Ama ne yapalım ki yeniden hatırlatmak gerekiyor, kişinin anadilinin önemini...
Canım biz zaten biliyoruz, denilebilir. Tamam biliyoruz da nasıl biliyoruz?
Doktora gidiyorsun, adam seni muayene ediyor, hastalığına teşhis koyuyor ve bir reçete yazıyor. Diyor ki ‘burada yazılı ilacı alacaksın, şöyle şöyle kullanacaksın. İhmal etme sakın, senin çok önemli.’ Eve geliyorsun, ilacı almadığın gibi, reçeteyi de rastgele bir yere atıyorsun. Soranlara da; “ Doktor bir ilaç yazdı, benim için çok önemli imiş” diyorsun. Hatta üstüne basa basa, ‘benim için çok önemliymiş, çok çok mühimmiş.”
Bu neye yarar ki? Sabaha kadar, akşama kadar ‘bu benim için önemli imiş’ de dur, ne kazanabilirsin ki? O reçetedeki ilacı alıp kullanmadığın sürece, senin ‘önemli’ demen sadece lâf kalabalığıdır.
Anadilin kişi ve toplumlar için ne kadar hayati önem taşıdığını uzmanlar söylüyorlar:
“Dil bir kültür yaratmanın, onu zenginleştirmenin vaz geçilmez bir öğesidir. Dolayısıyla dil, aynı tarihsel geçmişe sahip bir halkı bir arada tutmanın, onu ulusal bütünleşmeye veya ulusal şekillenmeye götürmenin lokomotifidir.” (U. Pulur)
İnsanımız gurbet diye tabir edilen batı avrupa ülkelerinde yaşıyorlar. (Türkçe’nin çok geniş bir coğrafyada konuşulduğunu tekrar hatırlayalım.) Herkes bulunduğu ülkenin dilini öğrenmek ve günlük hayatta kullanmak zorunda. Buna diyecek bir şey yok.
Ancak insanımızı birarada tutacak ortak bir dile sahip olmamız gerekmez mi? Bizi biz yapan kültürümüzü korumak, kimliğimizi bizden sonrakilere aktarmak, dilimizdeki geniş ve zengin güzellikleri benliğimize nakşedebilmek için anadile ihtiyaç var. Bazı ortak hassasiyetleri paylaşmak, ortak manevi zenginliğimizi keşfetmek, toplumsal mayamızı sağlayan unsurları öğrenmek ve yaşatmak, Türkçe konuşan bütün topluluklarla her alanadaki irtibatı sağlamak üzere anadilinin çok iyi derecede bilinmesi gerekir.
Kültür ve diline sahip çıkmayan bir toplumun gelecek yüz yıllara kalması zordur. Tıpkı bir meyva bahçesi gibidir dil ve kültür; bakıldıkça gelişir ve ürün verir. İlgi gösterilemezse, bakılmazsa, korunmasa hastalanır, kurur ve giderek yok olur.
Peki dile ve kültüre nasıl bakılır? Dilimiz ve kültürümüzle nasıl ilgileneceğiz acaba? Bunun söz veya kuru iddia ile olmayacağı açıktır.
Hiç kimse biyolojik olarak belirli bir dili öğrenme ve konuşma yeteneğine sahip olarak doğmaz. Ya da hiç kimse doğuştan bir dili öğrenmiş olarak doğmaz. Sağlıklı çocuklar, şu ya da bu dili öğrenme yeteneğiyle doğarlar. Hangi dili öğrenecekleri, biyolojik ve fiziksel özelliklerine değil, içinde yetiştikleri aile ya da çevreye bağlıdır. Bu çevrenin dili, insanın anadilidir.
Madem ki bu gerçek böyledir, öyleyse anadili Türkçe olan bizlerin aile çevresini çocuklarımız için de anadili çevresi yapmamız gerekir. Madem ki çocukların anadili, çevrenin dilidir; o halde dar aile ortamı çocuğun ilk dil öğrenme ortamı olmalı. Çocuklarımız öncelikle anadillerini annelerinden, babalarından, yakın akrabalarından ve mutlaka Türkiye’ye giderek oradan öğrenmeleri şarttır.
Hatırlatmak gerekir ki kendi dilini iyi bilen çocuklar ikinci bir dili daha rahat öğreniyorlar. Bu Türkçe için de geçerli, Hollandaca için de geçerli.
Çocuklar önce bir tek dil öğrenirler. Ancak bazı çocukların iki dili birden öğrenerek büyüdüğü durumlar da olabilir. Dolaysıyla, ‘evde hep Türkçe konuşursak, çocuk Hollandacayı iyi öğrenemez’ iddiası geçersizdir.
Kendi kimliğine ve kültürüne değer veren ebeveynler, şüphesiz –özellikle küçük yaşlarda- önceliği anadiline verirler. Temeli böyle atarlar. İleride o sağlam temel üzerine sağlam yapılar zaten kurulur.
Bakınız şair ne diyor:
"En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Ninniler, masallar da caba" sı…
Bedri Rahmi Eyüboğlu
Anadilin, yani elin ayağın kadar senin olan, ananın ak sütü gibi helâl ve bedava. Üstelik onca zenginliği, güzelliği ve kültürü de cabası…
Kendi dilini iyi bilmeyenlerin kimlik sorunu yaşadıkları da bir gerçektir. Hatta Hollanda’da suç işleyen gençlerin büyük bir oranının kimlik krizi geçirdikleri bilinmektedir.
