaya geldikleri ve eşit oldukları (Hucurât 49/13. Nisa 4/1) gerçeğini esas almış, insanları hak ve sorumluluklarda eşitliğe çağırmıştır. Adalet  ise bu birliğin şiarıdır. (Nisâ4/135. Maide 5/8

         İslâm,  yardımlaşma ortamının doğması ve toplumda faydalı işlerin artması için barışı; insan ilişkilerinin bir temeli olarak kabul etmiştir. Bu noktada tek istenen müşriklerin İslâmî davete engel olmamaları, müslümanlara sataşmamaları, fitne ve sorun yaratmamalarıdır. Bunun dışında İslâm zorlamanın her türlüsünü reddeder.

        “İslâm, kendisine düşman eli uzanmadıkça, insanlara çile çektirecek ve fitne yaratacak engellerle karşı karşıya kalmadıkça doğal durumu muhafaza eder. Ancak bu durumlarda İslâm, barışı korumak, adaleti tekrar ikame etmek için müslümanlara saldırıya karşı saldırıyla cevap verilmesine izin verir. Bu durumlarda bile yakıp yıkmayı, ekonomik kaynakları yok etmeyi, düşmanlık etmeyi haram kılmıştır. » (Hacc 22/39-40. Bekara 2/190)[12]

  • Son söz

İslâm kelimesi etimolojik olarak üç masdara nisbet edilir. Teslimiyet, silm ve selâmet.  

Teslimiyet masdarına nisbet edilirse İslâm, Allah'a teslim olmak, boyun eğmek manasına gelir. Silm masdarına nisbet edilirse İslâm barış, huzur ve saadet, müslüman da Yaratıcısı, kendisi ve çevresiyle barışık, huzurlu, mutlu insan anlamına gelir. Selâmet masdarına bina edilirse kurtuluş, saadet, mutluluk anlamına gelir.    

Aslında ilk anlamı olan boyun eğme, teslim olma, ikinci ve üçüncü anlamları olan barış, huzur ve mutlulukla sebep-sonuç ilişkisine sahiptir.  “Yani Allah'a teslim olan kurtuluşa erer”, “Allah'a boyun eğen kişi kendisiyle, Rabbiyle, toplumla ve tabiatla barışık yaşar”, “Allah'a itaat eden kimse huzur ve mutluluğa ulaşır”.[13]  

İslâm, ‘Allah’a itaat mahlûkata şefkattir. İslâm, kul hakkını esas alır. Mü’minin diğer adı ‘muhsin’dir, yani iyilik eden, güzel davranan demektir.  İnsanın ve toplumun ‘maslahatını celb, mefsedeti (mazarratı) def’’ etmeyi ve onların iki dünya saadeti temin etmeyi hedef alan bir Din ‘insana zarar verecek faaliyetleri caiz görmez.

İslâm, müslümanlardan yaşadıkları çevreyi ve dünyayı ‘dâru’s-selâm’ yapmalarını ister. Yani barış ve esenlik yurdu. Zira mutluluk ve huzur böyle bir düzende tadılır. İnsanî değerlere ve fazilete böyle bir ortamda ulaşılır.

Ana prensipleri barış, kardeşlik, hak-hukuk, adalet, şefkat ve merhamet, iyilik ve diğergâmlık olan bir Din; zulmü, haksızlığı, işgali, sömürüyü, cinayetleri, yağmayı, gaspı, baskıyı ve şiddeti onaylamaz

Ancak İslâmî ilkelerle müslümanların dinden anladıklarını, ya da din adına yaptıkları yanlışları birbirinden ayırmak gerekir.

 

Hüseyin K. Ece

16.02.2015

Zaandam

 

[1] Kimileri Âdem’in (as) oğulları arasındaki ilk cinayetten hareketle bu durumun, insanın tabiatında var olanın toplumlararası rekabete dönüşmüş şeklidir derler. (Mâide 5/27-31.Buhârî, Cenâiz/33

[2] Yaman, A. TDV İslam Ansiklopedisi, 36/190

[3] el-Isfehânî, R. el-Mufredât, s: 393

[4] Özel, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 7/527

[5] el-Isfehâní, R. Müfredât, s:142. İbnu Faris, M. Mekâyisi’l-Lüga, 1/486.

[6] Yaman, A. TDV İslam Ansiklopedisi, 36/179-190

[7] Yaman, A.TDV İslam Ansiklopedisi, 36/190

[8] Müsned, 4/402. Buhârî, Cihâd/15 No: 2810. Müslim, İmâre/149 No: 4919

[9] İslâmoğlu, M. Yürek Fethi, s: 20-21, Düşün Yay. İstanbul 2007).

[10] İslâmoğlu, M. Yürek Fethi, s: 36-43.

[11] Yahya b. Said Anlatıyor: Ebu Bekir (ra) ordu komutanı olarak Şam’a gönderdiği Yezid b. Ebi Süfyan’a şu tavsiyede bulundu: “… Siz kendilerini ibadethanelerine hapsetmiş ruhbanlar göreceksiniz, onlara dokunmayın. Kadınları, küçük çocukları, yaşlıları, öldürmeyin. Meyveli ağaçları kesmeyin, ekili arazileri tahrip etmeyin, etlerini yeme dışında develeri ve koyunları kesmeyin, hurma ağaçlarını yakmayın…” (İmam-ı Malik, Muvatta-Tenviru’l Havalik, 2/6, Mısır, Tarih yok)

Enes’in (ra) rivâyet ettiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu: “Allah’ın adıyla ve Allah için, Rasûlüllah’ın milletinden olarak (cihada) çıkın. Fakat yaşlıları, çocukları ve kadınları öldürmeyin. Ganimet malına ihanet etmeyin. Ganimetlerinizi biraraya toplayın. Islah edici olun ve ihsan edin (güzellikle davranın/iyilik edin). Çünkü Allah muhsinleri (güzellikle davrananları/iyilik edenleri) sever.” (Ebu Dâvûd, Cihad/82, no: 2614).

[12] Mahmud Şeltut, Akaid ve Şeriat, çev. M. Tan, 2/340-341, İstanbul 1993

[13] İslâmoğlu, M. Yürek Fethi, s: 13-14, Düşün Yay. İstanbul 2007