Kendilerine yönelen ters bir bakışı, uğradıkları ayrımcılığı, işlerinin kısa zamanda halledilmeyişini, gümrük kapılarında çektikleri zahmetleri, üzerlerindeki rahatsiz edici bakışları buna, yani müslümanlık düşmanlığına yorabilirler.

Acaba gercek böyle mi? Gerçekten dünyanın her tarafında müslümanlardan nefret ediliyor mu? Müslümanlar her yerde ´personen non grata´ mı? Dünyanın her yerinde müslumanlara karşı nefret bayrağı mı açıldı?

Bunun böyle olmadığını söylemek zorundayız.

´Sen ne diyorsun arkadaş, görmüyor musun dünyada olanları?´ diyenler olabilir. Gayri müslimlere mi yaranmak mi istediğimiz iddia edebilirler. Ya da tuzumuzun kuru olduğunu söyleyebilirler.

Bunlar da kendi açılarından haklı olabilirler.

Ancak ben, üzerimize artarak geldigini sandığımız nefretin oluşmasının sebebi nedir sorusunu irdelemek istiyorum. Bu gibi sorulara cevap aramak istiyorum.

Bu nefretin boyutları nedir, sebepleri nelerdir, bunun pratik hayattaki karşılığı nedir diye bir araştırma yapmaya değer. Özellikle Avrupa ülkelerinde…

Hani ABD açıklama yapıyor: ´Bazıları bizden nefret ediyor.´O zaman pek çok kişi diyor ki: ´ABD kendi kendine şunu sormalı: Biz ne yaptık ki bütün dünyada bu kadar nefret ediliyoruz? Bizim niçin bu kadar düşmanımız var?´

ABD bu sorunun cevabını ciddi bir biçimde verirse, hem terör azalır, hem amerika düşmanlığı.

Ben aynı soruyu müslümanların da sorması gerekir diyorum. ´Bize düşmanlar, bizden nefret ediyorlar´diyorsak, niçin sorusu gündeme gelir.

Bu insanlar müslümanlardan niçin nefret ediyorlar?

Anti-İslam fobisi niçin giderek güçleniyor (mu)? Acaba niçin?

Baltanın suçlu olduğu bellli. Ama sapta hiç mi kabahat yok?

Biz sütten çıkan ak kaşık mıyız? Bu nefretin oluşmasından bizim yanlış eylemlerimizin hiç mi etkisi yok?

Bazı kardeşlerimiz, ‘siz ne yaparsanız yapın, gayri müslimler sizlerden asla razı olmayacaktir’ âyetini hatırlatabilirler. Doğru, âyet oyle diyor. Ama âyetin hangi ortamda, kimler hakkında ve hangi pozisyonda indiğini ve tam olarak maksadının ne olduğunu anlamak gerekir.

Yoksa, bazı yanlışlar yapıldıktan sonra, bazı olumsuzluklara, âyetlerin arkasına sığınarak kılıf aramak bana mantıklı gelmiyor.

Bakınız Rabbimiz (cc) ne buyuruyor:

“İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara (salih amel işleyenlere) gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 19/96)

İşte gerçek. İstenilen şekilde iman ettikten sonra salih amel işleyen kimse için  Allah (st) insanların kalbinde onlara karşı bir sevgi yaratacaktır. Bunu siz saygı, sempati, hayranlık, takdir ve güven duygusu, örneklik diye de anlayabilirsiniz.

Âyet gayet açık değil mi?

Görülüyor ki Allah (st) zaman, yer ve grup ismi vermiyor. Sadece ‘müslümanların kalbinde onlara karşı bir sevgi yaratırım’ demiyor. “Gönüllerde bir sevgi yaratacaktır” diyor. Bu kesin bir ifadedir, yani te’kidtir.

Âyette bunun Allah’ın merhametiyle bağlantılı ifade edilmesi de ilginç. Rahmet sahibi Allah, iman edenlerin amellerinden razı olduğu için, hem onlara bir mükâfat olması, hem de insanlardan iyi muamele görebilmeleri için, gönüllerde bir sıcaklık, bir yakınlık, bir sevgi meydana getirecektir.