Dil belki her şey değil ama, onunla kimliğin alt yapısının kurulduğu, kişinin kendine güven duyduğu, sırtını sağlam bir yere dayamanın gücünü hissettiği söylenebilir. Bunlar olmadan da kişinin ‘ben kimim?’ sorusuna olumlu cevap vermesi kuşkuludur.
Bizim insanımız (özelde yeni yetişen neslimiz) kendi öz dili ile hem sınırsız bir kültürel zenginliğe kavuşur, hem de kimliği oluşturan dinamikleri kendi dilinin imkanlarında yakalar. Bir kaç dil bilmenin avantajını da kullanır.
“Çok dillilik çocuklar için bir zenginliktir. Kavramların farklı dillerdeki karşılıklarını öğrenmek zihinsel bir genişleme ve derinleşme getirir. İki dilli çocukların problem çözme yeteneklerinin geliştiği görülüyor. ” (M. Akşit, Zaman 28.6.2005)
Sadece bu kadar mı? Şüphesiz ki bir kültür ve medeniyet dili olan Türkçe’nin sahip olduğu zenginlik, söz güzelliği, taşıdığı imkanlar bir hazine gibi insanımızın önünde durmaktadır.
“İnsanları birbirleriyle anlaştıran dil, aynı zamanda kültürün biricik aynasıdır. Kültürün inceliği, derinliği, tarihi gelişmesi dile yansır. Dilden bir kavramın silinmesi, kültürden bir damarın koptuğunu gösterir.” (M. Niyazi Özdemir, Zaman 24.3.2003)
Hollanda’da gerek evimizde, gerekse başka yerlerde, kurumlarda çocuklarmıza daha dikkatle dil öğretimi vermek kaçınılmaz görünüyor. Zira resmi kurumlarda Türkçe dersi artık söz konusu değil. Ailelerin günlük konuşmaları ise anadili eğitimini, ilim ve kültür dili seviyesini sağlayacak boyutta değil. Ama bir şekilde çocuklara dilimizi öğretmek, tanıtmak, bu dil ile okuyup yazmalarını, tam manasıyla anlamalarını sağlamak görevimizdir.
“Bundaki ölçü, fertleri kendi dillerinin tadına vardırmaktır. Bunun yolu ise dilin tarih boyunca ve daha çok edebî eserler yoluyla ortaya çıkan belli başlı verimlerini fertlere tanıtmak ve okutmaktan geçer. Hiçbir toplum örgütlenmesi fertlerini, sadece günlük konuşma seviyesinde bir dil becerisiyle baş başa bırakmaz, bırakamaz.” (Prof. Dr. A. B. ERCİLASUN)
Bu işi bilen kardeşlerimiz, aydınlarımız bakınız nasıl uyarıyorlar:
“Anadilini bilmemek, kültür ve inancından da uzak kalma riski demektir. Türkçeyi unutan çocuklarımız bir redd-i miras yaşarlar. Tarihten gelen zengin miraslarını, kültür ve dinlerini kabul etmezler.” (M. Akşit, Zaman 28.6.2005)
Yirmi yıl, otuz yıl sonra bizi ve geldiğimiz topraklardaki insanları hiç anlamayan, o dil ile meydana getirilen kültüre ve kendi kimliğine temamen yabancı kalmış çocuklar ve torunlar görmek istemiyorsak, kolları sıvamamız gerekiyor. İşi oluruna, akışına bırakmak sorumsuz ve tembel adam işidir.
Bulunduğumuz çevrede bütün imkanları seferber ederek, çocuklarımızın Türkçe kitap okumasını, Türkçe kursları takip etmesini, Türkçe proğramlarda aktif görev almasını sağlayarak veya başka imkanlarla anadillerini korumalarına yardımcı olmalıyız.
(Zaten Türkçeyi de öğrenmek çok kolaymış. Şu habere bakınız:
Anadilini en çabuk Türkler öğreniyor
Dünya çapında yapılan bir araştırma sonucunda anadilini en erken öğrenen çocukların Türk çocukları olduğu ortaya çıktı. "International Association for the Study of Child Language" (Uluslararası Çocuk Dili Araştırmaları Derneği) adlı kuruluşun Berlin'de yapılan 10. kongresinde, Türk çocukların 2-3 yaşına kadar kendi dillerinde dil bilgisi kurallarına uygun konuştukları belirtildi. Dil bilimi profesörü Klann Delius, Türk dilinin kolay öğrenildiğini belirterek, "Türkçe'nin şahıs ve zaman belirleyen ekleri düzenli. Lego taşlarının yan yana dizilmesi gibi" dedi. 27.7.2005)
Yoksa zaman aleyhimize işleyebilir.
İşte bunları da dilim ile, yani Türkçe ile söylemeye çalıştım. Eksik söyledim, tamamını anlatamadım, hepsini dile getiremedim diyeceklerimin.
Diyeceklerim, işte dilimin ucunda.. Varın siz de ötesini anlayıverin.

H. Kerim
30.7.2005 Zaandam