Sormuşlar:

-Ey imam, öküzden mi korkuyorsun?

-Evet, der. Onun boynuzları banimse aklım.

Evet, öküzden korkulur. Çünkü sivri boynuzları var. Buna karşılık aklı yok. O sivri boynuzları, ne zaman kime karşı kullanacağını bilemezsin. Hele bu öküz tor tosun ise, besili ise, biraz da bağlı kalmışsa, açıldığı zaman, bağını kopardığı zaman artık zaptedilmez. Kim bilir nereye saldırır. Kimbilir kimin canını yakar. Kim bilir kimlere zarar verir.

Öyle değil mi? Öküz saklayanlar, öküzlerle işi olanlar bunu gayet iyi bilirler. Kurban bayramların elden kaçan boğaların ortalığa dehşet saktıkları televizyondan çok görülmüştür.

Böyle öküzler bağını kopardı ya, artık canı istediği yere saldırır. Saldırdığı adresin suçlu olup olmaması, kendisine kötülük edip etmemesi, ona bağ vuran olup olmaması önemli değildir. Onların gücü var ya, güçlü silahları var ya. Artık önlerine kim çıkarsa. Kimi hasım görürseler, saldırırlar, zarar verirler. Arada bir durup şöyle diklenirler. Var mı bana yan bakan der gibi. Ya da muzaffer bir komutan gibi.

Diyelim böylesine bir öküzle bir yerde karşılaştınız. Hayvancağız kızgın, burnundan soluyor, sinirinden yeri eşeliyor. Ne yaparsınız? Hayvanla boy ölçüşmeye mi kalkışırsınız, yoksa zarar görmeden kurtulmanın yollarını mı ararsınız? Aklınız varsa elbette ikincisini seçersiniz.

Böyle bir durumda korkmuyorum demenin mantığı yoktur. Akıllılık da değildir.

Bıçak mutfak aletidir ama katilin elinde korkunç bir silah olur. Silahı kullanmasını bilmeyen onunla ortalığı birbirine katabilir. Eline bıçak alan küçük çocuk mutlaka kendine zarar verir. O zararı da elbette onun ebeveynine de gelir.

Bazı imkanlar bazı ehil olmayan adamların elinde zarara yol açar. Adam o işin ehli değilse elindeki imkanı, yetkiyi, ya da sahip olduğu makamı yanlış yerde kullanmaya kalkışır. Üstüne vazife olmayan işlere girişir. Yetki alanının dışına çıkabilir. Kendine de, başkalarına da zarar verebilir.

Birisiyle bir konuyu tartışacaksınız, ya da anlaşma yapacaksınız. Masaya oturdunuz. Ama karşınızdaki silahı çıkarıp masanın üzerine koyuyor, ya da ikide bir belindeki tabancayı gösteriyor. Karşınızdaki kimse biraz da saf ise, ya da aklını fazla kullanmayan birisi ise, kısaca biraz öküz ise korkmaz mısınız? Adamın hem silahı var, hem de aklından ziyade bedenini, bilgiden ziyade kaba kuvvetini, haktan ziyade dayatmayı kullanıyorsa... Yani öküz gibi, hem boynuzları var, hem de aklı yoksa... Bu şartlarda onunla hangi anlaşmayı yapabilirisiniz? Diyelim anlaştınız. Böyle bir şey aanlaşma mı olur, yoksa güçlünün dikte ettirdiği ilkeler mi olur?

Bizim ülkemizde öteden beri elinde silah olanların genel tavrı buna benziyor. Eline gücü geçiren o gücün arkasına sığınıyor. Sonra da aldığı kararları dikte ettirmeye çalışıyor. Kendine göre bir fikre bir hükme ulaşıyor, onu mutlak doğru kabul ediyor; sonra da senin itiraz etmemeni istiyor. Hem de silahı göstererek.

‘Gerçekler böyle değil, sen de yanılabilirsin, olayın başka boyutu da olabilir, geliniz onu da hesaba katalım, sosyal olaylar, dünyadaki gelişmeler farklı, onları da unutmayalım. Alacağımız kararlar tutarlı olsun, ülkemiz ve insanımız için uygun olanı bulalım’ deseniz de, hayır benim dediğim olacak. Çünkü en doğrusunu ben bilirim derler. 

