Emrinde sayısız köle, hizmetçi, memuru ve adamı varmış. Çoğu ona az bir maaşla veya boğaz tokluğuna çalışırmış. Herkes ona çalışmak zorunda imiş.

Çünkü başka seçenekleri yokmuş. Çünkü bütün ülke onunmuş. Ülkenin dağları, ormanları, vadileri, yaylaları, tarlaları, bahçeleri, evcil hayvanları ve vahşi hayvanları, atları, eşekleri ve itleri, hatta yaban arıları bile onunmuş.

Bütün yollarda, bütün köşebaşlarında onun askerleri nöbet tutarmış. Bütün yolcular ve araçlar ancak onun izniyle seyru sefer edermiş. Aslında bu seferler de onun bir emrini yerine getirmek, bir görevi tamamlamak için olurmuş.

Ülkede sinek uçsa bu kralın haberi olurmuş. Bir kuş ötse onun haberi olurmuş. Birilerinden bir aykırı ses çıksa onun haberi olurmuş. İstihbaratı çok güçlü imiş. Zamanının bütün teknolojik imkanlarını kullanırmış. Haberi olunca da gereğini yaparmış. Daha doğrusu yaptırırmış.

Bu kralın çok çok parası varmış. Hazinelerinin hesabını kendisi bile bilmiyormuş. Hazineleri taşımaya kalkışsa çok güçlü, dev yapılı pehlivanlar bile taşıyamazmış. Kral bu hazinelere paralar, mücevherler, kıymetli taşlar, altınlar, zümrütler yığdıkça yığmış. İyi korunan bir büyük hazine odası yetmemiş, bir tane daha devreye sokmuş. O da yetmemiş bir tane daha yaptırmış. Bunların yanına demir kasalar da eklemiş.

Kralda servet biriktirme hastalığı varmış. Habire hazinesini  dolduruyormuş. Servetini ülkesi için harcama yerine, ülkesini serveti için harcıyormuş. Ülkesinin imkanlarıyla elde ettiği bu serveti halkının yararına kullanma yerine, halkı bu serveti korumak ya da daha çok artırmak için kullanıyormuş.

Servetinin hikmet-i vücudu halk değil de, halkın hikmet-i vücudu kralın gözde serveti imiş.

Bu kral oldukça evhamlı, mütereddit, korkak ve pimpirikli imiş. Zira hazinelerinin çalınmasından, azalmasından, ihtiyaçlarına yetmeyeceğinden korkarmış. Bunun  için çok güvenilir adamlarından kurulu bir beçki ordusu ile, hazinelerini gece gündüz bekletirmiş. Ona göre bu servet sadece ona mahsustur. Hak etmeyen birilerinin eline geçmesi felakettir.

Halkının refah düzeyi oldukça düşükmüş. Kıt kanaat geçiniyorlarmış. Bir anlamda herkes kralın insafına, buyruğuna, lütfuna, ulufesine  muhtaçmış. Daha doğrusu halkı bu hale kendisi bile bile getirmiş. İsyan etmesinler, kafa kaldırmasınlar, itiraz etmesinler ama hep zayıf kalsınlar diye.

Ee, devran hep böyle sürmez ya. İkbal herkesin yüzüne her zaman gülmez ya. Günün birinde bu kral hasta olmuş. Yataklara düşmüş.

Ülkenin en iyi, en mütehassis doktorları onu tedavi etmişler. Muayeneden geçirmişler. Çeşitli ilaçlar denemişler. Onu iyi etmeye çalışmışlar. Ama olmamış, hic bir ilaç, hiç bir bakım fayda vermemiş. Başka ülkelerden doktorlar, uzmanlar, profesörler davet etmişler. Onlar da bütün maharetlerini kullanmışlar. Ellerinden geleni yapmışlar. Bildikleri bütün metodları kullanmışlar.

Ama kral iyileşmemiş. Sırtında çıkan bir çıban gittikçe büyümüş. Ne ameliyat, ne de tedavi... Hiç biri çıbanın başını ezememiş. Bu çıban onu yemiş bitirmiş.

Ve günün birinde, takati kesilmiş, gücü kaybolmuş, hastalığa/çıbana  yenilmiş, çeneyi kapamış.

Onu yakından bilenler dediler ki:

“Servetinden hiç bir şeyi yanında götüremedi.”

 

İkinci hikaye

Bir zengin varmış bir ülkede. Bu ülke neresi, bu adam kim? Hiç önemli değil. Onu tanıyanlar anlattı biz de dinledik. Aklımızda kaldığı kadar burada özetlemeye çalışıyoruz.

