Define değil, yitik aramanın derdindeyim. Ne yapayım defineyi, velev ki bulsam... Neye yarar?

Arzularımı karşılar mı, hayallerimi gerçekleştirir mi, susuzluğumu giderir mi?

Yürek yarasını sarar mı?

Alnımdaki ateşi alabilir mi, yüreğimdeki ağrıyı dindirebilir mi, içimdeki ıssızlığı şenliğe çevirebilir mi?

Ne yapayım ben giderken benimle gelemeyecek olan defineyi?

Ne yapayım ışıklar söner sönmez beni terkedecek olan hazineyi?

Ben endişe içinde beklerken bir azgın nehir kenarında; uzaktan bana el sallayan bilgi, makam, başarı, servet veya aşk neye yarar?

Ben ıssızlığı haykırırken; bir kenarda  yabancı gibi duran eşyalarımı nereye koyayım? Ben onlara benim derken, onlar beni tanımayacaklarsa; ne diyeyim? 

Hani dost dediğin dar günde belli olur. O dar gün ile karşılaştığım zaman Yâr olmayan varlık’tan bana ne? Tufan gününde bana gemi olamayan defineyi bulsam ne yazar ki?

Yitiğimi arıyorum... ben yitik aramayı seçtim. Kim neyi seçerse seçsin.

Benim oyum bu seçimde yitik aramaya...

Eğer hayat bir şey arama zamanı ise. Eğer hayat bir serüven ise... Eğer hayat yolculuk ise bir arayışa doğru...

Bütün maceramız ‘mehd’en (beşikten) meâd’a (ölümsüz hayata) doğru bir sefer imiş.

O da ne kadar eder, bilemem ki? Yani kaç gün, ya da kaç metre?

Ben oyumu yitik aramaya veriyorum. Define aramaya değil.

Herkes varsın bir Mehlika sulta’nın peşinde ömür tüketsin, kan ve ter döksün, emek sarfetsin. Herkes varsın Mehlikası için rüya görsün, şiir yazsın, destanlar dizsin, filmler çevirsin.

Çöl ortasında bir kuyu... Ve ta uzaklarda bir kova... Kovanın kuyudan, kuyunun kovadan haberi yok... Kimse onları birleştirmiyor...

Ne garip değil mi?

Kervan bu kuyunun yanından geçecek. Kervandaki herkesin suya ihtiyacı var. Ama kuyunun kovası yok. Kuyuda su çok derinlerde, merdiven yok, tutamak yok... Kova çok uzaklarda bir yerde. Tek başına.

İşte ben o kovayım kuyumu arıyorum. Kuyumu bulduğum zaman damla nehire, nehir denize, gözyaşı göz pınarlarına süzülecek. Düğmesi açılan elektrik lambası gibi sisteme cereyan gelecek. Yani lamba yanacak, aydınlık olacak.

Yusuf’a doğru giden yol, kuyudan geçiyordu. Öyle duydum...

Kuyuya düşmeden, ihanete uğramadan, küçük bir bedel karşılığı satılmadan, sizdeki ışığa tutkun olan ama sizi kıskananların iftirasına uğramadan, zindana atılmadan, ya da zindan gibi sınavlardan geçmeden Yusuf olmak mümkün değil.

Yusuf olmak... Evet Yusuf olmak. Gömleği ama gözleri açacak kadar güzel bir Yusuf olmak. Yakupların yüreği kora çevirebilecek bir Yusuf olmak... Güneşin ve Ayın ve onbir yıldızın önünde eğildiği Yusuf olmak...

O ki yitiğini bulanlardandı. O ki ata yurdunu ayne’l-yakîn görenlerden, ona şahit olanlardan idi.  

Anladım ki, Yusuf’a giden yol kuyudan geçmekteydi. ‘Yusuf ol ve kuyunu ara’ diye bir ses duydum. Aldım kabul ettim.

“Ben ise bir Yusufum, kuyumu arıyorum”

Ya da o Yusuflardan olmayı arzuluyorum.

Hani kamışlıktan ayrılan ‘ney’ inliyordu ya. Hani ayrılıklardan şikayet ediyordu ya. Belki de yitiğini bulamadığı için.

Hani sayısız şair gurbetten dem vuruyordu ya... Hani yaban elde sıla hasretiyle yanık yanık gürbet türküleri yakanlar vardı ya...

Nerede o gurbet? Nerede o gurbeti yaşayanlar?

Biliyorum gurbet ile gariplik arasında ince bir bağlantı var. Gurbete düşene mi garip diyorlardı? Yoksa yitiğini bulamayana mı?

Eğer öyle ise Âdem gibi ata yurdundan muhacir olana ne demeli?

Gariplik onun durumunu anlatmaya yeter mi?

Muhacir kelimesi onun halini anlatmaya kâfi gelir mi?

Onun yaşadığını gurbet kelimesinin hangi hecesi dile getirebilir? Hangi şiirdir ki o dehşet ayrılığı terennüm etsin? Hangi yanık türkü bu hicranı nağmelere söyletebilir? Hangi besteci bu yakıcı gerçeği notalara dökebilir?

Âdem gibi ata yurdundan muhacir olmak...

Güven diyarından korkular beldesine sürgün olmak... Nimetler ülkesinden zahmetler memleketine hicret etmek... İkram olunuyorken, sorumluluk yüklenmek... Herşeyi hazır buluyorken, lazım olan her şeyi hazırlama mecburiyetinde kalmak... Her şey ayağına geliyorken, bazı şeylerin ayağına gitmek...

Şairin dediği gibi bir damla kan iken, binbir endişe ile dolu olmak... Kanarya iken binbir başlı kartalı taşımaya mecbur kalmak... Gerçeğin içinde yaşıyorken, hatta gerçeğin ta kendisi iken, yalanlarla ve yalancılarla bir ömür mücadeleye mecbur kalmak...

Hepsinden de önemlisi o müstesna yitiği bir daha bulmakla yükümlü olmak...

Bulmak için aramak, çalışmak, bedel ödemek...

 Neyse, sözün özü:

“Yükümü denk ettim, yol göründü mâveraya

Şimdi ebede doğru yolumu arıyorum”

 

Hüseyin K. Ece

14.2.2009 Zaandam/Hollanda