Evet öyledir; dağa kar bülbüle zâr yakışır. Zemherinin ortasında karı olmayan dağ yetim gibidir. Bülbül dertli dertli ötmez ise, hayrola ne oldu diye sorulur. Yüce bir dağ kış aylarında kardan yoksun ise, bu hayra alamet sayılmaz. Sesi kısılan bülbülün ömrü nihayete erdi demektir.

“Dağına göre kış olur.” diyen atalar galiba haklılar. Dağına göre kış, cürmüne göre vebal, cesametine göre sorumluluk, çekebileceği kadar sıkıntı, kaldırabileceği kadar yük.

 Ya bir kimsenin gamı, tasası, kederi yoksa... Ya hiç bir şeyi kendine dert edinmiyorsa... Ya hiç düşünmüyorsa, ya hiç bir şey onu ırgalamıyorsa... Aldırmaz, vurdum duymaz, hissiz, sessiz, dertsiz ise...

Böylesine acımak lazım. Böylesine rahmet dilemek lazım. Böylesine ‘Allah sana dert versin derman aratmasın’ demek lazım. (Yoksa bu duayı kendimiz için mi yapmalıydık.)

“Dert adamı söyletir.”

Ne güzel demişler. Derdi olan söyler. Derdi olan derdini şiire, yazıya, türküye, ağıda döker.

Derdi olan onu paylaşacak dost arar.

Derdi olanın yüreğinde kıpırtı vardır. Böyleleri yerinde durmazlar,  ayağa kalkarlar, aktif olurlar, canlı olurlar.

Derdi olanın uykusu az, endişesi fazla, çabası çok olur.

Derdi olan, vurdum duymaz olmaz, hissiz ve sessiz olamaz. Duygusuz, merhametsiz, boş vermiş olamaz. Sorumsuz, gamsız, tasasız, “oh gel keyfim gel” halinde olamaz.

Derdin varsa, derdini kendine dert edinmelisin. Dertlilerin halini anlamalısın. Anlayan ise hem yüreği ile, hem bedeni ile, hem de imkanları ile  harekete geçer.

Aslında dert denilen şey, kişinin eşyayı algılamasıdır.

Kişi çevresindeki şeyleri nasıl algılıyorsa, ona göre o şeyler ya dert kaynağıdır, ya mutluluk kaynağıdır.

“Aşk derdiyle hoşem al çek ilacımdan tabip

Kılma derman kim helâkın zehri dermanındadır” diyen Fuzulî’nin belli ki büyük ve soylu bir derdi vardi.

O soylu derde bakınız ki, şair diyor ki: ‘asıl helâkım bu derdin iyi olmasına bağlı.’ Bu dert onu ayakta tutuyor. Bu dert ona hayat veriyor. Bu dert onun ekmeği, suyu, gıdası, ilacı.

Eğer herhangi bir doktor onun bu haline acır da “ vah zavallı ne kadar da hasta” der ve ilaç vermeye kalkışırsa, işte asıl o zaman hastalık başlar. Asıl o zaman helâk başlar. Asıl o zaman saadet kaybedilir.

Bu nasıl bir derttir ki kişiyi mest ediyor, başını hoş ediyor, yüreğine huzur veriyor, onu rahatlatıyor?

Bu nasıl bir derttir ki maddi ilaçlar onu mahvediyor, dert sahibinin umutlarını tüketiyor, gerçekten hasta ediyor?

Nasıl bir derttir ki, sahibine “Yarabbi daha da arttır” dedirttiriyor?

Bu nasıl bir soylu derttir ki, hoş sefa ile karşılanıyor, yüreğin en üst katına buyur ediliyor, gelişi bayram sevincine, gidişi hüzne dönüşüyor?

