Yıllar önce bir Orta Anadolu kasabasında görev yapıyordum. Kiracı olarak kaldığım evini sahibi, nereden bulmuşsa, bir japon horozu satın almıştı. Bu horozu diyebilirm ki hergün görürdüm. Kapının önünde, bahçede, evin çevresinde, bazen diğer tavuklarla, bazen de tek başına dolaşırdı. Japon tavukları normal tavuklardan daha küçüktürler. Neredeyse bir keklik kadar. O zaman o kasaba bundan başka da japon tavuğunun veya horozunun var olduğunu duymadım. Bizim ülkemizde fazla bulunmadığı için de ister istemez ilk defa görenlerin dikkatini çekiyordu.

Adamın birinin bir japon horozu satın almasının, kümeste diğer tavuklarla beslemesinin ne özelliği olabilir diye akla gelebilir.

Benim de ilk gördüğümde dikkatimi çekmişti ama, sonradan ben de alıştım. Her gün gördüğüm küçük bir horoz işte.

Ancak günün birinde gazetenin birinde tanıdık bir kızın resmini görünceye kadar.

Bir arkadaşla bir kahvehanede görüşmek üzere sözleşmiştik. Onu beklerken masadaki gazeteyi de istemeyerek karıştırıyordum. Gazetenin orta sayfalarında bizim ev sahibinin yedi-sekiz yaşlarındaki kız torununun resmini görünce şaşırdım. Biraz daha dikkatli baktım... Evet o, bizim Reyhan hanım. Babası Almanya’da olduğu için şimdilik dedesinin yanında kalıyordu. Sık sık da bize gelirdi. Şirin bir kız. Ama gazetede fotoğrafının ne işi vardı?

Yanyana iki fotoğraftan birinde Reyhan hanım japon horozunu kucağına almış. Diğerinde ise iki elinde iki ayrı yumurta tutarak kameraya poz vermiş. Yumurtaların biri büyük diğeri ise küçüktü.

Resimlerin altında ise yaklaşık olarak şöyle bir haber vardı: Falanca kasabada yaşayan Ramazan Bey, japon tavuğu çiftliği kurdu ve bol miktarda bu tavuklardan yetiştiriyor. O kadar çok ilgi varmış ki Ramazan Bey ihtiyacı karşılayamamaktan şikayet ediyormuş. Resimde de görüldüğü gibi japon tavuğunun yumurtası, normal tavuğunkine göre oldukça küçükmüş.

Hemen aklıma ev sahibinin oğlu geldi; o hem gazete satıyor, hem de arada bir bazı magazin gazetelerine haber gönderiyordu. Onun haber gönderdiği gazeteleri okumadığım için, ne tür haber gönderdiğini bilmiyordum. Demek ki böyle haberler gönderiyormuş. Kendi kendime ‘onu ilk gördüğüm yerde bu durumu soracağım’ dedim

İsmi bende mahfuz olan o arkadaşa ilk karşılaştığım yerde sordum: Falanca gazetedeki haber ne? Babası ne zaman ve nerede çiftlik kurdu? Bir japon horozu ne zaman binlerce oldu? Nerede talep varmış da, babası karşılayamamış? Bizim kapının önünde dolaşan horoz ne zamandan beri yumurtlamaya başlamış. Arkadaş alttan alta gülerek; ‘Hocam orasını karıştırma, bu işler böyle gidiyor’ dedi. Çaresiz ben de acı acı tebessüm ettim ve son bir soru sordum: ‘Peki o küçük yumurtayı nereden buldun?’ ‘O yumurta değil, bir taştı. Çevrede aradım ve bularak yumurta figürü olarak kullandım’ diye cevap verdi.

Doğrusu o zamana kadar basına az da olsa güveniyordum. O olaydan sonra basın konusundaki tereddütlerim bir kaç misline çıktı. Türkçe yazan basının öteden beri kötü bir şöhreti olduğunu biliyordum, ama işin bu kadar pespâye olacağını doğrusu düşünemezdim. Bizde basının yerli olup olmadığından tutun da basın ahlâk yasasının ne kadar işledeği sorusuna kadar pek çok şey tartışılmıştır. Televizyonun da devreye girmesiyle artık medya adını alan yazılı ve görsel basının rolünün ne kadar olumlu olduğu daha da tartışılacak. 

Yukarıdaki olay, yalnızca uydurma bir haberdi ve başkasına zarar vermedi. Elbette ahlâk kurallarının ötesinde bir davranıştı. Fakat medyada yer alan abartmaların, uydurma haberlerin, masabaşı haberciliğinin, asparagas gazeteciliğin, iftira ve göz boyamaların bu kadar basit ve zararsız olduğu söylenemez. Nitekim Türkçe yazan basının özellikle dindar kesimli ilgili senelerden beri yaptıkları haberleri gördükten sonra.