Böyle bir ortamda sağlıklı bir tartışmadan, fikir hürriyetinden, serbest iradeden söz edilebilir mi? Şartlar eşit değil ki? Bir taraf ta baştan bütün fikirlere kapıları kapatıyor, bütün itirazları engelliyor, altarnatiflere yasak koyuyor.

Böyle bir ortamda çoğunluk iradesinin veya tercihinin fazla anlamı kalmıyor. Zira sonunda gücü elinde silahı belinde olanların borusu ötüyor. Ya da suyun başında oturanlar buyuruyorlar, uygun göruyorlar. Ötekilere düşen de bu lütfu kabul etmektir efendim....

Bir arkadaş anlatmıştı: Seksenli yılların başı. Askeri darbeden sonra Türiye’de generaller işbaşında. Her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bildikleri için (!) dinî anlayışa da çeki düzen vermek, müslümanların İslâmı  onların anladığı gibi anlamalarını sağlamak üzere toplantılar yapıyorlar, demeçler veriyorlar, kanunlar çıkarıyorlar, tüzükler hazırlıyorlardı.

Bu toplantılardan biri de Elazığ’da yapılmış. Elazığ’ın kasaba ve köylerinin bütün muhtarları ve imamları toplantıya davet edilmiş. Yüksek rütbeli birisi ilkelerden, geçerli düzenden, lâiklikten, gericilikten bahseden bir nutuk çektikten sonra sözü İslâmdaki faize getirmiş ve demiş ki;

-“Kim İslâm’da faiz haramdır diyorsa karşıma çıksın”.

Kürsü altında, mikrofon elinde, tabanca belinde, mühür (yani darbeciler) arkasında… Tabii ki meydan okuyacak kadar cesur.

Bütün din görevlileri sus pus. Kimsenin gıkı çıkmamış. (Belki de öküzleri düşünmüşler.)

Bir muhtar ayağa kalkmış ve;

-“Beyim ben hoca falan değilim, fazla da okumuşluğum da yoktur. Yalnız ben kendimi bildim bileli Kur’an’ın faiza haram dediğini duydum. İstersen bu din işini ehline bırakalım da biz memleketin meseleleriyle ilgilenelim…” demiş.

Sonra ne mi oldu? Önemli değil. Önemli olan gücü elinde bulunduran birilerinin yaptığı dayatmanın hazin manzarası.

Yani elinizde devlet gibi bir imkan varsa, belinizde tabanca varsa, gücünüzü bir makamdan alıyorsanız; kabayı gibi; “Ulan ben böyle diyorsam, böyle olacak” demenin rezaleti.

Siz inandığınız kitabı, o kitabı tebliğ edip uygulayan müstesna  elçinin dediklerini, o kitaba hakkıyla iman ettikten sonra onu güzelce anlamış binlerce ehil ilim adamını bırakacaksınız; belki de hayatında alnı secde, sırtı su görmemiş, ya da İslâm dairesinin dışında yer almış birilerinin İslâmdan anladığına inanmak zorunda kalacaksınız. Üstelik bu bir dayatma, zorlama ve tehdit ile sağlanacak…

Olacak iş mi bu?

 Olmayacak iş ama pratikte oldurmaya çalışılıyor. 1960 darbesinde bizim köyde muhtarlık aynı zamanda sıkı bir halk partili olan köy öğretmenine verilmişti. Bu mührü aldıktan sonra bir ilkokul öğretmeninin bu kadar yetkiyi nasıl kullanmaya kalkıştığını duysanız, hayretle karşılardınız. Küçük bir köy ve bir öğretmen. Sanki küçük bir dükalık ve onun başında bir diktatör. Nasıl oluyor? O zaman oluyordu. Yaşayanlar bilirler. 

Öküze boynuz verip de akıl vermeyen Allah’ın hikmetinden sual olunmaz.

Ama bizim asıl derdimiz iki ayaklılardan efendim...

Hüseyin K. Ece

29.4.2007

Zaandam