Bu adam altmışlı yıllarda İzmir’den bir avrupa ülkesinde calışmaya gitmiş. Belli ki köyünde geçimi yerinde olmadığı için mecburen gurbete gitmek zorunda kalmış.

Gider gitmez işe koyulmuş. Çalışmaya başlamış, hem de harıl harıl. Tek vardiya, yetmedi, iki vardiya. İki vardıya yetmedi, üç vardiya. Çok çalışmış. Hem de gece gündüz. Kazandığı paraları ne kendine, ne başkasına harcamamış. Kimseye beş kuruşunu kaptırmamış. Zaten fazla akrabası da yokmuş. Olsa bile mümkün mertebe uzak durmuş. Benden bir şey beklemesinler diye. Borç vermekten hoş hoşlanmazmış, çok ısrar ederlerse küçük miktarlar verirmiş, mutlaka yazarmış, günü gelince de alacağını ister tahsil edermiş. Kimsenin beş kuruşunu yemediği gibi, kimseye de beş kuruşunu kaptırmamış. Velev ki teberru yoluyla da olsa.

Uzun yıllar herkese cimri davrandığı gibi kendisine de cimri davranmış. Parası azalmasın diye en ucuz kıyafetleri alırmış. Hatta ikinci el elbiselerle idare edermiş. Bir çift ayakkabıyı yıllarca giyermiş. Yemeği en ucuza mal etmeye çalışırmış. Yurtdışında kaldığı müddetçe mustakil ev kiralamamış. Hep pansiyon gibi yerlerde, ucuz, eski, masrafı en az olan odalarda idare etmiş.

Kendine göre çok masrafı olan her şeyden kaçmış. Hatta bu sebeple evlenmemiş bile. Ona göre evlenmek ikinci bir masraftı. Ne luzüm vardı kazancı ikinci bir kişiye yedirmenin.

 Hesap adamıymış. Kazancını kuruşu kuruşuna hesap eder, hemen yatırıma yöneltirmiş. İzmir’de pek çok daire ve dükkanlar almış. Sayısını kimseye söylemediği için kimse bilmezmiş. Hepsine kiracı koymuş. Hepsinin kiralarını sağlamca ödemelerinin tedbirini almış. Hesap adamı olduğu için alacağını vereceğini bilir, kimsenin parasını kapmasına fırsat vermezmiş. Biriken kira bedelleri ile yeni mülkler alır, onların da kâr getirmesini sağlarmış.

Bir arkadaşına anlattığına göre ülkesinin pek çok şehrini, yöresini  gezmiş ama asla otel parası ödememiş. Gündüzleri şehri gezer, akşam başka bir şehre gece giden otobüse bilet alır. Sabaha kadar otobüste uyurmuş. Böylece otel masrafı olmadan pekçok yeri gezme imkanı bulmuş.

Boşu boşuna para harcamamakla övünürmüş. Gezmeyi de severmiş. Ama böyle.

Hanımı, çoluk çocuğu, yakın bir akrabası yokmuş. Kazancının hesabını kendinden başka kimse bilmezmiş. Onun herhangi bir fakire, herhangi bir yardım kuruluşuna bir kuruş verdiğini, bir teberruda bulunduğunu kimse görmemiş ve duymamış. Üstelik fakirlere yardım etmeyi enayilik sayarmış.

Altmışbeş yaşına gelince Türkiye‘ye kesin dönüş yapmış.

Kesin dönüş yaptıktan kısa bir müddet sonra öldüğü duyulmuş.

Bir ömür boyu biriktirdiklerinden yanında hiç bir şey götürememiş.

Bunca serveti kime bıraktığı da belli değilmiş.     
 

Üçüncü hikaye

Bir delikanlı varmış. Güçlü, kuvvetli, babayiğit. Kafasından çok gövdesini ve yumruklarını çalıştırırmış.

Onun bu tarafını gören birileri onu keşfetmiş, sırtını sıvazlamış, yer altı dünyasına davet etmişer. Aklı yerine bedenini çalıştıran bu pehlivan/kabadayı pohpohlamalara aldanarak davet edilen yere gitmiş, oraya demir atmış. Önceleri kendisini oraya davet edenlere çalışmış. Zaman içinde yol yordam, dalga dubara, yöntem ve oyunlar öğrenmiş. Yaptıkları duyulduça şöhreti, şöhreti yayıldıkça tecrübesi arttmış.

Gün gelmiş, gittiği yerde ben varım dermiş, orada olduğunu duruşuyla hissettirirmiş. Ondan çekinenler “buyur ağbi, tabi ki sensin“ deyip saygı gösterirlermiş. Önünden kimse geçmezmiş. Konuştumu kimse itiraz edemez, teklifine hayır denilmezmiş.  