Ancak dikkat edilirse buradaki birinci şart iman ve salih ameldir. İkinci şart, ikisi olsa bile sonucu Rahman olan Allah tayin edecektir.

Bir başka âyette gönüllerin bir araya getirilmesi ancak Allah’ın kudretiyle olur deniliyor. Yoksa sen dünyaları harcasan ne bir gönül satın alabilirsin, ne de gönüller arasında bir ülfet yaratabilirsin. (Âli İmran, 3/159)

İşte burada durup tefekkür etmek gerekir. Allah iman edip salih amellerde bulunanlara va’d ediyor: Sizin için gönüllerde sevgi yaratacağım.

Ama bugün diyoruz ki insanlar bizden nefret ediyor.

Bu iki gerçeğin arasını nasıl bağdaştıracağız? İman ettiğimizi iddia ediyoruz, salih amel islediğimizi var sayıyoruz… Ama peki bu nefret ne? Bu işin sonucu niçin yok?  Ya da biz niye göremiyoruz?

İşte üzerinde düşünelim dediğim de bu. Kolaylıkla diyebilirsiniz ki: İnsanlar bizi sevmiyor.

Ama bu bir sey kazandırmaz. Bizi bir yere götürmez. Bu Kur’an’ın verdiği müjdeyle uyuşmaz. Kur’an’ın hedef gösterdiği ünsiyet, insanlar arasından seçilmiş hayırlı ümmet olmak, orta ümmet olmak bu olmasa gerek. Kur’an’ın öğütlediği ‘insanlara şahit olmak’ bu değil.

İnsanlar sizden nefret edecekleri bir ortamı hazırlıyorsanız, başkalarıyla kavga ortamını sıcak tutuyorsanız, inandığınız doğruları onlara nasıl ulaştıracaksınız? Durmadan kızgınlığı, kötü intibayı, nefreti artıracak eylemlerde bulunup da, ‘yahu bu insanlar beni niçin sevmiyorlar?’ demenin bir manası yoktur. Olaylar karşılıklıdır. Her şey dengi denginedir.

Farklı kesimlerin birarada yaşadığı bir ortamdasınız. Sözünüzle, davranışınızla, ilişkilerinizle, insanlara güven vermiyorsanız, elinizle veya dilinizle insanları rahatsız ediyorsanız, insanların huzurunu bozacak işleriniz varsa, sevgi nasıl olacak? İstediğiniz kadar bizim yolumuz doğru, bizim inancımız sağlam, biz doğru yol üzerindeyiz, başkaları yanlışta diye iddia ediniz. Bu, pratikte fazla bir şey değiştirmiyor. Güvensizlik giderek hoşnutsuzluğa, o da nefrete dönüşebiliyor.

Günlük hayatta, ilişkide olduğunuz insanları aldatıyorsanız, kaba ve hodbin davranıyorsanız, ufak bir anlaşmazlığı, haklı veya haksız hemen kavgaya döküyorsanız, kendinizi güçlü zannedip ‘asarim-keserim’ havalarına giriyorsanız, böyle adamlardan başkaları niçin hoşlansın ki?

Özellikle Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanlar dönüp dönüp kendilerine bakmaları gerekiyor. Ne oluyor? İslâm karşıtlığının, müslümanlardan hoşnutsuzluğun tek sorumlusu karşı taraf mı?

Karşı taraf dediğimiz kesim, sürekli aldatılmışsa, malı ve parası çalınmışsa, sürekli yalan beyanlara muhatap olmuşsa, sürekli rahatsız edilmişse, arkasından sevgi gelmez.

Bu gibi noktalarda sicilimiz nasıl acaba? Karşı tarafa iyi bir görüntü, memnun edici bir geçmiş, gönül alıcı ilişkiler bırakabiliyor muyuz?