Hani aşk derdiyle mecnun/meczup olan Mecnun’u babası Kâbe’ye götürür. Orada dualar kabul edilir ya. Mecnun orada dua etsin, yalvarsın, yakarsın. Belki Allah onu bu dertten halas eder. Belki iyileşir umuduyla. Zira babaya göre Mecnun hastadır. Ama Mecnun’un derdi başka.

Mecnun Kâbe’nin yanında olmayı fırsat bilir ve şöyle der:

“ya râb belâyı aşk ile kıl âşinâ beni
bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni

az eyleme inâyetini ehli derdden
yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni

oldukça ben götürme belâdan iradetim
ben isterim belâyı çü ister belâ beni

gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigarımın
geldikçe derdine beter et müptelâ beni...”  

İşte bu... gerçek aşık böyledir. Çünkü onun aşk derdiyle başı hoştur. Halinden memnundur, derdi onun dermanıdır, derdi onun yürek gıdasıdır. Onu asıl hasta edecek olan ise bu dertten uzak kalmaktır.

Böyle aşıklara ‘aşk olsun’ demekten başka çare yok.

Mecnun’u memnun eden derde bakmak lazım. Herkes derdinden şikayetçi iken, o derdinin artmasını diliyor. Herkes dertten illallah derken, o derdim dermanımdır diyor. Herkes tedaviye koşarken o ‘derdimi seviyorum’ diyor.

Ama hangi dert, hangi belâ?

O dert ki insanı ‘mecnun’, ‘memnun’ eder, ‘zen-nûn’ eder.

O dert  ki insanı asıl sevilmesi gereken şeye yöneltir.

Öyle bir dert olsun ki, kişiyi olgunlaştırsın, düşündürsün, hassas ve merhametli kılsın.

Öyle bir dert olsun ki ‘firak/ayrılığın’ın ne olduğunu duyursun.

Öyle bir dert olsun ki şu göz açıp kapayıncaya kadar süren ömür için ‘âh, eyvâh, eyvallah’ dedirtsin.

Öyle bir dert olsun ki, bütün lüzumsuz dertleri, takıntıları, çirpıntıları, pılı ve pırtıları, gamları, endişeleri hayatta ikinci plana itsin.

Öyle bir dert olsun ki ölüm karşısında insanı dehşete düşürsün, aklını

alsın ve götürsün. Yerine ibreti, hayreti ve hasreti getirsin.

Bir dert olsun, diğer başı ağrıtan dertlere derman olsun. Kişiyi terbiye etsin, kemâlat versin, tefekkür kazandırsın, gönendirsin. Kişiyi gayrete getirsin. Asıl sevilmesi gerekenleri sevdirsin, asıl kaçılması gereken şeylerden kaçınabilmeyi sağlasın.

Öyle bir dert olsun ki, başkasının derdiyle dertlenme ahlâkını kazandırsın. Paylaşmayı, fedakârlıyı, vermeyi, bölüşmeyi, diğerlerini kendi nefsine tercih etmeyi, sevgiyi ve saygıyı öğretsin. Faniliği hatırlatsın, baki olana hazırlık yapmayı telkin etsin.

Öyle bir dert olsun, günün birinde ‘halimiz ne olacak’ diye her gün cımbızla beyni didikler gibi sorsun, sorgulasın. Herkesin kimsesiz kaldığı bir günde benim ‘kimsem’ kim olacak diye döğündürsün, düşündürsün.

Öyle bir dert olsun ki, başa gelen bütün musibetlere sabretmeyi öğretsin, çilede huzur versin, zorlukta gönle inşirah pompalasın, zulüm ve işkencede ah ettirmesin, felakette ders ve ibret sahneleri göstersin.

Diğer dertler mi?

Önemli değil...

İnsan nasıl olsa günün birinde hepsinden azâde olacak. O zaman onları dert edinmeye değmez. Onlar fani dertler... Onlar hayatın cilvesi...

Öyle bir derdimiz olsun ki kendisini sevdirsin.

 

Hüseyin K. Ece

24.10.2009 Zaandam/Hollanda