Hoş dünya medyası da çok farklı değil. 11-Eylûl 2001 Newyork’taki ikiz kulelere yapılan saldırının arkasından, medyanın ne kadar yalan haber uydurabildiğini, haberleri ne kadar manipüle edebildiğini, görüntüleri ne kadar ustalıkla ilgili yerlere yerleştirip istenilen amaç için kullanabildiğini; muazzam bir propaganda malzemesi, güçlü bir yalan uydurma ve rakiplere saldırı aracı, ne kadar güçlü bir uyuşturucu olduğunu bir kez daha gördük. Medyanın ahlâk ilkelerine uyma açısından sicilinin temiz olduğu da söylenemez. Bunu bilen bilir. Bu açıdan bakıldığı zaman bile, madyanın sadece masum habercilik yapmadığını, bunun ötesinde bir rolü üslendiğini görürüz.

Bu nahoş saldırıyı kim yaptı? Şu ana kadar henüz gerçek anlamda isbat edilemedi. Ama medya olayın olduğu andan itibaren suçluları çoktan ilan etti. Hukukta; “Berâati zimmet asıldır,  yani bir kişinin suçlu olduğu isbat edilinceye kadar o kişi suçsuzdur” ilkesi vardır.

İyi de; hukukta olan bu kural, çoğu zaman güçlüler hakkında işlemez. Güçlülerin elindeki medya da bu ilkeyi ve başkalarını çoğu zaman takmaz

Onbir Eylûl saldırısı bahâne ederek müslümanlar aleyhine demediklerini bırakmadılar. İslâm âleminden rastgele aldıkları görüntülere bazen maksatlarını söylettiler, bazen de yanlış yorumlarla verdiler. Resimleri kendi yalanları uğruna kullandılar. 

Böylece İslâma ve müslümanlara karşı yeterince hoşgörüsüz olan batı kamuoyunu manipüle ederek yeterince kışkıttılar. Bununla birlikte, güçlü ülkelerin dünyanın bugünkü durumu noktasındaki rolünü, sömürülerini, sahip oldukları felâketleri, yaptıkları haksızlıkları ustalıkla gizlediler. 

Pakistan’da bir grup genç üniformalarıyla idman yapıyorlar. Hollanda kanallarından birisi bu görüntüyü yakalıyor ve şöyle bir yorumla veriyor: ‘İşte Pakistanlı gençler askerî eğitim alıyorlar, cihad için hazırlık yapıyorlar. Bunlar ileride Batıya saldıracaklar.’

Buyurun; şaşırtmaca, düzmece, yalan haber bu kadar olur. Evet, bir kaç genç Batıya saldırmak için spor yapıyorlarmış. (!) Bunlar terörist.(!) 

Kim terörist? Elinde dünyayı bir kaç defa havaya uçuracak silahları olanlar, dünyayı istedikleri gibi yönetenler, canları istediği zaman istedikleri yeri bombalayanlar, ya da işgal edenler, kendilerine bağlı yönetimler kurmak için akla hayale gelmeyen saldırılar, suikastler ve sabotajlar düzenleyenler mi, yoksa haklarını almak üzere mücadele edenler mi???

Bunlarda ne insaf, ne doğruluk, ne hakkaniyet; ne de merhamet var. Bunlar asla objektif yayın yapmıyorlar. Hatta açık açık insan haklarına tecavüz ettikleri gibi alenen insanlar arasında ayrım yapıyorlar. Kendini savunma imkanını bulamayan zanlıların aleyhinde demediklerini bırakmıyorlar. Üstelik İslâm konusunda zır cahiller.

Doksanlı yıllarda Fransa kıyılarında batan tankerden akan petrole bulanmış karabatak kuşunun görüntüsünü, Körfez savaşında Irak aleyhine kullanan, güyâ o kuşun Saddam’ın vurduğu petrol kuyularından akan petrolden etkilendiğini utanmadan televizyonlardan yayınlara nasıl ve niçin güvenelim?

Saddam’ın Irak’a girişini kutlayan Filistinli gençlerin on yıl öncesine ait zafer işaretini, onbir Eylûl saldırısına sevinme diye sunan, oyuna getirilerek, tatlıları ısmarlama karşılığı bir zafer işareti yaptırdıkları Filistinli kadını, Amerikadaki saldırılar için bayram yapıyor diye veren basının hangi yalanlarına ve abartılarına inanalım?

Bunlara benzer olaylarla, yıllarca önce yaşadığım ilginç hatıra arasında benzerlik kurmayalım mı? Fazla değişen bir şey var mı?

Keçisi çalınan müftü haberi yerine, ‘Müftü keçi çaldı’ diye yazanlar eskide mi kaldı? Bu gibi iftiraları utanmadan haber diye basanlar yalnızca dünyanın bir ülkesinde mi yaşıyor? 

 Yaptığının hesabını vereceğine inanmayanların, medyaya hakim olması sürdükçe basın baskın çıkmaya devam edecek gibi görünüyor.

Önemli olan aklı başa almak; yalanlara kanmamak ve yalancılığı, iftirayı, -ilâhî ilkelere göre- gayrî ahlâkî işleri alışkanlık haline getirenlere hiç bir şekilde destek olmamak.

Ama bunu kim yapacak???

Hüseyin K. Ece 

Hollanda