Güneş batınca hüznü, ayrılığı, faniliği duyurur. Gün bitmiştir, telaşlar, koşturmalar, çırpınmalar sona ermiştir. Artık insanın dinlenmesi, kendisiyle başbaşa kalması, tenhalaşması gerekir. Kendini gözden geçirmek için. Bir sonraki günü daha iyi geçirmek için

Güneş, ısısıyla ısıtır, canlandırır, hayat verir. Aydınlığı ile duyurur, hissettirir, gözü gönlü uruşan eder. Çünkü o enerji kaynağı olarak yaratılmıştır. O, eskilerin deyişi ile “anasır-ı erbaa”dandır. Yani hayatın devamını sağlayan dört asıl unsurdan birisidir.

“Anasır-erbaa/dört ana asıl”; yani hayatın vazgeçilmezleri. Su gibi, toprak gibi, hava gibi. Bunlardan biri olmazsa hayat olmaz. Bunlardan biri olmazsa, ne olabilir ki? Ya bunları Var eden, yok zannedilirse, geriye ne kalır?

Ancak Güneş’ten faydalanma insan için sınırlıdır. Ondan ancak onu iyice tanıyanlar istifade ederler. Onu tanıyanlar ondan nasıl yararlanacaklarını bilirler. Söz gelimi uzun süre içerde kalan birinin birden Güneşe çıkması, uzun süre onun altında tebdirsiz kalması zarardır. Böylelerinin derisi gibi canı da yanabilir.

Aşk da böyledir efendim! Isıtır, sevindirir, müjde verir ama bir şartla. Onu tanıyarak, onu hazmederek, onu yerinde kullanarak. Tedbirsiz, bilmeden, bir anlamda ona âşina olmadan onun ışınlarının altına yatanların canını yakabilir.

Aşk da böyledir efendim! Yerine göre ısıtır, yerine göre yakar. Yerine göre sevindirir, yerine göre düşündürür. Bazen hayat verir, canlandırır, harekete geçirir, bazen de sorumluluk yükler.

Her şeyin başı sevgidir/aşktır diyen yanlış söylemiş olmaz.

Bunu hayatın her alanında görmek mümkün. İşini sevmeyen o işi iyi yapmaz.  Dersini sevmeyen, dersine çalışmaz. Yemeği sevmeyen karnı aç olsa da ucun ucun yer.

Hanımını hakkıyla sevmeyen bir koca, hanımına haksızlık eder, değerini bilmez, ona üstünlük taslamaya çalışır.

Kocasını sevmeyen hanım, yaptığı hizmetten zevk almaz, az bir yorgunluğu dünyanın yükü sayar. Kocası için fedakârlık yapmayı ağır bir yük sayar, hayatı paylaşmayı beceremez.

Babasını sevmeyen ona iyilik edemez, ona merhamet etmeyi bilmez. Merhametin kaynağı da sevgi değil mi?

Anne sevgisi arttıkça ona ilgi de artar, hürmet de. Evlat sevgisi olmasa o kadar meşakkat çekilir mi? Anneler-babalar çocuklar için bir ömür boyu harcadıkları o kadar yorgunluğu çocuk sevgisi ile unutuverirler.

İnsanları sevenler onların haklarına saygı gösterirler. Gerçekten ‘ben insanları seviyorum’ diyenler bunu insanlara iyilik ederek isbat etmeliler. Zira sevgi iyilik etmeye, merhametli olmaya, haklara saygı göstermeye götürür.

Bunlar olmasa hangi sevgiden söz edilebilir?

Kişi Rabbini hakkıyla seviyorsa O’na, O’ndan gelenlere değer verir. Bu sevgiye zarar verebilecek tavırlardan kaçınır. Sevgisini O’na ta’zim ederek gösterir.

Kişi sevdiğine itaat eder. Çünkü bu işin tabiatı böyledir. Hem sevgi, hem sevdiğine isyan, hem sevgi iddiası hem de sevdiğine ilgisizlık, hem sevgi, hem sevdiğine kabalık; olacak şey değildir.

Sevgi her işin, her ilişkinin, her çalışmanın mayasıdır. Malzeme olabilir, alet olabilir, hatta iyi usta da olabilir. Ama ortaya kaliteli bir ürün sevgi, benimseme, değer verme ile çıkar. Harika bir mimari yapı, çok güzel bir resim, mükemmel bir şiir aşk ile, o aşkın yoğurduğu emek ile ortaya koyulabilir. Harcında sevgi olmayan yapı ayakta zor kalır.

Bazen en berbat bir yemek eğer sevgilinin elinden çıkmışsa dünyanın en tatlı yemeği olabilir. Ama arada sevgi olmazsa, en lezzetli yiyeceklerin zehire dönüştüğü tecrübe edilmiştir. Pek çok hastanın doktorun veya sevdiklerin sevgi sözleriyle, sevgi yaklaşımlarıyla tedavi olduğunu biliriz.

Sevgisizlik en kolay işi zorlaştırır, sevgi ve tatlı davranış ise en zor işleri kolaylaştırır. Her ne kadar hayali olsa, sevgi bazen Ferhat’a dağları deldirir; sevgisizlik ise aynı yastığa baş koyanları birbirinden fersah fersah uzaklaştırır. Sevgi kimileri için samanlığı seyran ederken, sevgisizlik aynı sofrada yemek yiyenlerin yemeklerinde zehir meydana getirebilir.

Sevgi ve merhamet hem hakları gözetmenin kaynağı, hem de insanlara iyi davranmanın çıkış noktasıdır. Sevgiden yoksun, kaba ve katı yürekliler ne şefkat etmeyi bilirler, ne de hoş geçinmeyi.

Kur’an, sevgi ve rahmet peygamberinin tavrını şöyle özetliyor:

“O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi...” (Âli İmran/159)

Yüreğinde -şairin dediği gibi- sevilmesi gereken şeylere karşı aşkı olmayan kişi bir taşa benzer. Taşa benzeyen yürek de hiç bir işe yaramaz.  

Benzetmeye bakınız, harika. Yürek dediğin ne, sembolik de olsa sonunda biraz et parçası. Ama taşa benzetiliyor. Sevgisiz bir yürek, aşksız bir kalp taştan daha katı olabiliyor. Taştan daha sert, taştan daha katı ve donuk.

Taş, adı üstünde; evet hele bir moloz taş, neye yarar ki? Ancak taş deyip de geçmemek gerek. Her taş aynı olmaz. Her taş moloz taşı değildir. Şu benzetmeye bir bakınız:

“(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır...” (Bakara/74)

Ya, nice taşlar vardır ki içinden sular, yani hayat fışkırır. Niceleri de vardır ki bağrında müjdeler saklar.

Katılaşmış kalpler bundan beş beter, daha kötü, daha feci. Bunlara ne demeli? Aşkını yitiren yüreklere ne söylemeli?

Kişi bir şeyi severse benimser, ona inanır, onu kabul eder. Dayatma ile, zorbalık ile, baskı ile kim neyi sevebilir, kim neye inanabilir?  

Başkalarına bir şeyi dayatma, tam anlamıyla yobazlıktır. Sevgi ise gönül işidir.  Gönüle dışarıdan dayatma işlemez, kurşunun çelik yeleğe işlemediği gibi.

Yüreğinde aşka yer bırakmayan moloz taşlar, ortalığı taşlığa çevirmeden, yüreklere sevgi/aşk tohumu atmanın zamandır.

 

Hüseyin K. Ece

20 Ekim 2008 Zaandam