Yavuz S. Selim Farsça bir şiirinde şöyle diyor:
"Ne zinde em ez hicr-i tû ey şûh ne mürde,
Feryâd ez în nev vücûdî-i adem âlûd"
Yani; "Hasretinden ne diriyim ey şûh (ey sevgili) ne de ölü, Bu yokluğa bulaşık varlıktan dolayı feryâd ediyorum."
 
Bunun açılımı şöyle olsa gerek: “Hasretin beni öylesine etkiledi, öylesine beni benden aldı, öylesine kendimden geçtim ki ne ölüyüm, ne de diri. Güya varım, ama yok gibiyim. Yarı uyanığım yarı uykudayım. Uzaktan görenler beni uyanık, canlı, sağlıklı zanneder. Ama böyle değilim. İki uç nokta arasında, dirilik ile ölüm, ayıklık ve sarhoşluk arasında gidip gelmekteyim. Böylesine bir var oluşa, böylesine yaşamaya, böylesine ölü mü sağ mı olduğu belli olmayan gidişe feryat ediyorum. Bundan dolayı çığlık çığlığayım. Bunun için hüzülüyüm. Hüznümü de ancak içten bir feryat ile anlatabiliyorum.”
 
Bu nasıl bir hasret ki, beni yarı ölü yarı canlı hale getirdi?
Bu nasıl bir hasret ki beni uyur gezer gibi yaptı?
Bu nasıl bir özlem ki irademi, takatimi, gücümü elimden aldı? 
Bu sebeple artık yüreğimden feryattan başka bir ses çıkmaz oldu.”
Acaba Yavuz bunları mı demek istedi bu şiirinde? Bilmiyoruz. Belki de bambaşka bir şey anlatmak istedi. Onun kelimelerinden bu kadarını anlayabiliriz. Ya da onun hasret iniltilerini kendi halimize, kendi dünyamıza böyle yansıtabiliriz.
 
Kimbilir nice şairler hasretlerini mısralara aktardırlar. Nice ezgi ustaları özlemlerini yanık türkü yaptılar. Nice bestekârlar hasret duygularını melodilere söylettiler. Belki niceleri de yüreklerde bir yara, ıssız dağlara söylenilen bir feryat, bilinmez bir yerde kaybolan bir yalnızlık olarak kaldı. Kimbilir nice hasret türküleri bir hıçkırık gibi boğazda düğümlendi, öteye gidemedi. Nice özlemler –şairin dediği gibi- sahibinin aklını başından aldı, yarı diri yarı ölü hale getirdi.
Bu böyledir, hasret çekenler derdi olanlardır. Dert adamı söyletir de ağlatır da. Hasret adamı yollara düşürür, yolcu yapar. Arayışa mecbur eder. Bir hedefe gitmek üzere, yitiğini aramak üzere, sevdiğine yakın olmak üzere, umduğuna kavuşmak üzere… Ya da böyleleri büyük bir özlemle beklerler, yola çıkamazlarsa da yollara bakarlar, beklediğim, uzağa gidenim, yitiğim belki günün birinde gelir diye.
 
Yola çıkanlara ‘ne mutlu’ demeli. Kişiyi yola çıkaran özlem duygusuna ah vah edilmez, alkışlanır. Böyle bir duygudan mahrum kalana ne demeli? Yolsuz, yitksiz, hasretsiz, umutsuz, hayalsiz mi diyelim?
 
Yola çıkmayan hedefe varamaz. Yola çıkmayan arayamaz. Yolcu olmayan yolu da, yolculuğu da, azığı da, yol arkadaşlığını da, vuslatı da, kavuşmayı da bilemez. Anlatsan da anlayamaz.
Vuslat için öncelikle hasret gerekir. Sevdiği bir şeyle, bir kimse ile, bir hedef ile vuslat yaşamak isteyen önce özlemeli, sonra yola koyulmalı, sonra doğru yolda yürümeli… Ki gidebilesin, arayabilsin veya kavuşabilsin.
 
Hasret sahibini yola revan ediyorsa; ona aferin. Hasret insanı hareket geçiriyorsa; tebrik etmeli. Özlem, hüzünlendiriyorsa, özendiriyorsa, yollara düşüyorsa; sevinmeli. Zira hasretsiz vuslat olmaz, ya da çok kolaydır. Kolay ele geçen, elden kolay çıkar. Ucuza mal olan ucuza gider. Zahmetsiz elde edilenin değeri kıymetsiz olur.
 
Sevgi ne kadar büyük olursa, sevgili ne kadar değerli ise, hedef ne kadar ideal ise; hasret ona göre büyük olur, değerli olur, derin olur. Ucuz sevgiler, basit hedefler, sıradan sevgililer hasrete sebep olamaz. Kıymet verilmeyen sevgiliye ne kadar özlem duyulur ki? Hedef büyük değilse, o hedefe varmak için safedilen emek, akıtılan ter, tüketilen enerji de büyük olmaz. Büyük hasretler büyük sevgilerin çocuğudur. Derin özlemler derin sevgilerin karşılığıdır.
 