Haraç almış, senet tahsil etmis, birileri adına tehditler savurmuş, posta koymuş, “gelirsem oraya karışmam“, “ben mi oraya geleyim, yoksa sen onu hallediyor musun“ seviyesine yükselmiş.

Şöhreti gitikçe yayılmış, kendisinden çekinilen, önünde ceketler düğmelenen bir kabadayı olup çıkmış. Etrafa bir nam salmış ki, duyan ürpermış, kimin yanından geçmişse vaziyet almış, haber saldıkları gereken ilgiyi göstermiş.

Bir saltanat kurmuş ki sormayın gitsin. İstediği oluyor, emirleri yerine geliyor, istediğini elde ediyordu. Yumruğu ve silahı iyi iş görüyor, önünü açıyordu. İstediği kadar eğleniyor, istediği yerde içiyor, istediği kadını elde ediyordu.

Bu ne kadar sürmüş. Belli değilmiş.

Ve günün birinde bir gece klubünden çıkarken nereden geldiği belli olmayan bir kaç kurşunla vurulmuş, gece klubünün kapısına yığılmış.

Böylece çekip gitmiş. Cenazesine belediyeden başkası sahiplik eden olmamış.

Giderken de yanında o dillere destan kabadayılığından ve havasında hiç bir şey götürememiş.

 

Dördüncü hikaye

Tunuslu mu desem, Faslı mı desem, Cezayirli mi desem? Belki hiç biri değil... Ya da Türkiyeli, Iraklı, Mısırlıü Iraklı biri.

Kaçak olarak Fransa’ya gitmiş. Orada yaşamak istemiş. Oranın hayat tarzının daha iyi olduğuna inanmış. Bu yüzden her türlü rizikoyu, tehlikeleri göze alıp orada kalmaya karar vermiş. Polislik olaylardan uzak durmuş, polisle karşılaşmamaya dikkat etmiş. Başarmış da. Polise işi düşmediği gibi, bir olaya da karışmamış. Yırt dışı edilmesine sebep olabilecek bir vukuat işlememiş.

Hedef orada yaşamak arzusu olunca oturum alması gerekiyormuş. Çevresindeki hemşehrilerinin, akrabalarının, arkadaşlarının çoğu oturumlu. Kanunen Fransa’da oturuyorlar. Rahat rahat çalışıyorlar, ailelerine para göndriyorlar, serbest dolaşabiliyorlar, ülkenin maddi ve sosyal imkanlarından faydalanıyorlar. O niçin bu nimetlerden mahrum kalsındı? Üstelik burası Avrupa, yani Fransa... Hem refah açısından hem statü açısından burada yaşamak geldiği ükede yaşamaktan daha iyi.

Muhakkak oturum almalıydı, Oturum bu gibi yabancılar için kurtuluş idi. Yabancıları oturum alan birisi için “adam çok uğraştı ama sonunda kurtuldu” derler.

Ne yazık ki yıllar geçtiği halde bir türlü oturum alamamış. Ama azmini kaybetmemiş, uğraşmış, uğraşmış, uğraşmış. Yorulmadan, bıkmadan. Her yolu denemiş. Tam yirmibeş yıl sonra Fransa’da oturma iznini almış. Kocaman bir oh çekmiş. Kurtulduğuna sevinmiş. Bayram etmiş. Geç olsa da muradına ermiş.

Bir Avrupa ülkesinde oturum almış ya...

Az şey mi? Yıllarca peşinden koşuşturduğu hayal gerçek olmuş ya...

Ona göre bu bir zaferdir. Yirmibeş yıl sonra gelen bir zafer.

Yirmibeş yıl evinden, barkından, aana-babasından, akrabalarından uzakta olmanın sonunda gelen bir başarı.

Yirmibeş yıl Fransa'da kaçak yaşamanın ardından gelen sevinç...

O sevinçle bir araba almış ve tam yirmibeş sene sonra ülkesine doğru, sağ kalan akrabalarını ziyaret etmek, eski ülkesini, doğup büyüdüğü yerleri görmek için yola çıkmış. Ancak ülkesine varmadan, henüz Fransa’da çıkmadan trafik kazası yapmış ve orada ölmış...

Ve her şey bitmiş...

 

Beşinci hikaye:

“Toz zerresi, üflesen uçacak, kaybolacak
Arkasından; sahipsiz bir ev, tütmez bir ocak”

 

Hüseyin K. Ece

02.01.2012

Zaandam/Hollanda