Bir yakınımız anlatmıştı: “2. Dünya savaşı yıllarında bizim bölgede (Gümüşhane’nin bazı köylerinde) gerçek manada kıtlık vardı. İnsanlar geçinme açısından son derece zor bir dönem yaşadılar. Aileden ya baba, ya büyük kardeş, ya büyük abla ovalara giderler, dilenirler; haftalar sonra sırtlarında birer kirli torba ile dönerlerdi. Torbalarında biraz un, bulgur, yarma, bir kaç parça da kurumuş siyah ekmek olurdu. Çocuktuk, ağbimizin, ablamızın gelişini dört gözle bekler, köyün aşağısından göründukleri zaman süratle onlara koşar, daha eve gelmeden yüklerini yolda indirir, torbadan çıkan bayatlamış kuru ekmekleri dünyanın en lezzetli yemeği gibi yerdik. Bunu bulduğumuza şükrederdik. Bizim için bu bayat kuru ve siyah ekmekler dünyanın en değerli mücevherleri idi.`

Karnı tok adama en lezzetli yemekleri sunsanız; belki de onun umurunda olmaz. Suya kanmış bir kimse için en tatlı sular bile fazla önemli değildir. Çok acıkmış bir kimse de, kolay kolay yemek seçmez. Ne bulursa yer. Karnını doyurmaya bakar. Çöl ortasında susayan bir kimse sıcak su içmeye bile razı olur. Bir kaç gün aç kalan bir kimseye bir başkası karnını doyuracak bir şeyler verse, bunun ne kadar önemli olduğunu sadece o bilir. Kendisine yiyecek verene nasıl teşekkür edeceğini bilemez, bu iyiliği kolay kolay unutmaz.

Birinin elinden ekmeğini, parasını, geçim kaynaklarını ister hile ile, ister cebir ile alsanız, o bundan asla memnun olmaz. Tam tersine size öfkelenir, düşman olur. Size ceza vermek üzere fırsat kollar.

Geçim kaynaklarının kıt olduğu zamanlarda veya yerlerde bir pirinç tanesinin bile değerli olduğunu duymuşsunuzdur.

Böyle zamanlarda insanlar her şeyi kıt kanaat kullanılar, israftan sakınırlar, idare etmeye çalışırlar. Zira eldeki hoyratca kullanılırsa yarına fazla bir şey kalmaz.

Böyle anlarda insan gerçekten nimetin kıymetini bilir.

Elinde bol ekmek, yemek, imkan, rızık bulunanlar da, -eğer üşkredici değillerse-, bunun değerini çoğunlukla takdir etmezler. Alabildiğine harcarlar, ihtiyaçtan fazlasını kullanırlar.

Pirincin çok az olduğu gençlik döneminde bir büyüğümüzün, tabaktaki bütün pirinçleri yememiz gerektiğini, bir tanesini bile atmanın doğru olmadığını söylemişti. Eğer herkes bir pirinç tanesi veya daha fazla, çeyrek tabak, ya da daha fazla pirinci çöpe atsa; bunun bir günde, bir ayda ne kadar olabileceğini düşünün derdi. Çöpe atılan bu pirinçle kimbilir kac aç insan doyar diye de eklerdi.

Ekmeği ve diğer yiyeckleri buna kıyas etmek mümkün. Elinde olan dilediği gibi yiyor. Ya az olan, ya hiç olmayan...  

Adam hasta olabilir. İştahı kesilmiştir. Ya da hastalığı sebebiyle bir şey yeyip içememektedir. Ağzına zoraki aldığı lokmayı yutmaktan acizdir. Ya da bir parça yutsa bile tadını alamamaktadır. Böyle bir kimse için dünyanin en lezzetli yiyeceklerinin ne hükmü vardır? Bu gibiler, keşke sağlığım yerinde olsa da ağız tadıyla bir lokma bir şey yiyebilsem, ağız tadıyla bir yudum su içebilsem derler.

Hayatımda yediğim en lezzetli yemek, doğru dürüst yağı bile olmayan bir tas şehriye çorbası idi desem, bilmem inanır mısınız?

Evet içinde bir kaç tane şehriye olan arı-duru bir tas çorbaya benzer su benim için o an dünyanın en lezzetli yemeği idi. Bir insan yaklaşık üç hafta boyunca sadece kuru ekmek, ya da şekerli suya doğradığı ekmeği yerse; bunun sonunda da böyle bir çorbaya kavuşursa, sevinmez mi, onu en tatlı yemek saymaz mı?

Evet, öğrencilik yıllarımda bunu bizzat yaşadım. Açlığın ve az yemenin sağlık açısından faydalarını saymayacağım. Şişmanlığın getirdiği sorunlar üzerinde de durmayacağım. O bu konudaki uzmanların işi.

Ama ben diyorum ki insan bazen aç kalmalı ki nimetin kıymetini bilsin. Nimeti israf etmekten sakınsın. Nimeti verenı hatırlasın. O nimeti verene ne kadar teşekkür etmesi gerektiğini tefekkür etsin. Sükrünü yerine getirme şuuru kazansın.

İnsan bazen aç kalmalı, o duyguyu hissetmeli, onunla bir müddet yaşamalı ki, açlığı gidermenin tadını yaşasın. Bunun ne kadar önemli bir lütuf olduğunu anlasın.

Bununla birlikte başkasını aç bırakmanın, başkalarının açlığına sebep olmanın, başkasının hakkına tecavüz etmenin, hak ettiğini vermemenin ne menem bir zulüm olduğunu idrak etsin. 

İnsan bazen aç kalmalı ki, cesedine gösterdiği aşırı titizlik biraz arkada kalsın. Manevi cephesini öne çıkararak; tefekkür etsin, düşünsün, akletsin, ne yapmasını gerektiğine yoğunlaşsın.

Karnı tok, sırtı pek olanların bu ideal tefekkürü yapmaları zordur.

Görülüyor ki bu açılardan bakıldığı zaman açlık da kıymet kazanır. Normal zamanlarda nefsi bir müddet ihtiyaç duyduğundan mahrum etmek belki zor olabilir. Ya da düzenli olmayabilir. Ama Ramazan bunun için en uygun zamandır, en büyük fırsattır. 

Oruç tutmanın sayısız hikmetinin ve faydasının yanında, kişiyi bir müddet aç kalmaya alıştırması bile başlı başına bir kazançtır. Ki kişi bununla kendisine bahşedilen rızıkların ne denli yüce olduğunu anlasın.

Ramazanda gündüzleri aç kalmanın kıymetini idrak edebilme dileğiyle... 

 Huseyin K. Ece

02.08.2008

Zaandam