Bu bağlamda Adem’in yitik cennete olan hasretini anlamak mümkün. Olay, hasret duyulması gereken sevgiliyi işaret ettiği gibi, duyulması gereken özlemin de boyutlarını gösteriyor. Babamız Adem, cenneti kaybettiği zaman ona hasreti de başlamıştı. Zira sürgün edildiği yeryüzü cennetle kıyas edilemeyecek kadar farklı, değersiz, iğreti, fani idi. Güzel ve ulvi değildi. O kendisine bir lütuf olarak meccanen sunulan bu nihai vuslatı, bu ebedilik yurdunu, bu bitmez tükenmez nimetlerin kaynağını kolaylıkla kaybetti.
 
Burada bir GERÇEKle karşı karşıyayız: Adem’in bu sonsuz ikrama bir daha kovuşabilmesi için hasret duyması gerekiyordu. Bir ömür boyu, hem de yakıcı bir biçimde, içi kavrularak, “hasretinden yandı gönlüm” diyerek istemesi gerekiyordu. Zira o ne kaybettiğinin farkında idi. Ona tekrar kavuşmak asıl sevgiliye kavuşmaktı. Ona kavuşmak gerçek vuslattı.
 
Olay, en güzide bir ikrama, en doyurucu lezzete, en müstesna bir sonuca, en büyük kurtuluş ve zafere, en candan sevgiliye, en özge dosta kavuşmak isteyenlere örnek olsun diye anlatılıyor. Hasret duymak isteyenler işte buna hasret duysunlar. Bir şeye kavuşmak isteyenler işte böyle kavuşmayı arzu etsinler. Adem, yeryüzü hayatında, ölene kadar bu özlemle yaşadı. Bu hasreti içinde taşıdı. Bir gün kavuşmak umuduyla yaşadı. Zira hasret duyduğu şey, özlem duyulmaya değerdi. O bunu biliyordu. Zira orada idi. Gözüyle görmüştü, bedeniyle yaşamıştı duygularıyla hissetmişti.
 
Ancak nasıl olduysa günün birinde, orada, yani Cennette, insanın asıl düşmanına kandı, nefsinin aşırı isteklerine aldandı ve içinde bulunduğu saadeti, sunumu, ikramı kaybetti. Ya da Yaradan Adem’e, burayı gösterdi, tadından taddırdı, birazcık denemesine izin verdi. Sonra da: Ey Adem, ey Ademoğlu bu sonucu elde etmek ister misin, bu ikrama kavuşmayı arzu eder misin, burada ebediyyen yaşamak iser misin? Evet. Öyleyse bunu candan istemelisin, hasretini ta yürekten çekmelisin, bunun özlemiyle kıvranmalısı. Daha da önemlisi bunu hak etmek için çalışmalısın ve gereken bedeli ödemelisin.
 
Hiç bir insan hasretin ve vuslatın tadını Yakup gibi duyamaz desek yanlış olmaz. O ki Yusuf’unu kaybetmişti Kenan ilinde. O ki yitiği vardı. O ki canından bir parça koparılmıştı.
Yıllarca bekledi, özledi, ümit etti. Yusuf; gerçekten çok değerli bir yitikti. Yusuf, hasret duyulmaya layık sevgili idi. Temiz, sadık, üstün nitelikli oğuldu. Sıradan bir baba, ölen, kaybolan, ya da uzaklara giden sıradan bir oğula can yakıcı hasret duyarken; Yakub gibi bir peygamber, Yusuf gibi bir yitiğe yanmaz mı? Özlem duymaz mı? Yusuf’un kayboluşuna üzülmez mi; böyle bir ayrılığa ‘ah’ etmez mi? İçi sızlamız mı? Ciğeri yanmaz mı? Gözlerin beyazını kaybedecek kadar ağlamaz mı?
 
Değeri yüce bir sevgiliye hasret duyanlar bu soruya; ‘Evet ağlarlar, hem de gözyaşlarını ciğerlerine dökerek” derler.
 
Ancak ne Adem yitik cennete hasreti, ne Yakub’un Yusuf’a hasreti, ne İbrahim’in İsmail’e hasreti onların aklını başından aldı. Onları yarı diri yarı ölü hale getirmedi. Onları meczup ve deli-divane etmedi, isyana sürüklemedi. Bilakis, hüzünleri ne kadar çok olursa olsun, ayrılık ateşi ne kadar yakıcı olursa olsun, başa gelen ne kadar acı olursa olsun, hasret duyulan şey ne kadar değerli olursa olsun; sabırla, tevekkülle, ümitle, sabırla beklediler. Özlemin vuslata dönmesinden hiç ümit kesmediler.

Zaten hasretin böylesi tad verir, yüreği kıpır kıpır ettirir, heyecanı iç dünyanın lezzetli bir gıdası yapar. Bu da tadmaya değer.

Hüseyin K. Ece

13.03.2013

Zaandam/Hollanda