İlişki de olduğumuz insanlar, “Bunlar müslümandır, bunlara güvenilir, bunlar asla  aldatmazlar, çalmazlar, sözlerinde dururlar, ciddi ve vakarlıdırlar, şahsiyetlerini çıkarlarının önünde tutarlar. Bunlar gizli de ve açıkta yüz kızartıcı işlerle uğraşmazlar” dedirtebiliyor muyuz?

Yoksa yeraltı dünyasının, uyuşturucu işlerinin, kabayılığın, adam aldatmanın, üçkağıtçılığın krallları bizim aramızdan mı çıkıyor?

Bazen duyarız, öyle bir müslüman tipi ki, kendisi gibi inanmayanların malı helâldir diyor, eline fırsat geçince suiistimal ediyor, karşı tarafa zarar vermeyi inancının gereği sayıyor. Tabi bu anlayışa ulaştıktan sonra herkesin malını çalmaya, herkese kaba davranmaya baçlıyor.

Sonra da diyor ki ‘zaten bu gavurlar bizi sevmezler’.

Yanlış. Âyet böyle demiyor.

Âyet iman edip salih amel, yani bütün işlerini, ilişkilerini, sözlerini, çalışmalarını ve ibadetlerini en güzel şekilde, kendine ve başkalarına salah (veya maslahat), yani fayda ve güzellik kazandıracak şekilde yapanlar için gönüllerde bir saygı olacaktır. Yoksa, iman ettiğini iddia etmek tek başına bir şey anlatmaz.

Toplumlarda aşırıların her zaman olduğunu kabul ederim. En iyi müslümandan hoşlanmayanlar da olacaktır. Nitekim insan güzeli Muhammed’e  (sav) bile dil uzatanlar olabiliyor.

Ama çoğunluğu düşünürsek, müslümanlar hakkında toplumlarda iyi bir intiba’nın olması gerekmez mi?

Pek çok müslüman İstanbul’un fethini hatırlarken, İstanbulluların “kardinal kavuğu görmektense, müslüman sarığı görmeyi tercih ettiklerini” anlatır durur.

İyi de nerede kaldı o sarığına  hasret kalınan müslümanlar? Şimdilerde müslümanlar hakkında hiç bir toplumda niye böyle bir özlem yok? Ne oldu ki böyle bir özlemin yerine nefret geldi, yerleşti? (Hatta içimizden pek çokları, Allah şu tip müslümanlara fırsat vermesin. Yarın bir yerde yetkili olsalar önce bize hayatı zindan ederler’ demektedirler.)

Hollanda’da bizim insanımıza şöyle sorulsa: Bir Hollandlıya mı çalışsan, ücretini tam alacağından, bütün kesintilerinin tamam ödeneceğinden emin olursun, yoksa bir Türke, bir Maroka, ya da başka bir İslâm ülkesinden gelene çalışsan mı?

Pek çok insan, Hollandalıya çalışırsa ücretini tamam alacağından emindir, öbürleri hakkında ise şüpheli olduğunu söyleyecektir.

Başka örnekler mi?

Hepimizin hayatında ve çevresinde sayısız örneği vardır.

Kim sözünde, va’dinde duruyor? Kim işini sağlam yapıyor?

Kim doğru yapıyorsa, kim dürüstse, kim saygılı ise, kim hakları koruyorsa; ona saygı duyulur, ona itibar edilir, adam yerine konulur.

Kim de yamuksa, üçkağıtçı ise, ciddi değilse, işlerinde gevşekse, kim hırsızsa, kim hak yeyici ise, ona güvenilmez, onunla iş yapılmaz, ona saygı duyulmaz. Onun bırakacağı intiba da elbette olumsuz olacaktır.

Kendimize biraz da bu açıdan bakmalıyız.

Gerçekten iman edip en hayırlı işler yapanlar için gönüllerde yaratılan sevgiler hazır.

Bize düşen bu sevgiyi kazanmaktır.

 

Hüseyin K. Ece

23.11.2006

Rotterdam